Connect with us

Yazılar

Vasat Ümmet, Ümmetin Şahitliği ve Kıble Üzerine Notlar – Ali Bal

Yayınlanma:

-

“Vasat Ümmet”, İslam ümmetinin insanlık âleminde evrensel barış ve adaletin hâkim kılınması için omuzlarına yüklenen sorumluluğu ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır:

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi vasat bir millet/ümmet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bkz. Bakara/143)

“Vasat”, “orta” anlamına geliyor. Burada şu kısa açıklamayı yapmama müsaade ediniz: Demokrasi, “halk yönetimi” anlamına geldiği hâlde Türkçeye çevirmeden orijinal hâli ile kullanıldığı gibi ben de İslami dünya görüşü içinde terim değeri taşıyan kelimeleri çevirmeden aynen alıyorum. Bu aynı zamanda insanlar arasında bir ortak dil oluşturmaktadır. O nedenle orijinal metinde “ümmeten vasaten” şeklinde geçen kavramı “Vasat Ümmet/Toplum” şeklinde çevirmeyi yeterli gördüm.

Buradan hareketle “Vasat Ümmet” siyasette, ideolojide, sosyalitede vb. her anlamda hayatın doğasına uygun olarak (Bkz. Rum/30) “her türlü aşırılıktan uzak orta yolu tutan ümmet” anlamına geliyor (Bkz. Bakara/143). “Vasat” kelimesini insanlığa şahitlik misyonu ile bütünleştirerek düşündüğümüzde “Vasat Ümmet”, “omuzlarında insanlığa önderlik ve rehberlik sorumluluğunu taşıyan ümmet” anlamlarına gelmektedir. O nedenle ister tek kutuplu (yani İslam’ın dışında), ister iki kutuplu ister çok kutuplu olsun, İslam dışı din ve ideolojilerin hâkim olduğu bir dünyada İslam toplumu kendine biçilen bu konum ve omuzlarına yüklenen evrensel misyon nedeni ile (ayrıca bkz. Al-i İmran/110) dünya güçler dengesi içinde kendisi güç merkezi, yani tek kutup olmak zorundadır. Bu evrensel misyon dünya uluslarının tek bir aile haline getirilerek barış ve adaletin tüm yeryüzünde hâkim kılınmasıdır (Bkz. Bakara/193-Enfal/39). Verdiğim bu ayetlerin anlam içeriğine baktığımız zaman ayetlerde bahsedilen fitnenin söz konusu aile birliğini bozan, ulusları, soy-sop ve sınıfları birbirinin sırtına bindiren; insanın insan üzerine sulta kurduğu, boyunduruk altına aldığı, ezdiği, sömürdüğü, ülkeleri işgal edip halkını yurtlarından süren, katleden, köleleştiren tüm rejim, sistem ve yapıların kastedildiği anlaşılır. “Vasat Ümmet”in misyonu ise tüm bu yapıların, sistemlerin, güçlerin yeryüzünden temizlenerek yerkürenin insanlık için bir Dâru’s-Selam (barış ve esenlik yurdu) haline getirilmesidir. Bu ayetlerde geçen “Din sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” dan maksat, “İnsanın, insan üzerinde hâkimiyeti kalmayıncaya kadar …” anlamına geliyor. İnsanın, insan üzerinde hâkimiyeti kalmadığı zaman hâkimiyet (egemenlik), egemenliğin gerçek mâliki olan Allah’a devredilmiş oluyor. İslam’da savaş, ancak bu şartlarla meşrudur. Yeryüzünün zenginlik kaynaklarını yağmalamak, işgal ve talan, ırk, renk, sınıf, soy-sop egemenliğini amaçlayan her türlü savaş, gökleri ve yeri yaratan Allah nezdinde tuğyan (azgınlık, sapkınlık ve Allah’a isyan) kabul edilir. Bu bağlamda İslam toplumu ancak (dinine, inancına bakmaksızın) Müslüman olsun olmasın zulme uğrayan tüm mustazaf (zayıf, ezilen ve mazlum) toplumların savunulması için onların yanında yer alabilir. Onun dışında kaç kutuplu olursa olsun dünya güçler dengesi içinde Müslümanlar hiçbir sömürgeci/emperyal gücün ve kutbun yanında yer alamaz, müttefiki olamaz; onların askeri, politik, ekonomik vs. paktlarına üye olamaz, vesayet ve velayeti altına giremez. İslam toplumunun onlar tarafından güdümlenmesine izin veremez, göz yumamaz.

Şahitlik:

“İslam toplumu” dediğimiz toplum, çok uluslu bir toplumdur. İslam toplumu, insanlar arasında her türlü ırk, renk ve sınıf farkını aşarak insanlığı tek bir aile hâline getirme ülküsünü önce kendi içinde hayata geçirecek ki insanlığa model olabilsin ve bu hâli ile insanlık nezdinde bir çekim merkezi olabilsin. Bu da İslam toplumunun uhuvvet (kardeşlik), velayet (birbirinin velisi olmak), meşveret ve şûrâ kurumlarının canlandırılması ve işlerlik kazandırılması ile olacaktır. Meşveret danışma, görüşme; şûrâ da bu danışma ve görüşme işleminin yapılacağı kurul, yani bu günkü ifadesi ile parlamento anlamına geliyor. İslam toplumu olarak Allah adına dünya uluslarının önüne böyle bir modellik ortaya koymak evrensel barış ve adalet ülküsünü bu yolla insanlığa ulaştırmak ve hayata geçirmek “Vasat Ümmet”in insanlığa şahitliği oluyor. İslam toplumu bu suretle insanlığın sevgi ve güvenini kazanacak; uluslar ve halklar, fevc fevc Allah’ın dinine koşacaklardır (Bkz.Nasr/1-3).

Vasat Ümmet, Kökeni Hz. İbrahim’e Uzanan Bir Risalet Geleneğidir:

“Vasat Ümmet”, sadece Kur’an’da emredilen ilahi bir hüküm veya esas olmayıp kökeni Hz. İbrahim’e kadar giden bir risalet geleneğidir. Bu gelenek, bugün elimizdeki Tevrat metnine yansımış olup Tevrat’ın İşaya bölümü Bap/2 ayet/1-5’te ifadesini bulmaktadır. Buna geleceğiz ancak önce bugün dünyada hâkim olan konseptin çerçevesini kısaca ortaya koyalım:

Soğuk savaş döneminde dünya küfrü ve istikbârı NATO Paktı ve Varşova (Sovyet) Paktı adı altında (veya diğer adı ile komünist blok ve kapitalist blok olarak) iki kutuplu bir yapı arz etmekte idi. 90’larda Varşova Paktı’nın dağılması ile birlikte tabiri caizse kâğıtlar yeniden karıldı ve Atlantik Paktına karşı Rusya’nın dâhil olduğu Avrasya ve Çin ekonomi/politik itibarı ile 90’lardan bu yana yükselen değerler olarak ortaya çıktı. Son zamanlarda küresel şer ekseninin asli patronu olan Siyonist sermaye ailelerinin yatırımlarını Çin’e kaydırdıkları göz önüne alınırsa kısa süren bir fetret döneminden sonra dünya küfrü ve istikbârının iki kutuplu bir “yeniden yapılanma” sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Tam bu noktada Âl-i İmran/110’u hatırlamamak mümkün müdür?

“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emredip fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. Kitap ehli de inanmış olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu; içlerinde inananlar olmakla beraber çoğu, yoldan çıkmış fasıklardır.” (Bkz. Âl-i İmran/110)

Ayette, Müslümanlardan daha önce aynı misyon omuzlarına yüklenmiş bir ümmet olarak Yahudilerin ve Hıristiyanların bu misyonu terk ettikleri, sadece terk etmekle de kalmayıp tam aksine temeli zulme, sömürüye, soykırıma, talana dolayısı ile tuğyana (azgınlığa) dayalı küresel şeytan imparatorluğunun iki temel ayağını oluşturduklarına dikkat çekilmektedir. Kur’an’ın ifade ettiği ve kendilerinin de bildiği dille ahde ihanet etmişlerdir:

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki Ben de ahdimi yerine getireyim; yalnız benden korkun!” (Bkz. Bakara/40) Ahdin ne olduğu, Tevrat’ın Çıkış 20:2-17, Tesniye 5:6-21’de yer alan ve “On Emir” adı verilen emirler dizisinde şöyle bildirilmiştir:

  1. Ey İsrail, işit! Seni esirlik evinden (Mısır’dan) çıkarıp özgürlük diyarına (Filistin’e) getiren Rabbin Yahova benim. Karşımda başka ilahların olmayacaktır.
  2. Başka ilahların önünde eğilmeyeceksin. Göklerde ve yerde olanların sûretini (put) yapmayacaksın!
  3. Rabbin Yahova’nın adını boş yere ağzına almayacaksın!
  4. Sebt gününü tutacaksın!
  5. Anaya babaya saygı göstereceksin!
  6. Öldürmeyeceksin!
  7. Zina etmeyeceksin!
  8. Çalmayacaksın!
  9. Komşuna karşı yalancı tanıklık yapmayacaksın!
  10. Komşunun evine göz dikmeyeceksin!

İstikbar; sermaye ve askeri güçle dünya mazlumlarını ezen Siyonizm ve onun kontrolündeki dünya egemenleri, dünya küfrü de onların tahrif edilmiş dini inançları ve ideolojileri olmaktadır.

Dikkat edilirse bunlar aklen ve vicdanen de kabul edilebilecek temel evrensel ilkelerdir. Aynı cümleden olarak İşaya Bap 2:1-5’de geçen “İşaya’nın Rü’yeti”, “On Emir”le bir bütünlük içinde İsrail’le yapılan ahdi oluşturmaktadır:

İşaya’nın Rü’yeti:

Amots’un oğlu İşaya’nın sözü: Yahuda ve Yeruşalim/Kudüs hakkında gördü: “Ve son günlerde vâki olacak ki dağların başında Rab evinin dağı pekiştirilecek ve tepelerden yukarı yükselecek; çok kavimler gidecekler ve diyecekler: Gelin ve Rabbin dağına Yakub’un Allah’ının evine çıkalım. Kendi yollarını bize öğretecek ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat Siyon’dan ve Rabb’in sözü Yerüşalim’den (Kudüs) çıkacak. Ve milletler arasında hükmedecek. Ve çok kavimler hakkında karar verecek ve kılıçlarını saban demirleri ve mızraklarını bağcı bıçakları yapacaklar; millet, millete karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi öğrenmeyecekler (İşaya, Bap 2, ayet:1-5).

(İşaya, Yahudi tarihinde “Yahuda kralı” olarak geçen Amots’un oğlu.(O inanca göre) gelecekte olacak olan bazı şeyleri önceden görme yeteneğine sahip. Rü’yet de gördüğü şey oluyor. – Ali Bal)

Bu rü’yette “On Emir”deki maddelerin, bu dünya âleminin sonunda tüm yeryüzünde hayata geçirileceği vaat edilen Kudüs merkezli ve bugün “Tek Dünya Devleti” denilen emperyalist savaşların, zulmün, sömürünün olmadığı bir dünya düzeni idealize edilmektedir. Rü’yete göre bu İsrail milletinin önderliğinde olacaktır. Siyonizm’in on milyonlarca insanın ölümü pahasına (1. ve 2.Dünya savaşları ile bugün de Gazze’de 40 binden fazla) mutlak sûrette Kudüs merkezli bir “Tek Dünya Devleti”nde ısrar etmesi buraya dayanıyor.

Rü’yeti içeren metinden de anlaşılacağı üzere bahsi geçen bu “Tek Dünya Devleti”nin bütün insanlığı kapsayan nihâî gayesi evrensel barış ve adalettir fakat Siyonizm ve onu kendisine devlet amentüsü haline getirmiş olan İsrail rejimi onu dünyanın Yahudiler dışında bütün uluslarını İsrail’e kul ve köle edinmeyi Allah (onlara göre Rab Yahova) tarafından İsrail’e vaat edilmiş bir hak olarak gören bir İsrail faşizmine dönüştürmüş durumdadır.

Rü’yette geçen “Şeriat, Siyon’dan (Kudüs) ve Rabbin sözü Yeruşalim’den çıkacak ve çok kavimler hakkında karar verecek!” cümlesini Siyonist İsrail böyle anlıyor. O nedenle Siyonist İsrail’in dünya hâkimiyeti için kaç on milyonu geçin, kaç milyar insanın öldüğü hiç umurunda değildir. Gerçekte ise Allah katında üstünlük soy-sopla değil, takva iledir (Bkz. Hucurat/13). Burada takva, Allah’tan sakınmak anlamına geliyor. Ayette denilmek isteniyor ki “Kimse soyundan sopundan, ırkından, renginden dolayı bir diğerine üstün olmayıp kim Allah’tan sakınır da Allah’ın kullarını ezmez, sömürmez, katletmez, onlara zulmetmez ise Allah katında üstün olan odur.” Burada Allah, Müslüman olan-olmayan diye bir ayrımda bulunmuyor. Saldırıda ve tuğyanda bulunup başka insanların hak ve hukukunu çiğnemediği sürece Müslüman olsun olmasın tüm toplumların, ulusların dokunulmazlığı vardır. İsrail ise takvayı bir yana bırakıp ırksal asaleti onun yerine geçirmek sûreti ile kendi ırkî hesapları doğrultusunda yeryüzünde fesat çıkarmaları, zulme ve tuğyana sapmaları nedeni ile Allah ile yaptıkları ahde riayet etmemişler ve bu nedenle Allah ile kestikleri ahitten diğer ifadesi ile “Vasat Ümmet” olma misyonundan azledilmişlerdir. Misyon/Ahid artık İsrailoğullarından alınarak Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olan İsmail soyuna verilmişti:

“Bir zaman Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: ‘Ben seni insanlara önder yapacağım!’ İbrahim de, ‘Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)’ demişti. Bunun üzerine Rabbi, ‘Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz (veya onlara erişmez!)’ demişti.” (Bkz. Bakara/126)

Ancak yukarıda verdiğimiz Bakara/40 ayeti, her şeye rağmen kapıların İsrailoğullarına tamamen kapanmadığını, önderlik uhdesinden alınmış olmakla birlikte gelecekte gerçekleşecek olan ve Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olma oğlu İsmail soyunu takip eden önderliğe tâbi olmaları hâlinde bunun Allah katında kabul göreceği bildirilmektedir. Konu bütünlüğü içinde baktığımızda Bakara/40’ta geçen ve İsrailoğullarına yönelik “Ahdime vefa gösterin ki ben de sizinle olan ahdime vefa göstereyim!” ifadesini böyle anlamak gerekiyor.

Takip eden Bakara/41 ayeti de böyle… Bakara/41’de geçen “Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın!” ifadesinin anlam içeriğinde “Aslında siz bu Kur’an mesajının ne olduğunu, yani onun İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub’un sürdürdükleri Risâlet davasının devamı olduğunu çok iyi biliyorsunuz. Dolayısıyla siz İsrailoğulları olarak bu mesajı inkâr edenlerin değil, onaylayanların ilki olmanız gerekir.” göndermesi bulunmaktadır. “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o Peygamber’i öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir gürûh, gerçeği bile bile gizlerler.” (Bkz. (Bakara/146) ayetini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Bu durumda Hz. İbrahim’in Mekke’ye olan hicretini kişisel iradesine dayalı bir yolculuk olarak değil, yukarıda bahsettiğimiz Kâbe’nin inşası ile ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere ilahi bir plân, irade, ilham ve sevk-i tabiiye dayalı olarak gerçekleştirdiği bir yolculuk olarak düşünmemiz gerekiyor ve İsrailoğulları bu gaybî ihbardan pekâlâ haberdar bulunmaktadırlar ama onlar bu gerçeği bile bile gizlemektedirler.

Bu konuyu Şiblî,  “Asr-ı Saadet” isimli Ö. Rıza Doğrul tarafından Türkçe’ye çevrilen ve O. Z. Mollamehmedoğlu tarafından sadeleştirilen eserinde Kâbe’nin tarihçesini anlatırken, Kâbe’nin inşası ile babası Hz. İbrahim’le birlikte onu inşa eden İsmail soyundan gelen Hz. Muhammed’in (sav) risâletini İsrailoğullarının velayetinin son bulması olarak anlamlandırmaktadır ki Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer ve Hacer’den olma oğlu İsmail’le birlikte Mekke’ye yaptığı yolculuk ve Kâbe’yi, oğlu İsmail’le birlikte inşası devamen Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etme sembolizmini o zamana kadar Hz. İbrahim’in oğlu İshak neslini takip eden “ahd’in” tabir caizse “şerit değiştirerek” Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olma büyük oğlu İsmail soyundan gelen bir peygamber olarak Hz. Muhammed’le devam edeceği yolunda gaybî bir haber olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu da bize Hz. İbrahim’in Mekke’ye yaptığı hicretin böyle bir sevk-i ilâhî ile yani ilâhî bir yönlendirme ile gerçekleştiğini gösteriyor.

Sonraki zamanlarda Haccın bir ruknü olarak devam eden kurban ibadetinin Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in kurban konusundaki gösterdikleri teslimiyetin çağlardan çağlara ve nesilden nesile kutlu bir mesaj ve kutlu bir mirasın (devrim yolunda ödenecek bedele boyun eğmenin) intikali olarak anlamak gerekiyor. Bunu anlamak için Hz. İbrahim’in Babil kralı Nemrut tarafından ateşe atılması, Hz. Musa’nın önderliğinde İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışı ve onların çıkışı ile köleci Firavun rejiminin yıkılması örneklerinin bütünlüğü içinde düşünmek gerekir. Bu iki örnek, zenginliğin timsali olan Karun’la birlikte düşünüldüğü zaman tarih boyunca gelen Allah elçilerinin sahip oldukları mallar ve oğullarla insanları kendi egemenlik ve buyrukları altına alan zalim ve zorba krallara ve sınıflara karşı kimsenin kimseyi kendi egemenlik ve sultası altına almadığı, ezmediği, sömürmediği, kölelik altına almadığı, öldürmediği, evrensel barış ve adaletin tüm yeryüzüne hâkim olduğu bir dünya düzeni için mücadele ettikleri gerçeği ile yüz yüze geliriz. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesini bu yolda ödenecek bedellerin bir sembolü olarak anlamak, Kur’an bütünlüğüne daha uygun düşmektedir. Yoksa konuyla ilgili mitolojik anlatımların zahirine, yani dış görünümüne bakarak verilmek istenen mesajı Hz. İbrahim oğlu İsmail’i bizzat bıçak altına yatırıp kesmeye davranması olarak anlamak Kur’an’ın ruhuna da peygamber kişilik ve karakterine baktığımız zaman tutarlı görünmemektedir. Kur’an’ın mecaz ve sembolizm harikası olduğunu bilen ciddi bir Kur’an okuyucusunun Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesi ile ilgili ayetleri “Mallarınız ve evlatlarınız sizin için fitnedir!” şeklinde gelen Enfal/28’le oğulları da mallar gibi bir dünya güç ve zenginliği olarak ifade eden Tevbe/23, 24,Teğabün/15, Âl-i İmran/15 vb. ayetlerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu metoda Kur’an bütünlüğü diyoruz. Bu metot, Kur’an mesajını Kur’an’ın ruhuna en uygun, en doğru şekilde ve güvenilir anlama metodudur.

