Köşe Yazıları
İsmet İnönü’nün 10 Günü
Yayınlanma:
4 yıl önce-

Bugünü anlamak için tarihi, hiç değilse yakın tarihi asgari düzeyde biliyor olmak, yeterli değilse de gereklidir. Bir süre önce kaleme aldığım, “Kazım Karabekir’in 10 Günü” adlı yazıya kardeş bu yazıyla amacım dikkatleri yakın tarihe biraz da olsa çekebilmek.
İsmet İnönü’nün Defterler’ini (1919-1973) yayına hazırlayan yazar Ahmet Demirel, Sunuş’una şu tespitlerle başlıyor: “İsmet İnönü’nün yaşam öyküsü, bir anlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk elli yıllık tarihinin öyküsüdür. Kuruluşundan İnönü’nün yaşama veda ettiği 25 Aralık 1973 yılına kadar geçen elli yıllık zaman dilimi içerisinde, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilgilendiren hiçbir olay yoktur ki İnönü içinde bulunmasın.”
İsmet İnönü Türkiye’nin ilk başbakanı ve ikinci Cumhurbaşkanı. “Kurtuluş” ve Kuruluş olarak adlandırılan dönemde ikinci adam konumunda bulunsa da Tek Adam’ın vefatının ardından Tek Parti’de ipleri eline aldı ve milyonların kaderini etkileyen kararları imzaladı.
İnönü’nün Defterler’inden klasik bir günlük olarak bahsetmek doğru olmaz. Daha ziyade kendisi için, hatırlatıcı bir nitelik arz edecek biçimde kaleme alınmış bu notlar, benim gibi, o dönem tarihine vakıf, uzman olmayan “sade” okurlara çoğun, pek bir anlam ifade etmeyecektir. Tam da bu sebepten ötürü Ahmet Demirel, kritik yerlerde, alt satırda parantez açarak açıklamalar eklemiş. Yayına hazırlayan tarafından ayrıca ilave edilen bu notların ne denli aydınlatıcı olduğunu göstermek adına seçkimde ikisine yer verdim, italikle.
20 Nisan 1930 tarihli açıklama notu üzerine ben de dipnotta bir açıklama ilave ettim.
Yakın tarihe uzaktan bakanlar için bir yakınlaşma fırsatı doğar, belki buradan yeni okumalar ve bir hayır çıkar. Hiç değilse, okullarda zerk edilen yalan dolanla kirletilmiş dimağlarımız için ufak çaplı bir detoks olur. Eskimesin diye birkaç kelime için sözlük karıştırma keyfi de cabası.
24 Şubat Pazartesi 1925
12 vilayette idare-i örfiye ilan olunmuş. Dini vasıta-i siyaset ittihaz edenler aleyhine kanun hazırlanmış. Fethi Bey, Terakkiperver Fırka teşkilatını lağvetmelerini (Cafer Tayyar, Karabekir, Rauf, Adnan Beylerden mürekkep) davet ettiği ve gelen rüesaya teklif etmiş. Paşa ile teminat vermişler. Fakat teklifi reddetmişler.
23 Şubat Cumartesi 1929
Gündüz, akşama doğru, evinde yatak odasında Gazi ile dahili durumu gözden geçirdik. Aleyhimize çalışma var; gizli; teşkilat belli değil. Orduyu korumak lazım. Çaresi “Takrir-i Sükûn” kanununu yenilememek. Kendisini, bu kararından, yeni bir mücadeleyi açıkça göze almasından, hararetle tebrik ettim. Şaşkın bir halde memnun.
20 Nisan Pazar 1930*
Akşam Gazi ile Marmara’da. Yeni intihap. Muhalif fırka intihabı. Fethi Bey’in muhalefet riyaseti görüştük. .
(1920’li yıllar sona ererken ülke içindeki bütün muhalefet odakları artık kesin olarak susturulmuş ve bir tek parti yönetimi kurulmuştu.(…) Nihayet beklenen muhalefet partisi 12 Ağustos’ta Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla kurulmuştur. (…) Partinin kuruluş süreci fiilen yaz aylarında başlamış olmakla birlikte, İnönü’nün 20 Nisan 1930’da tutmuş olduğu bu not partinin kurulmasına ilişkin kararın çok daha önceden verilmiş olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Öyle ki Cumhurbaşkanı ve Başbakan muhalefet partisinin başkanının kim olacağı hakkındaki kararı da 20 Nisan’da vermişlerdir.)
31 Aralık 1930
Şark vilayetlerinde bu son geçen hadisat: Bu sene için şark vilayetlerimizde büyük hadisat hazırlanmıştır. Cumhuriyet düşmanları hudut haricinde senelerden beri hazırlıklarının kemale geldiğini zan ediyorlardı. Bu hazırlık 925 Şeyh Sait’in irticai kıyamından daha tertipli, daha vasi idi. İftirakçı harici teşkilat memleket dahilinde daha uzun zamanda (okunamadı) sanıyorlardı. Kıyam her üç hudut gerisinden taarruzda.
Şubat 939
Atatürk ile münasebetlerimizi belki birçok defa yazacağım. Yeni hayatıma başlarken son senelerime ait birçok satır ile başlamak zaruri oldu.
Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiri ile alınan teşebbüsleri ertesi gün daima iptal etmek bir eski âdetimiz idi. Son seneler bu adet kalkmağa başladı. Hele nihayete doğru (1936-37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam (ile) takip etmeye başladı. Sıhhatında ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı.
Son seneler hükümet azasının ayrı ayrı kendisine çok bağlı olmasını düşünüyordu. Bunun için ibtidai usuller kullanmak istedi.
Hülasa Eylül 1937 kavgası oldu. Bu kavgada haksızlık, esasında Atatürk’ündü. Tatbikatta idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü. (…)
12 Aralık Salı 1939
Şarkışla’ya varmadan Gemerek köyünü gördük. Büyük muhacir köyü olmuş. Tek bir ağaç yok. Suyu da yokmuş. Vali bu köyün halini tahkik edip avdette söyleyecek.
Sivas’ta gezinti.
Yarım çimento fabrikası. Halbuki ne kadar lazım!
Divriği de Mümtaz Pş.
Çetinkaya istasyonu
Mamur evlerde. Güzel bir manzara
Soğuğa sormuşlar: Nerelisin? Erzulumluyum. Emme, çokluk Sivas’ta otururum. Beni orada da bulamazsanız, Yozgat’ta arayın.
12 Ocak Pazar 1947
Hamdullah Suphi’yi çağırdım. Demokrat Parti Kongresi hakkındaki intibaını sordum. Çok mahzun olduğunu ve ümidini kestiğini söyledi. Fırsat bulursa görüşmek istediğinden bahsetti.
8 Eylül Perşembe 1955
Tekrar Örfi İdare
(6-7 Eylül olayları üzerine hükümet önce sıkıyönetim ilan etti, sonra kaldırdı, ardından yine ilan etti)
27 Mayıs Cuma 1960
İnkılap. Milli Birlik Komitesi İlanı
3 Haziran Cuma 1966
Sabah 09.30’da Ali İhsan geldi. Diyarbakır yazısını gözden geçirdik. Yarınki radyo konuşmasını hazırlayacak.
S. 10.30 hareket 12’den sonra Malatya görüşme
13’ü geçerken Diyarbakır. Güç hal ile çıkış. Partiye ve otele gidiş. Tayyar’da öğle yemeği yerine sandviç. İsabet. Otelde güç hal ile sıcak su duş. 16.30’u geçerken miting meydanı. Eyi topluluk. Diyarbakır’da Said-i Nursi adından bahsetme, Nurcuları hedef al dediler. Batıda da Nurcuyu kolla, Said-i’yi suçla derlerdi. Nurculuk bir mürteci idarenin sembolü olarak ortada.
* “1920’li yıllar sona ererken ülke içindeki bütün muhalefet odakları artık kesin olarak susturulmuş ve bir tek parti yönetimi kurulmuştu.” Her dönem dönen “muhalefet odaklarının susturulması” çarkı o yıllarda toplumun üzerinden bir silindir gibi acımazsızca geçmişti. İstiklal Mahkemeleri’ne yakından bakıldığında sözde yargı eliyle ülkede adeta terör estirildiği görülecektir. Öteki Tarih (2) kitabında “Rejimin Terör Aygıtı: İstiklal Mahkemeleri” adlı makaleyle, tarihçi Ayşe Hür bu sözde yargı süreçlerine ışık tutuyor.
Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri 1920-22 arasında 12, 1922-23 arasında 2 olmak üzere toplam 14 Mahkeme (Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır illerinde) kurulmuş ve görev yapmış. Resmi verilere göre bu mahkemelerde toplam 59.165 kişi yargılanmış. Bunların 41.678’ine çeşitli cezalar verilmekle birlikte 1.054 kişi hakkındaki idam cezası infaz edilmiş. Ne var ki bu davalara ilişkin belgelerin büyük bölümü kayıp olduğundan rakamlar gerçeği yansıtmıyor. “Bu konudaki en önemli çalışmanın sahibi Ergün Aybars’a göre idam edilenlerin sayısı beş binin üzerinde olmalı.”
İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri ise 1925 ila 29 yılları arasında Şark İstiklal Mahkemeleri adıyla 14 vilayet ve kazada idari, adli, askeri her türlü askeri ve sivil davaya bakmıştır. Davaların neredeyse tamamen siyasidir.
Mahkeme heyeti üyelerinin anılarına ve resmi belgelere bakılırsa İsmet İnönü ve Mustafa Kemal bu “mahkeme”lerle doğrudan temas halindedir.
Siyasi hesaplaşmanın sahnelendiği mahkemelerde 7.500 kişi yargılanmış, 3.280 kişi çeşitli cezalara çarptırılmış ve 660 kişi idam edilmiştir.
Ayşe Hür’ün, kaynakça ile verdiği bilgilerin yanı sıra makaledeki en çarpıcı nokta Mahkemelerin nasıl iş gördüğüne ilişkin şu tespitlerdir:
“Kararların verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hakimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar ecele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu.”
Mustafa Kemal, Türkiye’nin diktatörlükle yönetildiği izlenimini ortadan kaldırmak için kurdurduğu sözde muhalefet partisinin çok kısa sürede gördüğü muazzam rağbet karşısında şaşırmış ve hayal kırıklığı yaşamıştır. (Parti 3 ay gibi kısa bir süre sonra bizzat kurucusu tarafından kapatıldı.) Serbest Fırka kurucu başkanı Fethi Bey İzmir’e mitinge gittiğinde adeta yer yerinden oynamıştır. 50 bin kişilik bir kitle tarafından büyük bir coşku ile karşılanan Okyar, deniz yoluyla geldiği şehre ayak basmakta tereddüt etmiştir.
Halkın, henüz 7 yıllık cumhuriyet idaresinin gerçekleştirdiği zulümlerden nasıl bunaldığını gösteren meşhur mitinge ait çarpıcı bir hadiseyi Şevket Süreyya Aydemir Tek Adam Mustafa Kemal adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Polislerin halk üzerine ateş açması bir faciaya yol açtı. 14 yaşında bir mektepli çocuk öldürüldü. Bu hâl galeyanı büsbütün artırdı. Binlerce kişilik halk dağları önünde ve kucağında ölen çocuğunu taşıyan ihtiyar bir baba, oğlunun cesedini Fethi Bey’in ayaklarına bıraktı ve “İşte size bir kurban! Başkalarını da veririz!” diye haykırdı ve inledi: “kurtar, kurtar bizi!” Bu hazin bir manzaraydı. Ama kim, kimden kurtarılacaktı? İzmir’in düşmandan kurtarılışı ise, henüz sekiz yıl olmuştu. Kurtaran da milletin başındaydı. O halde ya bu galeyan? Ya bu kurban?” (bakınız: “Cumhuriyetin Tarihi”, Celaleddin Vatandaş, Pınar Yayınları)
Kurtarıcılarından kurtulmak zorunda kalmak, halkların, bilhassa Ortadoğu halklarının bir kaderi ve kederi olsa gerek. Türkiye’nin, ilk meclisin kapatılması ile başlayan darbeler tarihi de bu kader ve keder ekseninde ele alınması gerekli topyekün bir mücadeleden başka nedir ki?
1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Yorumlayın

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?
Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”
1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.
Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.
Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi…
Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:
“Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”
Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.
Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde.
Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.
Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:
“Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”
Not:
Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.
Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:
“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”
Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.
Ne güzel bir hareket öyle değil mi?
Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.
Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:
“Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”
Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)
Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:
“Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”
Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:
“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”
İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?
“Arkadan vurmak!”
İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:
“Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”
Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.
Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.
Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.
Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.
Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.
Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.
İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.
Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.
Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.
Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:
Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!
Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.
O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.
Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!
Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.
Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.
Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.
Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.
Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.
Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.
Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:
“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz. |
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.” |
Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?
7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.
Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.
İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.
Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.
Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!
Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.
Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.
Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)
Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.
“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”
Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.
Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.
Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.