Connect with us

Yazılar

Ucuz Lafın “Yani”si – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Bu yazıda, çıkarılması gereken bir ders yok! Yani kimse üzerine alınmasın. Aslında herkesin her şeyde kusuru mevcutken suçu birilerinin üzerine yıkmak olmaz. Sözüm meclisten dışarı, bir yerde meclisin tâ içine, aslında orada kim varsa; onların hepsine yani. O zaman herkes işkillensin bu durumdan. Tabii, sadece isteyen de alınabilir, alınmak edilgen bir eylem olmasına rağmen.

Bir şey var anlatacağım. Her şeyin yerini tutabilen bir şey. “Yani, bu kadar da olmaz kardeşim.” dedirten bir sığınak. Nasıl bir hafıza bu, yani nasıl beceriyor her şeyi açıklamayı?

Siz bakmayın üstünkörü geçenlere, aslında soğan zarından ince bir mevzudur bu. Yani kılıçtan keskin -o yüzden keser-, kıldan ince -dokunmazsan anlayamazsın-. Değeni keser, değmeyen zaten göremiyordur da.  Zaten gerekli/gereksiz herkes dokunduğu için ağlamaktan incelmiş bu kadar. Yani pek kimse bilmiyor mevzuu, diğer yandan herkesin ağzında pelesenk.

Herkes neden bu kadar duyarsız ki? Kimsenin bırakmaya niyeti yok! Aslında bunu, millî bir mesele olarak kabul etmemiz gerekir. Öyle ki, “utanmaktan utanmamak”tan daha millî.

Şey gibi bir mesele bu. Hakikaten, tam şey gibi. Nasıl desem? Hım… (Burada biraz düşünüyorum, en azından öyle görünüyorum. Tâ çenemde elim illaki. Devam edelim. Evet, hım… Bu da bir kelime değil, bir ünlem belki! Hım… İşte şimdi oldu.) Ne diyeceğimi de unuttum, gördünüz mü? Düşün, taşın, kaşın. Yok, olmadı. Yani? Evet, devam edelim.

Uzun lafı toparlayamayınca taşeronluk yapıyor anlatıma. Lafı kısaltmadığı gibi ucuzlaştırıyor da. Yani bir şeyi okkalı bir iki kelimeyle anlatamadığımızda imdadımıza yetişiyor, bir sonraki cümlenin başına kuruluveriyor hemen. Yani bundan önceki ve bizzat bu cümlede olduğu gibi.

Konuşma dilinde kulağımızı tırmalıyor. Yazıda ise daha bir sırıtkan. Yani bir dalkavuk edasıyla, önceki cümleleri onaylama makamı. Yani, işte tam böyle…

Aktardığımız üstün seviyeli (!) cümlelerin karşıdaki tarafından anlaşılmadığını hakaretvari bir şekilde ima ediyor gibi. Bir çokbilmişlik edası; cümlenin bulutlar üstü hali.

***

Aslında konumuz bu değildi, buraya kadar konuştuklarımızı unutun. Yani nasıl desem, boşuna mı konuştuk onca şeyi. Ne diyeceğimi bilemiyorum şu an. Peki, o zaman siz anladınız (mı?). Yani, aslında şöyle demek istemiştim, diyeceğim, alınacaksınız. Bakmayın öyle, demiyorum!

O kadar çok taşı var ki pirincin, neresinden başlayalım ayıklamaya? Açıkçası ben de bilemiyorum! Özellikle de beyaz taşlardan müteşekkil bir sinsiler ordusu varken karşımızda!

Laf aramızda -ebesinde de olabilirdi, iyi ki değil- çok kitap okuduğunuz söyleniyor. “Yani nasıl okuyorsun onca kitabı?” demiyorlar mı bir de, nasıl hoşunuza gidiyor değil mi? Anlayamıyorlar anlıyor musunuz? Biraz şizofren de bir durum bu aslında. İnsan bu, kitap okumadan durur mu hiç? Yani kendine bakmaz mı bir insan aynada? Her gün aynı satıhta durulur mu yahu? Öyle değil mi? Müsavi olur mu iki gün?

Şöyle mi demem gerekiyordu: Ucuz lafın “yani”si, lafın söz olmasına müsaade etmez! Söz olamayan laf, kelâm makamına erebilir mi hiç? Yani dinlenir mi o laf? Evet? Cevap yok.

Lafı fazla uzattık gibime geliyor. İnsanlar da sıkılabilir. Evet, bu yüzden kızıyor olabilirler aslında. Evet evet, muhakkak bu yüzdendir.

Laf çektikçe uzar, yani sigara gibi değil. Tiryakiler iyi bilir!  Döktükçe artar dert de, çukur gibi; o da içinden aldıkça büyür nitekim. Bir tezatlar silsilesi, bu yazı gibi yani.

Belki edebiyatçı değilim. Yatışımda edep vardır bir nebze, ama nasıl edebiyat yapılacağını pek bilmem. Edebiyat yapmadan edebiyat olmayacağını da bilirim bu arada. (Süslemeden olmaz yani. İllaki ambalaj!) Dışarıdan biraz vâkıfım gibi meseleye. Kavanozu dışarıdan yalıyoruz anlaşılan, yani kapağı açmak bile nasip olmadı daha.

Son söz: İşte, böyle…

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

İktidarları Aşmak, III – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Savaş sadece silahla değil; enerjiyle, ticaretle, yatırımla, banka transferleriyle, limanlarla, ihalelerle yürütülür. Emperyalizmin günümüzdeki en etkili silahı artık sadece askerî değil; ekonomiktir.

İsrail’in Gazze’ye attığı bombanın çeliği, çimentosu, kablosu Türkiye’den gidiyor.
Yemen’e uygulanan ablukaya mühimmat sağlayan sistemlerin parçaları Körfez ülkelerinden.
Suriye’de vurulan binaların yerine yapılacak “yeniden inşa” ihalelerine Batılı şirketler hazırlanıyor.
Bu çarkın sürmesini sağlayan bir şey var: İşbirlikçi iktidarların ekonomik sadakati.

İşte bu yüzden artık ekonomiyi konuşmak, siyasi analizden ibaret değil; ahlâkî bir zorunluluktur.

Çünkü İsrail ile yapılan her ticaret, doğrudan ya da dolaylı olarak direnişe vurulan bir darbedir.
Çünkü her petrol tankerinin arkasında, her finansal anlaşmanın kıyısında, her özel sektör ortaklığının gölgesinde bir ihanet gizlenmektedir.

Bugün İsrail ile ticaret yapan ülkeler, sadece diplomatik bir ilişki kurmuyor; soykırıma lojistik destek sağlıyor.
Bunu yapanlar Türkiye, Mısır, BAE, Ürdün, Fas gibi rejimlerdir. Bu ülkeler, halklarının Filistin’e duyduğu derin sempatiyi istismar ederek arkadan dolanıp İsrail’in elini güçlendirmektedir.

Üstelik bu ekonomik işgal yalnızca devlet düzeyinde işlemiyor.

  • Market raflarında İsrail malı ürünler,
  • Bankalarda Siyonist yatırımlara aracılık eden fonlar,
  • Üniversitelerde emperyal şirketlerin bursları,
  • Sivil toplumda Batı menşeli hibelerin belirlediği gündemler…

Ekonomik işgal, sadece rakamların değil, vicdanların da tutsak alınmasıdır.

“Boykot” bu yüzden sadece bir tüketici tepkisi değil, bir ibadet, bir ahlâkî isyandır.

Peki, yeterli mi?

Hayır!

Bireysel boykotlar önemli olsa da asıl mesele devletlerin ve büyük kurumların ekonomik ilişkilerini koparmasıdır.
Bugün İsrail’le milyar dolarlık ticaret yapıp akşam haberlerinde Gazze’ye dua paylaşan iktidarlar ve tüccarlar ikiyüzlülüğün siyasal tarifidir.

