Connect with us

Köşe Yazıları

Fıtrata Yolculuk

Yayınlanma:

-

Kur’an ve Hz. Peygamber’in pratiğine birlikte odaklanıp ortaya çıkan hakikati tarihsel malzeme ile mukayese ettikçe bugün elde avuçta olanın çok da bir şey ifade etmediğini hatta saptırıcı bir mahiyete sahip olduğunu görebiliyorsunuz.

Bütün bir İslam tarihi denen toplam, devlet-egemenlik ekseninde meydana gelmiş durumda. Tarih, geriye doğru inşa edilen bir alan olduğundan geçmiş, egemenlik ilişkilerinin perspektifiyle illetlidir. Bu illet, bugün de yakamıza yapışık olduğundan lâyık-ı veçhile bir özgürleşme ve adalet arayışı biz Müslümanlardan yana maalesef ortaya çıkamıyor. Şûrâ sûresi 40. ayette buyurulan ifadeye dikkat etmeli: “Ama [unutma ki,] kötülüğü cezalandırma [teşebbüsü] de, bizâtihî bir kötülük olabilir.” İslam tarihinin çokça mühim bir kısmı bu ayeti kavrayamamaktan mülhem talihsizliklerle doludur.

O talihsizliği hâl-i hazırımızda yaşamadığımızı elbette söyleyemiyoruz. O nedenle bu yazı yazılmaktadır. Kavrayışlarımıza bugünden geriye doğru müdahil olunmak sûretiyle vurulan darbeyi görmek zorundayız.

Mü’min ve Müslümanların tarihsel ödevi nedir?

Şûrâ sûresi 40. ayetteki uyarıyı çok boyutlu algılarsak ufkumuz aydınlanabilir. Ne yapsak, nasıl yapsak da kaş yaparken göz çıkarmasak? Benzeri var mı? Örnek gösterilebilecek bir pratik, teorik bir zemin tecrübe edilmiş mi?

Evet, çok şükür; ayrıca olmaz olur mu? Zaten vahiy ve resuller ne için gönderilmiştir?

Müslümanın tarihsel ödevi zulme karşı çıkmaktır. Onun kimliğini inşa eden özün kendisine yüklediği en büyük sorumluluk zulüm mekanizmalarını parçalamak ve dağıtmaktır. Sonra hayat, akacak ve yolunu bulacaktır. Yeni zulüm organizasyonlarının ortaya çıkması durumunda mezkûr sorumluluğun mü’min ve Müslümanları harekete geçirmesi beklenir. Kulluğun gereği elbette budur.

Hayatın akıp yolunu bulmasının en iyi örneklerinden biri olarak Kur’an’da Zülkarneyn kıssasına bakılmalıdır.[1]  Zülkarneyn peygamberin belirtilen kıssanın özellikle 90-92. ayetlerde anlatılan temas ve tavrı çarpıcıdır:

Ve doğuya doğru yürüyerek] günün birinde güneşin doğduğu yere vardığında onu, kendilerini güneşe karşı bir örtüyle örtmediğimiz bir kavmin üzerine doğar buldu: [Biz onları] işte böyle [bir yaşama tarzı içinde, böyle bir düzeyde bırakmıştık ve o da onları öylece kendi hallerine bıraktı;] ve muhakkak ki sınırsız bilgimizle Biz onun zihninden geçenleri kuşatmış bulunuyorduk ve o [böylece, doğru bir amaca ulaşmak için] bir kere daha, doğru aracı seçmiş oldu.

Bu anlatı, Hz. Peygamber’in siyerine dâhil olsaydı bambaşka bir hâl alır, sondan başa doğru yazılırken yapı bozumuna uğrar ve o topluluğa bir vali atanır, sonra vergi memurları gönderilirdi. Dört halife döneminde olsa zaten egemenlik kapışması sürecinde kılıç çeken taraflardan biri olarak İslam tarihi kitaplarının sayfalarında kendilerine epeyce yer bulurlardı.

İslam tarihinde ganimet ve devlet ideolojisinin baskın bir yer tutuşu bütün hikâyemizi özetlemektedir. Câbirî’nin de üzerinde çalışıp işaret ettiği[2] bir bahis olarak “imanı henüz kalplerine yerleşmeyenler”in[3] bayraktarı olduğu akışın fetihçi ideolojisi özgürleşmeyi bütün tarafları olumsuz etkileyecek bir biçimde akamete uğratmıştır.

Hz. Peygamber ve arkadaşlarının mücadelesini modern devlet yapısı içinde yetişen, o çerçeveyi teorik olarak tartışıp besleyen kuram yığınlarını tedris ederek geçiren kuşaklarla tarihsel olarak Bizans-Sâsâni siyaset felsefelerini siyasetname[4] formunda içselleştiren asırların birlikte ürettiği neticenin İslam olmadığını idrak etmek gerekiyor.

İslam’ın hızlı ve mevcut yayılış biçiminin tarihi bir kırılmayı müslüman halkların bilincine acı bir armağan olarak sunduğu söylenebilir. Otonom bile değil, alabildiğine özgür küçük yerleşim ve toplulukların imani tercihlerinin inşa edeceği bir tarihsel yürüyüş yerine imparatorlukların, fetihçi ve hatta yağmacı/talancı devlet yapılarının felsefe olarak İslam’a transferi tevhidin toplam mahiyetine ağır bir darbe vurmuş ve özgürleşme çağrısı hâl-i hazırdaki egemen yapıların ağır siyasal-bürokratik işleyişine kurban edilmiştir.

Zengin Mekke ulularıyla fetihçi-ganimetçi süreçte yeni yeni boy veren diğer ticaret burjuvazisinin tarihsel ticaret kanallarının İslam sıfatlı yeni egemen devlet(ler) bünyesi içinde boy veren görülmemiş çeşitliliği dudak uçuklatıcıdır ve yeni yönelimin istikameti hakkında yeterince fikir vermektedir.[5] Hâlbuki Hz. Peygamber ve arkadaşlarının izleği bambaşka bir dünya içindi, bunu Kur’an’dan ve dikkatli bir siyer okumasından kolayca tespit etmek mümkündür. [6]

İçinde yaşadığımız (boğulduğumuz da denebilir) dünyaya alternatif olabilecek şey egemenlerin tasallut ettiği ahir zamanların sosyal yapılarını tekrar etmek değildir.[7] Şûrâ sûresi 38. ayete göre “şûrâ” bütün mü’minler için yakınî ve doğrudan emir olduğundan başka bir siyaset biçimi çıkmıştır ortaya. Çok fazla dallanıp budaklanıcı, gelişip yayılıcı, dolayısıyla da imparatorluk ya da diktatörlükle birlikte hanedanlık biçimlerini zorunlu olarak peşi sıra sürükleyici bir usûl tevhidin tarihsel perspektifiyle bağdaşmaz.

Saydığımız olumsuz yönetim biçim ve organizasyonlarının İslami kılıfları bulunabilir, tarih boyunca çokça da bulunmuştur. Modern dönemlerde bunun yeni örnekleri elbette vardır ancak bütün bunlar derdimize deva olabilmiş midir?

Özellikle son dönemlerde İslami hattın bu açmazlardan çıkmak için teklif ettiği çıkış kapıları çaresizlik kaynaklıdır. Devasa devlet ve toplum yapıları kaçınılmaz kabul edilirse demokratik, adil, tarafsız devlet önerileri havada uçuşacaktır çünkü “başkalarının başkalarına tahakkümü” meselesini çözmek başka türlü mümkün olmamaktadır, bu durumda da kimse kendi hukuku/şeriatıyla var olamayacaktır.

Küçük topluluklar hâlinde vâr olmaya bakmak, savunma ve gıda gerekleri gibi muhtemel bütün problemli durumlarda îlâf(lar)la yol almak mümkündür. Zalim(ler)in “öteki” olarak kodlanacağı ve bütün müntesipleriyle tevhid ilkeleri doğrultusunda bireysel ve toplumsal bir hayatı ikâme edecek ve “şûrâ”yı[8] esas alarak başka topluluklarla “sözleşme” temelli bir birlikte yaşamı hayata geçirecek bu model için Medine Sözleşmesi coşkun bir ilham kaynağıdır.[9] O ilhamın söylediği şey esasen şudur: İnsanları rahat bırakın, kimseye musallat olmayın!

Özellikle siyerin problemli yazımı[10], İslam tarihinin hanedancıAllah’ın gölgesi’ci-saltanatçı oluşturucularının, ganimet ve fetih iştihasının tevhidin mesajını gömen karakteri ile hesaplaşmak mümkündür. Vahyin gayesi insana ve tabiata musallat olan kötülükleri bertaraf etmektir. Zülkarneyn örneği, açıklığıyla bu meyanda fazlasıyla anlamlıdır. Muhakkak ki bütün resullerin sünnetleri de oraya doğru ilerlemektedir.

Osteopat bir arkadaşın “Bizim yaptığımız vücudu olması gereken hâle getirmek, gerisini o hâlleder.” değerlendirmesi bana bu çerçevede ilham vermişti. Mühim olan zulmü def etmektir, insan ve tabiat işleri yoluna koyacak, tam bu özgür aşamada fıtrata yolculuk[11] başlayacaktır. Zulmün ve ifsadın tekrarı hâlinde aynı çevrime tanık olmuştur zaten tarih, en fazla biz de ona tanık oluruz.

Devrimler mutlak ve değişmez bir sonuç vâr etmezler mesela. İnsan yapımı her şey bozulur. O nedenle korumacı dev bürokratik yapılar, egemenliği pekiştirici kurumlar ve kutsalca korunan sınırlar anlamsızdır, vahyî mesajın akışkanlığına en büyük darbeyi onlar vurur ve kapıyı muhafazakâr intihar çalar.

Bu yazı, değindiği mevzulara ancak giriş mahiyetindedir. İşaret edip kapalı bıraktığı yerleri açmak da bizim zamana yayılan ödevimiz olsun.

[1] Kehf sûresi, 18/83-98

[2] M. A. el-Câbirî, Arap Siyasal Aklı, Mana Yay.

[3] Hucurât sûresi, 49/14

[4] Siyasetname: İslami Bir Devlet İdaresi Teorisi, Ed.: Mehrzad Boroujerdi, alBaraka yay.

[5] Tüccar Sermayesi ve İslam, Mahmood İbrahim, alBaraka yay.

[6] İlk Bahar, Wadah Khanfar, Vadi yay.

[7] Wael b. Hallaq, İmkânsız Devlet, Babil kitap

[8] İslam ve Siyaset, Ümit Aktaş, Mana yay.

[9] Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç, Çıra yay.

[10] Mukayese için bkz: Siyerin Gölgesinde 1-2-3, Hüseyin Alan, Beyan yay; Hz. Muhammed Mekke’de – Hz. Muhammed Medine’de, w. Montgomery Watt, KURAMER yay.; Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutup, (muhtelif yay.)

[11] Devlete Karşı Toplum, Pierre Clastres, Ayrıntı yay.

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM