Connect with us

Köşe Yazıları

İslamcılık ve Olgunlaşmayan Siyaseti İlan Edemeyiş Üzerine

Yayınlanma:

-

Ana Hatlarıyla İslamcılığın Türkiye Seyri

İslamcılığı yerli dertlerle Yeni Osmanlılar ile başlatanlar var. Afgani ve Abduh ile başlatıp ona modern etiketi yapıştıranlar var. İslamcılığı son iki yüzyıla hapsetmeyip ıslah geleneğinin devamı olarak görenler de var. Sonuncusu bana daha makûl geliyor.

İslamcılık geleneksel din anlayışına, emperyalizme, kapitalizme, modernizme karşı İslam’ın savunusudur. İnsanî yorum olup müslümanların pasif konumdan kurucu irade hâline gelmesini amaçlar. İslamın siyasi, toplumsal, iktisadî, fikrî, ahlakî velhâsıl hayatın bütününe hâkim kılınma çabasıdır.

Osmanlı’da 19. yüzyılda Fransız usûlü mahkemeler var. İçtihad pek işletilmediği için şeriat mahkemeleri hantal durumda. 1850 tarihli Ticaret Kanunnamesi ile 1858 tarihli Ceza Kanunnamesi dönemin laik uygulamaları. Yeni Osmanlılar şeriat harici bu kanunlara, Tanzimat ile Islahat fermanlarına karşı çıkıyor.

İslamcılık, emperyalistlere karşı Osmanlı’nın sosyal ve siyasi bütünlüğü için gayret göstermiş, Abdulhamit’in baskılarına karşı ses çıkarmıştır. O dönem İslamcılığın gündemini cihad, içtihad, Kur’ân ve sünnete dönüş oluşturuyor.

Osmanlı çökerken kurtuluşu fen alanında görenler var. Devleti kurtarmak ve ulus inşa etmek için el üstü tutulan sosyolojinin o dönemde fenn-i içtima olarak adlandırılması manidârdır.

Ece Ayhan, Osmanlı ile Cumhuriyeti iç içe geçmiş iki kaşık diye betimler. Osmanlı ile Cumhuriyet arasında kopuştan çok süreklilik mi söz konusu? Kemalist modernleşme Osmanlı modernleşmesinin devamı mı? İkisi arasında sürekliliğe ve kopuşa dair birkaç örnek sayalım.

Şeriat dışı mahkemeler Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmıştı. Osmanlı’da ulemâ devletin denetimindeyken Cumhuriyet ile daraltılmış hâliyle diyanetin emrindedir. Eğitim alanında modernizasyon Abdulhamit döneminde had safhadadır. Bu saydıklarımız sürekliliğe dair örnekleri oluşturuyor.

Cumhuriyetle şeriatın kaldırılması, hilâfetin ve saltanatın kaldırılması, ulus devlet(devlet ulus aslında), milliyetçilik ve laiklik Osmanlı’dan büyük kopuşa işarettir. Bu kopuş-süreklilik tartışmasını uzatıp da konudan sapmayalım.

İslamcılığın Türkiye seyrine baktığımızda cumhuriyetin kurulmasıyla 1950’ye kadar bir sessizlik yaşadığını görürüz. Cumhuriyetle islamî kesim sindirilmiş, dinî faaliyetler diyanetin kontrolüne verilmiştir. Kur’ân öğretme faaliyetleri gizlice devam eder. Burada Ahmet Örs’ün “Kamyon” isimli öyküsünü analım.* Öykü, yasaklar ve baskınlar sebebiyle şehirler arası yollarda kamyon kasasında Kur’ân öğrenimini konu edinir.

Demokrat Parti ile İslami camiada bir hareketlilik başlar. İslamcılık o dönem milliyetçilik ve muhafazakârlık ile iç içedir. Nakşibendîler, Nurcular 1950-70 arasında Demokrat Parti ile Adalet Partisi içinde yer alır. 1969 yılında diğer partilere nazaran dinî dozu yüksek MNP kurulur. 1979 yılında İran’da devrim olur. 1980’li yıllarda Türkiye’de Şeriati’nin çokça okunduğunu görürüz. Özal ile neoliberal piyasaya ısındırma turları atılır ve 90’larda müslüman kesim neoliberalizme uyum sağlamaya başlar. 2000 sonrası neoliberalizme eklemlenmiştir artık. Tabi, bütün müslümanları dahil etmeyip baskın eğilimin bu olduğunu söylüyorum.

27 Mayıs sonrası çeviri furyası başlar. Seyyid Kutup ile Mevdudi çevrilir. İslamcılık milliyetçi ve muhazakâr hâlden kopup daha netleşmeye başlar.

1960 yılı çevirilerinde sosyal adalet vurgusu, kapitalizm eleştirileri çokça vardı. Soğuk Savaş döneminde olunduğundan sosyalizme alternatif olarak bunların çeviri değil de adaptasyon olduğunu, proje olduğunu söyleyenler oldu.

İslamcılığın Bazı Artı ve Eksileri

Osmanlı Devleti’ni batının istilâsından ve müslümanları bulundukları acziyetten kurtarmak için o dönemler sanayi, teknoloji, güç arzusu ön plândadır. Devlet çökerken o dönem aydınlar hâliyle aciliyet içerisinde olduğundan eklektik ve pragmatik davrandılar.

İslam dairesinden çıkmaksızın batıdan güçlü olma niyetiyle düşmanın silahıyla silahlanma fikri ön plandaydı. Batının tekniğini, bilimini alırken bunların batıya ait düşünüş, inanç, ahlâk, kültür ve yaşam tarzından ayrı olamayacağı üzerine düşülmez. Teknik ile kültür arasında ontolojik bağ ya görülmez ya da görmezden gelinir.

1960’larda  bu güç/iktidar söylemi devam etti. MNP’nin  “makine yapan makineler, fabrika yapan fabrikalar” söylemini hatırlayalım. “Ağır sanayi hamlesi” baş tacıydı.

Akif’in çalışma vurgusu Erbakan’da devam etti. Necip Fazıl’dan mülhem manevi kalkınma hayalleri zirvedeydi.

İçerisinde bulunulan durum güç istencini öne çıkartıyordu. “Japonlara müslüman demek için eksiği ancak tevhid” diyordu Akif. Batı medeniyetine karşılık İslam medeniyeti söylemi öne çıkarıldı. İsmet Özel, İbn Halduncu etkiyle eleştirdi medeniyeti.

Mevdudi, Kutup ve Şeriati ile emperyalizm, kapitalizm, aydınlanma, batılılaşma, modernleşme, milliyetçilik, resmî ulemâ, geleneksel dini anlayış eleştiriye tutulur.

İslamcılığın hümanizm eleştirisi mühimdir. İnsanın Allah’ın halifesi olarak görülmesini, eşref-i mahlûkât hususunu hümanizmin hanesine yazabiliriz. Ümit Aktaş, insanın halifeliği meselesi üzerine yazılar kaleme aldı.

Tek tip olmayıp İslamcılıklar söz konusu olsa da şimdiden razı olmama durumu gelecekle ilgili tasavvuruyla ütopya(olmayan yer) tuzağına düşürür mü? Asr-ı Saadet vurgusuyla da nostaljiye itebilir mi? Nostalji, Yunanca nostos (eve dönüş) ve algia (özlem) kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur. Yenilip dağılmışlık, Asr-ı Saadeti en yüce zaman dilimi olarak kurgulayıp idealize edebilmektedir.

Aliya İzzetbegoviç, ütopyadan değil dramdan yani hayattan yanadır. Gelecek, hayat öngörülemez. Gaybî müdahale kurguyu, projeyi, tasarımı yani ütopyayı iptal eder. Ütopya totaliterdir ve şahsiyetin inkârıdır. İslamcılık, olmayan bir yer(ütopya) ile olmayan bir zaman dilimi(nostalji) değildir.

90’larda Ali Bulaç yazılarıyla Medine Vesikası üzerine tartışmaları ateşler. Çok hukukluluk, çok kültürlülük, bir arada yaşama, anayasa vb. bir sürü başlık açılır. Vesikada ihtilafa düşülenler konusunda son mercii olarak peygamberin işaret edilmesini müslümanların iktidarda olduğuna dair yorumlayanlar oldu.

Ercüment Özkan’ın arı duru İslam vurgusu, Kürşad Atalar’ın “orijinal İslamî dile vukûfiyet” söylemi mühim.

Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı?

Muhaliflikle toplumu dönüştürmek mümkün mü yoksa iktidarda olup tepeden mi dönüştürmeli? Yüz yıllardır İslam içre olan halkta sosyalizmin tutunamamasına anlam vermek daha kolayken İslamcılığın çok karşılık bulmamasını nasıl ele almalı? Temsiliyet hakkı devredilemez modunda eşit katılımcı, liderin olmadığı İslamî bir oluşum mümkün mü? Adaleti, dini kendi tekeline almadan, kendi yorumunu hakikat görüp bunu iktidar kılmadan olabilecek bir yönetim mümkün müdür? İslamcılar metin merkezliyken muhafazakâr halk hayat koşullarıyla içli dışlı. Metin ile bu hayat koşullarını nasıl buluşturmalı? Sorular, sorunlar…

Muhaliflik sağlam kalmaya kefilmiş gibi “Aman iktidar olmayalım, iktidar bozar çürütür.” düşüncesi yaygındır. Tabi, konforlu eleştiri gayet tatlıdır. Dürüstlük ile samimiyet çoğunlukla karıştırılır. Samimice eleştirenler ne kadar dürüst?

Marksizmi, sosyalizmi akademikleştirme praksisin uzağına düşerebiliyor. Bu pandemi sürecinde kapitalizmin felaketlerine sosyalizmin yeniden reçete edildiğini gördük. Rosa Luxemburg’un “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı yinelenip durdu.

Kur’ân-ı Kerim’i akademikleştirenlere ve kendi mahfillerinde cesurca tartışanlara gelelim. Sayısız zulüm ortadayken akademi esas olanı alenî tartışamamakta, tali konuları konuşmaktadır. Dışarıya kapalı mahfillerdeyse esas olanı dile getirenler bunu eyleme çeşitli sebeplerle dökemeyip pasifliklerini kalıcılaştırmaktadır.

Kapalı yapıların olgunlaşmamış hâlini siyaset dışı kabul edelim. Peki, siyasetini olgunlaştırıp alenî işler yürüten müslüman yapıların hâli nicedir?

Toprağın altında ve üstünde ne varsa sermayenin insafına terk edileli her yerde birbirinden bağımsız öbekler itirazlarını yükseltmiş durumda. Bunca huzursuzluğu çıkaranlar bir iken onca rahatsızlık duyanların ayrı ayrı durması garabettir. Müslüman, huzursuzluk duyanları birbirine eklemenin yollarını siyaseten ne zaman arayacak?

Açık siyaset yürüten, kendini tek hakikat olarak görmeyen öncü kadro/lar şart. Eylemlilikler içinde olan bu kadro/lar kendileri olabiliyorsa entelektüel olmalı. Bu yeterli değilse entelektüel grubunu oluşturmalıdır. Her alanda okumalar yaparak fikir yürüten bu grup siyasetin önünü açmada danışman rolünü üstlenmelidir.

Konu çok, tartışmaya devam edeceğiz. Misal, müslümanın siyasî dili nasıl olmalı? Eğitim İlke-Sen’in bir pankartında yazan cümleyi analım: “Yeryüzü Allah’ındır, mültecilere yasaklanamaz!”

* Ahmet Örs, Kar Kesilen, s. 91. Tasfiye Kitaplığı

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

küçük esnaflara çağrı

Yayınlanma:

-

İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.

İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.

Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.

Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.

Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!

Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.

Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?

İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!

Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.

Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.

Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.

Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.

Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.

Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.

Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.

Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.

Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek.  Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.

7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)

Önümüzde cevap bekleyen sorular var:

Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?

Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?

Tehdit mi rüşvet mi?

Kim bu birileri?

Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?

Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.

Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.

Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.

Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.

Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.

Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.

Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.

Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdani Ret Hakkında Konuşmalıyız

Yayınlanma:

-

Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)

Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.

Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.

Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.

Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.

Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.

“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?

O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.

Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.

Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.

Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:

İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.

İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.

Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.

Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?

Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?

Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.  

Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…

Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!

Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.

Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.

Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa, olsun, amin diyelim.

Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?

Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve

Yayınlanma:

-

“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.

İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.

Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.

İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.

Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.

İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.

Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!

Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.

İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.

Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.

İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.

Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.

Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.

Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.

İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.

Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.

Devamını Okuyun

GÜNDEM