Şahitliğin Gereği Bir Sorumluluk olarak Cihad:

Bu konu aslında çok daha detaylı olarak ele alınmayı hak eden bir konudur. Burada şöylece bağlamak isterim:

İslam toplumu (ümmet) yeryüzünde evrensel barış ve adaletin hayata hâkim kılınması konusunda Allah tarafından insanlığa karşı omuzlarına sorumluluk yüklenmiş bir toplumdur. O nedenle yeryüzünde barış ve adaleti bozan dünya egemenleri ile savaşmak, Müslüman olup olmadığına bakmadan tüm dünyanın mazlum halklarını da şefkat kanatları altına alarak onları dünya egemenlerinin sultasından korumakla sorumludur. O nedenle İslam toplumu ne NATO, ne Varşova Paktı, ne Avrasya birliği, ne AB, ne BM, ne şu, ne bu; dünyada egemenlik ve sulta peşinde olan hiçbir sömürgeci emperyal dünya gücünün velayet ve vesayeti altına giremez. Kendi içinde ise çok uluslu ama uluslararası ortak bir çatı altında tek ve federatif bir yapıya geçmek sûretiyle uluslar üstü tek bir ulus olmak zorundadırlar.

Bu nedenle o dünya siyasetinde modern tabirle domine edilen (belirlenen) değil, domine eden (belirleyici) güç olmak zorundadır. Kendi ekonomik, politik güç ve imkânlarını buna göre geliştirmek, yeryüzünde barış ve adaletin tahakkuku (hayata geçirilmesi) yolunda seferber etmek zorundadır. Nihâî hedef ise evrensel barış ve adalet temelinde bütün insanlığın tek bir aile haline getirilmesidir. Dikkat edilirse Siyonizm, dünya nüfusu karşısında sayıca çok çok az bir nüfusa sahip olmasına karşılık dünya üzerinde paraya/finans sektörüne ve diplomasiye hâkim durumdadır. Sekiz milyar dünya nüfusunu geçtik, tüm dünyada yirmi milyonu bile bulmayan Yahudi nüfusu içinde bile Siyonistler sayıca çok az ama keyfiyetçe, yani özgül ağırlığı itibarı ile terazide sekiz milyarlık dünya nüfusuna ağır basan bir güç merkezi, daha doğrusu var olan güç merkezlerine hâkim ve onları yöneten, yönlendiren bir konuma sahiptirler. Gerçekte Siyonistler, yaratılış olarak bütün insanlardan üstün ve süper elitlerden oluşan bir üstün ırk, diğer uluslar yaradılışça onların bir altında, onlara köle ve hizmetçi olarak yaratılmış aşağı bir ırk mıdır? Yüce Allah insan bireylerine olduğu gibi insan ırklarına da farklı yetenekler vermiştir ama hiçbirini diğerinden üstün veya aşağı olarak yaratmamıştır (Bkz. Hucurat/13). Hiçbir ulusa da ırksal anlamda ve genetik yapı itibarı ile birine efendilik, diğerlerine kölelik yazmamıştır. Dolayısı ile Allah’ın verdiği akıl ve zekayı kullanmayarak bilimde, teknolojide, ekonomide, siyasette vb. geri ve güçsüz kalan, bu yüzden başka ulusların boyunduruğu altına giren uluslar Allah katında bu durumdan kendileri sorumludurlar. Allah hiçbir ulusa böyle bir kader yazmıştır. Bunun, öncelikle bilinmesi gerekir.

Buradan hareketle ne Siyonist İsrail’in ne de içinde yuvalandığı ABD, NATO, AB, BM gibi askeri; CFR, IMF, Bilderberg gibi uluslararası finans kapital devlerinin yenilmez olduğunu da düşünmemek gerekir. Göklerde ve yerde kuvvet birdir ve o kudret gökleri ve yeri yatan Allah’ın kudret elindedir (Bkz. Nur/42, Hadid/4, Fetih/7) ve Allah mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır (Âl-i İmran/26). Buradaki “Mülkü/egemenliği dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır.” ifadesini keyfilik anlamında değil, “Hak etmeyenden alır, hak edene verir.” şeklinde anlamak gerekir. “Bir millet, kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah o millete verdiğini değiştirmez.” (Bkz. Ra’d/11) ayeti de bu cümleden olarak düşünülmelidir. Yalnız buradaki “değiştirmez” ifadesinin hem iyi hem kötü anlamda olduğu unutulmamalıdır. Yani bir millet, millet olarak yozlaşmaya, fısk ve fesada, tembelliğe, miskinliğe, cehalete, zulme ve sömürüye prim vermez, yönetim emanetini ehil ellere verirse (Bkz. Nisa/58) Allah da o milleti durduk yerde zillet ve sefalete dûçar etmez, başka ulusların boyunduruğu altında bırakmaz. “Aksini yaparsa o zaman da özgürlük, bağımsızlık, izzet, şeref, dirlik esenlik, hak ve adalet nasip etmez.” şeklinde anlamak gerekir. İslam uluslarında ulusal siyasetler uluslar üstü bu ortak misyona uygun olarak belirlenmelidir. İslam velayet ilkesi gereği İslam ulusları bu ortak misyonun gereği olarak özellikle dışişlerinde birbirlerinden bağımsız karar alamazlar (Bkz. Âl-i İmran/28, Nisa/138-144 vb. ayetler). Onların işleri aralarında meşveret ve şûrâ iledir (Bkz. Şûrâ/38). Bu, Müslümanlar arasında bir ortak İslam parlamentosu oluşturulmasını gerekli kılar.

İslam parlamentosu, bu parlamentoda alınan kararların uygulamaya geçirilmesi ve özellikle Enfal/39 ve Bakara/193 ayetlerinin gereğini yerine getirecek ortak bir “İslam Ordusu”nu, ortak bir İslam BM’sini, AİHM benzeri ortak bir İslam Yüksek Adalet Divanını, İslam Ortak Pazarı ve İslam Ortak para birimi gibi yapılanmaları gerekli kılar.

Fakat İslam âlemi maalesef bu bilinçte değil ve onlar bu açıdan bakıldığında maalesef ölü bir bedeni andırmaktadır. Bütün Müslümanlar sorulduğunda Allah katında bütün ırkların, renklerin, soyların, boyların bir olduğunda Allahu Teâlâ’nın hiçbir ırk rengi, soyu, boyu diğerinden üstün yaratmadığında hemfikirdirler ama pratikte dünya sistemi ve onun patronu Siyonizm karşısında sergiledikleri zillet ve sefalet Siyonist İsrail faşizminin yukarıda belirttiğimiz seçkinci ideolojisine hak verdirir niteliktedir. İsrail’in global finans sektörüne, paraya ve diplomasiye hâkimiyeti, uluslararası dengeler içinde güç merkezi olmak, dolayısı ile dünya ülkelerinin siyasetlerine nüfuz ile onları yönlendirmek vb. anlamlarda dünya ulusları arasındaki konumu neyse bu konuma asıl Müslümanların sahip olması gerekiyor. Tek farkla ki Siyonistler bu konumlarını dünyayı sürüleştirmek, ulusların zenginlik kaynaklarını sömürmek, talan etmek, ülkeler arasında çıkardıkları savaşlarla onları köleleştirmek, dünya ülkelerinin siyasetlerini zayıflatarak onları güdümlemek için kullanırken Müslümanlar aynı gücü zalim, zorba ve emperyal güçleri gerek diplomatik gerek ekonomik gerekse askerî yollarla yola getirmek, mazlumlara ise kol kanat germek ve onları, diğerlerinin şerlerinden korumak için kullanacaklardır. Ancak ortalama Müslüman zihninde böyle bir melekenin bulunmadığını itiraf etmek zorundayız çünkü onların böyle bir Kur’an okuması yok ve (pek azı dışında) böyle bir Kur’ânî eğitim almamışlardır.

Bunun sonucu onlar, bu yazının ekseni konumunda olan Bakara/143 ve Âl-i İmran/110’da ümmete biçilen evrensel, ortak misyonun gereği olan ve bu yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız sorumlulukların bilincinde ve dolayısı ile o sorumlulukların gereğini yerine getirecek ne idrak, ne anlayış, ne vizyon ve ne de liyâkate sahip olmadıklarından üzerlerine çöken zillet ve meskenet ile boyunlarına geçirilen kölelik tasmasını taşımaya devam etmekte, boyunlarına vurulan boyunduruk ise hiçbir zaman boyunlarından inmemektedir ve bu zihniyet sürdükçe de inmeyecektir.

