Connect with us

Yazılar

Musallat’ı Böyle Okudum – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

* Bu yazıda kimseyi tehdit etmiyorum,

özel bir düşmanlığım da yok.

Ama bir yerlerde insanlar katlediliyorsa,

iletişimin bunca kolaylaştığı bir dönemde,

kimsenin rahat edememesi gerekiyor.

Harekete geçirecek,

manipülasyonlara şerbetli vicdan sahipleri

acilen ve ihtiyaçtan sahalara inmeli.

* Tarihin kötü bir huyu vardır,

ikincileri yazmaz.

Sebebini herkes bilir;

çünkü tarihi galipler yazar.

Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı… Bir daha bakayım, evet, doğru yazmışım. Şimdi gönül rahatlığıyla devam edebilirim. Kitabın adını yanlışsız söyleyebildiğimde hakkında atıp tutmaya cesaretim arttı. Nitekim sırf on bir kelimeden oluşması (orijinali on üç parça) ve kapakta kapladığı yedi satırla bile ilginç kitap isimleri[1] arasına girmeyi hak ediyor. 1982’de ismi kulağına söylenip ya da kutsal kâsede yıkanıp yayınlandığından beri göz ardı edilemediğinden bu listelerden hiç düşmemiştir sanırım.[2] Dag Solstad, okuyucuya yardımcı olmak isteyen babacan bir yazar edasıyla meramını kapaktan yekten belirtmiş. Bölüm sonu canavarını geçebilmek için bütün tuşlara rastgele basmış da olabilir. İnternette arama yapacağım zaman tümüyle kopyalayıp yapıştırmaktan başka yol bırakmıyor. Buna amme hizmeti olarak bir çözüm bulalım: Louis Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabı, ismi üç kelimeden oluşmasına rağmen (orijinali altı parça) kısaca Yolculuk diye anılıyor. Ben de bu on bir kelime içinden, kitabın derdini en iyi yansıtması bakımından “musallat”ı seçtim. Farkındayım, cinli perili kötü bir korku filmi afişi canlanıyor gözümüzde ama durum budur.

Bariz bir şekilde anlaşılıyor ki, Solstad, kitabı nefes almadan yazmış. Çok değil, 226 sayfa olsa da, hiç bölüm arası olmadığından okuma periyotları sağlıklı bir şekilde ayarlanamıyor. Fazla ara vermeden geri dönmek gerekiyor. Ya da mecburî uzun aralardan sonra iki sayfa daha okuduğunda bölümün bittiğini görünce kızıveriyorsun. Diri bakış ve keskin görüş istiyor. Hakkını yemeyelim, bazen beş sayfa sürse de yeni paragraflar açmayı unutmamış! Aman sağ olsun. Birkaç yerdeki diyaloglar ve derkenarlar hariç not tutmak için ufacık bir boşluk yok. Tutunamayanlar’ın 77 sayfalık bilinç akışı bölümünü anımsattı bana. Orada hiç noktalama işareti kullanmamıştır Ataycığım Oğuz. Başlarda çok meşakkatli, sekiz on kelime okuyorsun, bir cümle oluşuyorsa kafanda onu tamamlıyorsun geri dönüşlerle. En azından fazladan kelime oyunlarıyla hepten zorlaştırmamış metni, ama yine de kitaba karşı ayrı bir kabul istiyor okuyucudan, “yalnız ben varım” diyor. He bir de lütfedip kelime aralarına boşluk koymuştur. Gerçi birkaç sayfa sonra alışıyor zihin, bu sefer diğer normal olan farklı gelmeye başlıyor.[3]

Bu seferki abalımız Norveç

Yaşadığımız topraklarda başımıza gelen her kötü olayda aksi yönde isimleri anılan birkaç ülkeden biri olan Norveç’te geçiyor olaylar. Başbakanın bisikletle işe gidip geldiği, bankamatik sırasında beklediği, halıya döktüğü kahveyi temizlediği, danışmanının çözülen bağcığını bağladığı doğru mu, biri bizi aydınlatsın, havsalamız pek almıyor da! Kendilerini bambaşka yerlerde gördükleri aşikâr. Bakınız şöyle: Çatışma-Battle (Katarina Launing, 2018) filminde iflas ettikten sonra evlerine haciz gelen baba-kız, yetkililerce idareten bir apartman dairesine yerleştiriliyor. Adamlar elit, alışık değiller, hâliyle durumdan şikâyetçi oluyorlar. Baba, icra müdürünü arayıp “Bir hata olmalı, bu daire berbat, Norveç’te yaşıyoruz, gelişmekte olan lanet bir ülkede değil.” diyor. Gelişmekte olan diyor, lanet diyor, her ne kadar alınmamaya çalışsak da bize diyor.

