Connect with us

Köşe Yazıları

Toplum; ya Allah’ın Kulu, ya Sultan’ın!

Yayınlanma:

-

İdeolojik ve kültürel farkları ayırt etmeden Anadolu’da yaşayan insanların toplumsal ve siyasal yaşam biçimlerini bilimsel verilerle anlamak ya da kategorize etmek mümkün olmaz. Buranın kendine has tarihsel ve kültürel genetiği, davranışsal kodlarının olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Örneğin bu toplum her tür kaosa şerbetli ve krizlere alışıktır; uzun süren istikrarlı bir düzene bağışıklı olmadığı gibi.

İnsan; iklim ve coğrafyanın şartlarına, imkânlarına veya imkânsızlıklarına karşı kendini ayarlayabilen bir varlık olduğu gibi sosyo-ekonomik, politik şartlara ve imkânlara veya kısıtlamalara göre de şekillenen bir yapıyı tesise de koşulludur.

Hangi uzmanlık alanında olursa olsun bilimsel veriler genel bir skala yapar; öznel-yerel ve tarihsel-kültürel şartları ve verileri dikkate almadan bir ortalamaya ulaşmayı amaçlar. Böylece tüm denekleri ortalamanın içinde görür; dolayısıyla çoğu kere sahici sonuçlara ulaşamaz, doğru izahta yetersiz kalır.

Anadolu sakinlerine dönersek… Anadolu’yu oluşturan halklar bu coğrafyaya geldi geleli başları selamete erdirmeyen koşullarda ve bugüne fazlasıyla benzer sosyo-politik şartlarda yaşadı; dolayısıyla bize bugün için berbat görünen koşullara gayet şerbetlidir, bağışıktır. Kendini bu tür koşullara göre ayarlamasını iyi bilir.

Aksi olsaydı bugünkü siyasi ve ekonomik şartlarda, hukuki düzende, hızla değişimi zorlayan ve nerede durulacağını kaybettiren teknolojik değişimlerde, böyle bir ülkenin olmaması, böyle bir toplumun yaşamaması gerekecekti; ya iç savaş, parçalanma veya fiili düşman işgali konuşulacaktı…

İspanyollar, Amerika’nın zengin tarım topraklarına sahip güneyini işgal ettiklerinde büyük zenginlik elde ettiler.

Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar bu işte geç kaldıkları için, verimsiz arazilere ve kaynaklara sahip kuzey Amerika’ya razı geldiler; İspanyollar o zamanlar süper güçtü, bunları güneye sokmamıştı.

Kuzeyi işgal edenler zorunlu olarak tarıma değil imalata, sanayiye ve define avcılığına yöneldiler; eldeki kısıtlı imkânları büyütmeye ve geliştirmeye çalıştılar. İç savaş başlayana kadar böyle gitti. Savaşı kuzeyliler kazanacaktı; zira teknolojik fark, savaşın kaderini tayin edecekti.

Burada söylenmesi gereken veya cevabı aranan şu: Dört yüz yıl öncesinin zengin güneylisi, neden bir süre sonra yoksullaştı, yoksul kuzeylisi nasıl zenginleşti?.

Bu durum sadece Amerika kıtasına da has durum değil üstelik.

Vaziyet veya değişim farklı açılardan yorumlanabilir; illa sanayileşme ve teknoloji ile de sınırlı kalınmaz. Başka şeyleri göz ardı etmemek gerek.

Göze batan sonuca yoğunlaşırsak zenginlik, konfor ve güçlenme toplumları bir süreliğine aldatıyor, tembelleştiriyor, zevke, sefaya ve eğlenceye yönlendiriyor; hazırı eritiyor, sonra da sıfırı tükettiriyor!

Yoksulluk ve imkânsızlık koşulları insanları zorluyor; araştırmaya, icada yönlendiriyor, başka alternatiflere motive edip zenginleştiriyor ve güçlendiriyor.

Petrol ve doğal gaz zengini Araplarla İranlılar, kuzey-güney Amerika misalinde güneyi temsil ediyor; Türkler öylesine zengin kaynaklara sahip değil ama bunlardan daha gelişmiş, zenginlikte boy ölçüşen bir ülke yaratarak kuzeyi andırıyor.

Bu işlerin neden böyle olduğunu anlamaya çalışan tarihçiler, sosyologlar, ekonomistler, arkeologlar, etnografyacılar değişik tezler ileri sürdüler.

Aristo’dan Cicero’ya İbn Haldun’dan Machiavelli’ye kadar tarihin ender bilgeleri bu durumu başka şekilde izah ederken detaylarda ayrışsalar da genelde ortak kanaat belirttiler;

Toplumsal yaşamda ve değişip duran koşullarda “evreler”var; her evre kendi koşullarıyla ilerliyor, bir zirveye gelip oradan geri saymaya başlıyor ve başa dönüyor. Böylece döngüsel bir hareket devam ediyor.

Bu dönüşüm politik nedenlerle izah edildiği kadar ekonomik nedenler, hukuk sistemi ve kurumsallaşma ile de izah ediliyor.

Dünya görüşünün ne olduğu burada çok fark etmiyor, sadece süreleri uzatıyor veya kısaltıyor. Şablondaki evre adaleti veya zulmü gösteriyor, bunların evreleri gösteriliyor.

Bu bağlamda Amerikalı Acemoğlu ve araştırmacı arkadaşının buldukları cevap özetle şöyle: “Toplumlar şayet kurumsal yapıları sağlam kurdularsa, adil ve eşitlikçi kuralları yaşattılarsa, zenginlik ve refah, adalet ve huzur devam ediyor; değilse kayıp başlıyor, dibe dönüş engellenemiyor.

Anadolu da benzer bir kaderi yaşıyor. İslam’la ilişkisi bağlamında bakacak olursak Anadolu insanının şeriatla, şer’î hukuk ve siyasi düzenle olan ilgisi göçer toplumun gündelik ve kısa vadeli ihtiyacını karşılamaktan öteye geçmedi. Sembolik unsurlarla yetindi. Derinliğe ve içeriğe sahip şeriatçılık sınırlı bir zümrede kaldı; geniş halk yığını ahlaktan bağımsız bir dini anlayış ve yaşayışla yetindi.

Bu tarz toplumsal yapılar istikrarlı ve uzun süreli bir tarzla değil, gel-gitlerle meşhur, geçici başarılarla hayat sürüyor. Kurallar oturmuyor. En uzun istikrarı Osmanlı’da tecrübe eden Anadolulu, bunun 150 yıl gibi bir zaman diliminde İslami görünümü belirgin ve şer’î düzeni sağladı; sonrası bu güne ışık tutan ve hatta anlamlandıran değişimlerle idare etti.

Geçmişi siyasi krizlerle dolu Anadolu göçmeni ve sonradan Anadolu’nun yerleşiği olan halkı, işte bu nedenle türlü istikrarsızlığa hem şerbetli, hem hazırlıklıdır. Diğer taraftan Anadolu, toplumsal ve yaşamsal kült “menfaat” ilişkisini, geçici ilişkilerin getirisini “ahlaki” ilkelerin ve tutarlılığın önünde tutuyor.

İlahi mesajı buraya yorumlarsak, burada toplumsal evrelerdeki “elitlerin” ahlaksızlığını görmek mümkündür. Elitlerin şu veya bu dinden, kültürden, mensubiyetten olması belirleyici olmuyor; toplumu birlik, düzen, barış ve huzur içinde tutup geleceği sağlam temellerde kurup kurmamakta ayrışıyor…

Velhasıl bu ülkede, bu toplumda, genetik kültür ve davranış kodlarına da bakıldığında, bu toplumun Müslüman elitlerinin “ahlaksız” olduğunu tespit pek mümkün, hatta gerekli!

Fatih’ten sonra devlet müessesesine dönüştürülen medreseleri ya da ilim merkezlerini bu bağlamda anlamak gerekir. Medreselerde ilim ve kültür üretmesi beklenen hocalar (hassaten bu işi tekelinde tutan başkenttekiler) sultanların halk nezdindeki meşruiyetini sağlamaktan ve hukuki ihtiyacını teminden öte geçemediler. Öyle ki, devletin ihtiyaçlarını karşılayacak bir sektöre, sınıfsal bir yapıya dönüştüler. Devlet kurumlarından biri oldular. Devleti yöneten resmî bürokrasinin eğitiminden ve ahlaki kayıtlarla saygın mürebbiliğinden uzak tutuldular. Selçuklu’dan gelen eski güçlerini ve etkilerini yitirip sıradanlaştılar.

Bizim tarihsel genetikte ne ilim ehli, ne de mülk sahibi kaynaklı elit bir zümre yoktur. Tek elit zümre vardır:“devletlü sınıf!” Her şeyin sahibi, her şeyin sorumlusu! Bunlar kendilerine rakip de istemedi; olmak isteyeni ise daha kaynağında teslim aldı.

Şunu yeniden sormalıyız: Kökleri, gelenekselleşmiş ahlaki tutum ve istikrarlı kuralları olmayan elit bir sınıf olur mu? Olmayınca ortak iyide uzlaşmış istikrarlı bir yaşam mümkün mü? Peygamberler misali üst sınıftan değil de kendi içinden elit bir zümre çıkartamayan toplum, niteliğe erişebilir mi?

Bugün bile hâlâ tek siyasi elit zümresi devletlü olan, bu devletlünün hamilik ettiği tüccar, esnaf, sanatkâr, STK, medya, akademyadan müteşekkil resmî elit üreten koşullarda istikrarlı bir düzene, adil bir hukuk sistemine kavuşması ve geleceğe güvenle bakacağı gün görmesi mümkün müdür? Değildir!

Bunun böyle olduğunu devlet de bilir. Anadolu toplumu da bilir.

Özetle;

Tarihin hangi döneminde ve toplumsallık bağlamında hangi evrede yaşadığımızı, hangi koşullarda ve davranışsal ilişki içinde olduğumuzun tespitini yapmayı öncelemeliyiz.

Daha sonra sonuçlara değil, sebeplere yönelecek, ne yapılması gerektiği hususunda aydınlanacağız. Elimizde bir referans ve modelleme varsa hakikatle yüzleşip olması gerekene yöneleceğiz.

Bizim yaşadığımız bu toplumsal evre ve tarihsel zaman dilimi, kendine has olmadığı gibi biricik de değil. Döngüdeki bir evre! Olumlu olduğu çok da söylenemeyecek zirveden hızla aşağı doğru, dibe doğru inilen bir evre!

Şu halde bize devletlü elitin ve devletin hamiliğini yaptığı elit görünümlülerin fısıldadıkları değil, ilahi hakikatin vahyedip örneklediği istikamette hareket edenler gerek!

Anadolu insanı tipik göçer toplum karakteri olan “yağmacı” bir zihniyete sahip öteden beri. Çünkü hala göçer tabiatını koruyor; günlük yaşıyor. Kısa vadeli hesap içinde! İslam’ın ahlaki kurallarının kendisine ayak bağı olmasını istemiyor. Mensubiyeti ve dirliği sağlayacak ritüeller ve sembollerle ihtiyacını gideriyor.

Çünkü uzun vadeli güven ve istikrarı epeydir tanımıyor; başa gelene göre değişen koşullarda yaşamayı sürdürüyor. Bu koşullarda devletçi olması kaçınılmaz çünkü yaşamının zorunlu koşulu, canını ve mülkünü emniyette hissetmeyi gerektiriyor.

Fakat daha fazlası yok; adil bir düzene, hukuki bir teminata nadiren sahip olduğu için kaybettiği şeyin peşinde de değil, dolayısıyla kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş.

Bu zihniyet başkasına neden güvenmez, kendini neden hep garanti altında görmek ister? Elbet bunun birçok sebebi var. Sahip olduğu devletlü elit bunun en belirgin örneği, ne zaman ne yapacağı veya değişen iktidarlarda ne olacağı belli olmaz!

Selçuklular, Bağdat’ı Buveyhilerden aldığında “yabancı” yöneticiydiler. Yönettikleri halk, tüm çeşitliliğiyle yerliydi. İkisi arasında meşruiyet sorunu vardı; yöneticiler bu işin zor gücüyle sağlanamayacağının pekâla bilincindeydi.

Buraya dikkat lütfen, çünkü bu gün dahî aynı yerdeyiz..

Ne yapacaktı Selçuklu? Ya da yönetici zümre?

Halk ile barışık olmak, itaat ve güven sağlamak için ne yapacaktı?

Burada geleneksel toplumlarda var olan medreseye ve ilim ehline, özellikle İslam hukukçularına ihtiyaç vardı; bu ikisinin arası iyi olmak zorundaydı. Kendisi ilk halifeler gibi hukukçu da olmayan sultanların farklı yapıdaki toplumu yönetmek için de hukukçuya gerek duydu. Bunları yüceltti, özerkliğine çok müdahil olmadı.

Fatih’e kadar bu ilişki böyle gitti; sultanlar, medrese ve ilim ehlini el üstünde tuttu. Onlara yüksek maaşlar verdi. Devlet idaresinde imtiyazlı kıldı..

Fatih, devlet dahil her şeyi “merkezileştirirken”, medreseyi ve ilmiye sınıfını da merkezileştirdi, devletin bünyesine aldı, resmi görevli yaptı..

Bugünkü devlet merkezli İslam telakkisi ve içeriğinin kökü de işte tam burada; dinin, “devletin dini” olmasının arka planı da yine burada!

Biz bu dini “din” biliyoruz, halk da böyle biliyor. Devlet etkisi olmadan düşünemiyoruz.

Oysa aynı süreçte veya Selçuklu’da olduğu gibi devlet memurluğunu kabul etmeyen ilim erbabı, özellikle fakihler de vardı ve biz bunları, kavgalarını bilmiyoruz. Bizim kaybımız burada, kafa karışıklığımız da burada!

Gazali’nin “Sultanla yapılacak ticaret de haramdır!” sözü bize bir şey anlatmayabilir; “Sultanın yanına giden ya dininden olur, ya da canından!” sözü de anlamlı gelmeyebilir, sözün bağlamını bilmezsek şayet!

Şayet medrese-devlet ilişkisindeki süreci ve değişimi, bu sözlerin neden söylendiğini bilmiyorsak, ne ifade ettiğini de anlamayız. Burada mesele Gazali’nin “helal ticareti haram kılması” değildir, başka bir şey var. İşte bu “şey”i aramalıyız.

“Ahlak, haram-helal titizliği” bir yanda; “itaat-iktidar ilişkisi” bir yanda; o sözler çok şeyi çağrıştırıyor anlamak isteyene!

Bağlayalım:

“İki tür insan vardır.” ya da “İnsanlar iki kategoriye ayrılır.”

“Ya Allah’ın kulusundur ya da devletin kulu!”

Sonu bağlamadan, buradan “Memuriyet küfürdür.” tekfirciliği çıkartılmamalıdır; okuldu, diplomaydı, vergi levhasıydı vs. kasıt bu değildir. Böyle bir saçmalık murat edilmiyor.

Kasıt veya murat, devletin neyi ifade ettiğini bilmek; devletle kurulacak ilişkide ahlaki titizliği göstermektir.

Ve devlet memurluğundan ilim erbabının çıkmayacağını, ahlaktan bağımsız bir dinin yaşatılmasının mahirlik olduğunun tespitidir.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

BM Güvenlik Konseyi Kararına Karşı Beyazıt Meydanından Yükselen Tarihî Cevap

Yayınlanma:

-

BM Güvenlik Konseyinin ABD başkanı Trump’ın Gazze plânını onaylaması, egemen dünya düzeninin ve İsrail’in tarihî rolünün ne manaya geldiği hususunda son derece açıklayıcı bir hamle olarak kayıtlara geçmiştir.

Sabit “beşli çete” ve onlara, dönemsel değişimlerle eklemlenen 10 üye ile egemen dünya düzeninin kirli işlerini plân ve onaylama makamı olan BM Güvenlik Konseyi, “Dünya beşten büyüktür!” propagandasının da hamasetten öte bir şey olmadığını bir kez daha göstermiştir. Şarm’uş-Şeyh’teki Trump şarlatanlığının şovuna koşa koşa gidenlerin yukarıdaki propagatif söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz oldukları yine kanıtlanmıştır.

Filistin’i vaktiyle Siyonist şebekeye peşkeş çeken BM, şimdi de Gazze’yi egemen dünya düzeninin inisiyatifine terk ediyor. Yirminci yüzyılın başındaki allı pullu “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” söylemleriyle arz-ı endâm eden egemenler, emperyalizmin Batı Asya’ya, İslam dünyasına açılan kapısını tutmak[1] söz konusu olunca birinci elden operasyon çekiyorlar. Bu tutum elbette egemen aktörlerce ihdas edilen BM’nin karakterine de son derece uygundur, onun kuruluş amacına yakışmıştır!

İslam dünyasındaki diğer pek çok işbirlikçi rejimin yanı sıra Türkiye de Trump şarlatanlığının ortağı olarak bu plânın arkasında duruyor. Artık bunlardan bahsetmek lüzûmsuzlaşsa da dindarlığın mukaddesatçı kanadından gelen iktidara dahil olan İslamcı çevrelerin bitmek tükenmek bilmeyen aşınma sürecine eklenen yeni bir halkayla karşı karşıya olduğumuzu da belirtmeden duramayacağım.

Bu bahiste, 1990’lı yıllarda İstanbul Üniversitesinde öğrenci iken Beyazıt eylemlerimizi hatırlamadan edemiyorum. Tematik olarak Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Cezayir’e, oradan pek çok İslam coğrafyasına uzanan ve binlerce Müslümanın katılımıyla gerçekleşen eylemlerde atılan keskin sloganlardan biri de “Birleşmiş Milletler Terör Örgütü!” idi. (Bu bahsi, o yılları anlattığım kitabımda işlemeye gayret etmiştim.[2]) Bu slogan, dillendirenlerinin bilinç durumlarının düzeyini ve siyasi tavırlarını ifade etmesi bakımından dikkate değerdir. Ayrıca şuna da dikkat çekmeliyim: Küresel işgal ve katliamlara karşı tertip edilen bu eylemler, işbirlikçi yerel rejime yönelen diğer başka keskin sloganlarla devam ederdi.

Beyazıt meydanında yankılanan bu siyasal-akîdevî bilinç, net bir ilkeselliğe yaslanırken hemen hemen aynı sosyolojinin devşirilerek yine aynı küresel düzenin zulümlerine rıza ya da en azından sükût sûretinde onay makamı kılındığı pekâlâ söylenebilir. İslam coğrafyalarındaki bir kısım siyasal iradenin işbirlikçilik ve ihanet zincirine halka eklemek iştiyakındaki baskın utancın eşi benzeri maalesef kolay kolay bulunamaz!

BM’nin egemen dünya düzeni bahsindeki rolü, onu çekip çeviren baş aktörlerin niyet ve icraatları açıktır, değişmez. Birtakım ayartmalarla o işleyişe dahil olanların ezilen halkların, özgürleşmeye çalışan mazlum ve mustazaf coğrafyaların layıkıyla yanlarında durmaları söz konusu bile edilemez. Gazze’yi imha etmeye ayarlı soykırım savaşı, emperyalist-Siyonist kuşatmaya peşinen itiraz eden Aksâ Tûfânı’nın arkasında yatan temel gerekçenin anlaşılmasını kısmen engellemiş olabilir. Filistin; emperyalizmin “koçbaşısı” olarak vâr ettiği İsrail sûretinde İslam halkları yoğunluklu Batı Asya’ya geçmek durumunda olduğu “kapı” ise Direniş, o kapıyı, o geçidi tutma sorumluluğu ile hareket etmiştir/etmektedir. Bir halk, bir asrı geçkin bu tarihsel misyon için bedel ödedi. Emperyalistlerin son enerji hatları projelerinin Gazze’ye ulaşıp Akdeniz’de vanalanma arzuları, Filistin’in tümden yıkımı ile İslam coğrafyasının mutlak talanını hedeflediği için son ve büyük bir hurûç “Aksâ Tûfânı” ismiyle tarih sahnesinde şaşılası bir bedenlenme olarak sahneye çıktı.

Köleliğe çektiği kılıcı, isyan sancağını korkusuzca yükselten Direniş, belki yanında bulmayı ümit ettiklerini Şarm’uş-Şeyh’te şarlatanlık halkasında sıralanmışlar olarak bir kez daha gördü ama çok şükür ki mutlak zaferin Allah katında ve nihâî olarak âhirette olduğuna herkesten çok iman etmiş bir itminana sahiptir.

Trump tarafından sunularak BM Güvenlik Konseyinde oylamaya çıkarılan sözüm ona “barış” plânı, direnenlere verilmek istenen bir köleleştirme tehdidi olarak okunmalıdır. “İki devletli çözüm” tuzağını alenen dillendirerek Direniş’i uzun vadede mahkûm edecek işbirlikçi rejimlerin desteği, kuşatmanın “olmazsa olmaz” lojistiği olarak hizmet görmüştür/görmektedir.

Çin ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyindeki oylamada “çekimser” kalmaları, öteden beri kavramsallaştırmaya gayret ettiğimiz “egemen dünya düzeni”nin neliğine dâir güçlü bir açıklayıcılık taşımaktadır. Egemen dünya düzeni bir ve bütündür. Kendi aralarındaki çekişmeler, tabiri caizse ancak “aile içi bir kavga” olabilir. Bütün bunların paralelinde seyreden Ukrayna savaşı dolayımındaki diplomatik gelişmeler, savımızı desteklemektedir. Ukrayna’da kurulan savaş sahnesi, yüz binlerin canını hiçe sayan devasa bir tatbikattan öteye gitmemektedir. Irak ve Afganistan işgalleri de pek çok yönleri itibariyle öyleydi. Devlet-sermaye ortaklıklarının bu tatbikatlarda bir yandan kazanç bir yandan da mazlum halklara dönük tehdit fırsatları kendini şüpheye yer bırakmayacak bir açıklıkla göstermektedir.

Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu hakikati tekrar edelim: Egemen dünya düzeninin bütün kritik meselelerde yekpâre bir blok olduğu/olacağı, Filistin’le ilgili son BM kararı ve Ukrayna ile ilgili son tutum ve dayatmalarla bir kez daha anlaşılmış olmalıdır. Söz konusu bu egemen unsurlar arasındaki birtakım çekişmelere bel bağlamak ise hayal kırıklığı ve zilletten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Son yıllarda Suriye-Filistin-Lübnan merkezli Batı Asya cehennemi esasen vurgulamak istediğim hakikatin kanıtı olarak yeter. Rusya’ya bel bağlamak, Çin’den medet ummak, ABD saflarına geçerek iktidar bileti almak gibi tercihler alenen mahkûm edilmelidir.

Dünya hayatının bir imtihan olduğu bilincinden uzaklaşmamak mü’minler için esas alınmalı ve Ashâb-ı Uhdud örnekliği iyi okunarak lâyıkıyla anlaşılmalıdır. Bu dünyadaki kayıp ya da kazançlar mutlak değildir. Mutlak kazanç ve zafer de mutlak kayıp ve yenilgi de Allah katındadır. Dünya hayatını merkeze alıp neye mâl olursa olsun kazanmaya odaklanmak ve bu yolda problemli münasebetlere girişmek, büyük tahribat ve kayıplara sebebiyet verecek asıl hata ve zaafiyet olacaktır.

Dipnotlar:

[1] Ateşkes ve Garantörlük Sahte; İşgal, Katliam ve Ticaret Gerçek!

“Emperyalizm; Filistin’i, İslam dünyasını tahakküm altında tutup sömürebilmek için bir kapı, bir geçit, bir üs olarak görüyor. Bu kapı, bu üs sağlama alınırsa bütün bir Batı Asya’yı, bütün İslam halklarını kendisine boyun eğdirebileceğine inanıyor.”

https://www.tokad.org/2025/10/30/ateskes-ve-garantorluk-sahte-isgal-katliam-ve-ticaret-gercek/

[2] İlim Yayma’nın Penceresi; Ahmet Örs, Okur Kitaplığı

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sosyal Adalet Arayışlarının Zemin ve Çerçevesi

Yayınlanma:

-

Köleleştirme ve sömürünün alabildiğine derinleştiği neoliberal dönemde adalet arayışları, hayatın bütün alanlarına yayılmış durumdadır. İnsanın ve tabiatın kapitalizmin son sürümü neoliberalizm tarafından ayrım gözetmeden, istisnaya tabi tutulmadan süratle sömürge hâline getirilmesi ne denli ürkütücü zamanlarda yaşadığımızı göstermektedir.

Sömürü ve tahakkümün çok boyutlu hâli, bütün toplumsal alanları krize sokmuştur. Modern kapitalist medeniyetin karakteristiğinin tabii sonucu olarak son yüzyıllarda adım adım mesafe kat eden bu sürece karşı direnç gösteren pek çok ideolojik teori ve fiili hat tespit edebiliriz.

İnsanlığın hakikat arayışı ile de paralel ilerleyen bu sürecin siyasal, onunla bağlantılı olarak da ekonomik boyutları baskın biçimde öne çıkmaktadır. Sosyal adalet kavramının genel çağrışımı, takdir edilmeli ki ekonomik ağırlıklıdır ancak bunun politik alandaki kuramsal tartışmaları davet eden tarafları fazlasıyla öne çıkmaktadır. Siyasal, hukukî çerçeveyle onun güçlü fiilî karşılıklarından iktisadî işleyişin birlikte oluşturduğu çerçevenin neticelerine dönük itirazların, buna mukabil vücut bulan taleplerin şemsiye söylemi olarak sosyal adalet kavramının geniş bir çeperde sahiplenildiği söylenebilir.

Sosyal ve adalet kavramlarının geniş karşılıkları, muhatap olduğumuz zeminin de ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Neredeyse sınırları belirsiz bu zeminde, politik ve ekonomik boyutlara yoğunlaşmanın tartışmaları yürüten çevreler için kolaylaştırıcı olduğu söylenebilir. Seyyid Kutup’un meşhur eseri “İslam’da Sosyal Adalet”, vurguda bulunduğum o geniş zemini eksiksiz sunma cesaretini göstermiş ve sosyal adaleti besleyen neredeyse bütün alanları tartışmıştır.

Küresel kapitalizme bütün siyasal yapıların neredeyse tümüyle dahil olduğu bir dünyada tahliller de itirazlar da illâki eksik kalacaktır ancak bu bilinci kaybetmeden iddialı bir karşılama yapılması da bir zorunluluktur. Sosyal adalet vurgusunda bulunulduğunda çok boyutlu eşitsizlikler ve hukuksuzluklarla karşı karşıya olduğumuz iddiasıyla muhatap olduğumuzu anlıyoruz: Hakça bölüşüm, adil paylaşım temelli bir işleyiş; bağlantılı olarak da “Herkes için yeterli ekmek yoktur ve bunu besleyen/bundan beslenen bir hukuksuzluk vardır! Hukuksuzluklar da zorunlu olarak siyasal alanı kötürümleştirmede, özgürlükler baskılanmaktadır.

Sosyal adalet tartışmalarında, bahsi geçen sömürü ve hukuksuzlukların telafisi bahsindeki taleplerin muhatabının doğrudan devlet organizasyonunun olması ve bu temaslanmalardaki usûlün liberal teorilere yakın hatlarda seyretmesi, üzerlerinde durulmayı hak ediyor. Tam da burada şu soruyu sormak gerekiyor: Modern kapitalist medeniyetin ulus devlet örgütlenmesi, kendini vâr eden zihinsel çerçeve karşısında bir kurtuluş kapısı açabilir ya da kısmî bir felâha izin verebilir mi?

Eşyanın tabiatı gereği bu sorunun cevabı bana göre kesin olarak menfi istikamettedir. Hastalığı üretenden deva beklemek olacak şey midir! İnsan hakları söylemindeki temel zaaf, burada da karşımıza çıkmaktadır. Keynesçi refah devleti arayışları, Rawlsçı liberal adalet teorileri derken devleti, modern kapitalist medeniyeti vâroluşsal bir sorgulamaya tâbi tutmayıp temel hakikat arayışını sorunsallaştırmayan arayışlar, insanlığı oyalamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Buradaki “insanlık”ı da söz konusu medeniyet dairesinde sınırlandırmakta fayda olacağını ayrıca belirtmeliyim.

Sermaye tarafından domine edilen modernliğin tekçiliği dayatan yapısı bir bütün olup insanı ve tabiatı boyunduruk altına almışken adalet arayışçılarının hâlâ o çerçevenin hiçbir bileşenini dışarıda bırakmayan bir devrimci tutuma gönül indirmemesi anlaşılır gibi değildir. Kapitalist üretim biçimlerinin bütün unsurlarıyla reddedilmeksizin bir felâhtan bahsedilebilir mi? Refah kavramının -zaten hatalı olan tercihinin- ürettiği yanılsamalar şimdiye kadar derin bir hayal kırıklığından başka bir şey üretmemiş, diğer yandan da hakikate giden yolları tıkayarak kurtuluşu bütünüyle engellemeye azmetmiştir.

Tabiatı açık açık ifsat eden üretim ve tüketim biçimlerinden -Musa peygamberin İsrailoğullarıyla birlikte Mısır’dan çıkışı gibi- cesaretle kopmayı hedef olarak belirlemeyen bir mücadele, müfsit işleyişten pay kapma zilletiyle malul kalmayacak mıdır? Toplumsal-siyasal dayatmaları, onları üreten yerel ve küresel düzenleri aşmaya niyet etmeyerek yine onların içinde kalıp köklü paradigmatik kopuşlara tevessül etmeden püskürtmek (Aslında bu durumda püskürtmek-aşmak sözcükleri de kullanılamaz!) imkânsızdır.

Hakça üreterek bölüşmeyi, adil paylaşımda bulunmayı reddeden modern kapitalist medeniyet bu tutumunun neticesi olarak politik ve iktisadî hiçbir alanda infaka yönelemez. Musa peygamber bu zorba ve değişmez yapıyla Rabbimizin emri mucibince Mısır’da karargâhlar edinerek örgütlü bir mücadele yürütmüş ancak oradaki güçlü sömürü mekanizmasını alt edememiştir. Firavun düzeni; bekası için sınıflı yapıyı, sömürü işleyişini muhafaza etmede kararlı olunca Musa peygamber köleleri o sömürü işleyişi ve mekânsallığından çıkarmıştır. Güçlü sömürü mekanizmasının çarklarını hidayet ve direniş aşamalarıyla parçalayarak herkes için bir özgürleşme vâr edebilseydi hârika olacaktı ancak olmadı, olabileceğine dâir örneklikler de doğrusu pek mevcut değil.

Musa peygamberin bahsettiğim modeli, örgütleyip çıkarabildiği köle topluluğu bakımından aynı olmasa da çıkış bakımından benzeri olan İbrahim peygamberde de vardır. Resuller; güçlü, hayatın bütün alanlarına yayılmış devasa müfsit sömürü düzenlerinden çıkmayı salık vermektedirler. Aşamaların ilki, az evvel bahsettiğim gibi tebliğ-hidayet basamaklarıdır lâkin orada Sabâ melikesi gibi içsel bir devrim yaşanmazsa çıkış, kaçınılmaz aşama olacak ve sahih bir model için özgür bir alanda yeni bir yurtlanma başlayacaktır.

Adalet mücadelesini gayba iman temelli “tevhid-adalet-özgürlük” ekseninden koparan yorumlarda eksik kalan, bütünlüğü yakalayamayan taraflar kaçınılmaz olarak vâr olacaktır. Az evvel kendisinden bahsettiğimiz sermaye destekli modern ulus devlet zoru karşısında sadece imandan ilhamla somutlaşacak gönüllü iradeler durabilir. Ahirete iman, bu siyasal duruşun en güçlü motivasyonu olacaktır. Aksi durumda hâl-i hazırdaki işleyişin birtakım sözüm ona iyileştirme ve rötuşlarla kendini tekrar etmesi kaçınılmaz hâle gelecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Hayat

Yayınlanma:

-

Zeki Demirkubuz’un 2023 yılında izleyici ile buluşan son filmi Hayat’ı sinemada değil dün bilgisayar başında seyrettim. Dünden beri kafamda gezinip duruyor pek çok sahnesi. Hakkında yazmak için belki de çok erkendir. Bu, uzun süre okurun zihninde demlenecek sanat eserlerinden biri bana kalırsa.

Filmi seyretmemiş olanlar buradan geri dönebilirler. Üzerinde saatlerce konuşulmayı hak eden bu eserle ilgili dört başı mamur bir değerlendirme yapma iddiasında değilim. Sadece beni en çok etkileyen belli başlı kısımlar üzerine birkaç kelam etmekten alamıyorum kendimi.

Pandeminin alışkanlığımızı değiştirmesi, bilet fiyatlarının yüksek olması ya da yoksullaştırma politikaları sonucu sinemaya gitmenin bu ülkede artık lüks haline gelmesi… Nasıl değerlendirirseniz artık… Sinemaya gitmiyorum 5 yıldır. Ne var ki böyle sanatsal filmleri sinemada seyretmek gerektiğini düşünüyorum.

Filmin künyesinde 193 dakika olduğu yazıyor, bense tam 3 saatlik (180 dakikalık) bir film seyrettim. TV’de yayınlanırken genel izleyici için bir kısım çıkartılmış olabilir. Hayat, bu haliyle, yönetmenin diğer filmlerine nazaran bir aile filmi olmuş, iyi de olmuş, diyebilirim.

Ben Kader ile kıyaslama yoluna sapacağım. Bu filmi kolayca Masumiyet ve Kader’in yanına koymak yanlış olmayacaktır. Ne var ki bende Masumiyet ne kadar yoksa Kader o kadar var! Benim için en iyi Zeki Demirkubuz filmi halen odur. Dahası, en sevdiğim filmlerden biridir de. Hayat’ı da beğendiğimi, yer yer çok beğendiğimi de ifade edeyim peşinen. Ama bir Kader değil, o kadar değil.

(Elbette bu beğeni işleri fazlasıyla görecelidir. Zeki Demirkubuz ile Nuri Bilge Ceylan, biraz da magazinin köpürtmesi ile kıyaslanırlar sürekli. Dostoyevski mi Tolstoy mu diye tartışılır durulur. Orhan Pamuk “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabında, romancıları ikiye ayırır. Kendisini Düşünceli romancı sınıfına koyar. Ben kendimi saf romancılara, sezgilerine güvenen, içten insanlara daha yakın hissediyorum. Düşünceli romancılar, analitik düşünen, bilinçli, aşırı hesap kitap yapan insanlardır. Bu bakımdan her iki yönetmeni de yazarı da -bu arada Orhan Pamuk’u da- izler, okur, beğenir, takdir ederim. Ne var ki illa birini tercih etmem gerekirse Demirkubuz derim, Dostoyevski derim.)

Hayat’ta Hicran ve Rıza’nın umutsuz aşkına odaklanıyoruz. Tam da yönetmenin tarzına uygun olarak saplantılı, arızalı ilişkilerin ortasında yine bir kadın duruyor. İlk bölümde Rıza’nın gözünden okuyoruz olan biteni, ikinci bölümde Hicran’ın ve bu iki hayat/hikâye bir yerde kesişiyor ve giderek kesintiye, parçalanmaya uğruyor.

Daha en başında bu iki genç insanın isimleri bile bize epey şey söylüyor. Kadın hep rıza gösteren midir? Kadın ona erkeklerce çizilen hayata razı gelmeli mi? Her seferinde mi? Ya isyan edip çekip giderse?

Hicran da öyle yapıyor. Küçük bir taşra kasabasından, evden kaçıp İstanbul’a gidiyor. Gerekçe: istemediği biriyle evlendirilmek üzere nişan yapılması. Kaçarak, babasının zorlamasına, kendisine çizdiği kadere isyan mı ediyor? Ortadan mı kayboluyor? Kendini mi kaybediyor? Yoksa buluyor mu? Biraz ondan biraz bundan. Hem öyle hem böyle. İç içe geçmiş halkalar içinde çözülüyor bağlar.

Hicran’ın ilk anlamı “ayrılık, ayrılık acısı”. İkinci anlamı: “İnsanın içinde yer alan unutulmaz, onulmaz, dinmez acı.”

Kader’de Bekir’in Uğur’a, Uğur’un ise Zagor’a olan aşkı, bu iki insanı perişan eden, yakıp yıkıp yok eden, akıl ve mantığın sınırlarını fazlasıyla aşan bir boyut taşıyordu. Zagor ise psikopatın önde gideni, cezaevi cezaevi dolaşan, suça bağımlı bir tipti. Zagor’u pek görmüyorduk. Bekir’i ise Uğur’un peşinde sürüklenirken görüyorduk film boyu.

Kader, izleyicinin ciğerini sökmeye niyet etmiş, nakavt yumrukları savurup duran bir film. Hayat bu denli radikal değil. Tutku var yine ama dozu düşük, mahvetmeye meyilli değil. Zagor’un yerini bu defa “z kuşağı”ndan bir genç diyebileceğimiz Ferit alıyor. Psikopatlık değil zırtapozluk düzeyinde bir arkadaş!

Dedesinin, beğenirsen evlenmek üzere bir görüşürsün kendisiyle, diyerek Rıza’ya fotoğrafını verdiği kızdır Hicran. Bir fotoğraf üzerine tutkuya kapılır Rıza. Bu durum da Metin Erksan’ın meşhur Sevmek Zamanı filmine götürür bizi haliyle.

Yönetmenin sinemasında öne çıkan bir özellik olan etkili tiratlar bu filmde de hak ettiği gibi yerini alır. Rıza’nın, anne babasının vefatı üzerine hayatını dolduran fırıncı dedesi aklın ve sağduyunun, peygamberlere yaraşır duruşun rüzgârını estirir.

Kader’de kahvehanede görülen bir hesaplaşma vardı. Hayat’ta ise artık modern bir cafede unutulmaz bir karşılamada patlamıştır silah. Açıkçası Rıza gibi eli yüzü düzgün, halim selim görünümlü bir erkekten beklemiyordum bunu. Dahası o silah, Ferit’in üzerinde tereddütsüz patladıktan sonra birkaç saniye Hicran’ın üzerinde de gezindi ki, bu tüyler ürperticiydi. Yönetmen, ustalığını konuşturmuş bu sahneyi çekerken. Kader’de buna tekabül eden sahneyi de 2006 yılından beri unutamıyorum. Bu sebepledir belalı bir tip gördüm mü, “erkek”liğin onda dokunuzu devreye sokup olay yerinden uzaklaşırım!

Erkeklik demişken… Zeki Demirkubuz’un büyük hesaplaşmasına, arıza dolu erkeklikler sergisine bizi davetine icabet ederiz her seferinde.

Hayat’ta beni şaşırtan ve mutlu eden rüya sahnelerini de kolay kolay unutabileceğimi sanmıyorum. Bu sahnelerin ikisi aynı, biri farklı.

Filmin ilk çeyreği içinde Rıza, rüyasında Hicran’ı görüyor. Hicran Rıza’nın evine gelmiştir ve kendisine su ikram edilir. Emil Cioran Umutsuzluğun Doruklarında dolaşmıştı, yönetmen de bu sahnede sembolizmin doruklarına tırmanmış. Bayıldım bu sahneye. Gördüğümüz rüyadan aşinayızdır hepimiz az çok. Bir şeyler arar bulamayız, debelenir dururuz. Bardak bulunamıyor mutfakta. Sonra birden beliriveriyor. Ve su bardağa dolmasına rağmen dökülmeye devam ediyor. Filmin sonlarına doğru Hicran da aynı rüyayı görecektir.

Hayat’ta kapanış sahnesi ise hoşuma gitmedi. Hevesimizi kursağımızda bırakan, boğazımızda yumru olup takılı kalan o alametifarika tavrını bir kenara bırakmış yönetmen. Kimin olduğu belirsiz bir rüya ile bitirmiş filmi. Mutlu, umutlu son yakışmadı Zeki Demirkubuz’a!

Bir bayram sabahı memlekete gidiyorlar. Hicran ve Rıza evlenmiş. Hicran hamile. Babasının onu bu defa affedeceğini umuyorlar. Direksiyonda yine bir erkek var diye eleştirenler olmuş. Nuri Bilge’nin Kuru Otlar Üstüne filmindeki benzer bir sahne ile kıyaslanmış. Orda da biri kadın üç öğretmen var. Karlı ve karanlık bir yolda ilerliyorlar. Kadın önde oturuyor ama direksiyonda yine bir erkek var. Oysaki orda kadın engelli, burada ise hamile. Bu da mı erkek egemen dünya! Yapmayın arkadaşlar.

Benzer şekilde Hayat’ta, rüya olduğu bence aşikâr sahnede araba karanlık bir tünele giriyor ve film yine de yönetmene yaraşır tekinsizlikte bitiyor. Oysaki Hicran’ın, Rıza ile çay bahçesinde konuşmasının ardından, doğanın bağrında bir ağacın altında ağladığı sahneden sonra filmin sona ermesini beklerdim. Ne gerek vardı uzatmaları oynamaya!

Geçen gün okuduğum bir romanda (Mumlar Sonuna Kadar Yanar) kahraman şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Asıl olanı ancak ayrıntılardan anlayabiliriz; kitaplar ve hayat bana bunu öğretti.”

Hayat’ta pek çok ayrıntı gözüme ilişki ve üzerinde konuşmaya beni sevk etti. O ayrıntılardan biri ile virgül koyayım bu yazıya. Siz bu yazıyı okurken belki yazıldığı günlerde, belki yıllar sonra, ben yine bu ayrıntıları hatırlıyor, üzerine düşünüyor olacağım hayattaysam. Neyi ne zaman niye nasıl hatırlıyoruz, bunları da fena halde merak ederek… Tüm bunların yaşlanmakla veya yaş almakla bir alakası olmalı.

Hicran rüyasında Rıza’yı görür. Aynı rüya. Hicran mutfağa su getirmek üzere gittiğinde Rıza odaya, salona oturduğu yerden şöyle bir göz gezdirir. Kitaplığa gözü ilişir. 10-15 kitap görürüz. Bu kitaplar içinde iki-üçü ancak seçilebiliyordur. Ben hemen seçtim kitabımı: Hakan Günday’ın Az’ı. Yazar ve eser ile yönetmen ve filmleri arasında bağlantıyı aramaya başladı zihnim. En iyisi dedim, şu kitabın arka kapak yazısına bir bakayım:

“Bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen 11 yaşındaki korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğun kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontulup birbirlerine hazırlanışlarının, (bütün anlamlarıyla) Yazı’nın onları birleştirmesinin hikâyesi. Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman…”

Anahtar kelimeler: Evlendirilmek, şiddet, aşk, hırs…

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x