Köşe Yazıları
İsmet İnönü’nün 10 Günü
Yayınlanma:
4 yıl önce-
Bugünü anlamak için tarihi, hiç değilse yakın tarihi asgari düzeyde biliyor olmak, yeterli değilse de gereklidir. Bir süre önce kaleme aldığım, “Kazım Karabekir’in 10 Günü” adlı yazıya kardeş bu yazıyla amacım dikkatleri yakın tarihe biraz da olsa çekebilmek.
İsmet İnönü’nün Defterler’ini (1919-1973) yayına hazırlayan yazar Ahmet Demirel, Sunuş’una şu tespitlerle başlıyor: “İsmet İnönü’nün yaşam öyküsü, bir anlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk elli yıllık tarihinin öyküsüdür. Kuruluşundan İnönü’nün yaşama veda ettiği 25 Aralık 1973 yılına kadar geçen elli yıllık zaman dilimi içerisinde, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilgilendiren hiçbir olay yoktur ki İnönü içinde bulunmasın.”
İsmet İnönü Türkiye’nin ilk başbakanı ve ikinci Cumhurbaşkanı. “Kurtuluş” ve Kuruluş olarak adlandırılan dönemde ikinci adam konumunda bulunsa da Tek Adam’ın vefatının ardından Tek Parti’de ipleri eline aldı ve milyonların kaderini etkileyen kararları imzaladı.
İnönü’nün Defterler’inden klasik bir günlük olarak bahsetmek doğru olmaz. Daha ziyade kendisi için, hatırlatıcı bir nitelik arz edecek biçimde kaleme alınmış bu notlar, benim gibi, o dönem tarihine vakıf, uzman olmayan “sade” okurlara çoğun, pek bir anlam ifade etmeyecektir. Tam da bu sebepten ötürü Ahmet Demirel, kritik yerlerde, alt satırda parantez açarak açıklamalar eklemiş. Yayına hazırlayan tarafından ayrıca ilave edilen bu notların ne denli aydınlatıcı olduğunu göstermek adına seçkimde ikisine yer verdim, italikle.
20 Nisan 1930 tarihli açıklama notu üzerine ben de dipnotta bir açıklama ilave ettim.
Yakın tarihe uzaktan bakanlar için bir yakınlaşma fırsatı doğar, belki buradan yeni okumalar ve bir hayır çıkar. Hiç değilse, okullarda zerk edilen yalan dolanla kirletilmiş dimağlarımız için ufak çaplı bir detoks olur. Eskimesin diye birkaç kelime için sözlük karıştırma keyfi de cabası.
24 Şubat Pazartesi 1925
12 vilayette idare-i örfiye ilan olunmuş. Dini vasıta-i siyaset ittihaz edenler aleyhine kanun hazırlanmış. Fethi Bey, Terakkiperver Fırka teşkilatını lağvetmelerini (Cafer Tayyar, Karabekir, Rauf, Adnan Beylerden mürekkep) davet ettiği ve gelen rüesaya teklif etmiş. Paşa ile teminat vermişler. Fakat teklifi reddetmişler.
23 Şubat Cumartesi 1929
Gündüz, akşama doğru, evinde yatak odasında Gazi ile dahili durumu gözden geçirdik. Aleyhimize çalışma var; gizli; teşkilat belli değil. Orduyu korumak lazım. Çaresi “Takrir-i Sükûn” kanununu yenilememek. Kendisini, bu kararından, yeni bir mücadeleyi açıkça göze almasından, hararetle tebrik ettim. Şaşkın bir halde memnun.
20 Nisan Pazar 1930*
Akşam Gazi ile Marmara’da. Yeni intihap. Muhalif fırka intihabı. Fethi Bey’in muhalefet riyaseti görüştük. .
(1920’li yıllar sona ererken ülke içindeki bütün muhalefet odakları artık kesin olarak susturulmuş ve bir tek parti yönetimi kurulmuştu.(…) Nihayet beklenen muhalefet partisi 12 Ağustos’ta Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla kurulmuştur. (…) Partinin kuruluş süreci fiilen yaz aylarında başlamış olmakla birlikte, İnönü’nün 20 Nisan 1930’da tutmuş olduğu bu not partinin kurulmasına ilişkin kararın çok daha önceden verilmiş olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Öyle ki Cumhurbaşkanı ve Başbakan muhalefet partisinin başkanının kim olacağı hakkındaki kararı da 20 Nisan’da vermişlerdir.)
31 Aralık 1930
Şark vilayetlerinde bu son geçen hadisat: Bu sene için şark vilayetlerimizde büyük hadisat hazırlanmıştır. Cumhuriyet düşmanları hudut haricinde senelerden beri hazırlıklarının kemale geldiğini zan ediyorlardı. Bu hazırlık 925 Şeyh Sait’in irticai kıyamından daha tertipli, daha vasi idi. İftirakçı harici teşkilat memleket dahilinde daha uzun zamanda (okunamadı) sanıyorlardı. Kıyam her üç hudut gerisinden taarruzda.
Şubat 939
Atatürk ile münasebetlerimizi belki birçok defa yazacağım. Yeni hayatıma başlarken son senelerime ait birçok satır ile başlamak zaruri oldu.
Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiri ile alınan teşebbüsleri ertesi gün daima iptal etmek bir eski âdetimiz idi. Son seneler bu adet kalkmağa başladı. Hele nihayete doğru (1936-37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam (ile) takip etmeye başladı. Sıhhatında ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı.
Son seneler hükümet azasının ayrı ayrı kendisine çok bağlı olmasını düşünüyordu. Bunun için ibtidai usuller kullanmak istedi.
Hülasa Eylül 1937 kavgası oldu. Bu kavgada haksızlık, esasında Atatürk’ündü. Tatbikatta idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü. (…)
12 Aralık Salı 1939
Şarkışla’ya varmadan Gemerek köyünü gördük. Büyük muhacir köyü olmuş. Tek bir ağaç yok. Suyu da yokmuş. Vali bu köyün halini tahkik edip avdette söyleyecek.
Sivas’ta gezinti.
Yarım çimento fabrikası. Halbuki ne kadar lazım!
Divriği de Mümtaz Pş.
Çetinkaya istasyonu
Mamur evlerde. Güzel bir manzara
Soğuğa sormuşlar: Nerelisin? Erzulumluyum. Emme, çokluk Sivas’ta otururum. Beni orada da bulamazsanız, Yozgat’ta arayın.
12 Ocak Pazar 1947
Hamdullah Suphi’yi çağırdım. Demokrat Parti Kongresi hakkındaki intibaını sordum. Çok mahzun olduğunu ve ümidini kestiğini söyledi. Fırsat bulursa görüşmek istediğinden bahsetti.
8 Eylül Perşembe 1955
Tekrar Örfi İdare
(6-7 Eylül olayları üzerine hükümet önce sıkıyönetim ilan etti, sonra kaldırdı, ardından yine ilan etti)
27 Mayıs Cuma 1960
İnkılap. Milli Birlik Komitesi İlanı
3 Haziran Cuma 1966
Sabah 09.30’da Ali İhsan geldi. Diyarbakır yazısını gözden geçirdik. Yarınki radyo konuşmasını hazırlayacak.
S. 10.30 hareket 12’den sonra Malatya görüşme
13’ü geçerken Diyarbakır. Güç hal ile çıkış. Partiye ve otele gidiş. Tayyar’da öğle yemeği yerine sandviç. İsabet. Otelde güç hal ile sıcak su duş. 16.30’u geçerken miting meydanı. Eyi topluluk. Diyarbakır’da Said-i Nursi adından bahsetme, Nurcuları hedef al dediler. Batıda da Nurcuyu kolla, Said-i’yi suçla derlerdi. Nurculuk bir mürteci idarenin sembolü olarak ortada.
* “1920’li yıllar sona ererken ülke içindeki bütün muhalefet odakları artık kesin olarak susturulmuş ve bir tek parti yönetimi kurulmuştu.” Her dönem dönen “muhalefet odaklarının susturulması” çarkı o yıllarda toplumun üzerinden bir silindir gibi acımazsızca geçmişti. İstiklal Mahkemeleri’ne yakından bakıldığında sözde yargı eliyle ülkede adeta terör estirildiği görülecektir. Öteki Tarih (2) kitabında “Rejimin Terör Aygıtı: İstiklal Mahkemeleri” adlı makaleyle, tarihçi Ayşe Hür bu sözde yargı süreçlerine ışık tutuyor.
Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri 1920-22 arasında 12, 1922-23 arasında 2 olmak üzere toplam 14 Mahkeme (Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır illerinde) kurulmuş ve görev yapmış. Resmi verilere göre bu mahkemelerde toplam 59.165 kişi yargılanmış. Bunların 41.678’ine çeşitli cezalar verilmekle birlikte 1.054 kişi hakkındaki idam cezası infaz edilmiş. Ne var ki bu davalara ilişkin belgelerin büyük bölümü kayıp olduğundan rakamlar gerçeği yansıtmıyor. “Bu konudaki en önemli çalışmanın sahibi Ergün Aybars’a göre idam edilenlerin sayısı beş binin üzerinde olmalı.”
İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri ise 1925 ila 29 yılları arasında Şark İstiklal Mahkemeleri adıyla 14 vilayet ve kazada idari, adli, askeri her türlü askeri ve sivil davaya bakmıştır. Davaların neredeyse tamamen siyasidir.
Mahkeme heyeti üyelerinin anılarına ve resmi belgelere bakılırsa İsmet İnönü ve Mustafa Kemal bu “mahkeme”lerle doğrudan temas halindedir.
Siyasi hesaplaşmanın sahnelendiği mahkemelerde 7.500 kişi yargılanmış, 3.280 kişi çeşitli cezalara çarptırılmış ve 660 kişi idam edilmiştir.
Ayşe Hür’ün, kaynakça ile verdiği bilgilerin yanı sıra makaledeki en çarpıcı nokta Mahkemelerin nasıl iş gördüğüne ilişkin şu tespitlerdir:
“Kararların verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hakimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar ecele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu.”
Mustafa Kemal, Türkiye’nin diktatörlükle yönetildiği izlenimini ortadan kaldırmak için kurdurduğu sözde muhalefet partisinin çok kısa sürede gördüğü muazzam rağbet karşısında şaşırmış ve hayal kırıklığı yaşamıştır. (Parti 3 ay gibi kısa bir süre sonra bizzat kurucusu tarafından kapatıldı.) Serbest Fırka kurucu başkanı Fethi Bey İzmir’e mitinge gittiğinde adeta yer yerinden oynamıştır. 50 bin kişilik bir kitle tarafından büyük bir coşku ile karşılanan Okyar, deniz yoluyla geldiği şehre ayak basmakta tereddüt etmiştir.
Halkın, henüz 7 yıllık cumhuriyet idaresinin gerçekleştirdiği zulümlerden nasıl bunaldığını gösteren meşhur mitinge ait çarpıcı bir hadiseyi Şevket Süreyya Aydemir Tek Adam Mustafa Kemal adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Polislerin halk üzerine ateş açması bir faciaya yol açtı. 14 yaşında bir mektepli çocuk öldürüldü. Bu hâl galeyanı büsbütün artırdı. Binlerce kişilik halk dağları önünde ve kucağında ölen çocuğunu taşıyan ihtiyar bir baba, oğlunun cesedini Fethi Bey’in ayaklarına bıraktı ve “İşte size bir kurban! Başkalarını da veririz!” diye haykırdı ve inledi: “kurtar, kurtar bizi!” Bu hazin bir manzaraydı. Ama kim, kimden kurtarılacaktı? İzmir’in düşmandan kurtarılışı ise, henüz sekiz yıl olmuştu. Kurtaran da milletin başındaydı. O halde ya bu galeyan? Ya bu kurban?” (bakınız: “Cumhuriyetin Tarihi”, Celaleddin Vatandaş, Pınar Yayınları)
Kurtarıcılarından kurtulmak zorunda kalmak, halkların, bilhassa Ortadoğu halklarının bir kaderi ve kederi olsa gerek. Türkiye’nin, ilk meclisin kapatılması ile başlayan darbeler tarihi de bu kader ve keder ekseninde ele alınması gerekli topyekün bir mücadeleden başka nedir ki?
“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.
Yorumlayın
2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.
Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.
Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:
“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz. |
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.” |
Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?
7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.
Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.
İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.
Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.
Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!
Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.
Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.
Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)
Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.
“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”
Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.
Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.
Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.
İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.
Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.
Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.
Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!
Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.
Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?
İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!
Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.
Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.
Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.
Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.
Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.
Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.
Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.
Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.
Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek. Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.
7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)
Önümüzde cevap bekleyen sorular var:
Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?
Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?
Tehdit mi rüşvet mi?
Kim bu birileri?
Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?
Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.
Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.
Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.
Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.
Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.
Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.
Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.
Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…
Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)
Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.
Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.
Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.
Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.
Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?
O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.
Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.
Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.
Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:
İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.
İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.
Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.
Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?
Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?
Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.
Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…
Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!
Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.
Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.
Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.
Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?
Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.