Eğer biz bu zinciri kırmak istiyorsak:

  1. Devletleri ticari ambargoya zorlamalıyız. Bu sadece bir öneri değil; halkların, STK’ların, akademinin, medyanın, siyasal sorumluluğudur. Vergilerle alınan malların İsrail’e gidişi engellenmelidir.
  2. Emperyal bankacılık sistemine alternatifler geliştirilmelidir. Faizle, komisyonlarla işleyen ve Batı’nın çıkarına hizmet eden yapılar terk edilmelidir.
  3. Direniş ekonomisi inşa edilmelidir. Kooperatifler, dayanışma ağları, İslami finans sistemleri, yerel üretim merkezleri, halkların sınır ticaretleri bu mücadelenin parçalarıdır.
  4. Ticaret ahlâkı yeniden yazılmalıdır. Harama-helâle dikkat etmeyen tüccarların para hırsı, tüketim kültürü değil, infak ve adalet kültürü hâkim kılınmalıdır.

Bugün “ekonomik normalleşme” adı altında yapılan her anlaşma, Filistinli bir çocuğun üzerine yağan bombalara lojistik hazırlıktır. Bu hazırlığın aktörleri arasında artık sadece emperyalist devletler değil, Müslüman kılığına bürünmüş rejimler ve tüccarlar bulunmaktadır.

Bu yüzden ekonomik mücadele;
– Direnişi desteklemek,
– İsrail’i yalnızlaştırmak,
– Halkları bilinçlendirmek,
– Alternatif bir iktisadi ufuk açmak için çok gereklidir.

Artık “Ekonomi siyasetten ayrı tutulmalı.”, “Siyaset ayrı, ticaret ayrı!” diyen her ağız, işgali perdelemektedir.
Artık “Ticaret, insan haklarıyla karıştırılmamalı!” diyen her iş adamı, emperyalizmin gönüllü hizmetkârı olmuştur.

Bizler, iktidarları aşan, helale ve harama dikkat etmeyen paragöz tüccarlardan sıyrılmayan bir ekonomi ahlâkı inşa etmedikçe, özgürlük yalnızca bir slogan olarak kalacaktır.

Çürümüş iktidarların değil; kendi emeğine, kendi ahlâkına ve kendi değerine yaslanan halkların ekonomisi direnişi sürdürebilir hâle getirecektir.

Para akışının yönü değişmeden, savaşın yönü değişmez!

Devamını Okuyun

Yazılar

27 Temmuz Yürüyüşü Üzerine – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Geçtiğimiz pazar günü, 22 ay geç kalmış ama önemli bir eylem gerçekleşti. Yankıları sürüyor.

“Sözü muhatabına söylüyoruz!” başlıklı yürüyüşün çağrısını yapan ve organize eden Köklü Değişim camiasına ve katılım sağlayan başta hocalarımız olmak üzere herkese teşekkürler. Önemli bir iş yaptılar.

Sözün muhatabına ve muhatabın bulunduğu yerde söylenmesi fikri gerçi yeni değildi ancak az çok tabana sahip bir hareketin çağrıcı pozisyonunda inisiyatif alması açısından bir ilk oldu çünkü daha önce üç defa ‘Külliye’ tabir edilen Beştepe Sarayında böyle bir etkinlik için çağrı yapılmış ve hiçbir grubun katılmadığı, 15-20 kişi ile yürütülen eylemler her defasında polis şiddeti ve gözaltılarla sona ermişti. Bu konuda ilk olma noktasında Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının gayretlerini anmadan geçemem.

27 Temmuz eylemi Türkiye Müslümanlarının ‘geç kalma’ alışkanlığının ve zamanlama probleminin bir sonucu olarak böyle bir kitlesel yürüyüş için çok ama çok geç kaldı. Bu yürüyüş için 22 ay geçmemeliydi. Bu süreçte şehit sayısı bazı kaynaklara göre (kayıplarla birlikte, ki maalesef muhtemelen onlar da şehit) 600 bini geçti. İsrail, Gazze duvarını aşıp Lübnan’a saldırdı ve Suriye’de de fiili işgale başladı. Soykırımın başlarında kabarıp sönen hissiyatımızın yeniden bizi harekete geçirmesi için demek ki her gün önümüze açlıktan ölen çocuk fotoğraflarının düşmesi ve Ebu Ubeyde’nin sitem dolu konuşmasını yapması gerekiyordu.

Buna rağmen, birbirlerini tekfir eden veya en azından oldukça soğuk bakan çeşitli grupların yürüyüşte kol kola olması gibi umut verici bir görüntünün de oluştuğu bu önemli yürüyüşe ne yazık ki kitlesi olan birçok yapı katılmadı. Hâlbuki sayı, 1 milyonu rahatlıkla bulabilirdi.

Kitlesel yürüyüşlerimizde sıklıkla gördüğümüz kitlenin konuya odaklanamama sorununu bu eylemde de yaşadık. Adeta slogan kıtlığı yaşandı ve sayısız defa tekbir getirilirken, birçok konu dışı slogan atıldı. “İşbirlikçi AKP” sloganı ise attırılmak istenmedi.

Köklü Değişim, Beştepe güzergâhında kararlı olduğunu katılımcı kitleye ve kamuoyuna önceden ilan etmesine rağmen bu konuda ısrarcı olmadı.

Gözaltına alınan iki arkadaşla avukatlar ve organizatörler karakolda ilgilendi ama arkadaşlar için kitle bilgilendirilerek bekletilmeliydi, yapılmadı.

Muhatap, kendisine ulaşan yolları kapattırsa da söz, muhatabına samimi bir şekilde söylendi. Boynundaki vebal hatırlatıldı. Hükümeti harekete geçirme yönündeki kitlesel çabalar 27 Temmuz’la sınırlı kalırsa şüphesiz bir sonuç elde etmek mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan bu yürüyüşün bir son söz olmadığının, olmaması gerektiğinin hepimiz farkındayız.

Bu yürüyüşü değersizleştirmek de büyük bir zafer gibi sunmak da doğru değil. 27 Temmuz’da bir bariyer aşıldı, çıta yükseldi. Madem çıta yükseldi artık ona göre davranmak, geriye düşmemek için çalışmak gerekir. İktidar üzerinde kamuoyu baskısını artırmak için hareketliliğin devam ettirilmesi şarttır. Ses getirecek yerlerde kitlesel oturma eylemleri düşünülebilir. Gerekirse 27 Temmuz yürüyüşüne katılmayan grupların ayağına gidilerek bu ve benzeri çalışmalara davet edilmeli, ikna olmalarına çalışmalıyız.

Devamını Okuyun

Yazılar

İktidarları Aşmak, II – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

İsrail’in Suriye’ye yönelik son hava saldırısı, yalnızca bir egemen devlete yapılan aleni bir saldırı değildir; aynı zamanda bölge halklarına, direnişe, insana ve ahlaka yöneltilmiş sistematik bir meydan okumadır. Bu saldırının arkasında yalnızca Tel Aviv yoktur; Washington’un diplomatik ve askeri desteği, özellikle de Trump döneminde kurumsallaşan “sınırsız İsrail dokunulmazlığı” bu suçların zeminini hazırlamaktadır.

Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederek sadece diplomatik teamülleri çiğnememiş; gücün, zorbalığın ve haydutluğun dibine vurmuştur. Ardından Golan Tepelerini “İsrail toprağı” ilan etmesi, emperyalist zorbalığın bir diğer göstergesiydi. O günden bu yana İsrail, Batı hukukunu da uluslararası normları da fiilen çöpe atmıştır ama asıl acı gerçek şudur: Bu cüret, yalnızca ABD’nin açık desteğinden değil, bölgedeki rejimlerin utanç verici sessizliğinden ve işbirlikçiliğinden beslenmektedir.

İsrail uçakları Şam’ı bombalarken bir yandan Riyad’daki petrol kuleleri yükseliyor, diğer yandan BAE limanlarında Tel Aviv malları sevkiyata hazırlanıyor. Türkiye limanlarından her gün 10’a yakın gemi ile İsrail soykırımının petrolü gönderiliyor. Gazze’ye atılan bombalarla aynı tedarik zincirinde olan çimentolar, çelikler, savaş mühimmatları Türkiye’den çıkıyor. Diplomatik koridorlarda ise soykırımcılara sessiz diplomasiyle örtü örülüyor. Tüm bu sahne, artık yalnızca siyasi değil, ahlaki bir çöküşün, insani çöküşün de belgesidir.

Suriye’ye yönelik saldırılar, yalnızca bir ülkenin egemenliğine değil aynı zamanda ümmetin onuruna yapılmış bir saldırıdır. Bu hat, sadece İran’la ya da Hizbullah’la sınırlı değildir. Bu hat; Gazze’de Hamas’ın kararlılığıyla, Yemen’de Ensarullah’ın meydan okuyuşuyla, Lübnan’da Şii-Sünni dayanışmasıyla örülmektedir. Bu nedenle İsrail’in saldırıları, sadece Suriye’ye değil; ümmetin onuruna, halkların özgürlüğüne yöneliktir.

Bu vahşetin karşısında, Birleşmiş Milletler, Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası yapılar tam bir acizlik ve aldatıcılık anıtına dönüşmüştür. Kınama dışında bir şey yapamayan bu organizasyonlar adeta emperyalizmin vitrin süsü haline gelmiştir. İnsan haklarından dem vuran Batılı kurumlar ise Suriye’de, Gazze’de, Yemen’de, İran’da çocuklar katledilirken üç maymunu oynamakta bir beis görmemektedir.

Ama artık halklar bunu görüyor.

Halklar, kendi sokaklarına, kendi dualarına, kendi iradelerine sahip çıkıyor. Gazze’deki çocukla Şam’daki annenin kalbi aynı anda sızlıyor. Siyonist barbarlığa karşı yükselen bu yeni direniş; devletlerin değil, halkların omuzlarında yükseliyor!

Bu yeni hat, sadece askeri değil, ahlaki bir başkaldırıdır, insani bir başkaldırıdır. Bu hat, Batı’nın çizdiği “meşru şiddet” tanımlarını reddeder. Bu hat, emperyalizme karşı bağımsızlık hakkını savunur. Bu hat, iktidarların söylemlerini değil, mazlumların çığlıklarını esas alır.

Evet, direnişin adı artık Hamas’tır, Ensarullah’tır, Hizbullah’tır… Tabii daha da önemlisi, bu isimler artık birer örgüt değil, bir halk bilincinin, İslam ve tevhit bilincinin adı olmuştur. Onlarca yıl süren işbirlikçi iktidarlar, halkların iradesini bastıramamıştır. Şimdi o bastırılmış irade, yeraltı tünellerinden, çorak vadilerden, yıkılmış mahallelerden yeniden filizleniyor.  Vicdanları ve duruşlarını Siyonist şebekeye ipotek etmiş olanlar bunu anlayamaz da göremezde, görmüyor da.

Bu sebeple;

İsrail’in saldırılarına sessiz kalan her iktidar suç ortağıdır.

Direnişi itibarsızlaştıran her medya aygıtı, propaganda savaşının bir parçasıdır.

Direnişi görmezden gelen her STK, ahlaki iflas içindedir.

Ve bizler, bu ahlaki çöküşün parçası olmayı reddediyoruz. Her erdemli insan da reddetmelidir.

Ya iktidarların çizdiği sun’î sınırları aşarak yeni bir direniş hattı kuracağız ya da çocuklarımız Siyonist emperyalizmin beton duvarları arasında boğulacak.

Çünkü kurtuluş sadece İsrail’in yıkılışıyla değil, onun zihinlerimizdeki tahakkümünün, STK’larımızdaki korkunun, medyamızdaki dalkavukluğun, iktidarlarımızdaki işbirlikçiliğin tasfiyesiyle mümkündür.

İşte bu tasfiyeyi başlatmak, hepimizin tarihsel ve ahlaki sorumluluğudur. Bu, “Olursa iyi olur.” bâbından bir şey de değildir. Bu, kulluğumuzun bir gereğidir. İnsanca ve Müslümanca yaşayabileceğimiz bir düzen kurmak için ufkumuzu, imkânlarımızı seferber etmeliyiz.

Bugünün savaşları artık yalnızca tanklarla, uçaklarla, füzelerle yürütülmüyor. Bugünün en keskin silahı, anlatıdır. Görüntünün dili, kelimenin ritmi, başlığın seçimi ve suskunluğun zamanı; bazen bir bombadan daha tesirlidir. İsrail’in Gazze’de işlediği soykırımı, Suriye’ye attığı füzeleri, İran’a olan saldırısı, Yemen’e yönelik ablukayı yalnızca askeri eylemler olarak görmek yeterli değildir. Bu eylemler, küresel medya düzeninin inşa ettiği meşruluk zırhıyla korunmaktadır.

Siyonist medya gücü, sadece propaganda üretmiyor; gerçeği formatlıyor, mazlumu suçluya, işgali meşruya dönüştürüyor. Bu medya düzeni, Batı’nın merkez medya organlarında kurumsallaşmıştır: CNN, BBC, The New York Times, Le Monde, DW ve daha niceleri… Ülkemizdeki medyanın, “İktidar gücenir!” diye Filistin eylemlerini nasıl görünmez kıldığını, görmezden geldiğini hep birlikte izliyoruz. Hepsi tek bir şeyde ortak: Direnişi şeytanlaştırmak, İsrail’i “meşru müdafaa” pozisyonuna çekmek!

Ama asıl yıkım, bu dili yerli medya aygıtlarının benimsemesinde yatıyor.

İslam coğrafyasındaki medya organlarının önemli bir kısmı kendi halklarına değil, kendi iktidarlarının dış politikalarına sadakat gösteriyor. İktidarlar gücenmesin diye Müslümanlara, insanlara yapılan tüm haksızlıkları ustaca görmezden gelebiliyorlar. Bu medya organları, Filistin direnişini “taraflar arası çatışma” olarak kodluyor; Ensarullah’ı “İran yanlısı milis” olarak küçümsüyor; Hizbullah’ı “bölgesel tehdit” olarak lanse ediyor.

Her şeyden acısı da şudur: Hamas’ın adı dahî geçirilmeden “barış çağrısı” yapılıyor. “İtidal” dili, halkların öfkesini soğutmak için kullanılıyor. Direniş değil, statüko; adalet değil, dengecilik; hakikat değil, görüntü yönetimi tercih ediliyor.

Batılı medya, aslında işbirlikçi iktidarların ruhunu taşıyor. Onların ekranları, emperyalizmin yıkımını değil, diplomatik dengelerin aldatıcılığını servis ediyor. Siyonistlerin soykırımı karşısında suskun ama bir roket fırlatıldığında alarma geçiyorlar. Bombalanan çocuklar için değil; zarar gören İsrailli psikolojisi için haber yapıyorlar.

Ne yazık ki sosyal medyada dahî algoritmalarla desteklenen bu medya dili, alternatif sesleri boğmakta kullanılıyor. Direnişe dair içerikler sansürleniyor, hesaplar kapatılıyor, etiketler gömülüyor. Dijital alan da işgal altında!

Tüm bunlara rağmen bir şey değişiyor:

Halklar, Müslümanlar artık medya değil, gerçeklik arıyor. Gazze’den yayılan görüntüler, Yemen’deki meydan okuma, Şam’da yıkılan binalar, Lübnan’da kurulan barikatlar artık sadece haber değil, vicdan çağrısıdır.

Direnişi terörize eden medya dili, yalnızca işgale değil; halkların iradesine de saldırmaktadır. Bu nedenle medya savaşı, yalnızca bir “enformasyon mücadelesi” değil; bir irade savaşıdır.

Bu bağlamda;

Her bir mazlumun hikâyesini anlatmak, bir haber değil bir görevdir.

Her bir direnişçiyi savunmak, bir ideolojik tercih değil, bir insanlık borcudur.

Her bir medya manipülasyonunu ifşa etmek, bir mesleki tutum değil, ahlaki zorunluluktur.

Bugün artık hakikat arayışı, bağımsız haber odaklarında, halk medyasında, gönüllü gazetecilerin omuzlarında yükselmektedir. Bu yeni medya dili, mazlumun gözünden, çocuğun çığlığından, annenin yıkılmış evinin önündeki sessizliğinden doğmaktadır.

Bizler, medya savaşında da tarafız. Tarafımız Müslümanlardır, ezilenlerdir, halklardır, adalettir, direniştir.

Çünkü gerçeği anlatmak, yalnızca bir anlatım biçimi değil; bir cephedir. Bu cephede susmak, işgalin dilini konuşmak demektir!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x