Connect with us

Yazılar

Sırrı Süreyya’ya Veda – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillulâh-ı fi’l-âlem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz? Nizamülmülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz? Onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Bir an için hepsini suçlu kabul etsek onları rızksız, nana muhtaç bir vaziyete nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyursunuz? Çocuğunuzu nasıl seversiniz?”

Sırrı Süreyya denince hepimizin hafızasında yer edinen başka bir konuşması, başka bir gülümsemesi, başka bir eylemi gelir. Sırrı Süreyya denince neredeyse bu ülkedeki her bir insana dokunmuş, her bir insanın derdi ile hemhâl olmuş bir insan evladı gelir aklımıza. İster istemez adını anınca, simasını hatırlayınca yüzümüzde bir tebessüm belirir. Sağcısı, solcusu, Kürd’ü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Gürcü’sü… Hepimizin kimliğine bürünmüş, hepimizin ana babasının acısını hissetmiş o acıyı dile getirmiş bir insan evladı…

Kürd ve Türk çocuklarının ölmemesi, daha insanca ve adil şartlarda yaşaması için barışın postacılığını kendisine iş edinmesiydi Sırrı Süreyya’yı bu toprakların evladı kılan, Anadolu irfanının en güzel örneği yapan. Bu toprakların türkülerini ona sevdiren şey, bu topraklara duyduğu çıkarsız bağdı. Onu turna kuşu kılan da her bir santimine aşık olduğu bu topraklardı. Kana ve öfkeye doymuş olan bu topraklar.

Benim için Sırrı Süreyya, yüzyıla yakındır inkar edilen kimliğim için, dilim için yüzlerce defa mecliste, sokakta, mahkeme salonlarında canı pahasına direnen bir insan. Çıkarsızca, yürekten ötekinin acısını yüreğinde hisseden bir Sırrı Süreyya.

Ama tüm Sırrı Süreyya’ları bir kenara bıraksam, benim için en Sırrı Süreyya girişteki konuşmayı yapan kişidir. En kendinden olmayanın, kendisine en uzak olanın acısı ile acıyan, derdi ile dertlenen, kendisine düşman olan “uzak” ötekinin yaşadığı hukuksuzluğu da kendisine dert eden, bununla öfkelenen Sırrı Süreyya! Ne zordur değil mi sabah akşam seni düşmanlaştıran, dışlayan, yorgun ve hasta bedenini hapsetmek isteyen, evlatlarından, hayatından, özgürlüğünden uzaklaştırmak isteyenin hakkını ve hukukunu o yorgun kalple hissetmek, haykırmak! Zor. Kendimi onun yerine koyuyorum, bir an hıncıma teslim olabilirim gibi hissediyorum. O kişinin, grubun ya da cemaatin bana yaşattıkları beni adaletten alıkoyacak gibi hissedebilirim belki de. Ama gördük ve yaşadık ki onca hukuksuzluklara, zulümlere rağmen Sırrı Süreyya’yı adaletten alıkoymamış ona yaşatılanlar. Öfkesi onu esir almamış. Nasıl erdemli bir tavır, değil mi? Maide sûresi 8. ayette: “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” diye emreden Rabbimizin çağrısına kulak vermiş bir kul olabilmiş Sırrı Süreyya! “Başkasının acısını duyabiliyorsan insan olabilirsin!” diyen Tolstoy da onu anlatmış sanki. Ne mutlu bize ki Sırrı Süreyya gibi erdemli, beytülmâle el uzatmayı aklından dahî geçirmemiş modern bir dervişi tanıdık dünya gözüyle. Benzerini bir daha görebilir miyiz, sahiden bu konuda umutsuzum.