Biraz uzun sürecek, ama 2 paragraf ve 415 kelimelik şu kısmı tam da buraya yerleştirmeliyim. Bir mikro örnek olarak hapishaneleri ele alalım. Yine bu yazıyı hazırlarken izlediğim Dünyanın En Zorlu Hapishaneleri – Inside The World’s Toughest Prisons (2016-2021) belgesel serisindeki Norveç detayları da meramımı anlatmama yardımcı olacaktır. Yapılan onca eleştiriye rağmen cezalandırmak yerine rehabilitasyonu seçiyorlar. Mahkûmların geçmişte ne yaptıkları cezaevi yönetimini ilgilendirmiyor. Her türden suçluyu bir arada tutup oraya gelmelerine sebep olan eylemin arkasındaki insanın iyiliğini öne çıkarıyorlar. Olabildiğince normal, evde hissettirecek, otel konforunda, sabah kahvesini içtikten sonra yüksek teknolojiyle donatılmış atölyelerdeki işlerine ya da aklınıza gelebilecek bütün detaylarıyla stüdyo veya resim odalarında “eğlence”ye gidiyor, bunun sonucunda para kazanıyor ve meslek edinebiliyorlar. Bunları yapmazlarsa biraz dar olsa da konforlu odalarında kilitli kalabiliyorlar. Bu şekilde meşgul edilen kişilerde suç tekrarı yarıdan fazla azalıyormuş. Hapishanelerde en çok zorlanan iş olan kafa yapısını değiştirmek bu şekilde mümkün olabiliyormuş. Cinayetten mahkûm birinin saçma bir sözü var. “Tek bir eylemimiz kim olduğumuzu belirlemez.” Bak hele, bak sen! İyi de kardeşim, senin o tek eylemin bir insanın hayatını belirledi. Herifteki genişliğe bakar mısın? Her türlü konfora ve rahata, kampüsün olanca genişliği ve serbestliğine rağmen yine de içeride olmak daraltıyor insanları. Ne kadar rahatlatırsan bir süre sonra ona da alışacak ve bir üst konforu arayacak insanlar. 250 mahkûma 350 görevlinin düştüğü bir yerden bahsediyoruz. Kişi başı yıllık 130.000 dolar harcanıyormuş. Gardiyanlar zaten adamların burada tıkılı kalıp cezalarını çektiklerini, bunu daha da zorlaştırmanın mantığının olmadığını söylüyor, gözetleme veya devriye kelimelerinden bile rahatsız oluyorlar. ‘Etkileşim’ temel düsturları. Çizgiyi aşmadan oturup sohbet edip oyun oynuyor, akşam olunca evlerine ve hücrelerine ayrılıyorlar. Her türlü teorik ve uygulamalı derslerin yanında psikolojik rehabilitasyon seanslarına da katılıyorlar. Mahkûmun işini zorlaştıracağına bu zorlu görevi kendisi üstleniyor gardiyan. Zaten o kültürde yetişmiş görevliler bunu zorla değil, gönüllüce yapıyorlar. On altı bölüm içinde kesinlikle en temiz, en insancıl ve en ileri görüşlü olanı buydu. Soğuk sağlıklıdır, sıcak insanı gevşetir ve kötülükler nispeten daha çok olur. Hapishanelerin durumu soğuk iklimlere gidildikçe iyileşiyor.

Norveç’teki bu hapishanelerden birinde tutulan en meşhur suçlu ise 22 Temmuz 2011’de Ütoya adasındaki İşçi Partisi kampında 77 kişiyi öldüren Anders Behring Breivik. Toplamda 21 yıl ceza almıştı. Çünkü yasalarda öngörülen en yüksek ceza buydu. İdamı geçtim, müebbet hapis bile yok. Gerek duyulmamış, başka türlü topluma kazandırma yöntemleriyle hâllediyorlar. Böyle olunca ülkede en çok nefret edilen kişi olması Breivik’in çok da umurunda olmasa gerek. O hücresinde şartlarının kötülüğünden yakınarak yönetimi dilekçeleriyle meşgul etmeye ve bu yolla hayli imtiyaz kotarmaya devam ediyor. İyi hâlden ötürü öngörülen tarihten çok önce çıkabilir ve anılarını yazdığı kitabını imzaladığı söyleşide en fazla yumurtalı saldırıya maruz kalır, nice işine gelir bu da.

Saydınız mı bilmiyorum, İngilizceleri saymazsak 409 etti, -doğru ya, agresif depresif obsesif kompülsif değilseniz ve aç karnına içtiğiniz kahve mide çeperinizde melankolik etkilere sebebiyet veriyorsa niye sayasınız ki-, cümlelerdeki oynamalarla altı kelime azalmış, bu harika bilgiyi bilabedel arz ve takdim ederek pek muhterem kârîye karşı bu pek mühim vezaifimizi de gördük, şimdi yola devam edebiliriz. Nordiklerin yaşadıkları refahın kaynağı konusunda çok da düşündükleri söylenemez. Çünkü bizzat bulaşmadığın sürece savaşı hissedemezsin. Ama ülkede işlerin yolunda gitmesi için asla kamuoyuna açıklayamayacakları bu pis işleri birilerinin yapması gerekir. Koca koca ülkeleri geçtim, en küçük ailede de olur bu tür şeyler. Norveç’te petrol gelirlerinin bütçeye katılmadan doğrudan sadece sosyal projelere aktarıldığını duydum. Afganistan’da petrole ortak olabilmek için silahlı operasyonlara fiilen katıldıklarını da eklersek kaynağın despotluk olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Rahatlık en sonunda patlar, bu kesin. Ortadoğu, Afganistan veya dünyanın herhangi mazlum bir yerinde, savaşların yanında niyeyse(!) insanların rahatı için yapıldığı söylenen projelerin istisnasız hepsi paravandır. Arabaları aranmaz, çalışanların GBT’leri sorgulanmaz, sicilleri temizdir. Geçtikleri her yerde, istemeden de olsa arkalarında bıraktıkları izleri silmekle görevli birileri vardır. Silah, uyuşturucu ve insan kaçakçılıklarının uhuletle ve suhuletle yapılabilmesi için kullanılırlar! Öyle ya, herkesin görevi ayrıdır. ABD gibi ülkeler açıktan operasyon yapar, Norveç gibiler de bu yolla barış havarisi görüntüsü altında çerçeveyi tamamlayıp paylarını alırlar. Uyuyan birini uyandırmak kolaydır, ama uyuma numarası yapan biri asla uyandırılamaz. Hem uyumadığı için teorik olarak zaten uyandırılamaz hem de yapabildiği kadar rol yapar ve bıktırır. Batı toplumu, devletlerinin yaptığı bu işler konusunda kulağının arkasına yatıyor genelde. Kendi refahı sürsün diye ses çıkarmıyor olan bitene. Anlaşılan o.

