Connect with us

Yazılar

Vasat Ümmet, Ümmetin Şahitliği ve Kıble Üzerine Notlar – Ali Bal

Yayınlanma:

-

“Vasat Ümmet”, İslam ümmetinin insanlık âleminde evrensel barış ve adaletin hâkim kılınması için omuzlarına yüklenen sorumluluğu ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır:

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi vasat bir millet/ümmet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bkz. Bakara/143)

“Vasat”, “orta” anlamına geliyor. Burada şu kısa açıklamayı yapmama müsaade ediniz: Demokrasi, “halk yönetimi” anlamına geldiği hâlde Türkçeye çevirmeden orijinal hâli ile kullanıldığı gibi ben de İslami dünya görüşü içinde terim değeri taşıyan kelimeleri çevirmeden aynen alıyorum. Bu aynı zamanda insanlar arasında bir ortak dil oluşturmaktadır. O nedenle orijinal metinde “ümmeten vasaten” şeklinde geçen kavramı “Vasat Ümmet/Toplum” şeklinde çevirmeyi yeterli gördüm.

Buradan hareketle “Vasat Ümmet” siyasette, ideolojide, sosyalitede vb. her anlamda hayatın doğasına uygun olarak (Bkz. Rum/30) “her türlü aşırılıktan uzak orta yolu tutan ümmet” anlamına geliyor (Bkz. Bakara/143). “Vasat” kelimesini insanlığa şahitlik misyonu ile bütünleştirerek düşündüğümüzde “Vasat Ümmet”, “omuzlarında insanlığa önderlik ve rehberlik sorumluluğunu taşıyan ümmet” anlamlarına gelmektedir. O nedenle ister tek kutuplu (yani İslam’ın dışında), ister iki kutuplu ister çok kutuplu olsun, İslam dışı din ve ideolojilerin hâkim olduğu bir dünyada İslam toplumu kendine biçilen bu konum ve omuzlarına yüklenen evrensel misyon nedeni ile (ayrıca bkz. Al-i İmran/110) dünya güçler dengesi içinde kendisi güç merkezi, yani tek kutup olmak zorundadır. Bu evrensel misyon dünya uluslarının tek bir aile haline getirilerek barış ve adaletin tüm yeryüzünde hâkim kılınmasıdır (Bkz. Bakara/193-Enfal/39). Verdiğim bu ayetlerin anlam içeriğine baktığımız zaman ayetlerde bahsedilen fitnenin söz konusu aile birliğini bozan, ulusları, soy-sop ve sınıfları birbirinin sırtına bindiren; insanın insan üzerine sulta kurduğu, boyunduruk altına aldığı, ezdiği, sömürdüğü, ülkeleri işgal edip halkını yurtlarından süren, katleden, köleleştiren tüm rejim, sistem ve yapıların kastedildiği anlaşılır. “Vasat Ümmet”in misyonu ise tüm bu yapıların, sistemlerin, güçlerin yeryüzünden temizlenerek yerkürenin insanlık için bir Dâru’s-Selam (barış ve esenlik yurdu) haline getirilmesidir. Bu ayetlerde geçen “Din sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” dan maksat, “İnsanın, insan üzerinde hâkimiyeti kalmayıncaya kadar …” anlamına geliyor. İnsanın, insan üzerinde hâkimiyeti kalmadığı zaman hâkimiyet (egemenlik), egemenliğin gerçek mâliki olan Allah’a devredilmiş oluyor. İslam’da savaş, ancak bu şartlarla meşrudur. Yeryüzünün zenginlik kaynaklarını yağmalamak, işgal ve talan, ırk, renk, sınıf, soy-sop egemenliğini amaçlayan her türlü savaş, gökleri ve yeri yaratan Allah nezdinde tuğyan (azgınlık, sapkınlık ve Allah’a isyan) kabul edilir. Bu bağlamda İslam toplumu ancak (dinine, inancına bakmaksızın) Müslüman olsun olmasın zulme uğrayan tüm mustazaf (zayıf, ezilen ve mazlum) toplumların savunulması için onların yanında yer alabilir. Onun dışında kaç kutuplu olursa olsun dünya güçler dengesi içinde Müslümanlar hiçbir sömürgeci/emperyal gücün ve kutbun yanında yer alamaz, müttefiki olamaz; onların askeri, politik, ekonomik vs. paktlarına üye olamaz, vesayet ve velayeti altına giremez. İslam toplumunun onlar tarafından güdümlenmesine izin veremez, göz yumamaz.

Şahitlik:

“İslam toplumu” dediğimiz toplum, çok uluslu bir toplumdur. İslam toplumu, insanlar arasında her türlü ırk, renk ve sınıf farkını aşarak insanlığı tek bir aile hâline getirme ülküsünü önce kendi içinde hayata geçirecek ki insanlığa model olabilsin ve bu hâli ile insanlık nezdinde bir çekim merkezi olabilsin. Bu da İslam toplumunun uhuvvet (kardeşlik), velayet (birbirinin velisi olmak), meşveret ve şûrâ kurumlarının canlandırılması ve işlerlik kazandırılması ile olacaktır. Meşveret danışma, görüşme; şûrâ da bu danışma ve görüşme işleminin yapılacağı kurul, yani bu günkü ifadesi ile parlamento anlamına geliyor. İslam toplumu olarak Allah adına dünya uluslarının önüne böyle bir modellik ortaya koymak evrensel barış ve adalet ülküsünü bu yolla insanlığa ulaştırmak ve hayata geçirmek “Vasat Ümmet”in insanlığa şahitliği oluyor. İslam toplumu bu suretle insanlığın sevgi ve güvenini kazanacak; uluslar ve halklar, fevc fevc Allah’ın dinine koşacaklardır (Bkz.Nasr/1-3).

Vasat Ümmet, Kökeni Hz. İbrahim’e Uzanan Bir Risalet Geleneğidir:

“Vasat Ümmet”, sadece Kur’an’da emredilen ilahi bir hüküm veya esas olmayıp kökeni Hz. İbrahim’e kadar giden bir risalet geleneğidir. Bu gelenek, bugün elimizdeki Tevrat metnine yansımış olup Tevrat’ın İşaya bölümü Bap/2 ayet/1-5’te ifadesini bulmaktadır. Buna geleceğiz ancak önce bugün dünyada hâkim olan konseptin çerçevesini kısaca ortaya koyalım:

Soğuk savaş döneminde dünya küfrü ve istikbârı NATO Paktı ve Varşova (Sovyet) Paktı adı altında (veya diğer adı ile komünist blok ve kapitalist blok olarak) iki kutuplu bir yapı arz etmekte idi. 90’larda Varşova Paktı’nın dağılması ile birlikte tabiri caizse kâğıtlar yeniden karıldı ve Atlantik Paktına karşı Rusya’nın dâhil olduğu Avrasya ve Çin ekonomi/politik itibarı ile 90’lardan bu yana yükselen değerler olarak ortaya çıktı. Son zamanlarda küresel şer ekseninin asli patronu olan Siyonist sermaye ailelerinin yatırımlarını Çin’e kaydırdıkları göz önüne alınırsa kısa süren bir fetret döneminden sonra dünya küfrü ve istikbârının iki kutuplu bir “yeniden yapılanma” sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Tam bu noktada Âl-i İmran/110’u hatırlamamak mümkün müdür?

“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emredip fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. Kitap ehli de inanmış olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu; içlerinde inananlar olmakla beraber çoğu, yoldan çıkmış fasıklardır.” (Bkz. Âl-i İmran/110)

Ayette, Müslümanlardan daha önce aynı misyon omuzlarına yüklenmiş bir ümmet olarak Yahudilerin ve Hıristiyanların bu misyonu terk ettikleri, sadece terk etmekle de kalmayıp tam aksine temeli zulme, sömürüye, soykırıma, talana dolayısı ile tuğyana (azgınlığa) dayalı küresel şeytan imparatorluğunun iki temel ayağını oluşturduklarına dikkat çekilmektedir. Kur’an’ın ifade ettiği ve kendilerinin de bildiği dille ahde ihanet etmişlerdir:

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki Ben de ahdimi yerine getireyim; yalnız benden korkun!” (Bkz. Bakara/40) Ahdin ne olduğu, Tevrat’ın Çıkış 20:2-17, Tesniye 5:6-21’de yer alan ve “On Emir” adı verilen emirler dizisinde şöyle bildirilmiştir:

  1. Ey İsrail, işit! Seni esirlik evinden (Mısır’dan) çıkarıp özgürlük diyarına (Filistin’e) getiren Rabbin Yahova benim. Karşımda başka ilahların olmayacaktır.
  2. Başka ilahların önünde eğilmeyeceksin. Göklerde ve yerde olanların sûretini (put) yapmayacaksın!
  3. Rabbin Yahova’nın adını boş yere ağzına almayacaksın!
  4. Sebt gününü tutacaksın!
  5. Anaya babaya saygı göstereceksin!
  6. Öldürmeyeceksin!
  7. Zina etmeyeceksin!
  8. Çalmayacaksın!
  9. Komşuna karşı yalancı tanıklık yapmayacaksın!
  10. Komşunun evine göz dikmeyeceksin!

İstikbar; sermaye ve askeri güçle dünya mazlumlarını ezen Siyonizm ve onun kontrolündeki dünya egemenleri, dünya küfrü de onların tahrif edilmiş dini inançları ve ideolojileri olmaktadır.