Çok uzatma taraftarı değilim, Sırrı Süreyya’yı değerli ve özel kılan çok şey vardı. Şivesi, gülüşü, candan ve sahici tavırları bir yana, onu hepimize sevdiren şey insana insan olmasından ötürü duyduğu muhabbet ve adaletiydi. Koltuğun gücüyle çalıp çırpmaması, bizlerle yer sofrasında yerken, mezarlıkta ağlarken, mecliste konuşurken yalandan bizler gibi olmaya çalışmak imajı takınmamasıydı. Hakikaten bizlerle biz olabilmesi, sahiciliği, en ötekinin bile acısını tüm hakikati ile yüreğinde hissedebilmesiydi. Hukuksuzluk üreten otoriteye boyun eğmeyişi, hakkı her şartta dile getirmesi, zulme uğrayanın kimliğine bir an olsun bakmadan, mazlumun yanında bir an olsun çekinmeden durabilmesiydi Sırrı Süreyya’yı müstesna kılan.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Sırrı abi. Hesapsızlığını, dürüstlüğünü, mazluma yoldaş olmanı, barış elçisi olmanı, helalinden yaşamanı çok sevdik. Uğruna canından geçtiğin, özlemini bir nefes gibi çektiğin barışı en çok senin için getireceğiz bu topraklara. Üzerine atılan toprağa bir daha kardeş kanı bulaşmaması için elimizden geleni yapacağız Sırrı abi. Sana sözümüz olsun!

Allah’a ısmarladık seni!

Tıklayın, yorumlayın
5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Gökten Zembille İnmedi: Paşanın Kellesinden İşçinin Saatine Hak Arayışı – Abdülkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

İnsan hakları dediğimiz havalı kavramı bugün anayasaların sayfaları arasında uyuklayan soğuk maddelerden ibaret sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu haklar ne gökten zembille indi ne de bir sabah uyandığımızda başucumuzdaydı. Spartaküs’ün Roma’ya kafa tutuşundan 19. yüzyılın isli fabrikalarında 8 saatlik mesai için direnen işçilere kadar uzanan; kanla, terle ve mürekkeple yazılmış bir nehrin hikayesidir bu.

Tarihin derinliklerine indiğimizde karşımıza çıkan tablo nettir: İnsanlık tarihi, aslında bir hak ve özgürlük arayışının tarihidir ancak bu arayış, dünyanın her yerinde aynı yankıyı bulmadı. Batı’da halkın “söke söke aldığı” haklar ile bizim coğrafyamızda devletin “lütfedip verdiği” haklar arasında dağlar kadar fark vardı.

Batı Cephesi: “Kral da olsan sınırsız değilsin!”

Hikâyenin Batı yakasında işler “alttan yukarıya” doğru karıştı. Orta Çağ’ın o zifiri karanlığında, İngiltere’de bir kıvılcım çaktı. 1215 tarihli Magna Carta, belki de ilk kez bir Kral’a “Dur bakalım, yetkilerin sonsuz değil!” diyerek feodal beylerin şahsında keyfî tutuklamalara set çekti.

Bu kıvılcım zamanla bir yangına dönüştü. John Locke gibi düşünürler çıkıp, “Haklar devletin koyduğu yasalarla var olmaz; insan, doğduğu an özgürlük ve mülkiyet hakkıyla doğar, devlet sadece bunları korumakla yükümlüdür!” diye haykırdı. 1789 Fransız Devrimi ise “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganıyla bu ateşi tüm dünyaya yaydı. Artık haklar, sadece İngiliz soylusunun değil, tüm insanlığın “vazgeçilmez” kalkanıydı.

Doğu Cephesi: “Devletin gölgesinde nefes almak”

Peki ya bizde? Osmanlı semalarında rüzgâr bambaşka esiyordu. Osmanlı’da ve klasik İslam hukukunda haklar, Batı’daki gibi bireyin doğuştan getirdiği bir kalkan değil, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi sayılan devletin, düzen bozulmasın diye kişiye tanıdığı “ayrıcalıklar” bütünüydü.

Bir kere şunu kabul edelim: Osmanlı pratiğinde “eşitlik” yoktu, “adalet” vardı. Toplum, millet sistemiyle bölünmüştü; Müslüman ve Gayrimüslim ayrı hukuklara tabiiydi. Daha da çarpıcısı, zengin bir Paşa olmanız bile sizi kurtarmaya yetmezdi. “Müsadere” denilen uygulama, Demokles’in kılıcı gibi tepenizde sallanır, devlet bir sabah tüm mal varlığınıza el koyabilirdi.

Can güvenliği mi? Evet, İslam hukukunda can kutsaldır ancak işin ucunda “Nizâm-ı Âlem” (Düzenin bekası) varsa akan sular dururdu. Devletin bekası için kundaktaki şehzadenin “kardeş katline” kurban gitmesi veya sadrazamların “siyaseten katl” ile idamı, hukukun sınırlarını zorlayan ama devletin yaşamasını sağlayan pragmatik yöntemlerdi. Bir çocuğu ailesinden koparıp devşirme yapmak ise her ne kadar bir sınıf atlama aracı gibi dursa da aslında kişi özgürlüğüne tamamen ters bir uygulamaydı.

Rüzgârın yönü değişiyor: Tanzimat ve sonrası

19. yüzyıla gelindiğinde Batı’dan esen o sert “hak ve özgürlük” rüzgârları, Osmanlı’nın ahşap kapılarını zorlamaya başladı. Batı’da halkın zorlamasıyla gelişen süreç, bizde devletin bekasını sağlamak isteyen yöneticilerin “yukarıdan aşağıya” sunduğu reçetelere dönüştü.

1839 Tanzimat Fermanı bir dönüm noktasıydı. Padişah ilk kez kendi ağzıyla “Yargılamadan asmayacağım, kimsenin malına el koymayacağım.” diyerek kendi yetkilerini sınırladı. Artık tebaa, “kul” olmaktan çıkıp “vatandaş” olmaya doğru, sancılı da olsa bir adım atıyordu. Bunu, gayrimüslimlere “Artık gâvura “gavur” denmeyecek!” noktasına varan bir eşitlik vaadi sunan Islahat Fermanı izledi.

1876’da ilk anayasamız Kanûn-i Esasî ile tanıştık. Haklar kâğıda dökülmüştü dökülmesine ama o meşhur 113. madde yok mu? Padişaha “güvenliği tehdit edenleri” sürgüne gönderme yetkisi vererek bir elle verilen hakkı diğer elle geri alıyordu.

Birinci kuşaktan üçüncü kuşağa: Bitmeyen bir nehir

İnsan hakları tarihi, durağan bir göl değil, gürül gürül akan bir nehir gibidir. Başlangıçta sadece “Devlet bana dokunmasın, yaşama ve mülkiyetime karışmasın!” diyen birinci kuşak haklar vardı. Sanayi Devrimi ile ezilen işçiler, “Gölge etmemen yetmez, bana eğitim ver, sağlık ver, iş ver!” diyerek ikinci kuşak hakları (sosyal hakları) doğurdu. Bugün ise çevre felaketleri ve nükleer tehditler karşısında “Barış içinde ve temiz bir çevrede yaşayalım!” diyen üçüncü kuşak dayanışma haklarını konuşuyoruz.

Sonuç olarak;

İster Batı’nın kanlı devrimleriyle kazanılsın ister Osmanlı’nın “arzuhâl” kapılarıyla ve fermanlarıyla lütfedilsin; insan hakları mücadelesi bitmiş değildir. İki dünya savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi kurumlar bu nehri uluslararası bir yatağa oturtmuştur. Ancak unutmayın, bu haklar kâğıt üzerindeki imzalardan ibaret değildir; toplumların ortak bilinci ve samimi mücadelesi sürdükçe o nehir akmaya devam edecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

BM Güvenlik Konseyi Kararına Karşı Beyazıt Meydanından Yükselen Tarihî Cevap

Yayınlanma:

-

BM Güvenlik Konseyinin ABD başkanı Trump’ın Gazze plânını onaylaması, egemen dünya düzeninin ve İsrail’in tarihî rolünün ne manaya geldiği hususunda son derece açıklayıcı bir hamle olarak kayıtlara geçmiştir.

Sabit “beşli çete” ve onlara, dönemsel değişimlerle eklemlenen 10 üye ile egemen dünya düzeninin kirli işlerini plân ve onaylama makamı olan BM Güvenlik Konseyi, “Dünya beşten büyüktür!” propagandasının da hamasetten öte bir şey olmadığını bir kez daha göstermiştir. Şarm’uş-Şeyh’teki Trump şarlatanlığının şovuna koşa koşa gidenlerin yukarıdaki propagatif söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz oldukları yine kanıtlanmıştır.

Filistin’i vaktiyle Siyonist şebekeye peşkeş çeken BM, şimdi de Gazze’yi egemen dünya düzeninin inisiyatifine terk ediyor. Yirminci yüzyılın başındaki allı pullu “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” söylemleriyle arz-ı endâm eden egemenler, emperyalizmin Batı Asya’ya, İslam dünyasına açılan kapısını tutmak[1] söz konusu olunca birinci elden operasyon çekiyorlar. Bu tutum elbette egemen aktörlerce ihdas edilen BM’nin karakterine de son derece uygundur, onun kuruluş amacına yakışmıştır!

İslam dünyasındaki diğer pek çok işbirlikçi rejimin yanı sıra Türkiye de Trump şarlatanlığının ortağı olarak bu plânın arkasında duruyor. Artık bunlardan bahsetmek lüzûmsuzlaşsa da dindarlığın mukaddesatçı kanadından gelen iktidara dahil olan İslamcı çevrelerin bitmek tükenmek bilmeyen aşınma sürecine eklenen yeni bir halkayla karşı karşıya olduğumuzu da belirtmeden duramayacağım.

Bu bahiste, 1990’lı yıllarda İstanbul Üniversitesinde öğrenci iken Beyazıt eylemlerimizi hatırlamadan edemiyorum. Tematik olarak Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Cezayir’e, oradan pek çok İslam coğrafyasına uzanan ve binlerce Müslümanın katılımıyla gerçekleşen eylemlerde atılan keskin sloganlardan biri de “Birleşmiş Milletler Terör Örgütü!” idi. (Bu bahsi, o yılları anlattığım kitabımda işlemeye gayret etmiştim.[2]) Bu slogan, dillendirenlerinin bilinç durumlarının düzeyini ve siyasi tavırlarını ifade etmesi bakımından dikkate değerdir. Ayrıca şuna da dikkat çekmeliyim: Küresel işgal ve katliamlara karşı tertip edilen bu eylemler, işbirlikçi yerel rejime yönelen diğer başka keskin sloganlarla devam ederdi.

Beyazıt meydanında yankılanan bu siyasal-akîdevî bilinç, net bir ilkeselliğe yaslanırken hemen hemen aynı sosyolojinin devşirilerek yine aynı küresel düzenin zulümlerine rıza ya da en azından sükût sûretinde onay makamı kılındığı pekâlâ söylenebilir. İslam coğrafyalarındaki bir kısım siyasal iradenin işbirlikçilik ve ihanet zincirine halka eklemek iştiyakındaki baskın utancın eşi benzeri maalesef kolay kolay bulunamaz!

BM’nin egemen dünya düzeni bahsindeki rolü, onu çekip çeviren baş aktörlerin niyet ve icraatları açıktır, değişmez. Birtakım ayartmalarla o işleyişe dahil olanların ezilen halkların, özgürleşmeye çalışan mazlum ve mustazaf coğrafyaların layıkıyla yanlarında durmaları söz konusu bile edilemez. Gazze’yi imha etmeye ayarlı soykırım savaşı, emperyalist-Siyonist kuşatmaya peşinen itiraz eden Aksâ Tûfânı’nın arkasında yatan temel gerekçenin anlaşılmasını kısmen engellemiş olabilir. Filistin; emperyalizmin “koçbaşısı” olarak vâr ettiği İsrail sûretinde İslam halkları yoğunluklu Batı Asya’ya geçmek durumunda olduğu “kapı” ise Direniş, o kapıyı, o geçidi tutma sorumluluğu ile hareket etmiştir/etmektedir. Bir halk, bir asrı geçkin bu tarihsel misyon için bedel ödedi. Emperyalistlerin son enerji hatları projelerinin Gazze’ye ulaşıp Akdeniz’de vanalanma arzuları, Filistin’in tümden yıkımı ile İslam coğrafyasının mutlak talanını hedeflediği için son ve büyük bir hurûç “Aksâ Tûfânı” ismiyle tarih sahnesinde şaşılası bir bedenlenme olarak sahneye çıktı.

Köleliğe çektiği kılıcı, isyan sancağını korkusuzca yükselten Direniş, belki yanında bulmayı ümit ettiklerini Şarm’uş-Şeyh’te şarlatanlık halkasında sıralanmışlar olarak bir kez daha gördü ama çok şükür ki mutlak zaferin Allah katında ve nihâî olarak âhirette olduğuna herkesten çok iman etmiş bir itminana sahiptir.

Trump tarafından sunularak BM Güvenlik Konseyinde oylamaya çıkarılan sözüm ona “barış” plânı, direnenlere verilmek istenen bir köleleştirme tehdidi olarak okunmalıdır. “İki devletli çözüm” tuzağını alenen dillendirerek Direniş’i uzun vadede mahkûm edecek işbirlikçi rejimlerin desteği, kuşatmanın “olmazsa olmaz” lojistiği olarak hizmet görmüştür/görmektedir.

Çin ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyindeki oylamada “çekimser” kalmaları, öteden beri kavramsallaştırmaya gayret ettiğimiz “egemen dünya düzeni”nin neliğine dâir güçlü bir açıklayıcılık taşımaktadır. Egemen dünya düzeni bir ve bütündür. Kendi aralarındaki çekişmeler, tabiri caizse ancak “aile içi bir kavga” olabilir. Bütün bunların paralelinde seyreden Ukrayna savaşı dolayımındaki diplomatik gelişmeler, savımızı desteklemektedir. Ukrayna’da kurulan savaş sahnesi, yüz binlerin canını hiçe sayan devasa bir tatbikattan öteye gitmemektedir. Irak ve Afganistan işgalleri de pek çok yönleri itibariyle öyleydi. Devlet-sermaye ortaklıklarının bu tatbikatlarda bir yandan kazanç bir yandan da mazlum halklara dönük tehdit fırsatları kendini şüpheye yer bırakmayacak bir açıklıkla göstermektedir.

Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu hakikati tekrar edelim: Egemen dünya düzeninin bütün kritik meselelerde yekpâre bir blok olduğu/olacağı, Filistin’le ilgili son BM kararı ve Ukrayna ile ilgili son tutum ve dayatmalarla bir kez daha anlaşılmış olmalıdır. Söz konusu bu egemen unsurlar arasındaki birtakım çekişmelere bel bağlamak ise hayal kırıklığı ve zilletten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Son yıllarda Suriye-Filistin-Lübnan merkezli Batı Asya cehennemi esasen vurgulamak istediğim hakikatin kanıtı olarak yeter. Rusya’ya bel bağlamak, Çin’den medet ummak, ABD saflarına geçerek iktidar bileti almak gibi tercihler alenen mahkûm edilmelidir.

Dünya hayatının bir imtihan olduğu bilincinden uzaklaşmamak mü’minler için esas alınmalı ve Ashâb-ı Uhdud örnekliği iyi okunarak lâyıkıyla anlaşılmalıdır. Bu dünyadaki kayıp ya da kazançlar mutlak değildir. Mutlak kazanç ve zafer de mutlak kayıp ve yenilgi de Allah katındadır. Dünya hayatını merkeze alıp neye mâl olursa olsun kazanmaya odaklanmak ve bu yolda problemli münasebetlere girişmek, büyük tahribat ve kayıplara sebebiyet verecek asıl hata ve zaafiyet olacaktır.

Dipnotlar:

[1] Ateşkes ve Garantörlük Sahte; İşgal, Katliam ve Ticaret Gerçek!

“Emperyalizm; Filistin’i, İslam dünyasını tahakküm altında tutup sömürebilmek için bir kapı, bir geçit, bir üs olarak görüyor. Bu kapı, bu üs sağlama alınırsa bütün bir Batı Asya’yı, bütün İslam halklarını kendisine boyun eğdirebileceğine inanıyor.”

https://www.tokad.org/2025/10/30/ateskes-ve-garantorluk-sahte-isgal-katliam-ve-ticaret-gercek/

[2] İlim Yayma’nın Penceresi; Ahmet Örs, Okur Kitaplığı

Devamını Okuyun

Yazılar

Gördüğüm Azerbaycan – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Bakü’nün geceleri ışıl ışıl; gökyüzüne uzanan cam kulelerin ışıkları birer kristal gibi parlıyor. O ışıklar, Hazar’ın ağır ve kadim sularında kırılıp çoğalıyor, şehri bir yanılsamanın sahnesi hâline getiriyor. Turistin gözünde bu şehir, modernliğin vitrinine asılmış bir zafer hikâyesi adeta; gösterişli, parlak, mağrur ve gururlu!

Oysa ışığın olduğu her yerde gölge de vardır. Ben gölgenin izini sürmek için şehrin sokaklarına, pazarlarına, çayhanelerine dalıyorum. Esnafın, işçinin, garsonun, taksi şoförünün yüzünde aynı tedirginliği görüyorum; konuşurken seslerini alçaltan, bakışlarını kaçıran insanlar… Bir kelimenin bile başlarına dert açabileceğini bilen, rejimin nefesinin enselerinde olduğunu hisseden bir halk! Aliyev ailesi ve iktidar hakkında konuşmak, onlar için tedirginlikle sınanan bir cesaret işi.

“İslami hayat nasıl?” diye soracak olana cevabım kısa ve iç sızlatıcı olur: Cami bulmak zor, yeni yapılmış cami neredeyse hiç yok! Selçuklu’nun taşlarına sinmiş kadim dua kokusunu taşıyan tarihî camiler dışında şehirde kaybolmuş bir İslam var. Halkın çoğu için din, hurafelerle örülmüş bir sis perdesi. Kırsalda bile aynı. Mezhepçilik ise çürümenin başka bir yüzü: bir camide yan yana, omuz omuza saf tutması gereken mü’minler, Şii ve Sünni diye ikiye bölünüp aynı anda iki ayrı cemaatle namaza duruyorlar!

Azerbaycan, petrolün ve gazın ülkesi… Yerin altında biriken servet, yerin üstünde yoksulluğa dönüşmüş durumda. Dünya ülkelerine, en çok da İsrail’e satılan enerji, kasaları doldururken halkın sofrasına bir avuç ekmek bile olamıyor. Petrolün ateşi sarayları ısıtırken sokaklarda buz gibi bir ümitsizlik dolaşıyor.

Bu topraklarda “zenginlik” bir avuç insanın masasında görkemli bir ziyafete dönüşmüş; milyonların payına ise yorgunluk, açlık ve günü kurtarmaya çalışan bedenlerin teri düşmüş. Bakü’nün kenar mahallelerinde, Sovyet döneminin yorgun apartmanları arasında yürürken bir evin kirasını ödeyebilmek için iki maaşın bile yeterli olmadığını söylüyor insanlar. Çalışan iki kişi, evin nefes almasına yetmiyor. Halkta çaresizlik ve kabullenmişlik var; isyan yok ya da şimdilik böyle, bilemiyorum.

Bir Azerbaycanlı ailenin varlığını sürdürebilmesi için beş kişinin çalışması gerekiyormuş. Beş emek, beş beden, beş sabah… Gün ışımadan otobüslerde birbirini ezercesine işe yetişmeye çalışan yüzler, akşamın karanlığında bîtap hâlde evlerine dönen ruhlar. Bu manzara, petrol zengini bir ülkenin yoksul halkının alın yazısı gibi duruyor karşımda.

Bakü’nün kalbinde ise bambaşka bir dünya var: “İçerişehir”. Yollar mermerle döşenmiş, arabalar göz kamaştıracak kadar pahalı, sofralarda şaraplar, kahkahalar, lüksün pervasızlığı… Petrol, gaz, devlet ihaleleri, banka kasaları, medya kanalları, limanlar ve hatta halkın umudu, küçük bir siyasi azınlık etrafında dönüp duruyor. Tıpkı İstanbul’da, tıpkı dünyanın her yerindeki aynı alışılmış çıkar çemberleri gibi!

Azerbaycan’ın zenginliği, birkaç ailenin kendi mülküne dönmüş. Halkın alın teriyle ürettiği enerji, halka geri dönmeden sarayın duvarlarında yankılanan sessiz bir hırsızlığa kurban gidiyor. Devlet; halka değil, sermayeye sâdık!

Yoksul çalışıyor, egemenler kazanıyor!

Yoksul susuyor, siyasiler konuşuyor!

Ve bu döngü, halkın rûhunda “kader” diye damgalanmış bir teslimiyete dönüşüyor.

Medya susturulmuş, muhalefet sindirilmiş… Sessizlik, korkunun değil artık umutsuzluğun rengi gibi. Bakü’nün sokaklarında yürürken, sanki görünmeyen bir çığlığın içinden yürüyormuşum hissine kapılıyorum. Bir milletin soyulmasına, emeğinin çalınmasına, onurunun pazarlanmasına tanıklık etmenin ağırlığı çörekleniyor içime. Halkın gelirine emeğine çöken bir yapı inşa edilmiş burada, emek hırsızlığı istisna değil adeta bir yönetim biçimi olmuş burada.

Rüşvet; istisna değil, yaşamın bir parçası! Polisler, sudan bahanelerle halka tuzak kuruyor; ya ceza yazıyor ya da rüşvette anlaşıyor! Halkın sırtındaki yük, petrol varilinden, adaletsizlikten çok daha ağır.

Bu ülkede “sadakat” fakirin boynunda ağır bir zincir; “ahlâk” ise zenginin vitrine koyduğu bir süs olmuş. İnsanlar yaşamak için değil, yalnızca hayatta kalmak için çalışıyor.

Petrolün ateşi siyasilerin saraylarını parlatıyor ama halkın yüreğini ısıtmıyor.

Fakat hiçbir ihanet sonsuza dek sürmez.

Bir gün sessizliğin de bir sesi olur.

Bir gün yoksulun sabrı, bir devrimin kıvılcımına dönüşür.

O gün geldiğinde bu halk alın terini, onurunu, ülkesini yeniden talep eder.

Aslında bu ihtiyaç, dünyanın her köşesinde aynı; en çok da bizim topraklarımızda… İnsanın insanca ve Müslümanca yaşayabileceği bir düzen özlemi, yeryüzünün her yerinde yankılanıyor.

Kim bilir bunun fitilini ateşlemeyi belki de şanı yüce Rabbimiz, Hamaslı kardeşlerimizle gerçekleştirecektir. Londra’nın, Paris’in, New York’un, Moskova’nın, Kahire’nin, Mekke’nin, Ankara’nın, Sevilla’nın sokaklarından yükselen itirazlar, bu zalim rejimleri devirmek için bir başlangıç olur.

Dua edelim ki Rabbimiz, yeryüzünün tüm hileli, karanlık, aşağılık düzenlerini yıkan bir adaletin gelmesi için bizi memur kılsın!

Rabbim bize, insanlığı ezene karşı duran, mazlumu koruyan bir yol açsın.

27.10.2025, Bakü

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x