Vasat Ümmet, Ümmetin İnsanlığa Şahitliği, Peygamberin Ümmete Şahitliği (Bakara/193), En Hayırlı Ümmet Misyonu (Âl-i İmran/110), Emr-i bi’l-Maruf Nehy-i an’il-Münker ve Cihad:

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bkz. Bakara/143)

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var ama pek çoğu fâsık kimselerdir.” (Âl-i İmran/110)

Ümmet, takdir edileceği üzere çok uluslu bir yapı ve başlıkta belirtilen evrensel misyon için birbirine kenetlenerek tek ulus haline gelen bir uluslar konfederasyonudur. Bütün insanlığın tek bir aile hâline getirilerek yeryüzünde Firavun ve Karun benzeri tağûtî/şeytani yani kapitalist ve faşist sistemlerin yeryüzünden temizlenmesinin önderliğini ve merkezi karargâhını temsil eder. Allah’ın, Kur’an’da teşrii kıldığı yani yasa olarak belirlediği, Resûlünün insanlara tebliğ ettiği sistem budur. Dolayısı ile “Vasat Ümmet”, ümmetin insanlığa ve Reslün ümmete şahitliği ile tebliğ, davet ve cihad görevlerini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir.

İslam Birliği Neden Gerçekleşmiyor?

Bugün ümmetin başına çöreklenen şeytani siyasete “İslam Birliği neden gerçekleşmiyor?” diye sorulsa o, bunun için ipe sapa gelmez bin türlü mazeret sıralayabilir ve laf ebeliği yapabilir fakat dikkat edilirse problemin altında yatan asıl neden siyasi anlamda Bakara/143’te belirtilen “Vasat Ümmet” ve Âl-i İmran/110’da belirtilen “insanlar için seçilmiş en hayırlı ümmet’’ misyonunun bilinmeyişidir. Barış ve adaletin hayata hâkim kılınması ve bunun için de ehliyet ve liyâkat sahibi yöneticilerin iş başına getirilmesini esas alan İslam (Bkz. Nisa/58,59) öte dünyayı da onun üzerine bina eder. Yani öte dünyayı kazanmak, bu dünyada barış ve adaletin hayata hâkim kılınması için çalışanlarla zulmü ve fesadı hâkim kılmaya çalışanlar arasındaki mücadelede nerede durduğunuza göre belirlenecektir. Diğer bir ifade ile bu dünyaya ne artı değer kattığınıza, katılmasına hizmet ettiğinize göre belirlenecektir. Müslümanlar ise bu Kur’an gerçeğinden habersiz Kur’an’ı salt ölülerin ruhuna okumakla, hatimlerle, salt dualar ve ibadetlerle, mevlitlerle, takke ile, tesbihle, sarıkla, sakalla cenneti kazanacaklarını sanmaktadırlar. Müslümanlar hayata son derece dar açıdan bakmakta, aşiretçi, kabileci, “ayrılıkçı ulusçu”, mezhepçi derebeylik zihniyetinin ötesine geçerek evrensel bir bakış açısına uzanamamaktadır. İslam alemindeki dağınıklık, yozluk, zillet ve meskenet, birbirlerine ırkçı, kabileci, aşiretçi vs. yaklaşımlar da İslam Birliği davasının önündeki engeller olarak karşımızda durmaktadır. Bu engellerin öncelikle zihin plânında bertaraf edilmesi gerekir. Her şeyden önce Rabbimiz böyle istemektedir. Bunu bilmemiz gerekir. Rabbimiz bunu yeryüzünün selameti için istemektedir. O, İslam ümmetini yeryüzün selameti, barış ve adaletin tüm yeryüzüne hâkim olmasında dünya uluslarına öncülük ve rehberlik etmek için seçmiş ve görevlendirmiştir. Bu cümleden olarak Müslümanlar, en az İsrail’in kendi seçilmişliğine iman ettiği kadar İslam ümmetinin seçilmişliğine iman etmiyor ve onun gereği olan aşk ve heyecana sahip olmadıkları ve azimete sarılmadıkları sürece bir avuç Siyonistin karşısında yenilmeye ve ezilmeye devam edeceklerdir.

İslam ümmeti barışı, adaleti, huzur ve güvenliği, refah ve kalkınmayı, bilimi, teknolojiyi önce kendi içinde hayata hâkim kılacak ki insanlık âlemine bu konuda model olsun. Bu ülkü ve ideal, bugünden geleceğe baktığımızda çok uzak bir hayal gibi görünebilir ama olsun; Rabbimiz, bunu böyle emrediyor. O, öyle emrediyorsa doğrusu budur. Rabbimiz böyle emrediyorsa biz kafamızdaki “Olmaz ve olamaz!” şeklindeki tereddütleri bir yana bırakarak olması için kolları sıvayıp maddî-manevi bütün gücümüzü o hedefe doğru kanalize edeceğiz. İman budur. İman, zihnimizin “Olmaz!” dediği şeyleri bir yana bırakarak (Çünkü bunlar şeytandan Siyonizm ve onun emrindeki dünya emperyalistlerinin kendi mutfaklarında üretip bize yutturduğu dolmalardır!) Rabbimizin “Olur ve olmalı!” dediği şeye odaklanmaktır.

Bu bağlamda İslam Birliği, Müslüman olmayan dünyaya karşı teo-faşist bir cepheleşme ve yapılanma değildir. Bu cümleden olarak İslam Birliği’nin nihâî hedefi “İnsanlığın Birliği”dir. Diğer bir ifade ile her türlü ırk, renk ve sınıf ayrımını bir kenara bırakarak bütün insanlığın tek bir aile hâline gelmesi/getirilmesidir. Bunun yolu da yeryüzünü acı, kan ve göz yaşına boğan Siyonizm’in kontrolündeki emperyal, sömürgeci, ırkçı/faşist, zorba tüm dünya egemenlerinin küresel vesayet ve tahakkümlerine son verilmesi, bu sûretle bütün insanlığın tek bir aile hâline getirilerek barış ve adaletin tüm yeryüzünde hâkim kılınmasının önündeki engellerin kaldırılmasıdır. İslam Birliği ve İslam Ümmeti bu nihâî hedefe giden yolda dünya mazlumlarının önderliğini temsil eder. Allah ve Resûlünün Kur’an’da insanlık için çizip görev ve sorumluluk olarak bizim omuzlarımıza yüklediği plân budur. Bu yüce insanlık davasını bu fani dünyanın şeytani siyasetleri ile kirletmek ve dünya mazlumlarının umutlarını karartmak gökleri ve yeri yaratan Allah’a ve onun kutlu Resûlüne karşı işlenen en büyük suç olup Allahu Teâlâ bu suçun hesabını dünyada İslam ümmetini dünya egemenlerinin eline vererek, ahirette ise cehennem ateşine yaslamak sureti ile muhakkak soracaktır.

Dolayısı ile İslam ümmeti bu fani dünyanın makam, mevki, dünyevî izzet ve ikbal, kendi dünyevî ikbalini dünya egemenlerinin işbirlikçiliğinde gören, bunun için Allah’ın ayetlerini az bir menfaat karşılığında satan* bu dünyanın kirli şeytani siyasetlerine karşı evrensel barış ve adaleti gaye edinen ve ona kilitlenmiş Rahmani siyaseti muhakkak sûrette inşa etmekle yükümlüdür. Dünyanın bütün mazlum milletleri fevc fevc (dalga dalga) Allah’ın dinine (İslam’a) bu kapıdan gireceklerdir (Bkz. Nasr/1-3).

*Kur’an’da dünya menfaati ahirette Allahu Teâlâ’nın mü’minlere bahşedeceği zenginlik karşısında az bir meta olarak ifade edilmiştir. (Bkz. Bakara/41)

Kıbleyi Nasıl Anlamamız Gerekiyor?

Ayetin devamında Hz. Resûl’ün kıble konusunda bir tereddüt yaşadığına yer veriliyor. Önceleri Yahudilerin de kıblesi olan Kudüs’ün Müslümanlarca da kıble olarak benimsenmesini İslam inancının önceki kitaplar ve o kitapları getiren elçilere (ilke olarak) imanı içine alması, İslam inancının Resûl Muhammed’den önceki peygamberlerin her birinden diğerine intikal eden ortak Risâlet mirasının takipçisi olmasına bağlamak, Kur’an bütünlüğü içinde tutarlı görülüyor. Dikkatli Kur’an okuyucuları bunu teslim edeceklerdir.

Buradan kıblenin, salt fiziki bir yönelişten ibaret olmayıp tarihteki Allah elçilerinden devredip gelen ve Fatiha sûresinde “Rabbim, bizi dosdoğru yola ilet!” şeklinde ifadesini bulan (Bkz. Fatiha/7) Kur’an’daki orijinal ifadesi ile “Sırât-ı Müstakîm”e yönelmeyi temsil eder. Dolayısı ile kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilmesini de Ehl-i Kitab’ın Hz. İbrahim’in dinî mirasını tahriflerine karşı bir cevap ve bu sûretle dinin yeniden İbrahimî orijinine iadesi olarak anlamak gerekiyor (Bkz. Âl-i İmran/64-91). Bu tahrifatla birlikte tahrifata son verip dini yeniden asli orijinine iade edecek bir elçinin (Hz. Muhammed) geleceği ise Hz. İbrahim’in Kenan’dan Hicaz’a hicreti ve Mekke’de oğlu İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa etmesi, söz konusu bu tahrifat ve tahrif edilen Risâlet mirasının Hz. Muhammed ve onun izleyicileri yani İslam ümmeti tarafından aslına iadesinin önceden haber verilmesi anlamına gelmektedir (Bkz.Bakara/127, 129).

Kur’an, bu konu ile ilgili bilgilerin Ehl-i Kitab’ın elindeki kaynaklarda sansürlenmiş olarak bulunduğunu belirtir (Bkz. Bakara/146,147). Buradan da anlıyoruz ki kıble sadece bir ibadeti yerine getirmek ve ibadetimizin kabul edilmesi için yöneldiğimiz fiziki bir mekân olmayıp herkesin kendi dini, inancı, dünya görüşü, dahil olduğu medeniyet ve benimsediği ideolojisi vs. onun kıblesi olmaktadır (Bkz. Bakara/148). Dolayısı ile namazda Kâbe’yi kıble edinmek bu “kıbleler kaosu” içinde savrulmadan her türlü tahrifat ve çarpıtmalardan arınmış dosdoğru bir İslam anlayışı üzerinde olmakla aynı anlama gelmektedir (Bkz. Fatiha/7, Zuhruf/43, Fussilet/30,32). Buradan hareketle namazlarda maddi ve fiziki anlamda kıbleye yani Mekke’ye ve Mescid-i Harâm’a yönelmemiz dinde “Sırât-ı Müstakîm” yani “dosdoğru yol” üzere olmamızı temsil etmektedir. Eğer dinde “dosdoğru yol” yani “Sırât-ı Müstakîm” üzere değilsek sadece fiziki ve maddi anlamda Mekke’ye ve Mescid-i Harâm’a yönelerek namaz kılmak, namazı da fesada sokan içi boş bir ritüele dönecektir. Zaten çok büyük kitleler namazda okudukları sûre ve duaların anlamını bilmeden kıldıklarından namaz, oradan bir yara alıyor. Anlamını bilenler ise üzerinde düşünüp akletmediklerinden onlar da o nedenle doğru istikameti yakalayamadıklarından İslam ümmeti çobansız bir sürüye dönmektedir.

Tekrar belirtecek olursak İslam ümmeti yeryüzünün rehber, öncü, önder ve lider ümmetidir. Yani İslam inancı bunu gerektirmektedir. İslam ümmeti kendisi dışında hiçbir dünya gücünün kontrol ve güdümünde olamaz. Aksi halde “Sırât-ı Müstakîm” üzerine olmanın bir anlamı kalmaz. Her şeyden önce İslam Ümmeti dediğimiz toplum, çok uluslu yani enternasyonal bir toplumdur. Ümmet, modern anlamda İslam enternasyonalizmini temsil eder. Dolayısı ile ümmeti oluşturan uluslar her biri ayrı ayrı gidip dünya egemenleri ile iş tutamaz. Ayette “Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmesinler!” buyurulur (Bkz. Âl-i İmran/28). “Onlar, birbirlerine şefkatli ve merhametli, kâfirlere karşı sert ve heybetlidirler.” (Bkz. Fetih/29) Misyonlarını yerine getirmek için ekonomik, askeri, siyasi bütün imkanlarını bir araya getirmek zorundadırlar. İşleri aralarında meşveret ve şûrâ iledir (Bkz. Şûrâ/38). Bu ayetlerde bahsedilen kâfirlerin yeryüzünde fitne ve fesat peşinde koşan dünya egemenleri kâfirler olduğunu belirtelim. Yoksa Kur’an barışçı kâfirlerle insani ilişkiler geliştirmeye karşı değildir (Bkz. Mümtehine/8).

Sonuç olarak Mü’minler, her biri diğerinden kopuk dağınık ve örgütsüz ve keyfi takılamazlar, birbirlerinden kopuk bir şekilde ve kâfirlerle iş tutamazlar. Birbirleri ile iş tutmak zorundadırlar Buna “velayet” diyoruz. İslam inanışına göre yeryüzünde barış ve adalet ancak İslam’la yani İslam’ın yol göstericiliği ile hâkim olur. Kur’an, mü’mini bu misyona hazırlayan ve ona bu misyonu yerine getirmekte ruhsal ve zihinsel liyâkat sağlayan bir okul işlevi görmektedir. Mü’minler bu donanıma, imana, ehliyet ve liyâkate sahip idarecileri iş başına getirmek zorundadırlar (Bkz. Nisa/58, 59). Aksi hâlde yeryüzünde vukû bulan bütün zulümler, haksızlıklar, adaletsizliklerin; acı, kan ve gözyaşının vebaline ortak olurlar.

Rabbim, bizleri Sırât-ı Müstakîm üzerine hidayet eylediği kullarından eylesin!

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

7 Ekim’den Bugüne: Bir Yılın Muhasebesi

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023 tarihinde bölgemizde büyük olasılıkla geri dönüşü olmayacak bir dönem başladı. Bugün, tam bir yıl sonra, Gazze’yle birlikte Lübnan’ın da savaşın bir cephesine dönüştüğü, Batı Şeria’da büyük bir altüst oluşun yaşandığı; Yemen, Irak ve Suriye’nin düşük yoğunlukla da olsa savaşın içinde olduğu; İran’ın da doğrudan müdahil olmaya başladığı olağanüstü bir sürecin içindeyiz ve yakın dönemde çatışmasızlık ortamının oluşmasını beklemek için fazla bir sebep yok. Bir yıllık süreç, 1948’den beri benzeri görülmemiş bir insani yıkım meydana getirdi ve İsrail tüm bu altüst oluş sürecinden kalıcı kazanımlarla çıkmaya çalışıyor. Ne var ki çatışmaların ne zaman son bulabileceğini öngörmek zor olduğu gibi, nasıl bir nihai sonuç üreteceğini de öngörmek kolay değil. Hemen hemen kesin olan bir şey varsa, 7 Ekim 2023 öncesi statükoya dönülmeyeceğidir.

Aksa Tufanı neden başladı?

Filistin direnişinin Aksa Tufanı olarak adlandırdığı harekatın sebepleri üzerine bugüne kadar pek çok değerlendirme yapılmış olsa da bazı temel hususların yeniden altını çizmek gerekiyor.

İsrail rejimi 2005 yılında, artık yönetemez hale geldiği Gazze Şeridi’nden çekilmek zorunda kaldığında, 38 yıl sonra ilk kez Filistin topraklarının bir parçası özgürleşmişti. Ancak kısa süre sonra bir siyasi altüst oluş başladı. Nitekim 2006 yılında yapılan demokratik seçimlerden birinci çıkan Hamas’a ilk darbe El Fetih hareketi tarafından vurulmuş, Filistin Yönetimi’ni bırakmak istemeyen hareketin Hamas’la yaşadığı ve kan dökülmesine de sebep olan iç krizin ardından 2007 yılında işgal altındaki Batı Şeria’nın El Fetih, özgür Gazze’nin ise Hamas tarafından yönetildiği bir denklem oluşmuştu. Ne var ki İsrail, bu yeni durumun oluşmasından hemen sonra, ABD ve başka Batı ülkelerinin de tam desteğiyle Gazze Şeridi’ni denizden, karadan ve havadan abluka altına aldı. Dahası, 2008 sonu/2009 başında 22 gün boyunca, 2012 yılının kasım ayında 8 gün boyunca, 2014 yazında ise 52 gün boyunca Gazze’ye büyük çaplı saldırılar düzenlendi. Tüm girişimlere rağmen Gazze teslim alınamadı ve halk direnişe isyan etmedi. Ancak Gazze günden güne yaşanamaz hale geldi ve 2 milyondan fazla insanın yaşadığı 360 kilometrekarelik bir açık hava hapishanesine dönüştü.

Gazze’deki statükonun ilanihaye sürdürülmesi mümkün değildi. Üstelik İsrail eş zamanlı olarak Batı Şeria’daki işgalini de derinleştiriyor ve ilhak plânları yapıyor, Kudüs’ü Arapsızlaştırma çabalarını hızlandırıyor ve Mescid-i Aksa’nın kutsallığını çiğniyor, çıkardığı yeni kanunlarla 1948 sınırları içinde yaşayan Filistinli Araplar üzerindeki apartheid baskısını arttırıyordu. Tüm bu çabalarında birkaç sözlü çıkış dışında dünyadan hiçbir tepki ve engelle karşılaşmayan İsrail, bir yandan da bölgenin yeni keşfedilen doğalgaz kaynaklarına el koymak için bir yol haritası geliştiriyordu. Arap rejimleri ise yarım asırlık utanç verici duruşlarını yeni bir boyuta taşıyarak, birer birer normalleşme anlaşmaları imzaladığı İsrail’le ikili ve çoklu işbirliklerine girişiyordu. Filistin boğuluyor, Filistin halkı ve davası unutuluyor ve gündemden düşürülüyordu.

İşte Aksa Tufanı tüm bu koşullarda başladı. Mısır ve Suriye’nin İsrail’e sürpriz bir saldırı düzenlediği 1973 tarihli Yom Kippur Savaşı’nın ellinci yıldönümünde, direniş güçleri sınırı aşarak İsrail güçlerine bir dizi saldırı düzenledi, hatta bir süreliğine bazı bölgelerin kontrolünü ele geçirdi.

Dünya medyasının iddia ettiğinin aksine, 7 Ekim saldırılarında ölenlerin 373’ü asker ve istihbarat görevlisiydi ve bunların önemli bir kısmı Gazze’yi en iyi bilen birimlerdendi. 695 sivilin ise önemli bir bölümü İsrail ordusunun açtığı ateşle ölmüştü. Nitekim kısa süre içinde ortaya çıkan çok sayıda video görüntüsü ve tanıklık, saldırının şokunu yaşayan İsrail ordusunun Hannibal Direktifi’ni uygulamaya soktuğunu göstermektedir. Bu direktife göre ne pahasına olursa olsun ve bedeli ne olursa olsun İsraillilerin düşman bir güç tarafından esir alınmasına izin verilmemelidir. Bu sebeple İsrailli askerleri ve yerleşimcileri esir almaya çalışan direniş unsurları makineli tüfeklerle, helikopter atışlarıyla taranmış, hatta direnişçilerin ilerlediği kibbutzlar tanklarla vurulmuş, bu büyük çaplı eylemler neticesinde Hamas üyeleriyle birlikte yüzlerce İsrailli de ölmüştür.

İsrail’in yanıtı: soykırım

Hannibal Direktifi’nin uygulanmasına rağmen direniş güçleri, aralarında üst düzey subayların da olduğu iki yüzden fazla İsrailliyi esir alarak Gazze’ye götürmeyi başardı. Amaç İsrail’i bir esir takasına zorlamaktı; nitekim Aksa Tufanı’nı doğuran faktörlerden biri de İsrail’in keyfi ve kitlesel tutuklamalarıyla hapishanelerin binlerce Filistinliyle doldurulmuş olmasıydı. Ne var ki Netanyahu liderliğindeki İsrail yönetimi ilk saatlerden itibaren Gazze’ye tüm gücüyle saldırma yoluna gitti ve apaçık bir şekilde, kendi vatandaşlarını da gözden çıkardı. İşgal ordusunun Gazze’de “insansı hayvanlarla” savaştığı söylendi ve bazı Tevrat ayetlerine de referansla, Gazze’nin içindeki herkesi ve her şeyi yok etme isteği ve yönelimi açıkça ortaya konuldu.

Gerçekten de ilk günlerden itibaren elektrik, su, yiyecek, yakıt ve ilaçtan mahrum bırakılan Gazze’de hedef olmayan hiçbir şey ve hiçbir yer kalmadı. Okullar, hastaneler, Birleşmiş Milletler yerleşkeleri, cami ve kiliseler, yemek ve su dağıtım noktaları, hatta yerinden edilen sivillerin oluşturduğu araç konvoyları ve sonraki aşamalarda çadırkentler dahi sistematik olarak hedef alındı. Tam da Netanyahu’nun gönderme yaptığı “Amalekler” vakasında olduğu gibi, atlar, eşekler ve kedilerin bile kasten ve keyfi şekilde öldürüldüğünü gösteren sayısız görüntü mevcut. İsrail güçleri tarafından tam 17 defa mezarlıklar bile vuruldu ve tahrip edildi. Çoğu kadın ve çocuk olmak üzere en az 42 bin (muhtemelen bundan çok daha fazla sayıda) insan hayatını kaybetti; bunların içinde sığındıkları hastanelerin avlularında tankla ezilenler ve diri diri gömülenler de bulunuyor.

Filistin tarihinde eşi benzeri görülmeyen bu fiiller, hukuki anlamda bir soykırımın bütün özelliklerini taşımaktadır ve İsrail liderleri eninde sonunda bu soykırım sebebiyle hesap verecektir.

Amaç neydi ve başarılı oldu mu?

İsrail’in bir yıldır devam eden soykırım saldırıları bir yanıyla çocuklar dahil tüm Gazze nüfusuna toplu cezalandırma uygulama ve bir daha yeni bir 7 Ekim’e girişmemeleri için “unutamayacakları bir ders verme” amacına matuf olarak gerçekleşti. Ancak Netanyahu ve ekibinin tek amacı bu değildi. Varlığını etnik temizlik yoluyla inşa etmiş ve sonraki dönemlerde de aynı yoldan konsolide etmiş olan İsrail, en başından beri Gazze’deki Filistinli nüfusu Mısır’a doğru sürme ve/veya Gazze Şeridi’ni tamamen yaşanamaz hale getirerek halkı “kendi isteğiyle” gitmeye zorlama amacı da güttü. Ne var ki tarihlerinden yeterince ders çıkaran Filistinliler topraklarına sımsıkı tutundu. Şu anda, yaşamsal ihtiyaçların neredeyse hiçbirinin karşılanamadığı Kuzey Gazze’de bile on binlerce Filistinli, bölgelerinden ayrılmamış durumda.

İsrail’in elbette başlıca amaçlarından biri de Filistin direnişinin Gazze’deki varlığına kalıcı olarak son vermek ve bölgenin mümkün olan en geniş kısmında askeri kontrol sağlamaktı. Ne var ki meydana getirdikleri büyük yıkıma rağmen, bir yıllık sürecin sonunda Gazze’nin çoğunda kontrol sağlayamadılar ve kontrol sağladıklarını söyledikleri mahalle ve bölgelerin bir kısmından geri çekilmek zorunda kaldılar.

Bugün Gazze’nin bir kısmının işgal edilmiş olduğu ve bunun uzun süreli olabileceği doğruysa da İsrail’in başlangıçtaki hedefleriyle bir yılın sonunda sahada elde edebildikleri arasında bir uçurum bulunmaktadır.

Gazze’ye uzanan dayanışma elleri

Son derece çetin geçen bu bir yıl boyunca, Gazze’ye bölgenin ve dünyanın pek çok yerinden dayanışma elleri uzatıldı. Bundan kastımız Gazze’ye sınırlı bir ölçekte girebilen – ve elbette son derece önemli ve hayati olan – insani yardımlardan ibaret değil. Yine aynı şekilde son derece önemli ve değerli olan, ancak tek başına bir etki üretmeyen protesto gösterilerinden de daha fazlasından söz ediyoruz.

İsrail bugüne kadar işlediği suçları, bedel ödemediği ve yaptırımla karşılaşmadığı için işleyebildi. Bu sebeple 7 Ekim sonrasında boykot ve yaptırım çağrıları daha da elzem hale geldi ve önemli sonuçlar da elde etti. Sayısız kurum ve kuruluş, İsrailli partnerleriyle olan işbirliklerini sonlandırdı. İsrail ekonomisi ciddi ve ağır darbeler aldı. Aynı zamanda İsrail’in ve kurumlarının tecrit edilmesi yönünde önemli mesafeler kaydedildi ve 1948’den beri belki de hiç görülmemiş derecede İsrail’in varlığının ontolojik temelleri sorgulanır hale geldi.

Tüm bunların yanında, dünyadan gelen ateşkes çağrıları kayıtsızlık ve oyalamayla karşılanırken bölgedeki pek çok başka direniş gücü, İsrail’i, Gazze saldırılarını durdurmaya zorlayacak doğrudan eylemlere girişti. İşgal ordusu ve altyapısı, Yemen’den, Suriye’den, Irak’tan ve İran’dan hedef alındı. En büyük askeri çaba ise kuzeyde yeni bir cephe açarak İsrail güçlerini bölmeyi ve yıpratmayı hedefleyen Lübnan Hizbullah hareketinden geldi. 8 Ekim’den başlayarak çatışmaların yoğunluğu giderek arttı ve hareket, genel sekreteri Hasan Nasrallah da dahil olmak üzere çok sayıda yöneticisini ve yüzlerce kadrosunu Filistin halkı ve davası uğruna feda etti.

Bugün, sürecin bir bölgesel savaşa dönüşme ihtimali giderek artarken, Gazze’yi ve orada yaşama tutunmaya çalışan 2 milyondan fazla Filistinliyi unutmamak gerekiyor. Diğer yandan Gazze’nin kaderinin başta Lübnan olmak üzere bölge halklarının kaderiyle ortaklaştığını da görmek gerekiyor. Önümüzdeki süreç büyük bir ihtimalle ya yıkımın bölgeselleşmesiyle ya da bölge halklarının güç birliğine giderek İsrail’e gerçek bir yenilgi yaşatmasıyla sonuçlanacaktır.

Devamını Okuyun

Yazılar

İsrail ve Gazze’de Yaşananlar Hakkında Bilmeniz Gereken 5 Şey (çeviri)

Yayınlanma:

-

7 Ekim’de Gazze’deki Filistinliler İsrail’de en az 1.200 İsraillinin ölümüne, binlercesinin yaralanmasına ve 240 kişinin rehin alınmasına yol açan saldırılar düzenledi. İsrail derhal Gazze’ye operasyon başlattı. O tarihten bu yana Gazze’de 40 binden fazla Filistinli öldürüldü.

İsrail ayrıca Gazze’yi hermetik kapatma altına alarak gıda, su, yakıt, elektrik, tıbbi malzeme ve diğer mallara erişimi engelledi. Sonuç olarak insanlar açlık ve hastalıktan ölüyor. Bugün Gazze, her geçen gün daha da kötüleşen bir soykırım ve eşi benzeri görülmemiş bir insani krizle karşı karşıya!

Batı Şeria’da da İsrailli yerleşimcilerin saldırıları, toplu tutuklama kampanyaları ve askeri baskınlar arttıkça Filistinlilere yönelik şiddet de tırmanışa geçti. Batı Şeria’da en az 652 Filistinli öldürüldü ve yüzlercesi de yaralandı.

AFSC, öldürülen herkes için yas tutmakta ve esir tutulan tüm sivillerin barışçıl bir şekilde serbest bırakılması çağrısında bulunmaktadır. Tarihimiz boyunca olduğu gibi, şiddetin her türlüsüne karşı duruyoruz. Bu şiddeti sona erdirmek ve adil ve kalıcı bir barış inşa etmek için gereken değişiklikler için çalışmalarımızı sürdüreceğiz.

Durumu ele almak için, bu şiddetin gerçekleştiği bağlamı anlamak önemlidir. İşte bilmeniz gereken beş şey:

1. Şiddet, Gazze’den gelen saldırılarla başlamadı!

Saldırılardan önce bile 2023 yılı Filistin’de son on yılın en şiddetli yıllarından biriydi. Eylül ayı sonuna kadar 47’si çocuk olmak üzere en az 247 Filistinli, İsrail askerleri ve yerleşimciler tarafından öldürüldü. Aynı dönemde İsrailli yerleşimciler Filistinlilere ve Filistinlilere ait mülklere 800’den fazla saldırı düzenledi. Ayrıca 1.100’den fazla Filistinli, evlerinden zorla göç ettirildi.

Bu eylemler, İsrail’in toprak gaspı, kitlesel tutuklama kampanyaları, Filistin şehirlerine yönelik askeri saldırılar ve Mescid-i Aksâ üzerindeki Filistin kontrolüne yönelik tehditlerin arttığı bir bağlamda meydana geldi.

İsrail’deki aşırı sağcı Netanyahu hükümeti, iktidara geldiğinden bu yana Filistinli topluluklara yönelik şiddeti tırmandırırken Filistinlilerin bağımsızlığı ya da eşitliği ihtimalini de reddetti. Yerleşimci liderler şu anda İsrail’de hakimiyeti ellerinde tutuyor ve Batı Şeria’yı ilhak etme yönünde somut adımlar atarken Filistinlileri, Batı Şeria’nın çoğundan çıkarma çabalarını ilerletiyorlar.

Filistinliler için şiddet benzersiz, günlük bir gerçekliktir!

2. Gazze, 16 yıldır şiddetli bir abluka altında!

Gazze halkı, 16 yılı aşkın bir süredir İsrail’in uyguladığı ve iki milyondan fazla sakininin seyahat, ticaret ve günlük yaşamını ciddi şekilde kısıtlayan bir abluka altında yaşıyor. Sonuç olarak bu ablukanın şu anda devam etmekte olan genişletilmiş kuşatmadan önce bile etkileri acımasız olmuştur:

– Gazze’deki insanların %80’i hayatta kalabilmek için uluslararası yardıma muhtaç,

– Nüfusun %50’sinden fazlası işsiz,

– Hastanelerde ihtiyaç duyulan malzeme ve ilaçların %40’ı sürekli olarak tükenmektedir,

– Gazze’deki suyun yaklaşık %96’sı içilemez durumda,

– Elektrik sadece ara sıra sağlanabilmektedir.

Abluka, Gazze’deki tüm Filistinlilerin yaşamlarını ve sağlıklarını ciddi şekilde etkilemektedir. Yetersiz beslenme nedeniyle çocukların büyümesi engelleniyor. Filistinliler tıbbi bakıma erişemedikleri için ölüyor. Hareket kısıtlamaları nedeniyle aileler birbirinden ayrılıyor.

Abluka, şiddet yoluyla uygulanıyor. İsrail ordusu her hafta Gazze’ye girmekte, İsrail güçleri her gün Gazze’ye ateş açmakta ve düzenli olarak Gazze’yi bombalamaktadır.

İsrail’in Gazze’deki askeri eylemleri yıllar boyunca binlerce Filistinlinin hayatına mal oldu. 1 Ocak 2008 ile 19 Eylül 2023 tarihleri arasında 1.206’sı çocuk olmak üzere 5.365’ten fazla Filistinli öldürüldü.

İsrail’in Gazze’ye yönelik önceki saldırılarının ardından ablukanın hafifletileceği ya da sona erdirileceğine dair sözler verilmişti ancak abluka, Gazze’deki Filistinliler için ölümcül etkisiyle devam ediyor.

3. Uluslararası hukuk uyarınca hem Filistinlilerin hem de İsraillilerin şiddet kullanma konusunda sınırlı yasal hakları vardır. Ancak şiddet, adil ve kalıcı bir barış getirmeyecektir.

ABD hükümeti defalarca, Ukrayna’da olduğu gibi yabancı askeri işgal altında yaşayan insanların işgallerine askeri olarak direnme hakları olduğunu söylemiştir. Filistinliler de aynı hakka sahiptir. Aynı zamanda, işgale karşı direnme hakkını düzenleyen savaş yasaları da bu hakkı sınırlandırmakta, 7 Ekim’de olduğu gibi sivillere yönelik saldırıları ve diğer savaş suçlarını yasaklamaktadır.

Aynı savaş yasaları, İsrail de dahil olmak üzere işgalci güçler için yükümlülükler ortaya koymakta ve eylemlerini sınırlandırmaktadır. İsrail; on yıllardır Filistinlilere karşı uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerini sistematik olarak ihlal etmiş, Filistinlilerin haklarını çiğnemiş ve kontrol ettiği bölgelerde bir apartheid sistemi uygulamıştır. Sivillere ve sivil hedeflere yönelik saldırı yasağı İsrail için de geçerlidir.

Bir Quaker örgütü olarak AFSC her türlü şiddete karşıdır ve şiddetin sona ermesi için çalışır. Şiddetin daha fazla şiddetle son bulmayacağını biliyoruz. Değişimi sağlamak için tarihi ve süregelen Filistinlilerin yerinden edilmesi, işgal ve apartheid gerçeği de dahil olmak üzere çatışmanın köklerini ele almalıyız.

4. ABD, İsrail hükümeti tarafından işlenen adaletsizlik, eşitsizlik ve şiddeti finanse etmekte, silahlandırmakta ve desteklemektedir!

ABD, Filistinlilerin haklarını sistematik olarak ihlal eden İsrail’e on yıllardır sınırsız destek vermektedir. Uluslararası insan hakları örgütleri İsrail’in Filistinlilere karşı apartheid uyguladığı konusunda hemfikir olmalarına rağmen ABD, İsrail’e her yıl 3,8 milyar dolar askeri yardımda bulunmaktadır. Mevcut İsrail hükümetinin bir Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkmasına ve Filistin topraklarını rekor oranlarda ele geçirmesine rağmen, ABD hükümeti başbakan Netanyahu ve müttefikleriyle yakın ilişkiler kurmaya devam etmektedir. ABD vatandaşı Filistinliler de dahil olmak üzere İsrail’in Filistinlilere yönelik rekor düzeydeki şiddetine rağmen ABD, İsrail’e cezasızlık sunmaya ve hesap verebilirlik çabalarını engellemeye devam ediyor.

Bu hesap verebilirlik eksikliği ve Filistinlilerin uluslararası toplum tarafından terk edildikleri hissi, son dönemdeki şiddeti anlamak açısından önemlidir. Şiddetin sona ermesi için ABD politikasının değişmesi gerekmektedir. İsrail hak ihlallerinden sorumlu tutulmalı ve apartheid sistemi sona ermelidir.

5. Değişime yardımcı olmak için harekete geçebilirsiniz!

Şiddetin durdurulması ve işgalin sona erdirilmesinde herkesin oynayabileceği bir rol vardır. İşte şu anda yapabileceğiniz birkaç şey.

Kongre’ye seslenin: Gazze’de ateşkes ve insani erişimin hemen sağlanması için çağrı yapın! İsrail’in uluslararası insani ve insan hakları hukukuna uyması konusunda ısrarcı olmalarını ve İsrail’in Gazze’yi bombalamasına son vermek için kalıcı bir ateşkes çağrısında bulunmalarını isteyin.

Gazze’deki insani yardım çabalarına bağışta bulunun! AFSC, Gazze’deki ofislerimiz aracılığıyla, çok fazla ihtiyaç ve savunmasızlıkla karşı karşıya olan Filistinlilere destek ve yardım sağlamaktadır. Şu anda alınan bağışlar, devam eden saldırılardan etkilenen bireyleri ve aileleri desteklemek için kullanılacaktır.

Apartheid-Free kampanyasına katılın! Bu saldırıların sona erdirilmesi bir ilk adımdır ancak yeterli değildir. Kalıcı bir değişim için İsrail ve Filistin’deki şiddetin kökeninde yatan işgal, apartheid ve yerleşimci sömürgeciliği sistemlerinin sona ermesi gerekir. Adil ve kalıcı bir barışın gerçekleştirilebilmesi için bu şiddet sistemlerinin sona erdirilmesi amacıyla AFSC’ye nasıl katılabileceğiniz hakkında daha fazla bilgi edinin.

Kaynak: afsc.org

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

12 Eylül Dipdiri

Yayınlanma:

-

12 Eylül, temel hedefleri itibariyle canlılığını koruyor.

12 Eylül askeri darbesinin egemen dünya düzenini yerelde tahkim eden rolü yıllar içinde daha iyi anlaşıldı. Asker-sivil koalisyonuyla darbe süreci kurucu rolünün hakkını vermiş, hedeflerini uzun yıllara yayılan başarısıyla gerçekleştirerek enteresan bir tarihsel aşama örneği sunmuştur.

Tanzimat Fermanı ile küresel kapitalizme dâhil olma kararı veren Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kesiksiz akış, onarıcı darbelerle tehlikelerden azade kılınmıştır. Azgın sermayenin önündeki bilumum engelin kaldırıldığı neoliberal aşamasıyla kapitalizm, bâkir coğrafyalara dizginlerinden boşanan bir hız ve ihtirasla dalmıştır.

Şili’deki Pinochet darbesinin tıpkı basım benzer bir örneği olarak gerçekleşen 12 Eylül darbesi, yakın dönemlerinde bütün dünyada gerçekleşen neoliberal dönüşümün yereldeki kolaylayıcısıydı. Kapitalizmin krizini aşmayı hedefleyen 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi mevcut koşullarda mümkün olmadığından sert bir yönetim ihtiyacına cevap olarak askeri darbe geldi.

