Köşe Yazıları
Fıtrata Yolculuk

Yayınlanma:
3 yıl önce-

Kur’an ve Hz. Peygamber’in pratiğine birlikte odaklanıp ortaya çıkan hakikati tarihsel malzeme ile mukayese ettikçe bugün elde avuçta olanın çok da bir şey ifade etmediğini hatta saptırıcı bir mahiyete sahip olduğunu görebiliyorsunuz.
Bütün bir İslam tarihi denen toplam, devlet-egemenlik ekseninde meydana gelmiş durumda. Tarih, geriye doğru inşa edilen bir alan olduğundan geçmiş, egemenlik ilişkilerinin perspektifiyle illetlidir. Bu illet, bugün de yakamıza yapışık olduğundan lâyık-ı veçhile bir özgürleşme ve adalet arayışı biz Müslümanlardan yana maalesef ortaya çıkamıyor. Şûrâ sûresi 40. ayette buyurulan ifadeye dikkat etmeli: “Ama [unutma ki,] kötülüğü cezalandırma [teşebbüsü] de, bizâtihî bir kötülük olabilir.” İslam tarihinin çokça mühim bir kısmı bu ayeti kavrayamamaktan mülhem talihsizliklerle doludur.
O talihsizliği hâl-i hazırımızda yaşamadığımızı elbette söyleyemiyoruz. O nedenle bu yazı yazılmaktadır. Kavrayışlarımıza bugünden geriye doğru müdahil olunmak sûretiyle vurulan darbeyi görmek zorundayız.
Mü’min ve Müslümanların tarihsel ödevi nedir?
Şûrâ sûresi 40. ayetteki uyarıyı çok boyutlu algılarsak ufkumuz aydınlanabilir. Ne yapsak, nasıl yapsak da kaş yaparken göz çıkarmasak? Benzeri var mı? Örnek gösterilebilecek bir pratik, teorik bir zemin tecrübe edilmiş mi?
Evet, çok şükür; ayrıca olmaz olur mu? Zaten vahiy ve resuller ne için gönderilmiştir?
Müslümanın tarihsel ödevi zulme karşı çıkmaktır. Onun kimliğini inşa eden özün kendisine yüklediği en büyük sorumluluk zulüm mekanizmalarını parçalamak ve dağıtmaktır. Sonra hayat, akacak ve yolunu bulacaktır. Yeni zulüm organizasyonlarının ortaya çıkması durumunda mezkûr sorumluluğun mü’min ve Müslümanları harekete geçirmesi beklenir. Kulluğun gereği elbette budur.
Hayatın akıp yolunu bulmasının en iyi örneklerinden biri olarak Kur’an’da Zülkarneyn kıssasına bakılmalıdır.[1] Zülkarneyn peygamberin belirtilen kıssanın özellikle 90-92. ayetlerde anlatılan temas ve tavrı çarpıcıdır:
Ve doğuya doğru yürüyerek] günün birinde güneşin doğduğu yere vardığında onu, kendilerini güneşe karşı bir örtüyle örtmediğimiz bir kavmin üzerine doğar buldu: [Biz onları] işte böyle [bir yaşama tarzı içinde, böyle bir düzeyde bırakmıştık ve o da onları öylece kendi hallerine bıraktı;] ve muhakkak ki sınırsız bilgimizle Biz onun zihninden geçenleri kuşatmış bulunuyorduk ve o [böylece, doğru bir amaca ulaşmak için] bir kere daha, doğru aracı seçmiş oldu.
Bu anlatı, Hz. Peygamber’in siyerine dâhil olsaydı bambaşka bir hâl alır, sondan başa doğru yazılırken yapı bozumuna uğrar ve o topluluğa bir vali atanır, sonra vergi memurları gönderilirdi. Dört halife döneminde olsa zaten egemenlik kapışması sürecinde kılıç çeken taraflardan biri olarak İslam tarihi kitaplarının sayfalarında kendilerine epeyce yer bulurlardı.
İslam tarihinde ganimet ve devlet ideolojisinin baskın bir yer tutuşu bütün hikâyemizi özetlemektedir. Câbirî’nin de üzerinde çalışıp işaret ettiği[2] bir bahis olarak “imanı henüz kalplerine yerleşmeyenler”in[3] bayraktarı olduğu akışın fetihçi ideolojisi özgürleşmeyi bütün tarafları olumsuz etkileyecek bir biçimde akamete uğratmıştır.
Hz. Peygamber ve arkadaşlarının mücadelesini modern devlet yapısı içinde yetişen, o çerçeveyi teorik olarak tartışıp besleyen kuram yığınlarını tedris ederek geçiren kuşaklarla tarihsel olarak Bizans-Sâsâni siyaset felsefelerini siyasetname[4] formunda içselleştiren asırların birlikte ürettiği neticenin İslam olmadığını idrak etmek gerekiyor.
İslam’ın hızlı ve mevcut yayılış biçiminin tarihi bir kırılmayı müslüman halkların bilincine acı bir armağan olarak sunduğu söylenebilir. Otonom bile değil, alabildiğine özgür küçük yerleşim ve toplulukların imani tercihlerinin inşa edeceği bir tarihsel yürüyüş yerine imparatorlukların, fetihçi ve hatta yağmacı/talancı devlet yapılarının felsefe olarak İslam’a transferi tevhidin toplam mahiyetine ağır bir darbe vurmuş ve özgürleşme çağrısı hâl-i hazırdaki egemen yapıların ağır siyasal-bürokratik işleyişine kurban edilmiştir.
Zengin Mekke ulularıyla fetihçi-ganimetçi süreçte yeni yeni boy veren diğer ticaret burjuvazisinin tarihsel ticaret kanallarının İslam sıfatlı yeni egemen devlet(ler) bünyesi içinde boy veren görülmemiş çeşitliliği dudak uçuklatıcıdır ve yeni yönelimin istikameti hakkında yeterince fikir vermektedir.[5] Hâlbuki Hz. Peygamber ve arkadaşlarının izleği bambaşka bir dünya içindi, bunu Kur’an’dan ve dikkatli bir siyer okumasından kolayca tespit etmek mümkündür. [6]
İçinde yaşadığımız (boğulduğumuz da denebilir) dünyaya alternatif olabilecek şey egemenlerin tasallut ettiği ahir zamanların sosyal yapılarını tekrar etmek değildir.[7] Şûrâ sûresi 38. ayete göre “şûrâ” bütün mü’minler için yakınî ve doğrudan emir olduğundan başka bir siyaset biçimi çıkmıştır ortaya. Çok fazla dallanıp budaklanıcı, gelişip yayılıcı, dolayısıyla da imparatorluk ya da diktatörlükle birlikte hanedanlık biçimlerini zorunlu olarak peşi sıra sürükleyici bir usûl tevhidin tarihsel perspektifiyle bağdaşmaz.
Saydığımız olumsuz yönetim biçim ve organizasyonlarının İslami kılıfları bulunabilir, tarih boyunca çokça da bulunmuştur. Modern dönemlerde bunun yeni örnekleri elbette vardır ancak bütün bunlar derdimize deva olabilmiş midir?
Özellikle son dönemlerde İslami hattın bu açmazlardan çıkmak için teklif ettiği çıkış kapıları çaresizlik kaynaklıdır. Devasa devlet ve toplum yapıları kaçınılmaz kabul edilirse demokratik, adil, tarafsız devlet önerileri havada uçuşacaktır çünkü “başkalarının başkalarına tahakkümü” meselesini çözmek başka türlü mümkün olmamaktadır, bu durumda da kimse kendi hukuku/şeriatıyla var olamayacaktır.
Küçük topluluklar hâlinde vâr olmaya bakmak, savunma ve gıda gerekleri gibi muhtemel bütün problemli durumlarda îlâf(lar)la yol almak mümkündür. Zalim(ler)in “öteki” olarak kodlanacağı ve bütün müntesipleriyle tevhid ilkeleri doğrultusunda bireysel ve toplumsal bir hayatı ikâme edecek ve “şûrâ”yı[8] esas alarak başka topluluklarla “sözleşme” temelli bir birlikte yaşamı hayata geçirecek bu model için Medine Sözleşmesi coşkun bir ilham kaynağıdır.[9] O ilhamın söylediği şey esasen şudur: İnsanları rahat bırakın, kimseye musallat olmayın!