Dikkat edilirse bunlar aklen ve vicdanen de kabul edilebilecek temel evrensel ilkelerdir. Aynı cümleden olarak İşaya Bap 2:1-5’de geçen “İşaya’nın Rü’yeti”, “On Emir”le bir bütünlük içinde İsrail’le yapılan ahdi oluşturmaktadır:

İşaya’nın Rü’yeti:

Amots’un oğlu İşaya’nın sözü: Yahuda ve Yeruşalim/Kudüs hakkında gördü: “Ve son günlerde vâki olacak ki dağların başında Rab evinin dağı pekiştirilecek ve tepelerden yukarı yükselecek; çok kavimler gidecekler ve diyecekler: Gelin ve Rabbin dağına Yakub’un Allah’ının evine çıkalım. Kendi yollarını bize öğretecek ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat Siyon’dan ve Rabb’in sözü Yerüşalim’den (Kudüs) çıkacak. Ve milletler arasında hükmedecek. Ve çok kavimler hakkında karar verecek ve kılıçlarını saban demirleri ve mızraklarını bağcı bıçakları yapacaklar; millet, millete karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi öğrenmeyecekler (İşaya, Bap 2, ayet:1-5).

(İşaya, Yahudi tarihinde “Yahuda kralı” olarak geçen Amots’un oğlu.(O inanca göre) gelecekte olacak olan bazı şeyleri önceden görme yeteneğine sahip. Rü’yet de gördüğü şey oluyor. – Ali Bal)

Bu rü’yette “On Emir”deki maddelerin, bu dünya âleminin sonunda tüm yeryüzünde hayata geçirileceği vaat edilen Kudüs merkezli ve bugün “Tek Dünya Devleti” denilen emperyalist savaşların, zulmün, sömürünün olmadığı bir dünya düzeni idealize edilmektedir. Rü’yete göre bu İsrail milletinin önderliğinde olacaktır. Siyonizm’in on milyonlarca insanın ölümü pahasına (1. ve 2.Dünya savaşları ile bugün de Gazze’de 40 binden fazla) mutlak sûrette Kudüs merkezli bir “Tek Dünya Devleti”nde ısrar etmesi buraya dayanıyor.

Rü’yeti içeren metinden de anlaşılacağı üzere bahsi geçen bu “Tek Dünya Devleti”nin bütün insanlığı kapsayan nihâî gayesi evrensel barış ve adalettir fakat Siyonizm ve onu kendisine devlet amentüsü haline getirmiş olan İsrail rejimi onu dünyanın Yahudiler dışında bütün uluslarını İsrail’e kul ve köle edinmeyi Allah (onlara göre Rab Yahova) tarafından İsrail’e vaat edilmiş bir hak olarak gören bir İsrail faşizmine dönüştürmüş durumdadır.

Rü’yette geçen “Şeriat, Siyon’dan (Kudüs) ve Rabbin sözü Yeruşalim’den çıkacak ve çok kavimler hakkında karar verecek!” cümlesini Siyonist İsrail böyle anlıyor. O nedenle Siyonist İsrail’in dünya hâkimiyeti için kaç on milyonu geçin, kaç milyar insanın öldüğü hiç umurunda değildir. Gerçekte ise Allah katında üstünlük soy-sopla değil, takva iledir (Bkz. Hucurat/13). Burada takva, Allah’tan sakınmak anlamına geliyor. Ayette denilmek isteniyor ki “Kimse soyundan sopundan, ırkından, renginden dolayı bir diğerine üstün olmayıp kim Allah’tan sakınır da Allah’ın kullarını ezmez, sömürmez, katletmez, onlara zulmetmez ise Allah katında üstün olan odur.” Burada Allah, Müslüman olan-olmayan diye bir ayrımda bulunmuyor. Saldırıda ve tuğyanda bulunup başka insanların hak ve hukukunu çiğnemediği sürece Müslüman olsun olmasın tüm toplumların, ulusların dokunulmazlığı vardır. İsrail ise takvayı bir yana bırakıp ırksal asaleti onun yerine geçirmek sûreti ile kendi ırkî hesapları doğrultusunda yeryüzünde fesat çıkarmaları, zulme ve tuğyana sapmaları nedeni ile Allah ile yaptıkları ahde riayet etmemişler ve bu nedenle Allah ile kestikleri ahitten diğer ifadesi ile “Vasat Ümmet” olma misyonundan azledilmişlerdir. Misyon/Ahid artık İsrailoğullarından alınarak Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olan İsmail soyuna verilmişti:

“Bir zaman Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: ‘Ben seni insanlara önder yapacağım!’ İbrahim de, ‘Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)’ demişti. Bunun üzerine Rabbi, ‘Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz (veya onlara erişmez!)’ demişti.” (Bkz. Bakara/126)

Ancak yukarıda verdiğimiz Bakara/40 ayeti, her şeye rağmen kapıların İsrailoğullarına tamamen kapanmadığını, önderlik uhdesinden alınmış olmakla birlikte gelecekte gerçekleşecek olan ve Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olma oğlu İsmail soyunu takip eden önderliğe tâbi olmaları hâlinde bunun Allah katında kabul göreceği bildirilmektedir. Konu bütünlüğü içinde baktığımızda Bakara/40’ta geçen ve İsrailoğullarına yönelik “Ahdime vefa gösterin ki ben de sizinle olan ahdime vefa göstereyim!” ifadesini böyle anlamak gerekiyor.

Takip eden Bakara/41 ayeti de böyle… Bakara/41’de geçen “Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın!” ifadesinin anlam içeriğinde “Aslında siz bu Kur’an mesajının ne olduğunu, yani onun İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub’un sürdürdükleri Risâlet davasının devamı olduğunu çok iyi biliyorsunuz. Dolayısıyla siz İsrailoğulları olarak bu mesajı inkâr edenlerin değil, onaylayanların ilki olmanız gerekir.” göndermesi bulunmaktadır. “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o Peygamber’i öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir gürûh, gerçeği bile bile gizlerler.” (Bkz. (Bakara/146) ayetini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Bu durumda Hz. İbrahim’in Mekke’ye olan hicretini kişisel iradesine dayalı bir yolculuk olarak değil, yukarıda bahsettiğimiz Kâbe’nin inşası ile ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere ilahi bir plân, irade, ilham ve sevk-i tabiiye dayalı olarak gerçekleştirdiği bir yolculuk olarak düşünmemiz gerekiyor ve İsrailoğulları bu gaybî ihbardan pekâlâ haberdar bulunmaktadırlar ama onlar bu gerçeği bile bile gizlemektedirler.

Bu konuyu Şiblî,  “Asr-ı Saadet” isimli Ö. Rıza Doğrul tarafından Türkçe’ye çevrilen ve O. Z. Mollamehmedoğlu tarafından sadeleştirilen eserinde Kâbe’nin tarihçesini anlatırken, Kâbe’nin inşası ile babası Hz. İbrahim’le birlikte onu inşa eden İsmail soyundan gelen Hz. Muhammed’in (sav) risâletini İsrailoğullarının velayetinin son bulması olarak anlamlandırmaktadır ki Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer ve Hacer’den olma oğlu İsmail’le birlikte Mekke’ye yaptığı yolculuk ve Kâbe’yi, oğlu İsmail’le birlikte inşası devamen Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etme sembolizmini o zamana kadar Hz. İbrahim’in oğlu İshak neslini takip eden “ahd’in” tabir caizse “şerit değiştirerek” Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olma büyük oğlu İsmail soyundan gelen bir peygamber olarak Hz. Muhammed’le devam edeceği yolunda gaybî bir haber olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu da bize Hz. İbrahim’in Mekke’ye yaptığı hicretin böyle bir sevk-i ilâhî ile yani ilâhî bir yönlendirme ile gerçekleştiğini gösteriyor.

Sonraki zamanlarda Haccın bir ruknü olarak devam eden kurban ibadetinin Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in kurban konusundaki gösterdikleri teslimiyetin çağlardan çağlara ve nesilden nesile kutlu bir mesaj ve kutlu bir mirasın (devrim yolunda ödenecek bedele boyun eğmenin) intikali olarak anlamak gerekiyor. Bunu anlamak için Hz. İbrahim’in Babil kralı Nemrut tarafından ateşe atılması, Hz. Musa’nın önderliğinde İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışı ve onların çıkışı ile köleci Firavun rejiminin yıkılması örneklerinin bütünlüğü içinde düşünmek gerekir. Bu iki örnek, zenginliğin timsali olan Karun’la birlikte düşünüldüğü zaman tarih boyunca gelen Allah elçilerinin sahip oldukları mallar ve oğullarla insanları kendi egemenlik ve buyrukları altına alan zalim ve zorba krallara ve sınıflara karşı kimsenin kimseyi kendi egemenlik ve sultası altına almadığı, ezmediği, sömürmediği, kölelik altına almadığı, öldürmediği, evrensel barış ve adaletin tüm yeryüzüne hâkim olduğu bir dünya düzeni için mücadele ettikleri gerçeği ile yüz yüze geliriz. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesini bu yolda ödenecek bedellerin bir sembolü olarak anlamak, Kur’an bütünlüğüne daha uygun düşmektedir. Yoksa konuyla ilgili mitolojik anlatımların zahirine, yani dış görünümüne bakarak verilmek istenen mesajı Hz. İbrahim oğlu İsmail’i bizzat bıçak altına yatırıp kesmeye davranması olarak anlamak Kur’an’ın ruhuna da peygamber kişilik ve karakterine baktığımız zaman tutarlı görünmemektedir. Kur’an’ın mecaz ve sembolizm harikası olduğunu bilen ciddi bir Kur’an okuyucusunun Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesi ile ilgili ayetleri “Mallarınız ve evlatlarınız sizin için fitnedir!” şeklinde gelen Enfal/28’le oğulları da mallar gibi bir dünya güç ve zenginliği olarak ifade eden Tevbe/23, 24,Teğabün/15, Âl-i İmran/15 vb. ayetlerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu metoda Kur’an bütünlüğü diyoruz. Bu metot, Kur’an mesajını Kur’an’ın ruhuna en uygun, en doğru şekilde ve güvenilir anlama metodudur.

Şahitliğin Gereği Bir Sorumluluk olarak Cihad:

Bu konu aslında çok daha detaylı olarak ele alınmayı hak eden bir konudur. Burada şöylece bağlamak isterim:

İslam toplumu (ümmet) yeryüzünde evrensel barış ve adaletin hayata hâkim kılınması konusunda Allah tarafından insanlığa karşı omuzlarına sorumluluk yüklenmiş bir toplumdur. O nedenle yeryüzünde barış ve adaleti bozan dünya egemenleri ile savaşmak, Müslüman olup olmadığına bakmadan tüm dünyanın mazlum halklarını da şefkat kanatları altına alarak onları dünya egemenlerinin sultasından korumakla sorumludur. O nedenle İslam toplumu ne NATO, ne Varşova Paktı, ne Avrasya birliği, ne AB, ne BM, ne şu, ne bu; dünyada egemenlik ve sulta peşinde olan hiçbir sömürgeci emperyal dünya gücünün velayet ve vesayeti altına giremez. Kendi içinde ise çok uluslu ama uluslararası ortak bir çatı altında tek ve federatif bir yapıya geçmek sûretiyle uluslar üstü tek bir ulus olmak zorundadırlar.

Bu nedenle o dünya siyasetinde modern tabirle domine edilen (belirlenen) değil, domine eden (belirleyici) güç olmak zorundadır. Kendi ekonomik, politik güç ve imkânlarını buna göre geliştirmek, yeryüzünde barış ve adaletin tahakkuku (hayata geçirilmesi) yolunda seferber etmek zorundadır. Nihâî hedef ise evrensel barış ve adalet temelinde bütün insanlığın tek bir aile haline getirilmesidir. Dikkat edilirse Siyonizm, dünya nüfusu karşısında sayıca çok çok az bir nüfusa sahip olmasına karşılık dünya üzerinde paraya/finans sektörüne ve diplomasiye hâkim durumdadır. Sekiz milyar dünya nüfusunu geçtik, tüm dünyada yirmi milyonu bile bulmayan Yahudi nüfusu içinde bile Siyonistler sayıca çok az ama keyfiyetçe, yani özgül ağırlığı itibarı ile terazide sekiz milyarlık dünya nüfusuna ağır basan bir güç merkezi, daha doğrusu var olan güç merkezlerine hâkim ve onları yöneten, yönlendiren bir konuma sahiptirler. Gerçekte Siyonistler, yaratılış olarak bütün insanlardan üstün ve süper elitlerden oluşan bir üstün ırk, diğer uluslar yaradılışça onların bir altında, onlara köle ve hizmetçi olarak yaratılmış aşağı bir ırk mıdır? Yüce Allah insan bireylerine olduğu gibi insan ırklarına da farklı yetenekler vermiştir ama hiçbirini diğerinden üstün veya aşağı olarak yaratmamıştır (Bkz. Hucurat/13). Hiçbir ulusa da ırksal anlamda ve genetik yapı itibarı ile birine efendilik, diğerlerine kölelik yazmamıştır. Dolayısı ile Allah’ın verdiği akıl ve zekayı kullanmayarak bilimde, teknolojide, ekonomide, siyasette vb. geri ve güçsüz kalan, bu yüzden başka ulusların boyunduruğu altına giren uluslar Allah katında bu durumdan kendileri sorumludurlar. Allah hiçbir ulusa böyle bir kader yazmıştır. Bunun, öncelikle bilinmesi gerekir.

Buradan hareketle ne Siyonist İsrail’in ne de içinde yuvalandığı ABD, NATO, AB, BM gibi askeri; CFR, IMF, Bilderberg gibi uluslararası finans kapital devlerinin yenilmez olduğunu da düşünmemek gerekir. Göklerde ve yerde kuvvet birdir ve o kudret gökleri ve yeri yatan Allah’ın kudret elindedir (Bkz. Nur/42, Hadid/4, Fetih/7) ve Allah mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır (Âl-i İmran/26). Buradaki “Mülkü/egemenliği dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır.” ifadesini keyfilik anlamında değil, “Hak etmeyenden alır, hak edene verir.” şeklinde anlamak gerekir. “Bir millet, kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah o millete verdiğini değiştirmez.” (Bkz. Ra’d/11) ayeti de bu cümleden olarak düşünülmelidir. Yalnız buradaki “değiştirmez” ifadesinin hem iyi hem kötü anlamda olduğu unutulmamalıdır. Yani bir millet, millet olarak yozlaşmaya, fısk ve fesada, tembelliğe, miskinliğe, cehalete, zulme ve sömürüye prim vermez, yönetim emanetini ehil ellere verirse (Bkz. Nisa/58) Allah da o milleti durduk yerde zillet ve sefalete dûçar etmez, başka ulusların boyunduruğu altında bırakmaz. “Aksini yaparsa o zaman da özgürlük, bağımsızlık, izzet, şeref, dirlik esenlik, hak ve adalet nasip etmez.” şeklinde anlamak gerekir. İslam uluslarında ulusal siyasetler uluslar üstü bu ortak misyona uygun olarak belirlenmelidir. İslam velayet ilkesi gereği İslam ulusları bu ortak misyonun gereği olarak özellikle dışişlerinde birbirlerinden bağımsız karar alamazlar (Bkz. Âl-i İmran/28, Nisa/138-144 vb. ayetler). Onların işleri aralarında meşveret ve şûrâ iledir (Bkz. Şûrâ/38). Bu, Müslümanlar arasında bir ortak İslam parlamentosu oluşturulmasını gerekli kılar.

İslam parlamentosu, bu parlamentoda alınan kararların uygulamaya geçirilmesi ve özellikle Enfal/39 ve Bakara/193 ayetlerinin gereğini yerine getirecek ortak bir “İslam Ordusu”nu, ortak bir İslam BM’sini, AİHM benzeri ortak bir İslam Yüksek Adalet Divanını, İslam Ortak Pazarı ve İslam Ortak para birimi gibi yapılanmaları gerekli kılar.

Fakat İslam âlemi maalesef bu bilinçte değil ve onlar bu açıdan bakıldığında maalesef ölü bir bedeni andırmaktadır. Bütün Müslümanlar sorulduğunda Allah katında bütün ırkların, renklerin, soyların, boyların bir olduğunda Allahu Teâlâ’nın hiçbir ırk rengi, soyu, boyu diğerinden üstün yaratmadığında hemfikirdirler ama pratikte dünya sistemi ve onun patronu Siyonizm karşısında sergiledikleri zillet ve sefalet Siyonist İsrail faşizminin yukarıda belirttiğimiz seçkinci ideolojisine hak verdirir niteliktedir. İsrail’in global finans sektörüne, paraya ve diplomasiye hâkimiyeti, uluslararası dengeler içinde güç merkezi olmak, dolayısı ile dünya ülkelerinin siyasetlerine nüfuz ile onları yönlendirmek vb. anlamlarda dünya ulusları arasındaki konumu neyse bu konuma asıl Müslümanların sahip olması gerekiyor. Tek farkla ki Siyonistler bu konumlarını dünyayı sürüleştirmek, ulusların zenginlik kaynaklarını sömürmek, talan etmek, ülkeler arasında çıkardıkları savaşlarla onları köleleştirmek, dünya ülkelerinin siyasetlerini zayıflatarak onları güdümlemek için kullanırken Müslümanlar aynı gücü zalim, zorba ve emperyal güçleri gerek diplomatik gerek ekonomik gerekse askerî yollarla yola getirmek, mazlumlara ise kol kanat germek ve onları, diğerlerinin şerlerinden korumak için kullanacaklardır. Ancak ortalama Müslüman zihninde böyle bir melekenin bulunmadığını itiraf etmek zorundayız çünkü onların böyle bir Kur’an okuması yok ve (pek azı dışında) böyle bir Kur’ânî eğitim almamışlardır.

Bunun sonucu onlar, bu yazının ekseni konumunda olan Bakara/143 ve Âl-i İmran/110’da ümmete biçilen evrensel, ortak misyonun gereği olan ve bu yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız sorumlulukların bilincinde ve dolayısı ile o sorumlulukların gereğini yerine getirecek ne idrak, ne anlayış, ne vizyon ve ne de liyâkate sahip olmadıklarından üzerlerine çöken zillet ve meskenet ile boyunlarına geçirilen kölelik tasmasını taşımaya devam etmekte, boyunlarına vurulan boyunduruk ise hiçbir zaman boyunlarından inmemektedir ve bu zihniyet sürdükçe de inmeyecektir.