Refah olduktan sonra nereden ve nasıl geldiğini kim ve niye sorgulasın ki? Ben kitabın doğrucusuyum, bir lise öğretmeninin göreve başladıktan hemen sonra ev sahibi olabildiği ve iki yıl sonra da dört odalı daha büyük bir eve geçebildiği bir ülke… He, bu arada altından arabası ve diğer sosyal lüksleri de hiç eksik olmuyor.[4] Pedersen bu konularda boş yapmıyor, sistemi sorgulamaya ve sosyalist görüşe yakınlaşmaya başladığı yerler net. “Biz burada böyle rahat yaşayabiliyorsak illaki dünyanın başka yerlerinde bunun ceremesini çekenler vardır.” Norveç’in dünyadaki büyük savaşlarda bile sükûnetini kaybetmediğini de ekliyor. Çeperde bir ülke olması bunun en büyük sebebi. Ama NATO üyesi olmakla savaşa bir yerden dâhil oluyor, kendi soğuk topraklarında sıcak çatışmalar olmasa bile. Mahalle yanarken saçını tarayan bir ülke mi Norveç? Evet, öyle. Diğer ülkelere göre müreffeh gözükmelerinin bir sebebi de küçük bir farkla bile öne geçseler bununla övünerek, göze sokarak diğerlerini imrendirmeleri, ezik hissettirmeleri. Nordik, İskandinav, Kuzey Avrupa algısı boşuna oluşmuyor. Nobel Ödüllerinin, ülkelerini Norveç, İsveç gibi yapmaya çalışanlara verildiği bir gerçek. Tüm ödüllerin görünenin dışında bir amaçla verildiğini bilmeyen kaldı mı? Hizaya gel, ödül mamanı kap!

Aklını öğrencisi Werner’in aklına uydurup komünist olan Pedersen de çok soruyor başlarda. “Norveç gibi bir ülkede insan niçin sosyalizm ister ki?” Ama ülkenin durumu ne kadar iyi olursa olsun, sonuçta mutlak eşitlik oluşması mümkün olmadığından, bunu mümkün mertebe sağlamak amacıyla çaba gösteriliyor. Bir ülkede önemli olan, toplamda ne kadar kazanıldığıyla birlikte, bunun mutlu azınlığın elinde toplanmasını engelleyip herkesin istifadesine sunulmasıdır. Niteliksiz(!) işgücü diye hiç kimse berbat şartlarda yaşamaya mahkûm edilemez. Devrede olması gereken eşitlik değil; adalet ve merhamet şart. Bizdeki en sosyal demokrat partiler bile asgarî ücreti açlık sınırının altında söylerler. Yoksulluk sınırı ise bulutlar ötesindedir. Olur da iktidara gelirlerse yapamayacaklarından mı korkarlar. Umarım öyledir, yoksa milleti o rakamlara mı müstahak görüyorlar?

Küresel sermaye ülkelere, devletlere, bölgelere ve özellikle son yüzyılda şirketlere görevler biçiyor. Ekonomi, silah, fuhuş, uyuşturucu, sinema, sanayi, endüstri, çatışmalar, savaş, yıkım ve inşa, organ, maden, orman, nehir, medya, insan, siyaset, din, sağlık, yozlaşma, tek tipleştirme gibi şimdilik aklıma gelen ama dallandırıp budaklandırabileceğimiz birçok alanda dünyayı avucunun içinde karıştırıp duruyor. Hızlıca ayağa kalkmadığımız hâlde yine de başımızın sürekli dönmesi demir eksikliğinden değil zahar, bizzat bundan. Sisteme uymayanı ya rezil ediyor, ya bertaraf. Norveçlilerin ülkelerinde müreffeh, dertsiz tasasız yaşamaları için dünyanın hangi bölgesinde kimler bedel ödüyor ve bundan haberleri var mı, dert ediniyorlar mı? Pedersen ve arkadaşlarının üzerinde durduğu esas mesele bu aslında. Ama üzerinde durdukları için göremiyorlar, karşılarına alıp incelemeleri lâzım. Yanı sıra alternatif olarak sarıldıkları ip sosyalizmin kokuşmuş uygulayıcısı, heveskâr ihracatçısı Rusya olunca işler istenilen şekilde yürümüyor. Şili’deki maden işçilerini de, Filistin’deki intifadayı da destekliyorlar, gel gör ki bunlar duygusal bir elbirliğinden öteye geçemiyor. En ufak bir sahici adımda önlerine çıkarılan engellerin büyüklüğü boylarını aşıyor. Üzerinde durdukları meseleler de yükselebilmelerine yardımcı olamıyor.