12 Eylül’ün kapitalizmi himayesi iki koldan gerçekleşmiştir. Yükselen işçi hareketleri hedef alınmış, sendikal mücadele ve sosyalist örgütlenmeler baskılanıp önemli ölçüde dağıtılmıştır. Sol-sosyalist çizgi, 12 Eylül’de aldığı darbenin tesirinden hâlâ kurtulabilmiş değildir. Neredeyse bütün dünyada eş dönemli olarak gerçekleşen neoliberal saldırı[1] farklı coğrafyalarda benzer sonuçlar doğurmuştur.

24 Ocak kararlarının açtığı yarık giderek büyümüş, halkı ve coğrafyasıyla bütün bir ülkeyi yoksulluk ve yağma düzenine teslim etmiştir. Kim ne derse desin 24 Ocak-12 Eylül hattının şampiyonu 22 yıllık AKP iktidarıdır. Her ne kadar Turgut Özal’ın önce 24 Ocak kararlarını ilan eden hükümetin program hazırlayıcısı sonra da kararları sert bir şekilde uygulayan darbe hükümetinin başbakan yardımcısı olarak başlayan ve Anavatan Partisi ile iktidar olarak süren yaldızlı imajının dönemsel popülaritesinden bahsedilebilirse de istikrarlı hükümetler kuran AKP’nin 24 Ocak kararlarının ruhuna iman etmiş yaygın ve kalıcı neoliberal politikalarının eline kimse su dökemez!

Neoliberal saldırganlığın Türkiye özelindeki başarısı ancak bazı siyasal, kültürel, dini ve sosyolojik müdahalelerle mümkün olabilirdi.

12 Eylül darbesinin önemli ölçüde yenilgiye uğrattığı sol-sosyalist hareketlerin yerine Türk-İslam sentezinin ikame edilmesini isteyen rejim, bu doğrultuda bütün imkânlarını seferber etti. En nihayetinde Türkiye bir NATO üyesiydi ve kapitalist blok için kaybı göze alınamayacak değerdeydi. Hele de İran’da hemen kısa bir süre önce İslam devrimi gerçekleşmişken!

Kapitalist blok hem dünyada hem de Türkiye’de sosyalist hareketleri ve devletleri/paktları mağlup etmenin eşiğindeyken Batı Asya’da (Ortadoğu’da) önemli bir üssünü kaybetmişti. Ayetullah Humeynî önderliğinde gerçekleşen İslam devrimi, bölgede yükselen diğer İslami hareketlerle birlikte NATO önderliğindeki Batı bloğunu ürkütmüştü. Bir taşla iki kuş vurmanın tam zamanı sayılabilirdi!

İslam’ın devrimci yükselişini Türk-İslam senteziyle bulandırıp engellemek için İslamizasyon politikalarını devlet imkân ve araçlarıyla devreye sokan 12 Eylül rejimi sosyalizm ve İslam tehlikesini birlikte savuşturmanın hesabını yapıyordu. Irak’ın İran’a saldırtılmasıyla kuşatılmak istenen İslam devriminden sonra Türkiye’de de serpilme emareleri gösteren tevhîdî yönelim mecrasından saptırıldı.

24 Ocak-12 Eylül hattının mütemmim cüzü olarak yapılan ve “terbiye süreci” olarak değerlendirdiğimiz 28 Şubat[2] darbesinin doğurduğu AKP iktidarının Şili’ye benzer biçimde ironik “12 Eylül’le hesaplaşma” muhabbeti, hakikati perdeleme çabasından başka bir amaç gütmemiştir.

Başörtüsü yasağı üzerine gelen ve kapanan imam-hatip okullarının açılmasıyla dindar kitlelerin gönlünü fethederek düzen adına rıza üreten AKP iktidarı, NATO’dan ve küresel sermayeden yana tutumunu neredeyse engelsiz bir şekilde fiiliyata geçirdi. Irak işgaline yol veren, Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Filistin’e kadar egemen dünya düzeni saflarında yer alan AKP iktidarı bütün bunlara paralel biçimde ülkeyi baştan başa sermayenin talanına açmıştır.[3] Bir yandan TÜSİAD sermayesini kollayan AKP, diğer yandan kendine yakın çevreleri de ayrıca ihya etmiştir.[4] Vâr oluşsal pozisyon olarak da emek mücadelesinin tam karşısında konumlanmıştır. Bunun en somut örneği OHAL koşullarında yasaklanan grevlerdir.[5]

Cumhur ittifakı ile Türk-İslam sentezini icraya olan gönüllülüğünü kanıtlayan AKP iktidarı, ideolojik referansı olarak da Necip Fazıl çizgisini[6] türlü vesilelerle öne çıkardı, İslam’ın devrimci mesajının Batı Asya’daki ilerleyişine set çekmekten imtina etmedi. Kemalizm’in sembol ve ritüellerine teslimiyete, içi boşaltılan bir kısım İslami semboller için itiraz etmeyen;[7] II. Abdülhamit’ten bu yana benimsenmiş dış politika olan denge siyasetiyle ayakta kalmaya çalışan ve bu yolla iyice kimliksizleşerek küresel güçlerin iradesine teslim olan 22 yıllık iktidarın 12 Eylül’ün şampiyonu olmadığını kim reddedebilir!

15 Temmuz’dan bu yana yükseltilen şovenist dalganın gizlediği yağma Anadolu’nun her bir köşesine ulaşmış, delik deşik etmediği yer bırakmamıştır. Sermayenin önündeki engelleri kaldırmanın programı olan 24 Ocak, 12 Eylül darbesinden güç almasaydı bile son 22 yıllık iklimde pekâlâ çok daha güçlü bir şekilde uygulanabilirdi.[8] Kırsalın boşaltılarak küçük köylülüğün yok edilmesiyle beraber büyükşehir yasasıyla beraber iptal edilen köy statüleri, mera ve ormanların 2-B gibi yasalar yardımıyla sermayeye devrini hızlandırdı[9] ve bunlar kamulaştırma kanunları marifetiyle cılız gösterilerin rağmına sert bir şekilde gerçekleştirildi.

Türkiye’nin Çin modeli vizyonuyla[10] ucuz işçi cenneti olması resmi politika olarak savunuldu, bunun için asgari ücret genel geçer ücret hâline getirildi. Yoksul kitlelerin, emekçi sınıfların haysiyetleri[11] hedef alınarak devrimci hareketlerin boy vermesi 12 Eylül’ün şampiyonları tarafından baştan engellenmek istendi.

12 Eylül’ün zulümleriyle büyüyen Kürt meselesi, yasaklarla boğuşan İslami çevrelerin yaşadığı aldatma tecrübelerine maruz kalarak sistem içine çekilme sürecinin bir benzerini yaşadığı söylenebilir: Çözüme kavuşturuluyormuş gibi yapılan pek çok meselenin şiddet-rıza sarmalında sistem içine çekilerek sönümlendirilmesi ve egemen şoven sistemin söyleminin pekiştirilmesi[12] yine AKP’nin marifetli politikalarıyla mümkün oldu.

Eğitimde, kerameti kendinden menkul 12 Eylül ruhuyla uygun erdem-değer modeliyle Avrupa Yeterlilikler Çerçevesini esas kabul eden Türkiye Yeterlilikler Çerçevesi[13] üzerinden kapitalizmle bütünleşerek küresel sermayenin iş gücü ihtiyacı amacını birleştirerek Protestan ahlâkını mücessem hâle getirmeyi amaçlamıştır. Böylece 12 Eylül’ün en başarılı uygulayıcısı olma sıfatını hak etmiştir.

 

[1] Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki; Alfredo Saad-Filho Deborah Johnston; Yordam Kitap

[2] Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat, Ahmet Örs; https://www.tasfiyedergisi.net/bir-terbiye-sureci-olarak-28-subat/

[3] Türkiye Maden Ruhsatlarının Tehdidi Altında: 24 İlde 20 Bine Yakın Maden Ruhsatı: https://www.tema.org.tr/basin-odasi/basin-bultenleri/turkiye-maden-ruhsatlarinin-tehdidi-altinda

[4] Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Erol Balkan-Neşecan Balkan-Ahmet Öncü; Yordam Kitap

[5]Erdoğan: Greve tevessül etmek isteyen işçilere OHAL ile müdahale ettik; https://www.evrensel.net/haber/350636/erdogan-greve-tevessul-etmek-isteyen-iscilere-ohal-ile-mudahale-ettik

[6] Necip Fazıl Ödülleri; https://www.necipfazilodulleri.com/

[7] Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Cihan Tuğal; Koç Üni. Yay.

[8] Alevler değil, bir imza yok etti; https://www.birgun.net/haber/alevler-degil-bir-imza-yok-etti-540949

[9] Toprakları Kapatmak: Kamu Arazilerinin Özelleştirilmesi, Melek Mutioğlu Özkesen; İletişim Yay.

[10] Erdoğan ekonomide yol haritasını anlattı: Çin de böyle büyüdü; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-ekonomide-yol-haritasini-anlatti-cin-de-boyle-buyudu-41952854

[11] Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi: Günümüz Türkiye’sinde Üç İşçi Hareketinin Etnografisi, Alpkan Birelma; İletişim Yay.

[12] Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Barış Ünlü; Dipnot Yay.

[13] Müfredat Taslağı Yeni Sıfatını Hak Etmiyor: https://www.egitimilkesen.org/mufredat-taslagi-yeni-sifatini-hak-etmiyor/

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM