Connect with us

Yazılar

Sırrı Süreyya’ya Veda – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillulâh-ı fi’l-âlem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz? Nizamülmülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz? Onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Bir an için hepsini suçlu kabul etsek onları rızksız, nana muhtaç bir vaziyete nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyursunuz? Çocuğunuzu nasıl seversiniz?”

Sırrı Süreyya denince hepimizin hafızasında yer edinen başka bir konuşması, başka bir gülümsemesi, başka bir eylemi gelir. Sırrı Süreyya denince neredeyse bu ülkedeki her bir insana dokunmuş, her bir insanın derdi ile hemhâl olmuş bir insan evladı gelir aklımıza. İster istemez adını anınca, simasını hatırlayınca yüzümüzde bir tebessüm belirir. Sağcısı, solcusu, Kürd’ü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Gürcü’sü… Hepimizin kimliğine bürünmüş, hepimizin ana babasının acısını hissetmiş o acıyı dile getirmiş bir insan evladı…

Kürd ve Türk çocuklarının ölmemesi, daha insanca ve adil şartlarda yaşaması için barışın postacılığını kendisine iş edinmesiydi Sırrı Süreyya’yı bu toprakların evladı kılan, Anadolu irfanının en güzel örneği yapan. Bu toprakların türkülerini ona sevdiren şey, bu topraklara duyduğu çıkarsız bağdı. Onu turna kuşu kılan da her bir santimine aşık olduğu bu topraklardı. Kana ve öfkeye doymuş olan bu topraklar.

Benim için Sırrı Süreyya, yüzyıla yakındır inkar edilen kimliğim için, dilim için yüzlerce defa mecliste, sokakta, mahkeme salonlarında canı pahasına direnen bir insan. Çıkarsızca, yürekten ötekinin acısını yüreğinde hisseden bir Sırrı Süreyya.

Ama tüm Sırrı Süreyya’ları bir kenara bıraksam, benim için en Sırrı Süreyya girişteki konuşmayı yapan kişidir. En kendinden olmayanın, kendisine en uzak olanın acısı ile acıyan, derdi ile dertlenen, kendisine düşman olan “uzak” ötekinin yaşadığı hukuksuzluğu da kendisine dert eden, bununla öfkelenen Sırrı Süreyya! Ne zordur değil mi sabah akşam seni düşmanlaştıran, dışlayan, yorgun ve hasta bedenini hapsetmek isteyen, evlatlarından, hayatından, özgürlüğünden uzaklaştırmak isteyenin hakkını ve hukukunu o yorgun kalple hissetmek, haykırmak! Zor. Kendimi onun yerine koyuyorum, bir an hıncıma teslim olabilirim gibi hissediyorum. O kişinin, grubun ya da cemaatin bana yaşattıkları beni adaletten alıkoyacak gibi hissedebilirim belki de. Ama gördük ve yaşadık ki onca hukuksuzluklara, zulümlere rağmen Sırrı Süreyya’yı adaletten alıkoymamış ona yaşatılanlar. Öfkesi onu esir almamış. Nasıl erdemli bir tavır, değil mi? Maide sûresi 8. ayette: “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” diye emreden Rabbimizin çağrısına kulak vermiş bir kul olabilmiş Sırrı Süreyya! “Başkasının acısını duyabiliyorsan insan olabilirsin!” diyen Tolstoy da onu anlatmış sanki. Ne mutlu bize ki Sırrı Süreyya gibi erdemli, beytülmâle el uzatmayı aklından dahî geçirmemiş modern bir dervişi tanıdık dünya gözüyle. Benzerini bir daha görebilir miyiz, sahiden bu konuda umutsuzum.

Çok uzatma taraftarı değilim, Sırrı Süreyya’yı değerli ve özel kılan çok şey vardı. Şivesi, gülüşü, candan ve sahici tavırları bir yana, onu hepimize sevdiren şey insana insan olmasından ötürü duyduğu muhabbet ve adaletiydi. Koltuğun gücüyle çalıp çırpmaması, bizlerle yer sofrasında yerken, mezarlıkta ağlarken, mecliste konuşurken yalandan bizler gibi olmaya çalışmak imajı takınmamasıydı. Hakikaten bizlerle biz olabilmesi, sahiciliği, en ötekinin bile acısını tüm hakikati ile yüreğinde hissedebilmesiydi. Hukuksuzluk üreten otoriteye boyun eğmeyişi, hakkı her şartta dile getirmesi, zulme uğrayanın kimliğine bir an olsun bakmadan, mazlumun yanında bir an olsun çekinmeden durabilmesiydi Sırrı Süreyya’yı müstesna kılan.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Sırrı abi. Hesapsızlığını, dürüstlüğünü, mazluma yoldaş olmanı, barış elçisi olmanı, helalinden yaşamanı çok sevdik. Uğruna canından geçtiğin, özlemini bir nefes gibi çektiğin barışı en çok senin için getireceğiz bu topraklara. Üzerine atılan toprağa bir daha kardeş kanı bulaşmaması için elimizden geleni yapacağız Sırrı abi. Sana sözümüz olsun!

Allah’a ısmarladık seni!

Tıklayın, yorumlayın
5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Sosyal Adalet Arayışlarının Zemin ve Çerçevesi

Yayınlanma:

-

Köleleştirme ve sömürünün alabildiğine derinleştiği neoliberal dönemde adalet arayışları, hayatın bütün alanlarına yayılmış durumdadır. İnsanın ve tabiatın kapitalizmin son sürümü neoliberalizm tarafından ayrım gözetmeden, istisnaya tabi tutulmadan süratle sömürge hâline getirilmesi ne denli ürkütücü zamanlarda yaşadığımızı göstermektedir.

Sömürü ve tahakkümün çok boyutlu hâli, bütün toplumsal alanları krize sokmuştur. Modern kapitalist medeniyetin karakteristiğinin tabii sonucu olarak son yüzyıllarda adım adım mesafe kat eden bu sürece karşı direnç gösteren pek çok ideolojik teori ve fiili hat tespit edebiliriz.

İnsanlığın hakikat arayışı ile de paralel ilerleyen bu sürecin siyasal, onunla bağlantılı olarak da ekonomik boyutları baskın biçimde öne çıkmaktadır. Sosyal adalet kavramının genel çağrışımı, takdir edilmeli ki ekonomik ağırlıklıdır ancak bunun politik alandaki kuramsal tartışmaları davet eden tarafları fazlasıyla öne çıkmaktadır. Siyasal, hukukî çerçeveyle onun güçlü fiilî karşılıklarından iktisadî işleyişin birlikte oluşturduğu çerçevenin neticelerine dönük itirazların, buna mukabil vücut bulan taleplerin şemsiye söylemi olarak sosyal adalet kavramının geniş bir çeperde sahiplenildiği söylenebilir.

Sosyal ve adalet kavramlarının geniş karşılıkları, muhatap olduğumuz zeminin de ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Neredeyse sınırları belirsiz bu zeminde, politik ve ekonomik boyutlara yoğunlaşmanın tartışmaları yürüten çevreler için kolaylaştırıcı olduğu söylenebilir. Seyyid Kutup’un meşhur eseri “İslam’da Sosyal Adalet”, vurguda bulunduğum o geniş zemini eksiksiz sunma cesaretini göstermiş ve sosyal adaleti besleyen neredeyse bütün alanları tartışmıştır.

Küresel kapitalizme bütün siyasal yapıların neredeyse tümüyle dahil olduğu bir dünyada tahliller de itirazlar da illâki eksik kalacaktır ancak bu bilinci kaybetmeden iddialı bir karşılama yapılması da bir zorunluluktur. Sosyal adalet vurgusunda bulunulduğunda çok boyutlu eşitsizlikler ve hukuksuzluklarla karşı karşıya olduğumuz iddiasıyla muhatap olduğumuzu anlıyoruz: Hakça bölüşüm, adil paylaşım temelli bir işleyiş; bağlantılı olarak da “Herkes için yeterli ekmek yoktur ve bunu besleyen/bundan beslenen bir hukuksuzluk vardır! Hukuksuzluklar da zorunlu olarak siyasal alanı kötürümleştirmede, özgürlükler baskılanmaktadır.

Sosyal adalet tartışmalarında, bahsi geçen sömürü ve hukuksuzlukların telafisi bahsindeki taleplerin muhatabının doğrudan devlet organizasyonunun olması ve bu temaslanmalardaki usûlün liberal teorilere yakın hatlarda seyretmesi, üzerlerinde durulmayı hak ediyor. Tam da burada şu soruyu sormak gerekiyor: Modern kapitalist medeniyetin ulus devlet örgütlenmesi, kendini vâr eden zihinsel çerçeve karşısında bir kurtuluş kapısı açabilir ya da kısmî bir felâha izin verebilir mi?

Eşyanın tabiatı gereği bu sorunun cevabı bana göre kesin olarak menfi istikamettedir. Hastalığı üretenden deva beklemek olacak şey midir! İnsan hakları söylemindeki temel zaaf, burada da karşımıza çıkmaktadır. Keynesçi refah devleti arayışları, Rawlsçı liberal adalet teorileri derken devleti, modern kapitalist medeniyeti vâroluşsal bir sorgulamaya tâbi tutmayıp temel hakikat arayışını sorunsallaştırmayan arayışlar, insanlığı oyalamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Buradaki “insanlık”ı da söz konusu medeniyet dairesinde sınırlandırmakta fayda olacağını ayrıca belirtmeliyim.

Sermaye tarafından domine edilen modernliğin tekçiliği dayatan yapısı bir bütün olup insanı ve tabiatı boyunduruk altına almışken adalet arayışçılarının hâlâ o çerçevenin hiçbir bileşenini dışarıda bırakmayan bir devrimci tutuma gönül indirmemesi anlaşılır gibi değildir. Kapitalist üretim biçimlerinin bütün unsurlarıyla reddedilmeksizin bir felâhtan bahsedilebilir mi? Refah kavramının -zaten hatalı olan tercihinin- ürettiği yanılsamalar şimdiye kadar derin bir hayal kırıklığından başka bir şey üretmemiş, diğer yandan da hakikate giden yolları tıkayarak kurtuluşu bütünüyle engellemeye azmetmiştir.

Tabiatı açık açık ifsat eden üretim ve tüketim biçimlerinden -Musa peygamberin İsrailoğullarıyla birlikte Mısır’dan çıkışı gibi- cesaretle kopmayı hedef olarak belirlemeyen bir mücadele, müfsit işleyişten pay kapma zilletiyle malul kalmayacak mıdır? Toplumsal-siyasal dayatmaları, onları üreten yerel ve küresel düzenleri aşmaya niyet etmeyerek yine onların içinde kalıp köklü paradigmatik kopuşlara tevessül etmeden püskürtmek (Aslında bu durumda püskürtmek-aşmak sözcükleri de kullanılamaz!) imkânsızdır.

Hakça üreterek bölüşmeyi, adil paylaşımda bulunmayı reddeden modern kapitalist medeniyet bu tutumunun neticesi olarak politik ve iktisadî hiçbir alanda infaka yönelemez. Musa peygamber bu zorba ve değişmez yapıyla Rabbimizin emri mucibince Mısır’da karargâhlar edinerek örgütlü bir mücadele yürütmüş ancak oradaki güçlü sömürü mekanizmasını alt edememiştir. Firavun düzeni; bekası için sınıflı yapıyı, sömürü işleyişini muhafaza etmede kararlı olunca Musa peygamber köleleri o sömürü işleyişi ve mekânsallığından çıkarmıştır. Güçlü sömürü mekanizmasının çarklarını hidayet ve direniş aşamalarıyla parçalayarak herkes için bir özgürleşme vâr edebilseydi hârika olacaktı ancak olmadı, olabileceğine dâir örneklikler de doğrusu pek mevcut değil.

Musa peygamberin bahsettiğim modeli, örgütleyip çıkarabildiği köle topluluğu bakımından aynı olmasa da çıkış bakımından benzeri olan İbrahim peygamberde de vardır. Resuller; güçlü, hayatın bütün alanlarına yayılmış devasa müfsit sömürü düzenlerinden çıkmayı salık vermektedirler. Aşamaların ilki, az evvel bahsettiğim gibi tebliğ-hidayet basamaklarıdır lâkin orada Sabâ melikesi gibi içsel bir devrim yaşanmazsa çıkış, kaçınılmaz aşama olacak ve sahih bir model için özgür bir alanda yeni bir yurtlanma başlayacaktır.

Adalet mücadelesini gayba iman temelli “tevhid-adalet-özgürlük” ekseninden koparan yorumlarda eksik kalan, bütünlüğü yakalayamayan taraflar kaçınılmaz olarak vâr olacaktır. Az evvel kendisinden bahsettiğimiz sermaye destekli modern ulus devlet zoru karşısında sadece imandan ilhamla somutlaşacak gönüllü iradeler durabilir. Ahirete iman, bu siyasal duruşun en güçlü motivasyonu olacaktır. Aksi durumda hâl-i hazırdaki işleyişin birtakım sözüm ona iyileştirme ve rötuşlarla kendini tekrar etmesi kaçınılmaz hâle gelecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Akay Yokuşunda Tek Başıma Kutladım, 29 ARALIK 1984 ATILIMI’nın Birinci Yıldönümünü

Yayınlanma:

-

Nuri Pakdil’le ilgili etraflıca bir yazı kaleme almak istedim şimdiye değin lâkin bu, bir türlü nasip olmadı ancak daha önce Tasfiye’de “Nuri Pakdil Mektuplarını Okuma Denemesi-Yazı ve Devrim”[1] ile “Takvim Yırtıkları”ndan Sızan “Entelektüel Öfke”[2] başlıklarıyla iki yazı yayımlamıştım.

Bu iki yazı, Pakdil’in mektuplarını[3] ve Hüseyin Su’nun günlüklerini[4] odağa aldığı için daha çok Nuri Pakdil’den aktarılan ilkelere odaklanıyordu. Çok daha önce Hece dergisinin Nuri Pakdil özel sayısı[5] da bu bağlamda oldukça önemli bir içeriğe sahipti. Elbette süreç içerisinde farklı dergilerce başka özel sayı ve kitaplar yayımlandı Pakdil için ancak bunların pek çoğu sadra şifa olmayan ve birbirini tekrar eden çalışmalar olmaktan öteye gidemedi doğrusu.

Nuri Pakdil vefat edeli altı sene oldu. En sonda söylenmesi gerekeni hemen başta söyleyelim: Hoyrat muhafazakâr siyasetin elinde Nuri Pakdil’i ve onun hakkı teslim edilmemiş söylem birikimini, öncülüğünü yağmaladılar! Buna vesile olan herkes, tarih önünde ve elbette Allah katında suçludur. Hüseyin Su, Nuri Pakdil’i anlattığı “Entelektüel Öfke”[6] kitabının sonunda -henüz gerçekleşmeyen bir vaat olarak- Nuri Pakdil’in imhasını anlatmak istediğini yazmıştı. Açıkçası benim de heyecanla beklediğim bu çalışmanın Hüseyin Su’nun da bir şekilde dahil olduğu mevcut siyasal atmosferde vücut bulacağına olan inancım epeyce zayıflamış durumda.

Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi ile bütünleşik siyasal-ideolojik hattının kısa manifestosu olarak sunulabilecek şu kısa metni, iddia ediyorum ki Nuri Pakdil’i ölmeden önce bütün varlığı ile yağmalayanlar zerrece anlamaktan fersah fersah uzaktılar:

Edebiyat dergisi; sermayeye, mülkiyete, kâra sırtını dönmüş bir inanmışlığın adıdır; çünkü, bu üç kavram (yani; mülkiyet, sermaye, kâr; ülkemiz özelinde çok kirli ve lekelidir): İNSANI BUGÜN ESİR ALMIŞTIR. Herkesin boynunda, ince kalın, görünür ya da görünmez, paganizm ipleri: bağlı herkes. Sermaye (mülkiyet): özgürlüğe ivme kazandırmıyor: ayaklarımızın altında, toprağın altında çatışma: inanç, mülkiyetten arındırılmadıkça, o insana feyz bulaşmayacak : feyz, burada, faizi silmek için: aşkımızda: kırıklıklarımızda: kinimizde: sanatımızda: yapıtımızda: Kelâm’dan koyu yeşil kırmızı tohumlar saçılıyor: ruhumun, vicdanımın derinliklerinde.[7]

Nuri Pakdil’in çok öncesinde filizlenip 70’li yıllar boyunca güçlenen ve yukarıdaki alıntıda özünü, mahiyetini genel çerçevesi itibariyle beyan eden ideolojik çerçevesi kabul etmeli ki ülkedeki İslami çevrelerde görülemeyecek bir düzey ve netlikteydi. O gün Pakdil’i anlamayanlar bugün de anlamadı ve onun tarihsel misyonunu bir Kudüs şairi parantezine hapsederek imha ettiler. Suçları, veballeri büyüktür.

Ölümüne yakın yıllarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a varana kadar Nuri Pakdil’e yönelen teveccühü anlamak için biraz kafa yormak gerekir. Demans teşhisi konulan yaşlı birinin peşi sıra konuşmalara, kitap imzalarına taşınması, altı doldurulup konuşulmayan sloganlar çerçevesinde sunulması yakın dönem İslamcılığının can yakıcı ihanetlerinden biri olmuştur. Yedi İklim dergisinin özel sayısında[8], Pakdil’le ilgili bir hatıra nakledilirken onun, yaşlılığın da tesiriyle konuşmak, anlatmak istediği, anlattıkça açıldığı yazılmıştı. Bu ifadeler, yozlaşan muhafazakâr siyasanın farklı uzantılarıyla nasıl bir Pakdil muhasarası ve yağması icra ettiğini gözler önüne sermektedir.  Ketumluğu, ciddiyeti ile bilinen ve sükût sûretinde yaşamış Pakdil’in bir aileden mahrum oluşun da getirdiği handikaplarla örülmüş korunmasızlıkta nasıl istismar edildiği bu sayede belki tahmin edilebilir.

İslam’a karşı katı ideolojik saldırıların boy verdiği cumhuriyet uygulamalarına karşı keskin bir muhalefet dili üreten Pakdil’in, sosyal hafıza hastalığının tesiriyle mevcut AKP iktidarının neredeyse bir devrim yaparak bambaşka ve yeni bir sayfa açtığına inandı(rıldı)ğı pekâlâ savunulabilir.

İslami çizgide eşi benzeri olmayan antikapitalist/antiemperyalist bir tutum/gelenek ve buna bağlı kavramlar üreten Pakdil’in neoliberal uygulayıcılığın ve emperyalizmle süregiden işbirlikçiliğin şampiyonluğunu yapan mevcut muhafazakâr iktidarı ve onun politikalarını onaylaması ilkesel olarak elbette düşünülemez.

Nuri Pakdil’in eserleri ve özellikle mektupları ortadadır. Dileyen herkes bu eserlerde savunulan hattı müzakere edebilir. Hüseyin Su da “Takvim Yırtıkları”nda benzersiz bir çalışma koymuştu ortaya. Yakından, oldukça yakından bir Nuri Pakdil portresi, fikriyatı o eserde görülebilir ve ömrünün sonunda yağmalanan bir entelektüeli/yazarı/devrimciyi ve onun yakın çevresi tarafından bile anlaşılamamış/benimsenmemiş bir fikriyatı herkes kolaylıkla tespit edebilir.

Bu kısa yazıyı, ömrünün sonuna doğru kendi amaç ve çıkarları için kalabalıklara hitap ettirilen, hâl-i hazırdaki kapitalist sömürünün sınırsız yürütücüsü muhafazakâr iktidarın tüm varyantlarıyla meşrulaştırılması misyonuna koşulan, ölür ölmez de neredeyse tümüyle unutturulan tarihsel bir şahsiyetin Edebiyat dergisiyle mücessem hareketinin ölüm anlarına doğru iç çekişleriyle bitirmek istiyorum. Yalnızlığa terk edilen ve layıkıyla anlaşılıp kavranılamayan bir portre, bakın bu ızdırabı bir feryat hâlinde mektuplarına nasıl yansıtıyordu:

Ciddiyetine inandığım bütün arkadaşları böyle bir sorumluluk çizgisine çekmek istiyorum. Bir de böyle deneyeceğim. Bu deneme de tutmazsa, bu sorumluluk çizgisinde de bilinçli olan arkadaşlar çıkmayacak olursa, bir başka ve son denemem daha olacaktır. O son ve başka denememde de, yine arkadaşları ciddiyet çizgisinde yakalayamayacak olursam, bütün arkadaşların bilinçsiz ve sorumsuz olduklarına inanıp, yalnız başıma eylemi sür dürmeye devam edeceğim.

Sorumsuzluk, boş vermişlik gitgide yaygınlaşıyor; hatta ukalalık da giriyor kimi insanların davranışlarına. Sorumluluk duygusu artacağına, hafifliyor. Sorumluluktan herkes uzaklaşıyor. Bu da değil sadece; ‘kopmak’ için bahaneler icat edecekler neredeyse. Ama, ben bu belirtilere çok alıştım; bütün gücümle sabırlı olmaya çalışıyorum. Kalıcı olan, sorumluluk bilincidir.

 Ciddî, güvenilir hemen hemen kimse yok, denebilir. Herkes kendi keyfinde, denebilir. Ama, ne olursa olsun, bir yöne doğru direniş, gerçekten emsalsiz güzel!

Akay Yokuşunda tek başıma kutladım 29 ARALIK 1984 ATILIMI’nın birinci yıldönümünü.[9]

Nuri Pakdil’in fikriyatı pek çok eleştiriye tâbi tutulabilir. Kavramsallaştırmalarının bir kısmına itiraz edilebilir ancak onun henüz bağımsız bir İslam düşüncesinin vâr olma çabalarının cılız örneklerinin görüldüğü dönemlerde yerel ve küresel sömürüyü tespit ve teşhis etmesi, müslüman fikriyâtın bu işleyişe devrimci karşı koyma potansiyel ve iradesine işaret etmesi -kim ne derse desin- efsanevî bir hamledir!

Yazıma dahil ettiğim son alıntılar, onu yağmalayan muhafazakâr çeşninin özünü ve esasını ele vermektedir. Zor zamanlarda -tam da 12 Eylül yılları- Pakdil’i terk eden zevât, bu alıntılarda bütün mahiyetleriyle işaretlenmiştir. Yazıklanıp durmanın bir işe yaramayacağını, pek çok kişi tarafından bir aklama gayretinde olduğumuzun söyleneceğini tahmin edebiliyorum ancak çok şükür ki kişilerin değil ilkelerin takipçisi olmaya ahdettik ve söylemimizin kökenlerine dair kazılar yapmaya inşallah devam edeceğiz.

Dipnotlar: 

[1] Ahmet Örs “Nuri Pakdil Mektuplarını Okuma Denemesi: Yazı ve Devrim”, Tasfiye dergisi 48. sayı.

[2] Ahmet Örs, “Takvim Yırtıkları”ndan Sızan “Entelektüel Öfke”, Tasfiye dergisi, 55. sayı.

[3] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

[4] Hüseyin Su, Takvim Yırtıkları, Şule yay.

[5] Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil, Hece dergisi, 85. sayı.

[6] Hüseyin Su, Entelektüel Öfke, Şule yay.

[7] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

[8] Nuri Pakdil Özel Sayısı, Yedi İklim dergisi, 358. sayı.

[9] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

Devamını Okuyun

Yazılar

7 Ekim Sonrası ‘Ateşkes’ Anlaşması – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan ve Gazze Şeridi’nde derin insani krizlere ve akla hayale sığmaz yıkımlara yol açan savaşın ardından 13 Ekim 2025’te Mısır’ın Şarmu’ş-Şeyh kentinde, ABD’nin arabuluculuğunda bir ateşkes anlaşması imzalandı. Bu makalede, söz konusu ateşkes anlaşmasını eleştirel bir perspektiften inceleyip bu anlaşma ile murad edilenin ne olduğunu anlatmaya çalışacağım. Özellikle, anlaşmanın Gazze temelinde Filistinliler üzerindeki potansiyel etkileri, Müslüman ülkelerin çatışma sırasındaki ve anlaşma sürecindeki rolleri, İsrail’in savaş suçlarının aklanması ve uluslararası hukukun çifte standartları gibi konulara odaklanmaya çalışacağım. Nihayetinde İkinci Dünya Savaşı ve Ukrayna Savaşı gibi tarihsel örneklerle karşılaştırmalı bir analiz yaparak bu anlaşmanın adalet ve kalıcı barıştan öte, işgalci ve soykırım suçlusu bir devleti temize çıkarmak, onu mahkemelerden kurtarmak için nasıl ustaca kurgulandığını göstermeye çalışacağım.

7 Ekim 2023’ten 13 Ekim 2025’e kadar yaşanan devasa yıkımda, Müslüman ülkelerin Filistin halkına yönelik somut ve etkili bir destek sergilemediğine bizzat tanık olduk. Bu ülkelerin neredeyse tamamı, İsrail ile diplomatik ve ticari ilişkilerini sürdürmüş hatta bazıları normalleşme süreçlerine devam etmiştir.[1] Bu durum, Filistin davasına verilen desteğin söylem düzeyinde kaldığı ancak eyleme dönüşmediği eleştirilerine yol açmıştır. Bu süreçte onlarca STK ve akademisyen, bu devletlerin İsrail ile normalleşme adımlarını, ticaretlerini[2] ve bunun bölge üzerindeki etkilerini inceleyerek bu diplomatik kaymanın Filistin direnişini nasıl zayıflattığını ortaya koymaya çalıştı.[3] Tüm bunlar yetmezmiş gibi ateşkes anlaşması müzakereleri sırasında arabulucu konumundaki Müslüman ülkelerin Hamas üzerinde baskı kurarak onları İsrail’i ve suç ortaklarını işledikleri suçlardan ötürü aklayacak anlaşmaya imza atması için zorladıklarını bizzat Trump’ın ağzından ve Hamas’a yakın kaynaklardan duyduk, okuduk. Bu durum, Filistin halkının meşru haklarını savunmak yerine kendi çıkarlarını ön plânda tutan bir yaklaşımın göstergesi olarak okunmalıdır. Bu ülkelerin, çatışmalar boyunca İsrail ile diplomatik ve ticari ilişkilerini kesmemeleri, Gazze’nin ve Gazzelilerin geleceklerine dair hiçbir bağlayıcılık içermeyen, İsrail’e hiçbir yaptırım getirmeyen anlaşmaya Hamas’ı zorlamaları, Filistin halkının yaşadığı zulme karşı sergilenen pasif tutumlarının bir başka kanıtıdır.

Şarmu’ş-Şeyh’te imzalanan ateşkes anlaşmasının en kritik noktası, İsrail’in çatışmalar boyunca işlediği insanlık ve savaş suçlarını aklamasıdır. Uluslararası hukukta savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar için cezasızlık ilkesinin kabul edilemez olduğu vurgulanırken bu anlaşma metninin sorumluların hesap vermesini sağlamaktan uzak olduğu apaçık ortadadır. Bu durum, uluslararası adalet sisteminin çifte standartlarını bir kez daha gözler önüne sermektedir.

 

İkinci Dünya Savaşı sonrası Nürnberg ve Tokyo mahkemelerinde savaş suçlularının yargılanması ve günümüzde Ukrayna’da işlenen suçlara yönelik uluslararası soruşturmalar ve yargılamalar uluslararası hukukun cezasızlıkla mücadeledeki kararlılığını göstermektedir.[4] Uluslararası suçlar için cezasızlıkla mücadelenin önemini vurgularken Goldston (2024), uluslararası suçlar ve çifte standartlar üzerine yaptığı çalışmada, uluslararası adaleti ilerletmek isteyenlerin çifte standartları tamamen ortadan kaldıramasalar da bunlarla mücadele etmek için somut önlemler alabileceğini belirtmektedir.[5] Ancak Filistin-İsrail çatışması bağlamında benzer bir adalet arayışının bilinçli bir şekilde sergilenmediği hatta mevcut anlaşmanın ileriye dönük hesap sorma mekanizmaların çabalarını da yok etmeye dönük olduğu açıktır.  Bu durum, uluslararası hukukun güçlü devletler karşısındaki zayıflığını ve siyasi çıkarların adalet ilkelerinin önüne geçtiğinin en somut işaretleridir. Özellikle Ukrayna’daki savaş suçlarına verilen hızlı ve güçlü uluslararası tepki ile Filistin’deki duruma verilen tepki arasındaki fark, uluslararası hukukun ikiyüzlülüğünü açıkça ortaya koymaktadır.

Bu ateşkes anlaşmasının geleceğe dair Filistin halkı için herhangi bir bağlayıcılığının olmadığı aksine İsrail’in uzun vadeli çıkarlarıyla paralel bir içeriğe sahip olduğu da gün gibi ortadadır. Anlaşma; işgalin sona ermesi, yerleşim birimlerinin genişlemesinin durdurulması veya Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı gibi temel konularda hiçbir şart koşmamakta sadece İsrail’in insafına bırakılmış geçici bir sükûnet sağlamaktan öteye bir bağlayıcılık da içermemektedir. Bu tür bir anlaşma, mevcut statükoyu koruyarak Filistin topraklarındaki işgal ve zulmün devamına zemin hazırlayacak, işgalcinin gelecekte işleyeceği suçlara dair iştahını artıracaktır. Filistinlilerin geleceği, uluslararası toplumun adil ve kalıcı bir çözüm için göstereceği gerçek kararlılığa bağlıdır. Bununla birlikte bu anlaşma, bu kararlılığa dair hiçbir işaret içermemektedir. Anlaşmanın metni, İsrail’in güvenlik kaygılarını ön plânda tutarken Filistinlilerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktan uzaktır. Bu durum, anlaşmanın uzun vadede sürdürülebilir bir ateşkes ve barış yerine, İsrail’in bölgedeki hegemonyasını pekiştiren bir araç olarak işlev göreceği varsayımını da ciddi şekilde doğrulamaktadır.

Sonuç olarak, Şarmu’ş-Şeyh’te imzalanan şatafatlı ve bol eğlenceli ateşkes anlaşması, 7 Ekim sonrası yaşanan felaketlerin ardından bir durulma getirse de Filistin ve Filistinlilerin geleceği açısından derin endişeler barındırmaktadır. Müslüman ülkelerin pasif tutumu ve Hamas üzerindeki baskıları, İsrail’in savaş suçlarının aklanması ve uluslararası hukukun çifte standartları, bu anlaşmanın adalet ve kalıcı barış getirme potansiyelini de yok etmektedir. İkinci Dünya Savaşı ve Ukrayna örnekleri, savaş suçlarının cezasız kalmaması gerektiği yönünde güçlü emsaller teşkil ederken Filistin bağlamında bu ilkelerin göz ardı edilmesi, uluslararası sistemin güvenilir olmadığı, ABD ve etrafındaki güçler elinde bir oyuncaktan ibaret olduğu tezini de güçlendirmektedir. Dolayısıyla bu anlaşma, Filistin halkının geleceği için gerçek bir umut ışığı olmaktan ziyade, mevcut adaletsizliği pekiştiren bir araç olarak tarihe geçebileceği endişesi doğurmaktadır. Zira kalıcı ve onurlu bir barış, egemen güçlerin elinde oyuncağa dönen uluslararası hukukun kör sağır taklidi yaptığı bir ortamda değil, bölge ve dünya halklarının bu kara düzeni ve düzen bekçilerini alt edeceği günlerden sonra mümkün olacaktır.

Dipnotlar:

[1] El Kurd, Dana. “The Impact of Normalization with Israel on the Arab World” International Studies Association Quarterly 3, no. 3 (2023).

[2] https://direniscadiri.com/botas-rapor.pdf

[3] Hallward, Maia Carter. “Arab State Narratives on Normalization with Israel.” Journal of Middle East Studies (2024).

[4] Bassiouni, M. Cherif. “Combating Impunity For International Crimes.” Colorado Law Review 71, no. 1 (2000).

[5] Goldston, James A. “International Crimes and Double Standards.” Journal of International Criminal Justice 22, no. 2 (2024).

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x