Vasat Ümmet, Ümmetin İnsanlığa Şahitliği, Peygamberin Ümmete Şahitliği (Bakara/193), En Hayırlı Ümmet Misyonu (Âl-i İmran/110), Emr-i bi’l-Maruf Nehy-i an’il-Münker ve Cihad:

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bkz. Bakara/143)

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var ama pek çoğu fâsık kimselerdir.” (Âl-i İmran/110)

Ümmet, takdir edileceği üzere çok uluslu bir yapı ve başlıkta belirtilen evrensel misyon için birbirine kenetlenerek tek ulus haline gelen bir uluslar konfederasyonudur. Bütün insanlığın tek bir aile hâline getirilerek yeryüzünde Firavun ve Karun benzeri tağûtî/şeytani yani kapitalist ve faşist sistemlerin yeryüzünden temizlenmesinin önderliğini ve merkezi karargâhını temsil eder. Allah’ın, Kur’an’da teşrii kıldığı yani yasa olarak belirlediği, Resûlünün insanlara tebliğ ettiği sistem budur. Dolayısı ile “Vasat Ümmet”, ümmetin insanlığa ve Reslün ümmete şahitliği ile tebliğ, davet ve cihad görevlerini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir.

İslam Birliği Neden Gerçekleşmiyor?

Bugün ümmetin başına çöreklenen şeytani siyasete “İslam Birliği neden gerçekleşmiyor?” diye sorulsa o, bunun için ipe sapa gelmez bin türlü mazeret sıralayabilir ve laf ebeliği yapabilir fakat dikkat edilirse problemin altında yatan asıl neden siyasi anlamda Bakara/143’te belirtilen “Vasat Ümmet” ve Âl-i İmran/110’da belirtilen “insanlar için seçilmiş en hayırlı ümmet’’ misyonunun bilinmeyişidir. Barış ve adaletin hayata hâkim kılınması ve bunun için de ehliyet ve liyâkat sahibi yöneticilerin iş başına getirilmesini esas alan İslam (Bkz. Nisa/58,59) öte dünyayı da onun üzerine bina eder. Yani öte dünyayı kazanmak, bu dünyada barış ve adaletin hayata hâkim kılınması için çalışanlarla zulmü ve fesadı hâkim kılmaya çalışanlar arasındaki mücadelede nerede durduğunuza göre belirlenecektir. Diğer bir ifade ile bu dünyaya ne artı değer kattığınıza, katılmasına hizmet ettiğinize göre belirlenecektir. Müslümanlar ise bu Kur’an gerçeğinden habersiz Kur’an’ı salt ölülerin ruhuna okumakla, hatimlerle, salt dualar ve ibadetlerle, mevlitlerle, takke ile, tesbihle, sarıkla, sakalla cenneti kazanacaklarını sanmaktadırlar. Müslümanlar hayata son derece dar açıdan bakmakta, aşiretçi, kabileci, “ayrılıkçı ulusçu”, mezhepçi derebeylik zihniyetinin ötesine geçerek evrensel bir bakış açısına uzanamamaktadır. İslam alemindeki dağınıklık, yozluk, zillet ve meskenet, birbirlerine ırkçı, kabileci, aşiretçi vs. yaklaşımlar da İslam Birliği davasının önündeki engeller olarak karşımızda durmaktadır. Bu engellerin öncelikle zihin plânında bertaraf edilmesi gerekir. Her şeyden önce Rabbimiz böyle istemektedir. Bunu bilmemiz gerekir. Rabbimiz bunu yeryüzünün selameti için istemektedir. O, İslam ümmetini yeryüzün selameti, barış ve adaletin tüm yeryüzüne hâkim olmasında dünya uluslarına öncülük ve rehberlik etmek için seçmiş ve görevlendirmiştir. Bu cümleden olarak Müslümanlar, en az İsrail’in kendi seçilmişliğine iman ettiği kadar İslam ümmetinin seçilmişliğine iman etmiyor ve onun gereği olan aşk ve heyecana sahip olmadıkları ve azimete sarılmadıkları sürece bir avuç Siyonistin karşısında yenilmeye ve ezilmeye devam edeceklerdir.

İslam ümmeti barışı, adaleti, huzur ve güvenliği, refah ve kalkınmayı, bilimi, teknolojiyi önce kendi içinde hayata hâkim kılacak ki insanlık âlemine bu konuda model olsun. Bu ülkü ve ideal, bugünden geleceğe baktığımızda çok uzak bir hayal gibi görünebilir ama olsun; Rabbimiz, bunu böyle emrediyor. O, öyle emrediyorsa doğrusu budur. Rabbimiz böyle emrediyorsa biz kafamızdaki “Olmaz ve olamaz!” şeklindeki tereddütleri bir yana bırakarak olması için kolları sıvayıp maddî-manevi bütün gücümüzü o hedefe doğru kanalize edeceğiz. İman budur. İman, zihnimizin “Olmaz!” dediği şeyleri bir yana bırakarak (Çünkü bunlar şeytandan Siyonizm ve onun emrindeki dünya emperyalistlerinin kendi mutfaklarında üretip bize yutturduğu dolmalardır!) Rabbimizin “Olur ve olmalı!” dediği şeye odaklanmaktır.

Bu bağlamda İslam Birliği, Müslüman olmayan dünyaya karşı teo-faşist bir cepheleşme ve yapılanma değildir. Bu cümleden olarak İslam Birliği’nin nihâî hedefi “İnsanlığın Birliği”dir. Diğer bir ifade ile her türlü ırk, renk ve sınıf ayrımını bir kenara bırakarak bütün insanlığın tek bir aile hâline gelmesi/getirilmesidir. Bunun yolu da yeryüzünü acı, kan ve göz yaşına boğan Siyonizm’in kontrolündeki emperyal, sömürgeci, ırkçı/faşist, zorba tüm dünya egemenlerinin küresel vesayet ve tahakkümlerine son verilmesi, bu sûretle bütün insanlığın tek bir aile hâline getirilerek barış ve adaletin tüm yeryüzünde hâkim kılınmasının önündeki engellerin kaldırılmasıdır. İslam Birliği ve İslam Ümmeti bu nihâî hedefe giden yolda dünya mazlumlarının önderliğini temsil eder. Allah ve Resûlünün Kur’an’da insanlık için çizip görev ve sorumluluk olarak bizim omuzlarımıza yüklediği plân budur. Bu yüce insanlık davasını bu fani dünyanın şeytani siyasetleri ile kirletmek ve dünya mazlumlarının umutlarını karartmak gökleri ve yeri yaratan Allah’a ve onun kutlu Resûlüne karşı işlenen en büyük suç olup Allahu Teâlâ bu suçun hesabını dünyada İslam ümmetini dünya egemenlerinin eline vererek, ahirette ise cehennem ateşine yaslamak sureti ile muhakkak soracaktır.

Dolayısı ile İslam ümmeti bu fani dünyanın makam, mevki, dünyevî izzet ve ikbal, kendi dünyevî ikbalini dünya egemenlerinin işbirlikçiliğinde gören, bunun için Allah’ın ayetlerini az bir menfaat karşılığında satan* bu dünyanın kirli şeytani siyasetlerine karşı evrensel barış ve adaleti gaye edinen ve ona kilitlenmiş Rahmani siyaseti muhakkak sûrette inşa etmekle yükümlüdür. Dünyanın bütün mazlum milletleri fevc fevc (dalga dalga) Allah’ın dinine (İslam’a) bu kapıdan gireceklerdir (Bkz. Nasr/1-3).

*Kur’an’da dünya menfaati ahirette Allahu Teâlâ’nın mü’minlere bahşedeceği zenginlik karşısında az bir meta olarak ifade edilmiştir. (Bkz. Bakara/41)

Kıbleyi Nasıl Anlamamız Gerekiyor?

Ayetin devamında Hz. Resûl’ün kıble konusunda bir tereddüt yaşadığına yer veriliyor. Önceleri Yahudilerin de kıblesi olan Kudüs’ün Müslümanlarca da kıble olarak benimsenmesini İslam inancının önceki kitaplar ve o kitapları getiren elçilere (ilke olarak) imanı içine alması, İslam inancının Resûl Muhammed’den önceki peygamberlerin her birinden diğerine intikal eden ortak Risâlet mirasının takipçisi olmasına bağlamak, Kur’an bütünlüğü içinde tutarlı görülüyor. Dikkatli Kur’an okuyucuları bunu teslim edeceklerdir.

Buradan kıblenin, salt fiziki bir yönelişten ibaret olmayıp tarihteki Allah elçilerinden devredip gelen ve Fatiha sûresinde “Rabbim, bizi dosdoğru yola ilet!” şeklinde ifadesini bulan (Bkz. Fatiha/7) Kur’an’daki orijinal ifadesi ile “Sırât-ı Müstakîm”e yönelmeyi temsil eder. Dolayısı ile kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilmesini de Ehl-i Kitab’ın Hz. İbrahim’in dinî mirasını tahriflerine karşı bir cevap ve bu sûretle dinin yeniden İbrahimî orijinine iadesi olarak anlamak gerekiyor (Bkz. Âl-i İmran/64-91). Bu tahrifatla birlikte tahrifata son verip dini yeniden asli orijinine iade edecek bir elçinin (Hz. Muhammed) geleceği ise Hz. İbrahim’in Kenan’dan Hicaz’a hicreti ve Mekke’de oğlu İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa etmesi, söz konusu bu tahrifat ve tahrif edilen Risâlet mirasının Hz. Muhammed ve onun izleyicileri yani İslam ümmeti tarafından aslına iadesinin önceden haber verilmesi anlamına gelmektedir (Bkz.Bakara/127, 129).

Kur’an, bu konu ile ilgili bilgilerin Ehl-i Kitab’ın elindeki kaynaklarda sansürlenmiş olarak bulunduğunu belirtir (Bkz. Bakara/146,147). Buradan da anlıyoruz ki kıble sadece bir ibadeti yerine getirmek ve ibadetimizin kabul edilmesi için yöneldiğimiz fiziki bir mekân olmayıp herkesin kendi dini, inancı, dünya görüşü, dahil olduğu medeniyet ve benimsediği ideolojisi vs. onun kıblesi olmaktadır (Bkz. Bakara/148). Dolayısı ile namazda Kâbe’yi kıble edinmek bu “kıbleler kaosu” içinde savrulmadan her türlü tahrifat ve çarpıtmalardan arınmış dosdoğru bir İslam anlayışı üzerinde olmakla aynı anlama gelmektedir (Bkz. Fatiha/7, Zuhruf/43, Fussilet/30,32). Buradan hareketle namazlarda maddi ve fiziki anlamda kıbleye yani Mekke’ye ve Mescid-i Harâm’a yönelmemiz dinde “Sırât-ı Müstakîm” yani “dosdoğru yol” üzere olmamızı temsil etmektedir. Eğer dinde “dosdoğru yol” yani “Sırât-ı Müstakîm” üzere değilsek sadece fiziki ve maddi anlamda Mekke’ye ve Mescid-i Harâm’a yönelerek namaz kılmak, namazı da fesada sokan içi boş bir ritüele dönecektir. Zaten çok büyük kitleler namazda okudukları sûre ve duaların anlamını bilmeden kıldıklarından namaz, oradan bir yara alıyor. Anlamını bilenler ise üzerinde düşünüp akletmediklerinden onlar da o nedenle doğru istikameti yakalayamadıklarından İslam ümmeti çobansız bir sürüye dönmektedir.

Tekrar belirtecek olursak İslam ümmeti yeryüzünün rehber, öncü, önder ve lider ümmetidir. Yani İslam inancı bunu gerektirmektedir. İslam ümmeti kendisi dışında hiçbir dünya gücünün kontrol ve güdümünde olamaz. Aksi halde “Sırât-ı Müstakîm” üzerine olmanın bir anlamı kalmaz. Her şeyden önce İslam Ümmeti dediğimiz toplum, çok uluslu yani enternasyonal bir toplumdur. Ümmet, modern anlamda İslam enternasyonalizmini temsil eder. Dolayısı ile ümmeti oluşturan uluslar her biri ayrı ayrı gidip dünya egemenleri ile iş tutamaz. Ayette “Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmesinler!” buyurulur (Bkz. Âl-i İmran/28). “Onlar, birbirlerine şefkatli ve merhametli, kâfirlere karşı sert ve heybetlidirler.” (Bkz. Fetih/29) Misyonlarını yerine getirmek için ekonomik, askeri, siyasi bütün imkanlarını bir araya getirmek zorundadırlar. İşleri aralarında meşveret ve şûrâ iledir (Bkz. Şûrâ/38). Bu ayetlerde bahsedilen kâfirlerin yeryüzünde fitne ve fesat peşinde koşan dünya egemenleri kâfirler olduğunu belirtelim. Yoksa Kur’an barışçı kâfirlerle insani ilişkiler geliştirmeye karşı değildir (Bkz. Mümtehine/8).

Sonuç olarak Mü’minler, her biri diğerinden kopuk dağınık ve örgütsüz ve keyfi takılamazlar, birbirlerinden kopuk bir şekilde ve kâfirlerle iş tutamazlar. Birbirleri ile iş tutmak zorundadırlar Buna “velayet” diyoruz. İslam inanışına göre yeryüzünde barış ve adalet ancak İslam’la yani İslam’ın yol göstericiliği ile hâkim olur. Kur’an, mü’mini bu misyona hazırlayan ve ona bu misyonu yerine getirmekte ruhsal ve zihinsel liyâkat sağlayan bir okul işlevi görmektedir. Mü’minler bu donanıma, imana, ehliyet ve liyâkate sahip idarecileri iş başına getirmek zorundadırlar (Bkz. Nisa/58, 59). Aksi hâlde yeryüzünde vukû bulan bütün zulümler, haksızlıklar, adaletsizliklerin; acı, kan ve gözyaşının vebaline ortak olurlar.

Rabbim, bizleri Sırât-ı Müstakîm üzerine hidayet eylediği kullarından eylesin!

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İdeolojiler, İdealler, İlkeler Ölmüş – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

“Ölmüş” diye kesin bir yargıda bulundum çünkü şahsen bunu yeni oturtabildim zihnimde. Bazen bariz olan şeyler, küçük gelişmelerle aşikâr olur insana; şimdi kaybımıza hüzünlenirken bir yandan da artık bazı değişimleri anlamlandırabildiğime seviniyorum: Çözüm yoluna girebilmek için işe, acı gerçekleri tespit edip kabullenmekle başlayabiliriz.

Son yıllarda derin bir ızdırap içindeydim: Nasıl bu kadar basit ve sığ gerçekleşebilir bütün bu olan bitenler diye! “İdeallerimize, ilkelerimize, amaçlarımıza, hayallerimize ne oldu?” diye. Meğerse onlar ölmüş! “Yaşayan ölüler” olarak bizler gibi ortada öylece durmakta; kağıtları, ekranları mısraları, dilimizi hâlâ süslemekte ama esasen iğdiş edilmiş, dönüşmüş, başkalaşmış, (tekrar hayat bulacağa vakte kadar) yokluğa gömülmüş. Bedenleri hayat dolu, benliklerini kaybetmiş bizler gibi… Benliklerimizi kaybettiğimiz için mi hayallerimiz öldü, yoksa bu olgular öldüğü için mi benliklerimiz yok oldu, bilemiyorum.

İrdelemekte olduğum ‘İnsan Sonrası’ adında bir kitaptan bir nükte aktarayım: “Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Soğuk Savaş’ın resmi olarak son bulmasının ardından, siyasi hareketler bir kenara kaldırıldı ve kuramsal çabalar da başarısız tarihi deneyimler olarak azledildi. Toplumun pek çok kesiminin yoğun karşı çıkışına rağmen serbest piyasa ekonomisinin yeni ideolojisi bütün karşıtlıkları silip süpürdü ve entelektüalizm karşıtlığını zamanımızın önde gelen özelliği olarak dayattı.”[1] Yeni dünyada, insanlığın kuramsal bir çabası, siyasi mücadelesi, hayatını kurgulayacağı bir ideali, kavuşma arzusundaki bir hayali kalmamış gibi!

Bu, sadece İslami camia için de değil, herkes ve her ideoloji için geçerlidir. Amaçlarını, ilkelerini, ideallerini, yollarını kaybetmiş bir insanlık var karşımızda. Sokakları inleten sosyalistlere ne oldu, devrimler yapan komünistler nerede, millî kodlarla kaba saba işler yapan idealist milliyetçileri dahî gözler arar oldu, insan hakları sevdalısı liberaller de ortadan kayboldu, erdem uğruna yaşadığını söyleyen hâlis nasrani’si/budist’i/zerdüşt’ü de mi öldü? İyi-kötü idealleri, ölçüsü, usulü olmayan bir toplum, yokluğa gömülmeye mahkûmdur!

Yaşadığımız bu tecrübeler yeni değil tabii ki; Adem’den kıyamete kadar benzeri süreçler, bozulmalar, anlam kaymaları yaşandı/yaşanacak ama oranı ve etki kapasitesi bu denli derin ve etkin olduğunu zannetmiyorum. “Serbest piyasa” nasıl bir şeyse sadece ekonomik değil soyut somut bütün düzlemlerde amaçsız, ilkesiz, ahlâksız; salt kazanım ve çıkara endeksli piyasanın malı olmuş zavallı bir hayat kurgulatmakta cümle âleme! Bu tablo altında ölümün ardındaki yoklukla taşlar yerine oturuyor biraz olsun, bütün olanlar anlaşılır ve anlamlandırılabiliyor kısmen.

Daha da ötesinde insani hasletlerimiz de yok oldu. Duygularımız, erdem ve ahlâka meyyal tepkilerimiz, adalete yönelik duruşumuz, zulme ve kötülüklere dâir en basit tavırlarımızdan bile eser yok maalesef! Gücü elinde bulunduranlara ya korkudan ya çıkardan ya muhafazakârlıktan boyun eğmiş, karşı duruş imkânlarını kaybetmiş bir insanlık tarihi yaşamaktayız. Yereldeki vahametler bir yana koca bir insanlık, turuncu bir delinin pervasızlıklarına dur diyecek iradeden yoksun!

Bütün bunlar, dünyalığa dâir kazandığımızı zannettiğimiz basit çıkar denklemine endeksli dünyevîleşme illetine düşmemizden kaynaklıdır. Kavramlara yüklenilen anlamların dönüşmesiyle vuku bulan bu sürecin birçok ana etkeni olmakla birlikte yaşadığımız çağda tavan yapmasını, çağımızın başat aktörü olan bilişim âleminde aramak yanlış olmayacaktır. Sanal aleme sürüklenip gerçeklikten o kadar soyutlandık ki bu dünya hayatında yaşanabilecek anlam kaymasında level atlamış olabiliriz. Hatta dünyevîleşmede o kadar ileri düzeydeyiz ki, bu illetin somut olgularından bile soyutlanıp farklı bir âlemde yaşıyoruz sanki! Sanal âlemde çok daha derin bir amaç ve bilinç yoksunluğu yaşıyor gibiyiz.

