Connect with us

Köşe Yazıları

İslamcılık ve Olgunlaşmayan Siyaseti İlan Edemeyiş Üzerine

Yayınlanma:

-

Ana Hatlarıyla İslamcılığın Türkiye Seyri

İslamcılığı yerli dertlerle Yeni Osmanlılar ile başlatanlar var. Afgani ve Abduh ile başlatıp ona modern etiketi yapıştıranlar var. İslamcılığı son iki yüzyıla hapsetmeyip ıslah geleneğinin devamı olarak görenler de var. Sonuncusu bana daha makûl geliyor.

İslamcılık geleneksel din anlayışına, emperyalizme, kapitalizme, modernizme karşı İslam’ın savunusudur. İnsanî yorum olup müslümanların pasif konumdan kurucu irade hâline gelmesini amaçlar. İslamın siyasi, toplumsal, iktisadî, fikrî, ahlakî velhâsıl hayatın bütününe hâkim kılınma çabasıdır.

Osmanlı’da 19. yüzyılda Fransız usûlü mahkemeler var. İçtihad pek işletilmediği için şeriat mahkemeleri hantal durumda. 1850 tarihli Ticaret Kanunnamesi ile 1858 tarihli Ceza Kanunnamesi dönemin laik uygulamaları. Yeni Osmanlılar şeriat harici bu kanunlara, Tanzimat ile Islahat fermanlarına karşı çıkıyor.

İslamcılık, emperyalistlere karşı Osmanlı’nın sosyal ve siyasi bütünlüğü için gayret göstermiş, Abdulhamit’in baskılarına karşı ses çıkarmıştır. O dönem İslamcılığın gündemini cihad, içtihad, Kur’ân ve sünnete dönüş oluşturuyor.

Osmanlı çökerken kurtuluşu fen alanında görenler var. Devleti kurtarmak ve ulus inşa etmek için el üstü tutulan sosyolojinin o dönemde fenn-i içtima olarak adlandırılması manidârdır.

Ece Ayhan, Osmanlı ile Cumhuriyeti iç içe geçmiş iki kaşık diye betimler. Osmanlı ile Cumhuriyet arasında kopuştan çok süreklilik mi söz konusu? Kemalist modernleşme Osmanlı modernleşmesinin devamı mı? İkisi arasında sürekliliğe ve kopuşa dair birkaç örnek sayalım.

Şeriat dışı mahkemeler Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmıştı. Osmanlı’da ulemâ devletin denetimindeyken Cumhuriyet ile daraltılmış hâliyle diyanetin emrindedir. Eğitim alanında modernizasyon Abdulhamit döneminde had safhadadır. Bu saydıklarımız sürekliliğe dair örnekleri oluşturuyor.

Cumhuriyetle şeriatın kaldırılması, hilâfetin ve saltanatın kaldırılması, ulus devlet(devlet ulus aslında), milliyetçilik ve laiklik Osmanlı’dan büyük kopuşa işarettir. Bu kopuş-süreklilik tartışmasını uzatıp da konudan sapmayalım.

İslamcılığın Türkiye seyrine baktığımızda cumhuriyetin kurulmasıyla 1950’ye kadar bir sessizlik yaşadığını görürüz. Cumhuriyetle islamî kesim sindirilmiş, dinî faaliyetler diyanetin kontrolüne verilmiştir. Kur’ân öğretme faaliyetleri gizlice devam eder. Burada Ahmet Örs’ün “Kamyon” isimli öyküsünü analım.* Öykü, yasaklar ve baskınlar sebebiyle şehirler arası yollarda kamyon kasasında Kur’ân öğrenimini konu edinir.

Demokrat Parti ile İslami camiada bir hareketlilik başlar. İslamcılık o dönem milliyetçilik ve muhafazakârlık ile iç içedir. Nakşibendîler, Nurcular 1950-70 arasında Demokrat Parti ile Adalet Partisi içinde yer alır. 1969 yılında diğer partilere nazaran dinî dozu yüksek MNP kurulur. 1979 yılında İran’da devrim olur. 1980’li yıllarda Türkiye’de Şeriati’nin çokça okunduğunu görürüz. Özal ile neoliberal piyasaya ısındırma turları atılır ve 90’larda müslüman kesim neoliberalizme uyum sağlamaya başlar. 2000 sonrası neoliberalizme eklemlenmiştir artık. Tabi, bütün müslümanları dahil etmeyip baskın eğilimin bu olduğunu söylüyorum.

27 Mayıs sonrası çeviri furyası başlar. Seyyid Kutup ile Mevdudi çevrilir. İslamcılık milliyetçi ve muhazakâr hâlden kopup daha netleşmeye başlar.

1960 yılı çevirilerinde sosyal adalet vurgusu, kapitalizm eleştirileri çokça vardı. Soğuk Savaş döneminde olunduğundan sosyalizme alternatif olarak bunların çeviri değil de adaptasyon olduğunu, proje olduğunu söyleyenler oldu.

İslamcılığın Bazı Artı ve Eksileri

Osmanlı Devleti’ni batının istilâsından ve müslümanları bulundukları acziyetten kurtarmak için o dönemler sanayi, teknoloji, güç arzusu ön plândadır. Devlet çökerken o dönem aydınlar hâliyle aciliyet içerisinde olduğundan eklektik ve pragmatik davrandılar.

İslam dairesinden çıkmaksızın batıdan güçlü olma niyetiyle düşmanın silahıyla silahlanma fikri ön plandaydı. Batının tekniğini, bilimini alırken bunların batıya ait düşünüş, inanç, ahlâk, kültür ve yaşam tarzından ayrı olamayacağı üzerine düşülmez. Teknik ile kültür arasında ontolojik bağ ya görülmez ya da görmezden gelinir.

1960’larda  bu güç/iktidar söylemi devam etti. MNP’nin  “makine yapan makineler, fabrika yapan fabrikalar” söylemini hatırlayalım. “Ağır sanayi hamlesi” baş tacıydı.

Akif’in çalışma vurgusu Erbakan’da devam etti. Necip Fazıl’dan mülhem manevi kalkınma hayalleri zirvedeydi.

İçerisinde bulunulan durum güç istencini öne çıkartıyordu. “Japonlara müslüman demek için eksiği ancak tevhid” diyordu Akif. Batı medeniyetine karşılık İslam medeniyeti söylemi öne çıkarıldı. İsmet Özel, İbn Halduncu etkiyle eleştirdi medeniyeti.

Mevdudi, Kutup ve Şeriati ile emperyalizm, kapitalizm, aydınlanma, batılılaşma, modernleşme, milliyetçilik, resmî ulemâ, geleneksel dini anlayış eleştiriye tutulur.

İslamcılığın hümanizm eleştirisi mühimdir. İnsanın Allah’ın halifesi olarak görülmesini, eşref-i mahlûkât hususunu hümanizmin hanesine yazabiliriz. Ümit Aktaş, insanın halifeliği meselesi üzerine yazılar kaleme aldı.

Tek tip olmayıp İslamcılıklar söz konusu olsa da şimdiden razı olmama durumu gelecekle ilgili tasavvuruyla ütopya(olmayan yer) tuzağına düşürür mü? Asr-ı Saadet vurgusuyla da nostaljiye itebilir mi? Nostalji, Yunanca nostos (eve dönüş) ve algia (özlem) kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur. Yenilip dağılmışlık, Asr-ı Saadeti en yüce zaman dilimi olarak kurgulayıp idealize edebilmektedir.

Aliya İzzetbegoviç, ütopyadan değil dramdan yani hayattan yanadır. Gelecek, hayat öngörülemez. Gaybî müdahale kurguyu, projeyi, tasarımı yani ütopyayı iptal eder. Ütopya totaliterdir ve şahsiyetin inkârıdır. İslamcılık, olmayan bir yer(ütopya) ile olmayan bir zaman dilimi(nostalji) değildir.

90’larda Ali Bulaç yazılarıyla Medine Vesikası üzerine tartışmaları ateşler. Çok hukukluluk, çok kültürlülük, bir arada yaşama, anayasa vb. bir sürü başlık açılır. Vesikada ihtilafa düşülenler konusunda son mercii olarak peygamberin işaret edilmesini müslümanların iktidarda olduğuna dair yorumlayanlar oldu.

Ercüment Özkan’ın arı duru İslam vurgusu, Kürşad Atalar’ın “orijinal İslamî dile vukûfiyet” söylemi mühim.

Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı?

Muhaliflikle toplumu dönüştürmek mümkün mü yoksa iktidarda olup tepeden mi dönüştürmeli? Yüz yıllardır İslam içre olan halkta sosyalizmin tutunamamasına anlam vermek daha kolayken İslamcılığın çok karşılık bulmamasını nasıl ele almalı? Temsiliyet hakkı devredilemez modunda eşit katılımcı, liderin olmadığı İslamî bir oluşum mümkün mü? Adaleti, dini kendi tekeline almadan, kendi yorumunu hakikat görüp bunu iktidar kılmadan olabilecek bir yönetim mümkün müdür? İslamcılar metin merkezliyken muhafazakâr halk hayat koşullarıyla içli dışlı. Metin ile bu hayat koşullarını nasıl buluşturmalı? Sorular, sorunlar…

Muhaliflik sağlam kalmaya kefilmiş gibi “Aman iktidar olmayalım, iktidar bozar çürütür.” düşüncesi yaygındır. Tabi, konforlu eleştiri gayet tatlıdır. Dürüstlük ile samimiyet çoğunlukla karıştırılır. Samimice eleştirenler ne kadar dürüst?

Marksizmi, sosyalizmi akademikleştirme praksisin uzağına düşerebiliyor. Bu pandemi sürecinde kapitalizmin felaketlerine sosyalizmin yeniden reçete edildiğini gördük. Rosa Luxemburg’un “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı yinelenip durdu.

Kur’ân-ı Kerim’i akademikleştirenlere ve kendi mahfillerinde cesurca tartışanlara gelelim. Sayısız zulüm ortadayken akademi esas olanı alenî tartışamamakta, tali konuları konuşmaktadır. Dışarıya kapalı mahfillerdeyse esas olanı dile getirenler bunu eyleme çeşitli sebeplerle dökemeyip pasifliklerini kalıcılaştırmaktadır.

Kapalı yapıların olgunlaşmamış hâlini siyaset dışı kabul edelim. Peki, siyasetini olgunlaştırıp alenî işler yürüten müslüman yapıların hâli nicedir?

Toprağın altında ve üstünde ne varsa sermayenin insafına terk edileli her yerde birbirinden bağımsız öbekler itirazlarını yükseltmiş durumda. Bunca huzursuzluğu çıkaranlar bir iken onca rahatsızlık duyanların ayrı ayrı durması garabettir. Müslüman, huzursuzluk duyanları birbirine eklemenin yollarını siyaseten ne zaman arayacak?

Açık siyaset yürüten, kendini tek hakikat olarak görmeyen öncü kadro/lar şart. Eylemlilikler içinde olan bu kadro/lar kendileri olabiliyorsa entelektüel olmalı. Bu yeterli değilse entelektüel grubunu oluşturmalıdır. Her alanda okumalar yaparak fikir yürüten bu grup siyasetin önünü açmada danışman rolünü üstlenmelidir.

Konu çok, tartışmaya devam edeceğiz. Misal, müslümanın siyasî dili nasıl olmalı? Eğitim İlke-Sen’in bir pankartında yazan cümleyi analım: “Yeryüzü Allah’ındır, mültecilere yasaklanamaz!”

* Ahmet Örs, Kar Kesilen, s. 91. Tasfiye Kitaplığı

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM