Köşe Yazıları
Her Dem Yeniden
Yayınlanma:
4 yıl önce-
Mücadele yeni aşamalara geçemedikçe tıkanır, durağanlaşır, atalete sürüklenir ve yavaş yavaş kendini imhâ eder ya da egemenler için rahatsızlık vermeyen bir forma bürünür. (Tuncay Birkan’ın yeni yayımlanan Sol: Evin Reddi kitabındaki Solun Son Sözü “Kültürel Çalışmalar mı?” makalesine, benzer bir tartışma için göz atılabilir.)
Musa Peygamber, Firavun iman etmediği için Mısır’daki düzeni değiştirememişti. İbrahim Peygamber de Nemrut iman etmediği için Urfa’da, Muhammed Peygamber de Ebu Cehil ve ortakları iman etmediği için Mekke’de düzeni değiştirememişlerdi.
Mısır’da egemen siyasal/ekonomik/bürokratik/dini hegemonya bir bütün hâlinde toplumun üzerine çullanıp onu kuşattığı, hareketsiz bıraktığı için tevhid hareketi zor bir sürece girmiş, kılcallara tutunan bir yol takip etmeyi emreden Rabbimizin “Mısır’da evler/mescidler/sadece Allah’a yönelen kulluk merkezleri edinin!” emriyle yeni bir aşamaya geçmişti. Bu aşama ilk egemen savuşturma karşısında yılgınlık ve karamsarlık havasını dağıtan güçlü bir nefes, heyecan ve motivasyon oluşturmuştur.
Tevhid mücadelesinin Mekke tecrübesinde de benzer bir tablo ile karşılaşırız. Allah Resûlünün Mekke önderlerine/halkına dönük umumî daveti karşılık bulmayınca, düzen aynı güç ve kudretiyle şirk ve zulüm hattında kalacağını beyan edince toplumun kılcallarında ilerleyen ve Dâr’ul-Erkam’da somutlaşan bir süreç başlamış oluyordu. Bu süreç de müthiş heyecan vericidir, coşkunluk selidir, ayrışmaların, hakikat yolculuğunun bedellenişi ile taçlanan eşsiz bir aşamadır. Bu aşamalar görünürde zâyiatlarla anılsa dahî mücadelenin kavîleştiği anlara tekabül eder. İbrahim Peygamberin tecrübesinde de yaklaşık adımlar takip edilebilir.
İnsan hayatı da siyasî/imanî mücadelelerle benzeşen yanlara sahip değil midir? Hatta meslekler bile bu benzeşme halkasına dâhil edilebilir. Yenilenmeyen, bir öteki aşamaya/merhaleye sıçrayamayan hayat donmaya, atalete sürüklenir. Heyecan ve motivasyonunu yitirir. Mısır’da Musa, Mekke’de Muhammed, Urfa’da İbrahim Peygamberler toplumun kılcallarında seyrede seyrede bir yerde duralayacaklardır. Ağır siyasal/bürokratik kuşatma harekete yeni katılımları engeller. Halk, egemenler tarafından türlü tezvirat marifetiyle terörize edilen, kötücül vasıflarla bir tehdit unsuru olarak takdim edilen tevhid hareketine yanaşmaz. Bireysel geçişlerin toplumsal dönüşümü etkileyen bir boyutu da olamaz. Süreç tıkanır.
Muhammed Peygamber ve arkadaşları bunu aşmak için Habeşistan ve Taif açılımlarını yaparlar. Maksat, bugün için Davos örneğiyle izah edebileceğimiz küresel ilişkilerin merkezine konumlanan Mekke’deki kuşatmayı aşmaktır ancak Habeşistan yine büyük küresel güç Bizans ve onun dini Hristiyanlık bağlantılarıyla merkezî siyasal/bürokratik/ekonomik/dini bir tahakkümü temsil etmektedir. İlâhi yardım bu merkezin hareketin üssü olmasına mâni olur. Çünkü yağmurdan kaçarken doluya tutulmak kuvvetle muhtemeldir. Taif de Lât putunun mekânı ve güçlü tarımsal-ekonomik varlıklarıyla Mekke’ye koşut bir siyasallık arz ediyordu. Yeni aşama için orası da üs olmadı, hatta Allah Resûlünü taşlama cür’etiyle bunu şiddetle reddetti.
Mısır’da evler edinen Musa, lokal buluşma ve direniş alanları, yalnız Allah’ın otoritesini kabul eden kulluk düzenleri için temrin alanları vâr eden Musa, bütün bu çabalara rağmen Firavun düzenini alaşağı edemeyen Musa, yeni bir aşamaya mı geçecekti yoksa zamanla modern dönemde kültürel çalışmalar, farklı hayat tarzları diye anılan pozisyonlardan öteye geçemeyen bir kimliğe mi sıkışıp kalacaktı? Ne yapacaktı bakalım? Tıkanıklığı aşma emri Rabbinden geldi:
VE GERÇEK ŞU Kİ, [zamanı gelince] Musa’ya: “Kullarımla beraber geceleyin yola çık ve onlara denizin ortasında kupkuru (güvenli) bir yol tutuver; arkanızdan yetişirler diye korkup kaygılanma” diye vahyettik. (Tâhâ sûresi, 52. Ayrıca: Şuarâ, 52; Duhan, 23)
Nisa sûresi 97 ve 98. ayetler, yeni aşamaların güçlü evrelerinden olan “hicret”in iltica değil de kurucu rolüne işaret etmesi bakımından önemlidir. Önceki yazılarımızda da vurguladığımız ve maalesef sonraları “Mekke’den Medine’ye göç” anlatısıyla tarihsel bir aralığa sıkıştırılan “hicret”in anlamlarını bir kez daha son peygamberin tecrübesiyle tartıp değerlendirmek ve bu sûretle bugüne taşımak gerekmektedir. İbrahim Peygamberin sahipsiz ve susuz bir mıntıkayı oğlu İsmail ve eşi Hacer’le birlikte yeni ve motive edici bir aşama olarak üs edinmesi, dolayısıyla başka bir modeli burada inşa etmesi üzerine düşünmeliyiz. Bu aşamaya geçemeseydi atalete ve yılgınlığa teslim olma ihtimali elbette kapısını çalacaktı.
Atalet ve çürümeyi durdurmak, birçoğu için nesnel koşulların umutsuzluğu işaret ettiği anlarda yeni, sarsıcı sıçramalarla mümkün olabilecekse, evet, o anlar Resullerin Kur’an’daki örnekliklerinden de çıkarabileceğimiz üzere “hicret” anlarıdır. Ancak bu tartışmalarda hicretin yöneleceği coğrafyalar/bölgeler üzerinde yeterince durulmamaktadır. Mısır’da, Urfa’da, Mekke’de pür siyasal/bürokratik/dini/ekonomik baskı altında çıkışsız ve nefessiz kalan mücadele, devrimle neticelenememiştir; kendine akacak bir yer, model olacak bir alan/mekân aramaktadır. O mekân, o pür-habis baskının zayıf olduğu ya da tümüyle o kuşatmadan bağımsız bir mıntıka olmalıdır.
Yunus Emre’nin Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası mısraı model heyecanının canlandırıcı, yeşertici mahiyetine işaret eder. İnsanın kendinden bile usandığı, hareket ve mücadelenin bir yüke dönüştüğü hâllerden hayır umulur mu! Elbette böyle bir şey mümkün olmaz! O yüzden mutlaka model/tasarım/proje bir yerlerde şekillenebilmelidir. Ete kemiğe bürünmelidir. Bu bürünüş, yeni bir vâroluşsal heyecanı ateşlemelidir.
Nefeslerin, seslerin kısıldığı baskı iklimlerinin uzağında, otoritenin olmadığı ya da belli belirsiz göründüğü mekânsallıklarda; Kızıldeniz’in karşı tarafındaki çöllerde; suyun bile olmadığı taşlık Mekke vadisinde; Evs ve Hazreç’in uzun yıllara yayılan iç savaşlarından yorgun düşmüş, kendi aralarında çekişmeli Yahudi kabilelerinin üstüne bir de Araplarla itiş kakış içinde olduğu otoritesiz Yesrip’te Resullerin model inşa etme fırsatı yakaladıklarını çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz.
Son paragrafın bugünkü karşılığı bâbında aklımdan geçenleri yazmayacağım. Buradaki tartışmayı derinleştirmeyi okuyanlara bırakıyorum. Hicret’in muhtemel risklerine karşı “gayba iman”a yaslanan bir teslimiyetin devrimci dinamizmi besleyen yanını da okuyanımıza hatırlatmayı ihmal etmeyelim:
[Vaktiyle] hor görülen/güçsüz bırakılan insanları ise kutlu kıldığımız ülkenin doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Ve Rabbinizin İsrailoğulları’na verdiği söz, onların darlıkta gösterdikleri sabrın bir karşılığı olarak (işte böylece) gerçekleşmiş oldu; Firavun ve halkının özenle işlediklerini, yapıp yükselttiklerini ise, hepsini, hepsini yerle bir ettik. (Araf, 137)
Ve sonra İsrailoğulları’na: “Şimdi artık yeryüzünde güvenlik içinde yerleşin” dedik, “fakat, [unutmayın ki,] Son Gün’e ilişkin söz gerçekleştiği zaman, karışık bir bütün[ün parçaları] olarak hepinizi bir araya getireceğiz!” (İsra, 104)
Ve gerçek şu ki, [zamanı gelince] Musa’ya: “Kullarımla beraber geceleyin yola çık ve onlara denizin ortasında kupkuru (güvenli) bir yol tutuver; arkanızdan yetişirler diye korkup kaygılanma” diye vahyettik. (Tâhâ, 77)
Ve sonunda [Mısırlılar] gün doğarken onlara yetiştiler; İki topluluk birbirinin görüş alanına girdiklerinde Musa’nın yandaşları: “İşte yakalandık!” dediler. (Musa:) “Hayır, asla! Rabbim benimle beraber” dedi, “bana mutlaka bir çıkış yolu gösterecektir!” dedi. Bunun üzerine, Musa’ya: “Asânla denize vur!” diye vahyettik. [Musa söyleneni yapınca] deniz ortadan yarıldı; öyle ki, açılan yolun her iki yanında sular koca dağlar gibi yükseldi. (Şuarâ, 60-63)
Zekeriya ve Şuayp Peygamberlerin toplumlarıyla münasebetleri bağlamında son dönemlerine ilişkin bir okuma yapılarak 15-20 yıla uzanabilen paradigmatik duruş ve insan enerjisinin yetebilirliği ile Yunus Emre’nin dizesi, Resullerin “hicret”le yaptıkları sıçrama, birlikte, derinlemesine ele alınmadıkça çıkışsızlıklarımıza çareler üretemeyeceğiz.
8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)
2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.
Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.
Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:
“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz. |
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.” |
Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?
7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.
Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.
İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.
Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.
Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!
Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.
Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.
Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)
Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.
“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”
Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.
Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.
Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.
İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.
Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.
Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.
Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!
Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.
Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?
İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!
Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.
Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.
Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.
Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.
Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.
Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.
Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.
Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.
Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek. Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.
7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)
Önümüzde cevap bekleyen sorular var:
Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?
Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?
Tehdit mi rüşvet mi?
Kim bu birileri?
Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?
Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.
Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.
Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.
Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.
Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.
Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.
Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.
Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…
Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)
Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.
Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.
Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.
Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.
Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?
O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.
Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.
Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.
Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:
İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.
İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.
Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.
Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?
Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?
Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.
Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…
Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!
Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.
Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.
Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.
Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?
Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.