Özellikle siyerin problemli yazımı[10], İslam tarihinin hanedancı–Allah’ın gölgesi’ci-saltanatçı oluşturucularının, ganimet ve fetih iştihasının tevhidin mesajını gömen karakteri ile hesaplaşmak mümkündür. Vahyin gayesi insana ve tabiata musallat olan kötülükleri bertaraf etmektir. Zülkarneyn örneği, açıklığıyla bu meyanda fazlasıyla anlamlıdır. Muhakkak ki bütün resullerin sünnetleri de oraya doğru ilerlemektedir.
Osteopat bir arkadaşın “Bizim yaptığımız vücudu olması gereken hâle getirmek, gerisini o hâlleder.” değerlendirmesi bana bu çerçevede ilham vermişti. Mühim olan zulmü def etmektir, insan ve tabiat işleri yoluna koyacak, tam bu özgür aşamada fıtrata yolculuk[11] başlayacaktır. Zulmün ve ifsadın tekrarı hâlinde aynı çevrime tanık olmuştur zaten tarih, en fazla biz de ona tanık oluruz.
Devrimler mutlak ve değişmez bir sonuç vâr etmezler mesela. İnsan yapımı her şey bozulur. O nedenle korumacı dev bürokratik yapılar, egemenliği pekiştirici kurumlar ve kutsalca korunan sınırlar anlamsızdır, vahyî mesajın akışkanlığına en büyük darbeyi onlar vurur ve kapıyı muhafazakâr intihar çalar.
Bu yazı, değindiği mevzulara ancak giriş mahiyetindedir. İşaret edip kapalı bıraktığı yerleri açmak da bizim zamana yayılan ödevimiz olsun.
[1] Kehf sûresi, 18/83-98
[2] M. A. el-Câbirî, Arap Siyasal Aklı, Mana Yay.
[3] Hucurât sûresi, 49/14
[4] Siyasetname: İslami Bir Devlet İdaresi Teorisi, Ed.: Mehrzad Boroujerdi, alBaraka yay.
[5] Tüccar Sermayesi ve İslam, Mahmood İbrahim, alBaraka yay.
[6] İlk Bahar, Wadah Khanfar, Vadi yay.
[7] Wael b. Hallaq, İmkânsız Devlet, Babil kitap
[8] İslam ve Siyaset, Ümit Aktaş, Mana yay.
[9] Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç, Çıra yay.
[10] Mukayese için bkz: Siyerin Gölgesinde 1-2-3, Hüseyin Alan, Beyan yay; Hz. Muhammed Mekke’de – Hz. Muhammed Medine’de, w. Montgomery Watt, KURAMER yay.; Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutup, (muhtelif yay.)
[11] Devlete Karşı Toplum, Pierre Clastres, Ayrıntı yay.
8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Yorumlayın
-
Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve
-
ÖYB’de “Bölgesel ve Küresel Karşılıklarıyla Aksâ Tûfânı Süreci” Paneli Düzenlendi
-
Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek
-
Açlık Çoğunluktadır: M. Ali Başaran – Ahmet Örs
-
M. Ali Başaran – Ahmet Örs: Neden BOTAŞ Önündeyiz?
-
Erzincan – İliç’te Olan Nedir? – Ahmet Örs

19 Mart yargı darbesinin ardından sokağa çıkıp anayasal protesto hakkını kullanan vatandaşlardan kaç bin kişi gözaltına alındı, kaç yüz kişi tutuklandı bilmiyoruz.
25 Mart’ta İçişleri Bakanı 1.418 kişinin gözaltına alındığı bilgisini paylaşmıştı. Bu sayı ne kadar arttı, içlerinden ne kadar insan tutuklandı, bilmiyoruz.
Artık iyice dozunu arttıran hukuksuzlukları protesto edenler bir veya birkaç partiye mensup gençler değil z kuşağı diye tabir edilen çoğu 20’li yaşlardaki üniversite gençliği. Gözaltına alınan ve tutuklananlar da çoğunlukla onlar.
Gözaltındakilere işkence iddiaları vahim. T24’te yer alan habere göre İstanbul Barosu avukatlarından Halil Enes Kavak, Vatan Emniyet ve Gayrettepe Emniyet’de gözaltına alınan gençler hakkında “İçlerinde, darp izi olmayan hiç kimse yok. Çoğunun gözü, kulağı patlamış, vücutları yara bere içinde,” dedi.
Zulme, hukuksuzluğa, tek adam rejiminin vatandaşı hor ve hakir gören anlayışına karşı itiraz eden bu gençlik, ülkede her şeye rağmen umudun yeşerebileceğini gösterdi.
Son 10 yılda kesif bir karanlık ve ağır bir yoksulluk içine düşürülürken ülke, ihtiyarlar ve 40 yaş üstü, üzerine düşen uyarı ve itirazları ne sandıkta ortaya koyabildi ne de sokakta. Açık konuşalım, berbat bir imtihan verdiler.
Gelecek vaad etmeyen, yaşlı, bir ayağı çukurda siyasetçiler ve pısırık, hantal, eski düzen siyaset anlayışı gençliğin umutlarını zayi etmeye daha ne kadar devam edebilir!
Millet, özelde de gençler, “yeter artık!” dedi, patladı ve sokağa taştı.
Hukuksuzlukları protesto edenleri yine hukuksuz şekilde gözaltına alıp tutukluyorlar. Bir kere sınırı aşan iktidarlar için artık sınır yok!
Elbette göstericiler arasında barışçıl olmayan yollara sapanlar da olabilir. İstisnalar vardır ve onlar da tutuksuz yargılanmayı hak ederler. (Sivil polis veya milis güç filan değillerse!)
Bu yazıda, evlerinden gözaltına alınıp tutuklanan kişiler arasından 11’inin tutuklama kararına dair mesleki bilgiler de içeren kısa bir değerlendirme yapacağım.
İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 25 Mart 2025 tarih ve 317 sorgu numaralı 11 sayfalık kararı ile tutuklanan 11 kişinin yaş ortalaması 32. (içlerinde 2005 doğumlu iki genç var.)
Tutuklanma gerekçeleri: Kanuna Aykırı Toplantı ve Yürüyüşe Silahsız Katılarak İhtara Rağmen Kendiliğinden Dağılmama Suçu.
Böyle bir suç mu varmış demeyin!
Anayasa M. 34’e göre “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”
Bu insanlar anayasanın, yasaların hiçe sayılmasını protesto için orda bulunuyordu. Silahsız oldukları ve polise mukavemet etmedikleri ortada. Çoğu, bir, “dağılın” ihtarı da duymamıştı. Kaldı ki bu ihtar da valiliğin yasağı gibi hukuka aykırı olurdu. Durduk yere “dağılın” ihtarında bulunmaya hakkı yok polisin. Bulunması, gösteriyi tek başına yasa dışı hale getirmez. Göstericiler arasında suç işleyen varsa onları tespit etmeli, ayırmalı ve gözaltına almalı polis.
Sonuçta zulüm üstüne zulüm üstüne zulüm bindirerek bu gençleri, yüzlerce, binlerce insanı apar topar tutuklayıp hapse atarak toplumu baskılamak, yıldırmak, korkutmak ve haklarını arayamaz hale getirmek ve tebaa –kul köle- zihniyetini tahkim etmek istiyor rejim.
Bunun adı artık -en basit tabirle- darbe rejimidir. 10 yılını doldurmuş bu rejime, gözünü Erdoğan iktidarı ile açmış gençler isyan ediyor. Elhamdülillah ki, zulme itiraz ediyor, razı gelmiyorlar. Bir farzı, en azından bir sünneti yerine getiriyorlar.
Açıkça iftira ettikleri, birer gazı ve coplarla müdahale ettikleri, nihayet hapsettikleri bu gençler, kendilerince hakkı tutup kaldırmaya çalışıyorlar. Bir zulmü elinle, dilinle engellemeye çalışmak ibadet değil mi?
Tutuklananlar arasında, Filistin eylemlerinden dolayı bizzat tanıdığımız Hüseyin Arif de var. Öyle zannediyorum ki Türkiye’nin İsrail’e, Gazze’de soykırım devam ederken dahi sağladığı desteği kesmesi için yapılan eylemlerde başı çektiği için bardağı doldurmuş. Bu protestolar da bardağı taşıran son damla olmuş.
Zulme razı gelmeyen, biat etmeyip açıkça itiraz eden herkes, hiçbir suça ve şiddete karışmasa da bu ülkede bardağı dolduruyor, taşırıyor ve hapse atılıyor! Yazık ki ne yazık.
2000 doğumlu Hüseyin Arif, Emniyet Sorgusunda şu ifadeyi vermiş:
“22.03.2025 günü akşam saatlerinde bir iki saat kadar Saraçhane taraflarında mitinge katıldım. Mitingdeki konuşmacılar Özgür Özel ve birkaç siyasetçiydi. Ben polis bölgesinde herhangi bir polis müdahalesi olmadan mitinge katıldım. Kitleler dağılınca ben de saat 23’ten önce oradan ayrılarak evime gittim. Ben mitingden sonra orada kalmadım. Herhangi bir taş atma, sopa sallama gibi eylemde bulunmadım. Bu tarz materyaller temin etmedim. Devlete veya hükümete karşı herhangi bir provokasyonda bulunmadım. Ben sadece demokratik hakkımı kullanmak için oradaydım. Ben bu mitinge tek başıma gittim. Tanıdığım kimse yoktu.”
İşte, gözaltına alınan binlerce insandan biri, bu “suçları” işlediği için tutuklandı! Kaçma ve (olmayan) delilleri karartma şüphesini de hesaba katmış hâkim! Yoksa tutuksuz yargılanması gerekirdi.
Hukuk olmayınca böyle oluyor ne yazık ki. Devirler değişiyor, muktedirler değişiyor lakin zulüm hiç bitmiyor.
Başlığa dönersek… Gençler Neden Tutuklandı?
Zulme, hukuksuzluğa karşı çıktıkları için.
Onlar bu bayrama zindanda girecekler.
Yazık ki bu ülkenin dört bir yanında haksız ve hukuksuz olarak zindanlara atılmış nice vatandaş yıllardır bayram yüzü göremiyor.
Bu ağır ve sistematik adaletsizliğe imza atanlar bir yana, bu zulüm rejimini yıllardır bile isteye destekleyenlerin yüklendiği dehşet verici vebal bir yana…
Biz ülke olarak niye bu haldeyiz, sorusunun cevabı burada, bu suçların, günahların, veballerin altında cansız yatıyor.
*fotoğraf: Ümit Bektaş /REUTERS

Bu yazıda okuyacaklarınızın hiçbir yeni ve özgün tarafı bulunmadığını en baştan ifade edeyim.
Geniş bir kesimin duygu ve düşüncelerine tercüman olur sanırım ve dua ile karşılık bulur umarım.
Mâlûmunuz, 15 Temmuz 2016’da bu ülkenin başına büyük bir felaket geldi: Darbe. Halkın püskürtmesi sonucu teşebbüs aşamasında kaldı lakin o gün bugündür Türkiye iyi değil. Vücutta hızla yayılan bir kansere yakalanmış gibi.
O çağ dışı askeri darbe püskürtüldükten sonra oluşan geniş meşruiyet alanında başka bir darbe meydana geldi ve bir iç kanama gibi “sessiz ve derinden” ülkenin vücuduna yayıldı.
19 Mart 2025’te zirvesine ulaşıp artık infilak etmiş bu sivil darbe Türkiye’nin sinir uçlarında geniş bir dalgalanmaya yol açtı beş gündür.
Göstergeler vahim: Hukuk, yasa, anayasa yok.
Bunu kabul etmenin zorluğunu yaşıyor geniş bir kesim. Bir kesimse, “biz yıllardır uyarıyorduk” diyor. Bir diğer kesim ise kafasını kuma gömmüş, görmemek için çaba sarf etmeye devam ediyor. Kolay değil.
Yargı mekanizması paçavraya dönüştürüldü. Ülkedeki kurumlar iflas etmiş vaziyette.
Basın ve sivil toplum görünümlü yapılar çok büyük oranda çöp. Kötü koku ve yalan dolandan başka bir şey yaymıyorlar ülkeye. Utanmaksa eski devirlerde kalmış bir haslet adeta.
Yoksulluk diz boyu. Geniş halk kesimleri, bilhassa gençler feci derecede umutsuz. Umutları hunharca çalındı, yağmalandı.
Bu rejim, toplumun geniş kesiminin yüreğine nifak, öfke ve umutsuzluk tohumları ekmekle harcadı son 10 yılını.
Bu saatten sonra sanki bir hukuk devletinde yaşıyormuşuz gibi, sanki seçimler, sandık bir anlam ifade ediyormuş gibi yaparak kendimizi kandırmanın âlemi var mı?
İsmet Özel, “tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rab bellemeyeceğim” demişti Yahudi Olmamak adlı şiirinde. İsme bak, harika bir şiir.
Tayyip Erdoğan o tuğlayı adeta Rab belledi, “ölene kadar bu koltuğu bırakmam” diyor. Kazanamadığı seçimi iptal ediyor, seçimde yenildiği rakibine kin güdüyor, ilk fırsatta o ve onun gibileri hapse attırıyor. Allah pervasızları sever, eyvallah ama hak yolunda!
Ortalık siyasi dava ve yurdun dört bir yanında o davalardan hapse atılmış siyasetçilerle dolu. Gazeteciler, aydınlar da cabası.
Allah aşkına artık şu işin adını bi’ koyalım ve bu ülkeyi elinde oyuncak gibi gören zat ve çevresindeki menfaat ordusu da rahatlasın.
Diyelim ki ona, “buyur, ülke senindir, sen Allah ömür verdikçe oyna, kafana göre takıl. Kimseye hesap vermeyeceksin, hiç ama hiç endişen kalmasın. Sal bu ülkedeki muhalifleri zindanlardan, sal bizi kafkaesk ülkenden. Sen sağ biz selamet! Allah’ın takdiri ecel, kapımızı çalana kadar takılalım olabildiğince başımızı belaya sokmadan. Sen de rahatla sana karşı olanlar da rahatlasın.”
Trump ve Netanyahu’nun soykırımdan henüz çıkamamış Gazze’de halen ne vahşetlere imza attığını görünce, halimize şükretmemiz gerektiğini bize vaaz eden rejime kulak verelim ey ahali!
Çoktan çivisi çıkmış, bir hayli gözü dönmüş bir dünyada savaşlar, işgaller, terör, türlü türlü kargaşa, kumpaslar, yağma, talan ve yalanlar içinde yaşadığımız gerçeğini kim inkâr edebilir. Allah sonumuzu hayreylesin.
Bana göre Erdoğan ömrünü darbeci olarak sürdürecek, darbeci olarak ölecek ve öyle de anılacaktır tarihte. Yanılıyor olmaktan memnuniyet duyarım. Ben Müslümanım ve Allah şahittir ki herkes için iyilik ve güzellik dilerim. Bir karıncayı bile incitmek istemem, “bile” diyerek hakkına girdiğim için de ayrıca helallik dilerim kendisinden.
Darbe süreci içinde yaşıyoruz. Demokrasi tiyatrosunda perdeler 19 Mart (yargı darbesi) itibariyle tümüyle kapandı, anlamayan kalmasın. Gişe önünde kuyruğa girmeye gerek yok.
Darbe karşısında beş gündür devam eden, belki de Cumhuriyet tarihinin en geniş katılımlı sivil itaatsizlik süreci ne kadar devam eder, ne olur, tahmin etmek güç.
Yalnız, sivil itaatsizlik candır, not etmeden geçmek istemem. İnşallah kan dökülmez, insanlar tutuklanmaz, kimsenin canı yanmaz. Bunun için samimiyetle dua ediyorum. Herkesi hukukun içinde, sakin ve sağduyulu olmaya davet ediyorum. Bolca da gürültü koparmaya elbette. Anayasanın geçerliliği kalmadıysa da, hakkımız bâkî: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” (M. 34)
Öyle zannediyorum ki belirsiz bir süre, bu acı gerçekleri içimize sindirmekle geçecek.
Bir kesim, söz konusu darbe sürecinde, darbecilerin kanatları altında bu dehşet verici vebali destekleme karşılığında sahte bir güvenlik satın alacak, şu yalan dünyada.
Bir diğer kesimse açıktan veya gizliden sivil itaatsizlik mezhebine geçiş yapıp direnmenin haklı onur ve gururu ile yaşayacak, razı olmayarak karşı gelecek ve “hak, hukuk, adalet” sloganları eşliğinde yaşamaya devam edecek.
Allah mazlum halkları korusun. Bizi haktan, adaletten ve direnmekten alıkoymasın. AMİN.

19 Mart 2025 tarihinde İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun bir şafak operasyonu ile gözaltına alınması Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olsa gerek.
Bu olayın, bir ismin veya partinin ötesinde, Türkiye’nin geleceği ile ilgili önemli bir eşik olduğu aşikâr.
Herhalde o gün yaşananlar, gözaltı ve operasyonlar 19 Mart Hadisesi gibi bir isimle anılacaktır. Bu da 15 Temmuz gibi bir gün işte. 15 Temmuz’da yaşadıkları güç zehirlenmesi ile hak ve hukuk yolundan tümüyle sapan Fethullahçıların darbesi şükür ki yarım kalmıştı. Bu darbe de yarım kalır mı? Milletin karşı çıkmasına bağlı.
Henüz belli değil ne zaman tamamlanacağı veya tamamlanıp tamamlanmayacağı.
Erdoğan’ın görünen en büyük rakibi gözaltında halen. Tutuklanır, mahkûm edilir, İBB’ye kayyum atanır ve CHP kapatılırsa iş bitmiş olur mu?
Seçimlerin de -en azından bir süre için- resmen ortadan kaldırılması lazım. Neden mi? Erdoğan bir süredir seçim kazanamıyor da ondan. (Erdoğan kazanamadıktan sonra seçim yapmanın ne anlamı var?)
Ne acı ki darbelerle, darbecilerle haklı olarak hesaplaşarak milleti arkasına alıp Cumhurbaşkanı olan bir isim yargı mekanizmasına atadığı “emir erleri” (memurlar) üzerinden darbe yapıyor -ülkenin başına darbeci kesilmiş- görüntüsü veriyor. Sayısız gazeteci, köşe yazarı, vatandaş, yıllardır olan bitenleri şu kelimelerle izah ediyor: “darbe”, “sivil darbe”.
35 yıl sonra gelen “diploma kararı” su katılmamış bir hukuksuzluk.
İstanbul Valiliği’nin 19-23 Mart tarihleri arasında sokaklardaki gösteri ve protestoları yasaklamak için aldığı karar su katılmamış bir hukuksuzluk.
İktidarın, pespaye bir cunta gibi apar topar ilave yasaklara sarılması müthiş bir acziyet göstergesi. Kaldı ki valiliğin kararına saygı duyan da uyan da pek yok. On binlerce insan 2 gündür sokaklarda protesto ediyor bu hukuksuzlukları.
Üzülerek belirtmeliyim ki iktidar, hukuk dışında cirit atmaya devam ederse 19 Mart, can çekişen hukuk devletinin resmen öldüğü ve yerine polis devletinin faaliyetlere geçtiği gün olarak, kara bir leke olarak tarihe geçti şimdiden.
Elbette 19 Mart şafağına bir günde gelmedi ülke. 15 Temmuz’dan sonra hukukta ve anayasal haklarda aşama aşama radikal şekilde kısıtlama ve karartmaya gidilmişti. Nasıl ki ilk 10 yıl iktidarın parlak yılları ise, son 10 yıl da feci derecede karanlık yıllardı.
Biz böyle bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Asker veya sivil, tanklı tüfekli veya savcılı hâkimli darbelerin, darbeciliğin sahne aldığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Şahsen ülkeyi bu hale getirenlerden ve tüm bunlar olup biterken bile isteye iktidara destek verenlerden razı değilim. Çocuğunun beslenme çantasına yiyecek koyamayan anneler ve karnı aç çocuklar aklıma gelince hakkımı helal edeceğimi hiç sanmıyorum.
Biz hukukun en temel ilkelerinin geçerli olduğu, anayasal hakların korunduğu, ifade ve basın özgürlüğünün bulunduğu, masumiyet karinesinin hayatta olduğu bir ülkede yaşamak istiyoruz.
Fethullahçılar darbe yaparken mesele yolsuzluk değildi. Ak Partili tepe kadronun yaptığı darbede de mesele yolsuzluk değil. Eğer öyleyse, eyvallah, ne güzel. Yolsuzlukla mücadeleye kim hayır der! Her belediye araştırılsın, elbette Ak Parti’nin yönettiği belediyeler dâhil!
Mesela Melih Gökçek yönetiminde Ankara’da vatandaşların hakları parsel parsel kimlere satıldı, neler oldu, araştırılsın. Bunu sıradan bir vatandaş olarak ben değil sonraki belediye başkanı Mansur Yavaş da talep etmiş hatta bunun için yetkili mercilere başvuru yapmış kaç kez. Araştırılsın.
Hukuktan, dürüstlükten, ahlaktan, mertlikten bahsedecekseniz, gelin suçla, suçluyla, yolsuzlukla, adam kayırmayla parti ayrımı yapmadan tam saha mücadele edelim. Bu ülkeyi bu çamurdan, bataktan kurtaralım. Var mısınız?
Birilerinin, “aman Allah korusun!” dediğini duyar gibiyim! Geniş mi dar mı bilmiyorum ama bir kesimin bu hukuksuzluktan çok sağlam menfaatleri var.
Kanun önünde, hukuk karşısında asla ama asla eşit olmak istemiyorlar.
Milleti, bir yaşam tarzı olarak sefalette, bitmek bilmez ekonomik krizlerde, yoksulluk ve açlık sınırının altında eşitlediler.
Yukarlarda hukuktan bağımsız iktidar kapışması son sürat devam ederken, kurumların itibarı yerlerde sürünürken, ülke darbelerle çalkalanırken oluşan faturayı yine gariban millet ödeyecek. Halk daha da fakirleşecek. Kimin umurunda!
Her cuma hutbeden millete “sabır” ayetleri okuyup Allah ile aldatırken, kendileri yedi sülalelerine yetecek konfor içinde yüzmeye devam ediyor nasıl olsa.
Olan millete oldu, oluyor, olacak. Değişmeyen yazgısı budur ülkenin. 100 yılı az çok böyle geldi geçti, Türkiye Yüzyılı da böyle geldi ve geçiyor.
Cumhurbaşkanı için harbiden üzülüyor insan. Sahneye çıkarken karşı çıktığı, kıyasıya eleştirdiği ne varsa yaşıyor, yaşatıyor, yapıyor, yaptırıyor!
“Ölmeden ben bu mevki makamdan, bu koltuktan ayrılmam” fotoğrafı yıllar sonra bir karikatür olarak kahvehane köşelerine asılırsa hiç şaşırmam.
O artık ibretlik bir hikâyenin kahramanı.
Geçmiş olsun diyelim. Ama geçmiyor, gitmiyor ve bitmiyor.
Darbeler ve darbecilik esas, hak hukuk ve özgürlükler bu ülkede istisna olarak ancak ara dönemlerde, yalancı baharlar gibi kısacık yaşanıyor halen. O aralara denk gelmek, o araları açmak, çok açmak, uzatıp yaymak, genişletip temellendirmek, hukukla tahkim etmek temennisi ile.