Gerçeklikten uzaklaştığımız bu düzlemde insani değerlerimizi, anlamımızı, amaçlarımızı, yolumuzu kaybediyoruz hızla. Bu düzlem ve anlam kaymaları da birçok alanda sapmalara sebebiyet veriyor. Öyle derin sapmalar ki artık insanlık, ontolojik bir mesabeye geldi ve bu boşluk girdabında kendi kendinin sonunu getirme yolundadır. Dünyayı şekillendiren, medeniyetler inşa eden, toplumlara ufuklar çizen siyasal kuramları bir kenara bırakın; sanattan aile olgusuna, ahlâktan aşka, gelecek nesillere miras bırakılacak bir fidan dikmekten bir icat yapma ihtiyacına kadar birçok öncülümüz körelip karanlığa gömülmüş. Yel değirmenlerine canhıraş hücum edecek kimsenin kalmaması bir yana, en basitinden yarınlara dâir bir ufku/umudu/hayali olan bile kimse kalmamış gibi! İlkesi/ahlâkı/değeri kalmayan insanoğlu, rahatlıkla kendi putunu da yiyebiliyormuş, değerlerini iki paraya satabiliyormuş, işin vahim noktası da hiçbir farkındalığının olmayışıdır. Şeytan var olduğundan beri kendi sûretinde gözükmez bizlere, yapıp ettiğimiz hataların neredeyse hepsini kendi değerlerimizin kisvesinde yürütmekteyiz. Devasa yanılsamalar içinde hayat sürmekteyiz. Düşünsel çarpıklıklarımıza ek olarak, sanal âlemin olası gerçek imkânlardan bizleri uzaklaştırdığını da görmemiz gerekmektedir.

Kolaylıkçı, faydacı, maslahatçı bir Makyavelist anlayış; dünyayı, fiiliyatları, plânları, zihinleri hatta öngörü ve olasılıkları dahî şekillendirmekte. Zahiren faydaya endeksli anlayış, peyderpey bütün anlamlılıkları yok edebiliyormuş. Milenyum çağının anahtar kelimelerinden biri de “kolaylaştırıcı” sanırım; kolay olan her şey, “olan”ın değerini de yok etmektedir. Kolay kazanılan para, kolay edinilen bilgi, kolay sağlanan ilişki, dava diye yürünen yoldaki kolay sonuçlar, kolay inşa edilen bina misali içi boş olduğundan kolayca çökmektedir ya da günümüzdeki gibi sadece sanal ve değersiz bir vitrinde bütün haşmetiyle sahnelenmektedir ama bilinmeli ki bu sahte tablo yokluğa gebedir.

Oysaki insanı, “insan” yapan şey; bu hayattaki amaç ve hedefleri, ideal ve ilkeleri, hayalleri ve yürüdüğü yoludur. Bu unsurlar kişiye anlam katar, onur ve şeref kazandırır. Zahiren kolayından kazanılan olgular kişinin çukurunu derinleştirmektedir sadece, maslahat icabı güttüğü dengeler kişinin terazisini bozmaktadır. Onurunu, varlık sebebini, ideallerini unutmuş olan toplum, türlü hormonlarla yeşerip sun’î gübrelerle hızla büyüyüp devasa boyutlara ulaşarak irin gibi sarmaladı benliğimizi!

Bunu belli bir güç odağı bilinçli olarak plânlayıp yapmadı belki, süreç anlamsızlaştı veya anlamsızlaştırıldı. “Nedir bu içinde sürüklendiğimiz süreç?” sorusunu sormamız gerekmektedir. Kendimizi sigaya edip, çeki düzen vermeliyiz varlığımıza. İnsana anlam kazandırıp halifelik bahşeden Yaratıcımıza hakikaten teslim olup içimizdeki gücü canlandırarak öze dönüş hareketini tekrar tekrar yeşertmeliyiz.

Kimse kendisini kandırmasın, kendimizi “kendimiz” yapan bütün değerleri üzerimizden silkip atmış vaziyetteyiz. Hatta kendisini kandırdığı yollar ve argümanlar da sahte, boş, bayağılaşmış durumdadır. Herkes bir davayı bayraklaştırmış, bir uğurda mücadele ettiği iddiasında. Yerel ve küresel sistemin bir parçası olmayı kendisine yediren herkes, durup iki dakika aynaya baksın ve sahiplendiğini iddia ettiği davanın amaçlarını, ilkelerini, metodunu, hedeflerini, yolunu geriye doğru tekrar irdelesin ve davanın neresinde olduğunu sorgulasın:

Bir: gerçek âlemde değilsiniz!

İki: Sistem sizi, sizin değerlerinizi dönüştürüp sizin argümanlarınızla kendini tasdik ettirip yolunu inşa etmektedir.

Artık düşünce, mücadele yöntemleri, duruşlarımız bile belli bir standart ve çerçevede kalmakta maalesef çünkü imkânlarımızı, dayatılan sınırlar belirlemekte. Oysa ki sınırlarımızı ve imkânlarımızı iman ettiğimiz ilahi söz belirlemiş olmalıydı.

Zaman, sırf “insanlık ders çıkartsın diye” akıp gitmektedir. Bu ânı yaşıyoruz çünkü geleceğe dâir bir ders çıkartıp yarınlarımızı aydınlatabilelim. Tarihi, yaşanılanları, şahit olduklarımızı irdeleyip sorgulayarak kendimize çeki düzen vermedikten sonra niye yaşanıyor ki yaşanılanlar!

Dünyadaki acıları, ölümleri, çığlıkları canlı izleyen insanlık adeta duygularını kaybetmiş bir hâl almış vaziyettedir. Somut ve soyutun birleşip anlam yarattığı düalist bir âlemde yaşayan bizlerin reflekslerini biçimlendiren zihin ve rûhun somut kanalları kapanınca bu hâle büründük sanırım, bilemiyorum. Elimizdeki telefonları bırakıp gerçek âlemdeki sorumluluklarımızın ucundan tutmakla başlayabiliriz belki.

Misal olarak Gazze… Gazze gösterdi ki hepimiz sanal âleme hapsolmuşuz; elimiz kolumuz bağlanmış, irade göstermekten acizmişiz. Özgürlüğümüzü az bir pahaya satmışız; hayallerimizi, onurumuzu, kardeşliğimizi kaybetmişiz. Yerel ve küresel sistemin vazgeçilmez bir parçası olan sivil toplumun büyük kesimi, kazanımlarını muhafaza etmek için nefes alan zavallı muhafazakârlara dönüşmüş. Galata köprüsü üzerinden zalime zulmünü söylemekle yetinip tatmin olunmuş, en basitinden (sayılı bir azınlık hariç) kendi mahallesinden giden desteğe dahî ses çıkartamaz olmuştur.

Son 20 yılda yaşanan devâsâ âfâki ve vahim değişim ve dönüşümler altında toplumsal düzlemde olanlar, olmayanlar, olmakta olanları; bu kalitesizliği, bilinçsizliği, dönüşümü anlamlandıramayan dertli insanlara duyurulur: Meğerse ölmüşüz! Bu “yokluk”tan bir varlık çıkartılabilir mi, bilmiyorum. Yoksa bu yokluk, mutlak bir yokluğa mı gebedir; tümden helâk olunup yeniden mi başlanılacak acaba?

Bütün bu handikapları giderebilmek için değişim ve öze dönüş yoluna girmeyi değil de hâlâ dört bir yanımızdan “konumumuzu muhafaza etme ve hayatta kalma” telkinleri yapılmaktadır. Korku salınarak idare edilen toplumların o korku zincirlerini kırıp özgürleşmeleri aciliyet kazanmıştır artık.

[1] İnsan Sonrası, Rosi Braidotti, Kolektif Kitap, s. 15

Devamını Okuyun

Yazılar

7 Ekim Bağlamında Bir Eleştiri ve Özeleştiri Çağrısı – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023’te HAMAS’ın Aksâ Tûfânı Harekâtını başlatması ve Siyonist rejimin Demir Kılıçlar Operasyonu adını verdiği saldırıyla başlayan savaşın çok kısa sürede Gazzelilere yönelik bir soykırıma dönüşerek devam ettiği süreci hep birlikte izledik.

“Gazze’nin Gazze’den ibaret olmadığı gerçeği” ve “Gazze’yi savunmak; Maraş’ı, Antep’i savunmaktır!” söylemi bizzat TC cumhurbaşkanının ağzından dile getirilerek konunun ciddiyetinin farkında olunduğu ifade edilmesine rağmen gereğinin devlet seviyesinde yerine geldiğini göremediğimiz gibi gereğinin yapılması için kamuoyu da üzerine düşeni ne yazık ki yapmadı.

İktidar yanlısı İslami gruplar tahmin edildiği gibi hükümetle genel olarak uyumlu hareket ettiler ve somut adım atmaya zorlayıcı bir tutum içine girmekten kaçındılar. İstisna olarak HÜDAPAR’ın İsrail ordusunda savaşan ve TC vatandaşlıkları bulunan yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması için Meclis’te yaptığı çalışmayı hatırlayabiliriz. Ancak yine HÜDAPAR öncülüğünde Kürecik’te ve İHH öncülüğünde İncirlik’te yapılan eylemler sonuçsuz kalmasına rağmen bu kurumlar fazla ısrarcı olmadı ve hükümetle olan ilişkilerini hiç bozmadan devam ettirdiler. Hâlbuki yanında olunduğunu bilen iktidarın birkaç eylemden dolayı adım atmasını beklemek zaten bir boş beklentiydi. Bu istisnalar dışında iktidar yanlısı kurumların faaliyetleri, 7 Ekim öncesine göre en küçük bir gerileme göstermeyen, aksine hükümetin bozulmaması için üzerine titrediği TC-İsrail ilişkilerine hiçbir şekilde değinmeden tamamen halka dönük boykot çağrıları, yardım toplama kampanyaları ve en geniş katılımlı olanları Bilal Erdoğan’ın ve İsrail ile ticaret yapmaya devam eden MÜSİAD gibi kuruluşların organizasyonuyla yapılan protestolarda Tel-Aviv’e bağırarak geçti.

İktidar yanlısı grupların bu tutumlarının bağışlamak değilse de anlamak kolay; asıl anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız konu ise muhaliflerin tutumu! Yetersiz olsa da Saadet-Gelecek Grubu’nun ve YRP’nin meclisteki çalışmalarını anmamak gerçi haksızlık olur. Ayrıca Siyonist rejimle ticaretin kesilmesine dair özellikle YRP genel başkanının seçim dönemindeki söylemlerinin konunun gündemde kalması için etkili olduğu da doğru.

Ancak süreç boyunca, bu partilerin ve alt kuruluşlarının iktidara somut adım attırmaya dönük eylemsellik noktasında oldukça pasif ve çekingen bir tutum sergilediklerini üzülerek izledik. Onların çalışmaları da daha çok boykot çağrısı ve yardım toplama üzerinde yoğunlaştı. Bu gruplar sonuç almaya dönük eylemlerini sınırlı tuttukları gibi, Direniş Çadırı platformu ve Filistin İçin Bin Genç gibi grupların eylemlerine de kurumsal olarak katılım sağlamadılar.

Parti veya cemaat bağlantısı olmayan Direniş Çadırı platformu bazı haftalarda 20 hatta 30 ilde eylem çağrısı yaparken en geniş katılım birkaç yüz kişiyi geçmedi. Bazı yerlerde ise basın açıklamaları sadece 2-3 kişi ile yapılabildi. Mesela Anadolu Gençlik Derneğinden arkadaşlar bireysel olarak bu eylemlere katılım sağladılar ve dernek olarak da yer yer güzel işlere imza attılar; ancak derneğin 81 ilde teşkilatlı olduğunu ve mensuplarının çokluğunu düşünürsek eleştirimizde haksızlık etmediğimiz açıktır.

Aynı şekilde YRP genel başkanı Fatih Erbakan, TRT World forumu sırasında, “petrol sevkiyatı dursun” diyerek Cumhurbaşkanını protesto ettikleri için tutuklanan 9 genci davet edip makamında birlikte fotoğraf verdi ancak kendilerine bağlı olan Milli Gençlik Derneğini ticaret konusunda eylemler için teşvik etmedi. MGD’nin Direniş Çadırı bileşeni olarak veya tek başına kanlı ticareti konu alan bir eylemini hiç görmedik.

Tutuklu arkadaşları için defalarca yaptıkları basın açıklamalarında ve yürüyüşlerde polisten meydan dayağı yiyen ve defalarca gözaltına alınan Furkan Hareketi de somut adımlar attırılması konusunda tek bir miting veya yürüyüş yapmadı. Direniş Çadırı platformunda da yer almadı. Düzenlediği Filistin yürüyüşlerinde de İsrail-Türkiye ilişkileri ile ilgili tek bir pankart, tek bir slogan kullanmadı.

Köklü Değişim üyeleri Direniş Çadırı‘nın eylemlerine zaman zaman önemli katılımlar göstermekle birlikte kurumsal olarak onlar da platformun içinde bulunmadı. Köklü Değişim olarak yaptıkları eylemlerde de “Ordular Aksâ’ya” gibi çok genel ifadelerle yetindiler.

Elbette tek tek bütün kurumları ele almamız mümkün değil ancak 7 Ekim sürecinde iktidar muhalifi müslümanların önemli bir kısmının, teşkilat seviyesinde genel durumunu anlatmak için bu örnekler yeterlidir.

Bu süreçte belki de en etkili olabilecek eylemlerin başında Direniş Çadırı platformu bileşeni de olan Adana Gökkuşağı Derneğinden Mavi Marmara Gazisi Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının yaptığı oturma eylemi geliyor. Savaşın başlamasından bir ay sonra Cumhurbaşkanlığı sarayı karşısında İsrail’le ilişkilerin kesilmesi, ticaretin durması için 5-6 kadının başlattığı ve Ankara’daki hiçbir grubun katılıp destek vermediği bu eylem, baskı ve gözaltı nedeniyle yalnızca birkaç gün sürdü. HÜDAPAR milletvekili Şehzade Demir’in destek ziyareti ise maalesef bireysel kaldı. Aynı kadınların aylar sonraki ikinci girişimi de yine hiçbir destek görmeden şiddet ve gözaltı ile sonuçlandı.

Şahsen katıldığım, tamamı iktidara mesafeli grupların düzenlediği, İsrail’e ve ABD’ye bolca lanet okunan, Sisi’nin bile eleştirildiği ama içinde yaşadığımız ülkenin idaresinin ima ile de olsa anılmadığı bir mitingden sonra tertip komitesine eleştirilerimi ilettim; “Haklısın!” dediler ama sonrasında bir değişikliğe şahit olmadım. Yine İsmail Haniye’nin şehadetinden sonra muhalif ve AKP yanlısı grupların beraber yaptığı bir başka yürüyüşte de tekbirden ve “Kahrolsun İsrail!”den başka slogan atılmadı, küçük bir grubun “İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet!” sloganına da pek iştirak eden olmadı. Yürüyüş sonunda topluluğa hitap eden 7 konuşmacının hiçbiri İsrail’le yapılan ticarete tek kelimeyle olsun değinmedi. Yine halka bolca boykot çağrısı yapıldı.

Mizahi amaçlı asparagas haber sitesi Zaytung, Ak Parti iktidara geldikten sonra Beyazıt’taki Cuma eylemlerinin bitişine gönderme yaparak, “Eylem konusu bulamayan cemaat Eminönü’ne kadar ‘Köpek giren eve melek giremez!’ sloganıyla yürüdü. Görüştüğümüz cemaat üyeleri, ‘Artık başörtüsü yasağı da kalkacağı için başka bir konu bulana kadar kondisyonumuzu kaybetmemek amacıyla her Cuma Eminönü’ne kadar yürüyeceğiz!’ dedi.” şeklinde bir haber yapmıştı. 7 Ekim sürecindeki birçok eylem ve etkinlik de aslında bundan çok farklı değildi. Slogan belli: “Coca-Cola içme, hamburger yeme!”

Boykot çağrıları, insani yardım amaçlı para toplanması elbette önemlidir ancak siyasi yardım şüphesiz hepsinden daha önemli! Boykot, Siyonizm’e ne kadar zararı olduğuna bakılmadan devam edilmesi gereken bir sorumluluktur hatta İsrail ve destekçileri üzerinde az çok etki yapacaktır ancak halkın ürün ve hizmetlere dönük boykotunun etkili olması için nüfusun büyük bölümünün katılması lâzımdır ki bunun gerçekleşmesi ihtimalini kuvvetli görmüyorum. Ayrıca halkı boykota çağırırken Coca-Cola fabrikasının Cumhurbaşkanı tarafından törenle açıldığını ve yerli araba TOGG’un 5 ortağından birinin o fabrikanın sahibi olduğunu; dağıtılan boykot listelerinde ürünleri yer alan ve İsrail’de elektrik üreten Zorlu Holdingin patronunun bizzat Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül aldığını da hatırlarsak söylemek istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hükümet ortağı Bahçeli’nin Ali Koç’la ahbap olduğu ve düzenli olarak görüştüğü, İsrail Konsolosluğu ve elçiliğinin Koç’a ait binalarda barındığını da unutmayın!

Yardım kampanyalarının da istenen faydayı sağlamadığını yaşayarak gördük. Tırların sınırda nasıl İsrail’in iznini beklediğini unutmayalım. Kaldı ki savaş sırasında sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından akan yardımlara rağmen Gazze halkının yaşadığı açlık önlemedi. Bugün Gazze’nin yeniden inşası için gereken paranın çeyreğini bile halktan toplayabilmek mümkün değil.

Basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler bir konunun toplumun ve idarecilerin gündemine getirilmesi, gündemde tutulması ve devlet erkini elinde tutanlara istenen adımları attırmaya dönük olarak yapılır. Yani aslında amaç bir ‘iş’ yaptırılmasıdır. 7 Ekim sürecindeki eylemlerin ise onda dokuzunun İsrail’e “Katliama son ver!” demekten başka bir mesajı yoktu. O sırada katliama son vermesini istediğimiz İsrail’in yakıtı da dahil birçok ürünün ise Türkiye’den gidiyor olması ise o sloganları da anlamsızlaştırdı. Gerçi biz bütün ilişkiler devam ederken iktidar milletvekillerinin Meclis’te gerekeni yapmayıp, İsrail Elçiliği önünde protestocularla birlikte slogan attığını da gördük! Muhalif dernek başkanlarının o milletvekillerine tepki gösterenleri engellediğini de!

Unutmayalım ki geçtiğimiz yıl ticarete sınırlama getirildiğinin ilan edilmesi medyada İsrail’le ticaret konusunda yapılan eylemlerin yer bulmaya başlaması ve tepkilerin artması, belediye seçimlerinde alınan ağır yenilginin nedenlerinden birinin de İsrail’le ilişkiler olduğunun fark edilmesiyle olmuştur. Aslında iktidar, taban kaybını önlemek için buna mecbur kaldı. Bu konuda yapılan eylemlere katılım daha yüksek olsaydı ve konuyu gündemin ilk sırasına oturtmayı başarabilseydik öyle düşünüyorum ki ticarete gerçek bir kısıtlama getirmemiz hatta mesela Kürecik’in kullanımını geçici olarak bile olsa durdurmamız mümkün olabilirdi.

Gazze, BOP’un önünde bir kale idi. Her ne kadar Gazzeli direniş örgütleri diz çökmemişse de gelinen noktada Gazze kalesi ne yazık ki aşılmış ve Siyonist rejim Suriye’ye kadar uzanmıştır. Gazze’ye yeteri kadar destek verilebilse İsrail daha erken çekilmek zorunda kalabilirdi.

Bugün Filistin direnişine gerekli siyasi yardımı yapabilecek organizasyonlara sahip değiliz ama bu siyasi kavrayıştan, “direniş” ve “hareket” bilincinden de uzağız. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’de İslami hareket bugün sayısız yardımlaşma derneği ile neredeyse ve bir bakıma bir insani yardım hareketi görünümüne yaklaşmış durumda ki bu durum ayrıca ele alınmaya değer.

Duamız odur ki Gazze’deki gelişmelere eğildiğimiz kadar, bizim Türkiye müslümanları olarak Siyonizm’e karşı yürütülen İslamlık ve insanlık savaşının bir parçası olmayı ne kadar başarabildiğimiz konusu üzerinde de durur ve özeleştirimizi komplekse kapılmadan yaparız çünkü ateşkes sağlansa de ne Filistin’de işgal bitmiş, ne Siyonizm hedeflerinden vaz geçmiştir!

Devamını Okuyun

Yazılar

Devlet Aklı, Kimin Aklı? – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin herkesi hayrete düşüren, kırk yıl geçse kendisinden beklenmeyecek “Öcalan çıkışı”na önce anlam veremeyen ama “Vatan, millet ve devlet için çok önemli bir durum olmasa Bahçeli böyle bir şey söylemezdi!” açıklamasında karar kılan birçok MHP’li veya Ak Partili, bu işte de bir hikmet olduğuna inanıyor: “Devlet aklı başka çalışır!”

Karşımıza çıkan devlet aklının, 2200 yıllık devlet tecrübesinin şekillendirdiği söylenen aklın nasıl çalıştığı, dahası devletin bekası, milletin selameti yolunda tezahür ettiği söylenen devlet aklının kimin, kimlerin aklı olduğu oldukça tartışmalı bir konu.

Küresel siyaseti ve “derin” konuları iyi bilen ve zehirlenme sonucu öldürülen Aytunç Altındal, Öcalan yakalandığında “Muhtemelen 5 yıl kadar sonra bırakılacak.” demişti. Altındal’ın tahmini zaman olarak tutmadı ama gecikmeli de olsa sonunda gündeme geldi. Demek ki bir gün serbest bırakılmak üzere iade edildiği tahminleri doğru idi.

Küresel güçler Öcalan’nın iadesiyle, PKK’nın tasfiyesi düşüncesini 1999’da hayata geçirmişlerdi. Tabii ki bu tasfiyenin hedefi “terörsüz Türkiye”ye yol almak değil, federasyondu. İadenin, idam edilmeme şartıyla yapılmış olmasının nedeni de açıktı: Öcalan, bir süre sonra lazım olacaktı.

1999 Şubat’ında Öcalan’ın MOSSAD tarafından Türkiye’ye iade edilişinden 3 ay sonra da MİT’le ilişkili olduğu Namık Kemal Zeybek ve Yaşar Okuyan gibi birçok eski MHP yöneticisi tarafından dile getirilen Devlet Bahçeli, başbakan yardımcısı oldu ve 2002 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu süre zarfında parti tabanının tepkisine rağmen idamda ısrarcı olmayarak iade şartına uydu. Alparslan Türkeş’in, Bahçeli’nin MİT elemanı olduğunu söylediği, orijinali Yaşar Okuyan’da bulunan el yazması mektubu ise o yıllarda Akit Gazetesi’nde yayımlanıyordu

Öcalan’ın iade edildiği yıl başbakan yardımcısı olan ve idamında ısrarcı olmayan Bahçeli şu işe bakın ki yıllar sonra yine hükümet ortağı ve bu kez de Öcalan için “umut hakkı”nı, yani serbest bırakılmasını istiyor!

Yine şu işe bakın ki Öcalan’ın iade sürecini CIA yetkilileriyle yürüten o günkü MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un Bahçeli ile yakın olduğu bilinen bir konu; dahası bugün Bahçeli’nin danışmanlığını yaptığı defalarca ifade edilmesine rağmen Atasagun veya Bahçeli tarafından yalanlanmadı. Atasagun, kendi isteğiyle emekliye ayrılmadan önce Başbakan dışında yalnızca Bahçeli’ye veda ziyaretinde bulunmuştu ki genel başkan yardımcısı Mehmet Şandır tarafından da doğrulanan görüşmede ne konuşulduğu bilinmese de MHP’de görev alıp almayacağı konusu da merak edilmişti. Atasagun’la ilgili birkaç bilgi daha vermek yararlı olabilir. Şenkal Atasagun, 1967’de MİT’e girmiş. Soner Yalçın’a göre 67’de MİT’e girenlerin alınmasında o yıllarda MİT içinde çok etkili olan Hiram Abas’ın inisiyatifi olduğu söylenir. Bu dönem MİT’e girenlerin çoğu teşkilatta önemli yerlere gelmiştir. “Hiram” ismi dikkatinizi çekti mi, bilmem. Bu isim masonlar açısından çok önemlidir. Masonlara göre “pir” kabul edilen ve Tevrat’ta da adı geçen Hiram usta, Süleyman Mabedi’nin baş mimarı kabul edilir. Hiram Abas’ı tanıyan eski MİT’çi Mehmet Eymür, Abas’ın babasının mason olduğu için bu ismi vermiş olduğunu söylüyordu.

Ayrıca İsrail, ABD ile birlikte Öcalan’ı iade ettiğinde dönemin İsrail başbakanı Netanyahu idi. Öcalan’ın serbest bırakılmasının Devlet Bahçeli tarafından dile getirildiği bugün de İsrail başbakanı yine Netanyahu! Ne iş yahu!

Başbakan Yardımcısı Bahçeli, 2002’de Tekir yaylasında iken aldığı iddia edilen bir telefonun ardından sürpriz bir çıkış yaparak DSP-MHP-ANAP koalisyonunu dağıttı ve ülkeyi seçime götürdü. Telefonu kapattığında Bahçeli’nin renginin solduğunu anlatanlar da olmuştu ama bilemeyiz. Emekli binbaşı ve yazar Erol Mütercimler ise arayanın bir general olduğunu bildiğini ama ismini veremeyeceğini söylüyor.

Bahçeli’nin ülkeyi götürdüğü 2002 seçimini, 2004 yılında katıldığı bir televizyon programında “Hani ABD’nin de düşündüğü… Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir.” diyecek olan BOP eş başkanı olduğunu söyleyen Erdoğan’ın liderlik ettiği Ak Parti kazandı ve tek başına iktidara geldi.

Erdoğan hükümeti Irak’ın resmi olarak federasyona dönüşmesiyle sonuçlanan Irak işgalini destekliyor, işgal başladıktan kısa süre sonra FBI ve CIA yetkilileri Türkiye’ye geliyordu. Hürriyet gazetesi, 2005 Aralık ayında yaptığı haberlerde bu ziyaretleri “PKK’nın tasfiyesini görüşmek amacıyla” diye yorumluyordu! Bugün de ikinci çözüm sürecinin aslında tek bir hedefi olduğu söylenmiyor mu: PKK’nın tasfiyesi… “Terörsüz Türkiye!”

“Kimin söylediği değil, ne söylendiği önemlidir.” gerçeğini hatırlayarak bir de 18 Haziran 2005’te Aydınlık dergisinde Doğu Perinçek’in bir konuşmasının verildiği “CIA-FBI ŞEFLERİ NEDEN GELDİ? BAHÇELİ-ATASAGUN İKİLİSİNE ÖZEL GÖREV” başlıklı şu habere dikkat edelim: “Washington yönetimi, federasyon plânının uygulanması için harekatın düğmesine basmış bulunuyor. Şenkal Atasagun-Devlet Bahçeli ikilisine özel görev verilmektedir. ABD, Erdoğan, Özkök, K. Özal, F. Gülen, Atasagun, Bahçeli, PKK yöneticileri ve Öcalan; hepsi BOP içinde Türkiye’yi federasyon yapma plânında sahne almaktadır.

Bahçeli’nin büyük satranç oyununda PKK ile aynı safta yer alması yeni değildir. PKK’yı neredeyse iktidar yapan 3 Kasım seçimlerinde de Bahçeli’nin özel görevi vardı.” Aydınlık’ın bu haberini o dönem MHP ile arası açık olan ya da öyle görünen Ak Parti’ye yakın haber sitesi Haber 7, “MHP, Kürt Federasyonuna ‘Evet’ Dedi” başlığıyla vermişti!

Küçük bir hatırlatma daha: MHP 2007 Seçimlerine giderken açıkladığı seçim beyannamesinde Öcalan’ın İmralı’dan alınarak F tipine getireceğini taahhüt etmişti.

“Devlet aklı”nın tezahürü olarak sunulan Öcalan çıkışının yakın tarih ve Bahçeli ile Erdoğan hakkında bilinenler dikkate alındığında Bahçeli’nin bireysel bir kararı olmadığı gibi ikisinin ortak kararı da olmadığını düşünmemiz için çok nedenimiz var. O hâlde cevabı bildiğimiz ve bazı hatırlatmalarla izah etmeye çalıştığımız soruyu tekrar soralım: Devlet aklı, kimin aklı?

Devamını Okuyun

GÜNDEM