2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün[5] sahibi Svetlana Aleksiyeviç, İkinci El Zaman (2013) kitabında Sovyetler döneminde insan(cık)ların başından geçen büyüklü küçüklü onlarca olaya odaklandığı hikâyeler anlatır. Kapalı bir toplumda yaşanan kayırmacılık ve ayrımcılığı, düzenbazlık ve sefaleti, arayış ve çırpınışları gözler önüne serer. Bu kitabı Musallat’la eşzamanlı okumanın bir avantajı olarak Pedersen’in idealize ettiği düzende yaşanan faciaları da gördüğümde, varıp omuzlarından tutup sarsmak isterdim açıkçası. Kardeşim deseydim, kardeşlerim, açın gözünüzü, kendinize gelin, hep başkasında oturduğunuz yetmedi mi! E tabii, Aleksiyeviç de zaten bunları yazdığı için Nobel’i kapmadı mı? ‘Evet’ten başka cevap mümkün gözükmüyor. Pedersen gibilere dışarıdaki kötülükleri göstererek “bak onlar tukaka, gel bizim baskılarımıza razı ol” denmek isteniyor. Musallat’ı diğerinden ayıran, içeriden (zaman olarak) konuşuyor olmasıdır. Aleksiyeviç ölen körün gözüne, belki de başkalarına şirin gözükmek için parmak atıyor.[6] Şu da var: Onlarca yıl bir saçmalığa katlanmak zorunda kalmak bile, sonradan onun hakkında bolca atıp tutma hakkını fazlasıyla verir maruz kalan kişiye. Sadece gözünü oymakla yetindiğine göre merhametli bile sayabiliriz.

İhsan Fazlıoğlu’nun deyişiyle “okutarak cahilliği, çalıştırarak fakirliği, medeniyet diyerek barbarlığı, barış diyerek ölümü artıran” kapitalizmin bile onca sırnaşmasına rağmen istenmediği yere giremeyeceğini biliyoruz. Sosyalizmin Sovyetler’deki uygulaması dalavereler, kayırmacılık, liyakatsizlik, eşitsizlik, haksızlıkların ayyuka çıkması şekline bürününce insanlar isyan bayrağını çektiler, kabul. Aleksiyeviç’in bir sözlü tarih olarak hazırladığı kitapta yeni düzene alışamadığından hâlâ o dönemleri özleyen birkaç kişi hariç herkes büyük nefretlerle anıyor eskileri. Peki, yeni gelen nasıl, o da koskocaman bir soru.

Nobel (2016)

Kıtalar ve bambaşka iklimler arasında mekik dokuyan iki hikâyenin birbirine bağlanarak anlatıldığı Nobel’de Norveç’in Afganistan’daki misyonunda görevli bir askerin, işlerin büyümesiyle gördükleri karşısında yaşadığı (yasadışı) çelişkiler anlatılıyor. Barış için ne kadar ileri gidilebileceğinin sınırlarını zorluyor kendi iç dünyasındaki sorgulamalarda. Emperyalist mi yoksa insancıl faaliyetler peşinde yöneticiler mi? Ekranda ikincisi, ama arka planda illaki ilki. Yaşanan müreffeh hayat için hangi ülkelerde yüzyıllardır kimlerin canını yakıyorlar? Babası Afganistan’da özel harekât askeri olan çocuk, ülkesindeki en ufak bir pürüzde, kırk kere yıkanmış onuncu dalga cılız bir etkisini hissedince “Şimdi savaş Norveç’e de mi gelecek?” diye soruyor. Soğuk ülkesinin çocukları sıcak evlerinde rahat edebilsin diye on bin km. ötede bir operasyonda intihar bombacısı on yaşında bir çocuğu gayet soğukkanlı bir şekilde öldüren asker, o çocuğun hayatına ancak sıcak bir kurşunla dokunabiliyor. Önce buz gibi bakışlarıyla gözlerini, sonra sıcacık mermiyle göğsünü delip geçiyor. Böyle mi olmalıydı, hayır ama böyle oluyor. ABD, 2003’te Irak’a girmeye hazırlanırken bir fotoğraf görmüştüm. Bir asker vedalaşmak için küçük çocuğunu kucağına almış, sarılıyordu. Sabinin bir şeyden haberi yok tabii. Askerin ağzına bir baloncukla şu kahredici sözler monte edilmişti: “Kızım sen şimdi annenle güzelce uyu, ben dünyanın öbür ucundaki çocukları öldürüp hemencecik geleceğim.” Yaptığı tam da buydu, sonra gelsin kafayı yemeler, bunalımlar, seanslar, haplar, krizler, kıyımlar. Tabii, o kadar cana sebepsiz kıyınca finali kendisiyle yapması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Evet, kimse bunu dillendirmiyor tabii ama yaşanan bir gerçek var. Sadece Irak’ta 2.000.000’dan fazla insan öldürüldü. Bunun birkaç sene önce Afganistan’da da tekrarlandığını hatırlatalım. İbrahim Tenekeci’nin “yapılan gökdelen/yıkılan hatır” diye bir dizesi vardır. Bunlar da, nasıl ve niçin yıkıldıklarını çok iyi bildiğimiz İkiz Kulelerin hacmini doldurması için mi kıydılar bunca cana! Yıkılan gökdelen, ırzına geçilen koskoca bir coğrafya! Dizide Afganistan’daki Norveç askerinin çocuğuyla neşeyle sürdürdüğü görüntülü konuşmayı gördüğümde nedense aklıma geldi bu kare. Norveçliler ve Afganların kendi aralarında İngilizce konuşuyor olmaları, olayları kimin yönettiğini açıklıyor aslında.[7] Şunu bilelim, dışarıya ne kadar parlak bir görüntü sunsalar da çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir devlet kendi vatandaşına da acımaz, ülkesini dünyada öne çıkaran değerlerini de hiçe saymaktan çekinmez. Musallat, Zaman ve Nobel örneklerinde açıkça görüyoruz bunu.

Pazarlama

Değişik bir türde balık satan birine çocuk merakıyla bazı sorular sordum. Muzır da değildim üstelik, gerçekten merak etmiştim. Elindeki palayı kesme tahtasında son nefeslerini zorla alıp veren bir tanesinin boynuna sertçe indirirken boşaltması hayli uzun süren kendi nefesinin son kalan huf’uyla satın alabildiği birkaç kelimeyle ilk cevabını yetiştirdi. “Hepsi satıldı.” Baştan yenik başladı ticarete. Bir kere bile yüzüme bakmadan savuşturucu cümleler kurdu sonra beceriksizce ve gönülsüzce. Tok satıcıydı belli ki. İyi de bugün hepsini satınca dükkânın işi bitiyor muydu, yarın tezgâh açmayacak mıydı? Bir küçük güler yüzlü olsa belki sürekli müşteri olacağım. Ayrıca bir malı satmak sadece al ver ilişkisi değildir ki! Müşterinin merakını giderici sözlerle usulünce her sorusuna tatmin edici cevaplar verirsin. (Ne derler; müşteriye yok denmez, bitti denir, gelecek denir.) Sattığın metanın kültürünü de aktarmalısın ki alıcıyı cezp etsin. Bu şekilde sadece onu değil, en az birkaç kişiyi daha kazanırsın. Değilse ayağına kadar gelip ağzına bakan o birini de kaybedersin. Batıdaki Şarkiyat kürsülerini kimin desteklediğine bakarsak entelektüel anlama çabasından çok sömürme amaçlı bir tanıma(!) faaliyetinin silah tüccarları ve savaş bakanlıklarınca desteklendiğini görürüz. Her şeyiyle nüfuz ederler ki, karşı taraf adeta gönüllü olur bu işgal sömürü işinde.[8]

Kendilerini öyle pazarlıyorlar ki, kitapta veya filmlerde görsek bile yapmayacaklarına dair gönüllü önyargımız yüzünden yadırgıyoruz şu hareketleri yapmalarını, hadi canım nasıl olur diyoruz: Merak etmeyin, Norveçliler de yere tükürüyor. Onlar da sakızlarını denize atıyor. Kırmızı ışıkta geçiyor, vergi kaçırıyor, 112’yi gereksiz yere meşgul ediyor. Hatta aralarından bazıları ‘lan’ bile diyormuş. Yoksa hapishaneleri niye olsun, değil mi?

*zahidergun@hotmail.com

[1] https://onedio.com/haber/garip-kitap-isimleri-586768. (Buradaki liste 2015 tarihli olduğundan Musallat’ı almamışlar hâliyle. Yoksa es geçilecek bir isim değil.)

[2] 1981 yılında Norveç’e yerleşen ve 1991’den bu yana Norveççeden çeviriler yapan Banu Gürsaler Syvertsen’in Türkçesiyle 2020 Haziranında yayımlandı ülkemizde.

[3] Kilmreeieln baş ve son hrrefali siabt tauluatrk aakdrai hialrfern regsltae diieğilemşltirsye oualtruuşln mielretni oamukk da sğaalm kfaa gierreykotir.

[4] Öte yandan, bizde ne zaman bu durumlardan bahsedilse “ama oralarda da intihar oranları çok” deniyor. Bu doğru, evet ama züğürt tesellisinden başka bir şey değil. Hani bir karikatür var ya, gücüne dolgun bir abimiz karşısındakinin saçmalayacağını daha iki kelime etmeden anlayıp “yeter ulan!” deyip elinin tersiyle çakıyor tokadı. Neyse biz öyle yapmayalım.

[5] Her ödül ayrı bir komite tarafından verilir; İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi fizik, kimya, ekonomi alanındaki ödülleri, Karolinska Enstitüsü Fizyoloji veya Tıp alanındaki ödülleri ve Norveç Nobel Komitesi edebiyat alanındaki ödülleri vermektedir.

[6] Meşhur bir atasözümüz vardır: Kör ölür, üstüne gözünü oyarlar.

[7] İngilizlerin Afrika’yı sömürgeleştirdikleri dönemde neredeyse bütün kıtada İngilizcenin ortak dil olabilmesini sonradan oralarda daha güzel “hizmet” yapabilmeleri bakımından işe yaradığını söyleyebilmişti bazı eblehler.

[8] Birkaç hafta sonra baktığımda balıkçının kapanmış olduğunu gördüm.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İdeolojiler, İdealler, İlkeler Ölmüş – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

“Ölmüş” diye kesin bir yargıda bulundum çünkü şahsen bunu yeni oturtabildim zihnimde. Bazen bariz olan şeyler, küçük gelişmelerle aşikâr olur insana; şimdi kaybımıza hüzünlenirken bir yandan da artık bazı değişimleri anlamlandırabildiğime seviniyorum: Çözüm yoluna girebilmek için işe, acı gerçekleri tespit edip kabullenmekle başlayabiliriz.

Son yıllarda derin bir ızdırap içindeydim: Nasıl bu kadar basit ve sığ gerçekleşebilir bütün bu olan bitenler diye! “İdeallerimize, ilkelerimize, amaçlarımıza, hayallerimize ne oldu?” diye. Meğerse onlar ölmüş! “Yaşayan ölüler” olarak bizler gibi ortada öylece durmakta; kağıtları, ekranları mısraları, dilimizi hâlâ süslemekte ama esasen iğdiş edilmiş, dönüşmüş, başkalaşmış, (tekrar hayat bulacağa vakte kadar) yokluğa gömülmüş. Bedenleri hayat dolu, benliklerini kaybetmiş bizler gibi… Benliklerimizi kaybettiğimiz için mi hayallerimiz öldü, yoksa bu olgular öldüğü için mi benliklerimiz yok oldu, bilemiyorum.

İrdelemekte olduğum ‘İnsan Sonrası’ adında bir kitaptan bir nükte aktarayım: “Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Soğuk Savaş’ın resmi olarak son bulmasının ardından, siyasi hareketler bir kenara kaldırıldı ve kuramsal çabalar da başarısız tarihi deneyimler olarak azledildi. Toplumun pek çok kesiminin yoğun karşı çıkışına rağmen serbest piyasa ekonomisinin yeni ideolojisi bütün karşıtlıkları silip süpürdü ve entelektüalizm karşıtlığını zamanımızın önde gelen özelliği olarak dayattı.”[1] Yeni dünyada, insanlığın kuramsal bir çabası, siyasi mücadelesi, hayatını kurgulayacağı bir ideali, kavuşma arzusundaki bir hayali kalmamış gibi!

Bu, sadece İslami camia için de değil, herkes ve her ideoloji için geçerlidir. Amaçlarını, ilkelerini, ideallerini, yollarını kaybetmiş bir insanlık var karşımızda. Sokakları inleten sosyalistlere ne oldu, devrimler yapan komünistler nerede, millî kodlarla kaba saba işler yapan idealist milliyetçileri dahî gözler arar oldu, insan hakları sevdalısı liberaller de ortadan kayboldu, erdem uğruna yaşadığını söyleyen hâlis nasrani’si/budist’i/zerdüşt’ü de mi öldü? İyi-kötü idealleri, ölçüsü, usulü olmayan bir toplum, yokluğa gömülmeye mahkûmdur!

Yaşadığımız bu tecrübeler yeni değil tabii ki; Adem’den kıyamete kadar benzeri süreçler, bozulmalar, anlam kaymaları yaşandı/yaşanacak ama oranı ve etki kapasitesi bu denli derin ve etkin olduğunu zannetmiyorum. “Serbest piyasa” nasıl bir şeyse sadece ekonomik değil soyut somut bütün düzlemlerde amaçsız, ilkesiz, ahlâksız; salt kazanım ve çıkara endeksli piyasanın malı olmuş zavallı bir hayat kurgulatmakta cümle âleme! Bu tablo altında ölümün ardındaki yoklukla taşlar yerine oturuyor biraz olsun, bütün olanlar anlaşılır ve anlamlandırılabiliyor kısmen.

Daha da ötesinde insani hasletlerimiz de yok oldu. Duygularımız, erdem ve ahlâka meyyal tepkilerimiz, adalete yönelik duruşumuz, zulme ve kötülüklere dâir en basit tavırlarımızdan bile eser yok maalesef! Gücü elinde bulunduranlara ya korkudan ya çıkardan ya muhafazakârlıktan boyun eğmiş, karşı duruş imkânlarını kaybetmiş bir insanlık tarihi yaşamaktayız. Yereldeki vahametler bir yana koca bir insanlık, turuncu bir delinin pervasızlıklarına dur diyecek iradeden yoksun!

Bütün bunlar, dünyalığa dâir kazandığımızı zannettiğimiz basit çıkar denklemine endeksli dünyevîleşme illetine düşmemizden kaynaklıdır. Kavramlara yüklenilen anlamların dönüşmesiyle vuku bulan bu sürecin birçok ana etkeni olmakla birlikte yaşadığımız çağda tavan yapmasını, çağımızın başat aktörü olan bilişim âleminde aramak yanlış olmayacaktır. Sanal aleme sürüklenip gerçeklikten o kadar soyutlandık ki bu dünya hayatında yaşanabilecek anlam kaymasında level atlamış olabiliriz. Hatta dünyevîleşmede o kadar ileri düzeydeyiz ki, bu illetin somut olgularından bile soyutlanıp farklı bir âlemde yaşıyoruz sanki! Sanal âlemde çok daha derin bir amaç ve bilinç yoksunluğu yaşıyor gibiyiz.

Gerçeklikten uzaklaştığımız bu düzlemde insani değerlerimizi, anlamımızı, amaçlarımızı, yolumuzu kaybediyoruz hızla. Bu düzlem ve anlam kaymaları da birçok alanda sapmalara sebebiyet veriyor. Öyle derin sapmalar ki artık insanlık, ontolojik bir mesabeye geldi ve bu boşluk girdabında kendi kendinin sonunu getirme yolundadır. Dünyayı şekillendiren, medeniyetler inşa eden, toplumlara ufuklar çizen siyasal kuramları bir kenara bırakın; sanattan aile olgusuna, ahlâktan aşka, gelecek nesillere miras bırakılacak bir fidan dikmekten bir icat yapma ihtiyacına kadar birçok öncülümüz körelip karanlığa gömülmüş. Yel değirmenlerine canhıraş hücum edecek kimsenin kalmaması bir yana, en basitinden yarınlara dâir bir ufku/umudu/hayali olan bile kimse kalmamış gibi! İlkesi/ahlâkı/değeri kalmayan insanoğlu, rahatlıkla kendi putunu da yiyebiliyormuş, değerlerini iki paraya satabiliyormuş, işin vahim noktası da hiçbir farkındalığının olmayışıdır. Şeytan var olduğundan beri kendi sûretinde gözükmez bizlere, yapıp ettiğimiz hataların neredeyse hepsini kendi değerlerimizin kisvesinde yürütmekteyiz. Devasa yanılsamalar içinde hayat sürmekteyiz. Düşünsel çarpıklıklarımıza ek olarak, sanal âlemin olası gerçek imkânlardan bizleri uzaklaştırdığını da görmemiz gerekmektedir.

Kolaylıkçı, faydacı, maslahatçı bir Makyavelist anlayış; dünyayı, fiiliyatları, plânları, zihinleri hatta öngörü ve olasılıkları dahî şekillendirmekte. Zahiren faydaya endeksli anlayış, peyderpey bütün anlamlılıkları yok edebiliyormuş. Milenyum çağının anahtar kelimelerinden biri de “kolaylaştırıcı” sanırım; kolay olan her şey, “olan”ın değerini de yok etmektedir. Kolay kazanılan para, kolay edinilen bilgi, kolay sağlanan ilişki, dava diye yürünen yoldaki kolay sonuçlar, kolay inşa edilen bina misali içi boş olduğundan kolayca çökmektedir ya da günümüzdeki gibi sadece sanal ve değersiz bir vitrinde bütün haşmetiyle sahnelenmektedir ama bilinmeli ki bu sahte tablo yokluğa gebedir.

Oysaki insanı, “insan” yapan şey; bu hayattaki amaç ve hedefleri, ideal ve ilkeleri, hayalleri ve yürüdüğü yoludur. Bu unsurlar kişiye anlam katar, onur ve şeref kazandırır. Zahiren kolayından kazanılan olgular kişinin çukurunu derinleştirmektedir sadece, maslahat icabı güttüğü dengeler kişinin terazisini bozmaktadır. Onurunu, varlık sebebini, ideallerini unutmuş olan toplum, türlü hormonlarla yeşerip sun’î gübrelerle hızla büyüyüp devasa boyutlara ulaşarak irin gibi sarmaladı benliğimizi!

Bunu belli bir güç odağı bilinçli olarak plânlayıp yapmadı belki, süreç anlamsızlaştı veya anlamsızlaştırıldı. “Nedir bu içinde sürüklendiğimiz süreç?” sorusunu sormamız gerekmektedir. Kendimizi sigaya edip, çeki düzen vermeliyiz varlığımıza. İnsana anlam kazandırıp halifelik bahşeden Yaratıcımıza hakikaten teslim olup içimizdeki gücü canlandırarak öze dönüş hareketini tekrar tekrar yeşertmeliyiz.

Kimse kendisini kandırmasın, kendimizi “kendimiz” yapan bütün değerleri üzerimizden silkip atmış vaziyetteyiz. Hatta kendisini kandırdığı yollar ve argümanlar da sahte, boş, bayağılaşmış durumdadır. Herkes bir davayı bayraklaştırmış, bir uğurda mücadele ettiği iddiasında. Yerel ve küresel sistemin bir parçası olmayı kendisine yediren herkes, durup iki dakika aynaya baksın ve sahiplendiğini iddia ettiği davanın amaçlarını, ilkelerini, metodunu, hedeflerini, yolunu geriye doğru tekrar irdelesin ve davanın neresinde olduğunu sorgulasın:

Bir: gerçek âlemde değilsiniz!

İki: Sistem sizi, sizin değerlerinizi dönüştürüp sizin argümanlarınızla kendini tasdik ettirip yolunu inşa etmektedir.

Artık düşünce, mücadele yöntemleri, duruşlarımız bile belli bir standart ve çerçevede kalmakta maalesef çünkü imkânlarımızı, dayatılan sınırlar belirlemekte. Oysa ki sınırlarımızı ve imkânlarımızı iman ettiğimiz ilahi söz belirlemiş olmalıydı.

Zaman, sırf “insanlık ders çıkartsın diye” akıp gitmektedir. Bu ânı yaşıyoruz çünkü geleceğe dâir bir ders çıkartıp yarınlarımızı aydınlatabilelim. Tarihi, yaşanılanları, şahit olduklarımızı irdeleyip sorgulayarak kendimize çeki düzen vermedikten sonra niye yaşanıyor ki yaşanılanlar!

Dünyadaki acıları, ölümleri, çığlıkları canlı izleyen insanlık adeta duygularını kaybetmiş bir hâl almış vaziyettedir. Somut ve soyutun birleşip anlam yarattığı düalist bir âlemde yaşayan bizlerin reflekslerini biçimlendiren zihin ve rûhun somut kanalları kapanınca bu hâle büründük sanırım, bilemiyorum. Elimizdeki telefonları bırakıp gerçek âlemdeki sorumluluklarımızın ucundan tutmakla başlayabiliriz belki.

Misal olarak Gazze… Gazze gösterdi ki hepimiz sanal âleme hapsolmuşuz; elimiz kolumuz bağlanmış, irade göstermekten acizmişiz. Özgürlüğümüzü az bir pahaya satmışız; hayallerimizi, onurumuzu, kardeşliğimizi kaybetmişiz. Yerel ve küresel sistemin vazgeçilmez bir parçası olan sivil toplumun büyük kesimi, kazanımlarını muhafaza etmek için nefes alan zavallı muhafazakârlara dönüşmüş. Galata köprüsü üzerinden zalime zulmünü söylemekle yetinip tatmin olunmuş, en basitinden (sayılı bir azınlık hariç) kendi mahallesinden giden desteğe dahî ses çıkartamaz olmuştur.

Son 20 yılda yaşanan devâsâ âfâki ve vahim değişim ve dönüşümler altında toplumsal düzlemde olanlar, olmayanlar, olmakta olanları; bu kalitesizliği, bilinçsizliği, dönüşümü anlamlandıramayan dertli insanlara duyurulur: Meğerse ölmüşüz! Bu “yokluk”tan bir varlık çıkartılabilir mi, bilmiyorum. Yoksa bu yokluk, mutlak bir yokluğa mı gebedir; tümden helâk olunup yeniden mi başlanılacak acaba?

Bütün bu handikapları giderebilmek için değişim ve öze dönüş yoluna girmeyi değil de hâlâ dört bir yanımızdan “konumumuzu muhafaza etme ve hayatta kalma” telkinleri yapılmaktadır. Korku salınarak idare edilen toplumların o korku zincirlerini kırıp özgürleşmeleri aciliyet kazanmıştır artık.

[1] İnsan Sonrası, Rosi Braidotti, Kolektif Kitap, s. 15

Devamını Okuyun

Yazılar

7 Ekim Bağlamında Bir Eleştiri ve Özeleştiri Çağrısı – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023’te HAMAS’ın Aksâ Tûfânı Harekâtını başlatması ve Siyonist rejimin Demir Kılıçlar Operasyonu adını verdiği saldırıyla başlayan savaşın çok kısa sürede Gazzelilere yönelik bir soykırıma dönüşerek devam ettiği süreci hep birlikte izledik.

“Gazze’nin Gazze’den ibaret olmadığı gerçeği” ve “Gazze’yi savunmak; Maraş’ı, Antep’i savunmaktır!” söylemi bizzat TC cumhurbaşkanının ağzından dile getirilerek konunun ciddiyetinin farkında olunduğu ifade edilmesine rağmen gereğinin devlet seviyesinde yerine geldiğini göremediğimiz gibi gereğinin yapılması için kamuoyu da üzerine düşeni ne yazık ki yapmadı.

İktidar yanlısı İslami gruplar tahmin edildiği gibi hükümetle genel olarak uyumlu hareket ettiler ve somut adım atmaya zorlayıcı bir tutum içine girmekten kaçındılar. İstisna olarak HÜDAPAR’ın İsrail ordusunda savaşan ve TC vatandaşlıkları bulunan yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması için Meclis’te yaptığı çalışmayı hatırlayabiliriz. Ancak yine HÜDAPAR öncülüğünde Kürecik’te ve İHH öncülüğünde İncirlik’te yapılan eylemler sonuçsuz kalmasına rağmen bu kurumlar fazla ısrarcı olmadı ve hükümetle olan ilişkilerini hiç bozmadan devam ettirdiler. Hâlbuki yanında olunduğunu bilen iktidarın birkaç eylemden dolayı adım atmasını beklemek zaten bir boş beklentiydi. Bu istisnalar dışında iktidar yanlısı kurumların faaliyetleri, 7 Ekim öncesine göre en küçük bir gerileme göstermeyen, aksine hükümetin bozulmaması için üzerine titrediği TC-İsrail ilişkilerine hiçbir şekilde değinmeden tamamen halka dönük boykot çağrıları, yardım toplama kampanyaları ve en geniş katılımlı olanları Bilal Erdoğan’ın ve İsrail ile ticaret yapmaya devam eden MÜSİAD gibi kuruluşların organizasyonuyla yapılan protestolarda Tel-Aviv’e bağırarak geçti.

İktidar yanlısı grupların bu tutumlarının bağışlamak değilse de anlamak kolay; asıl anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız konu ise muhaliflerin tutumu! Yetersiz olsa da Saadet-Gelecek Grubu’nun ve YRP’nin meclisteki çalışmalarını anmamak gerçi haksızlık olur. Ayrıca Siyonist rejimle ticaretin kesilmesine dair özellikle YRP genel başkanının seçim dönemindeki söylemlerinin konunun gündemde kalması için etkili olduğu da doğru.

Ancak süreç boyunca, bu partilerin ve alt kuruluşlarının iktidara somut adım attırmaya dönük eylemsellik noktasında oldukça pasif ve çekingen bir tutum sergilediklerini üzülerek izledik. Onların çalışmaları da daha çok boykot çağrısı ve yardım toplama üzerinde yoğunlaştı. Bu gruplar sonuç almaya dönük eylemlerini sınırlı tuttukları gibi, Direniş Çadırı platformu ve Filistin İçin Bin Genç gibi grupların eylemlerine de kurumsal olarak katılım sağlamadılar.

Parti veya cemaat bağlantısı olmayan Direniş Çadırı platformu bazı haftalarda 20 hatta 30 ilde eylem çağrısı yaparken en geniş katılım birkaç yüz kişiyi geçmedi. Bazı yerlerde ise basın açıklamaları sadece 2-3 kişi ile yapılabildi. Mesela Anadolu Gençlik Derneğinden arkadaşlar bireysel olarak bu eylemlere katılım sağladılar ve dernek olarak da yer yer güzel işlere imza attılar; ancak derneğin 81 ilde teşkilatlı olduğunu ve mensuplarının çokluğunu düşünürsek eleştirimizde haksızlık etmediğimiz açıktır.

Aynı şekilde YRP genel başkanı Fatih Erbakan, TRT World forumu sırasında, “petrol sevkiyatı dursun” diyerek Cumhurbaşkanını protesto ettikleri için tutuklanan 9 genci davet edip makamında birlikte fotoğraf verdi ancak kendilerine bağlı olan Milli Gençlik Derneğini ticaret konusunda eylemler için teşvik etmedi. MGD’nin Direniş Çadırı bileşeni olarak veya tek başına kanlı ticareti konu alan bir eylemini hiç görmedik.

Tutuklu arkadaşları için defalarca yaptıkları basın açıklamalarında ve yürüyüşlerde polisten meydan dayağı yiyen ve defalarca gözaltına alınan Furkan Hareketi de somut adımlar attırılması konusunda tek bir miting veya yürüyüş yapmadı. Direniş Çadırı platformunda da yer almadı. Düzenlediği Filistin yürüyüşlerinde de İsrail-Türkiye ilişkileri ile ilgili tek bir pankart, tek bir slogan kullanmadı.

Köklü Değişim üyeleri Direniş Çadırı‘nın eylemlerine zaman zaman önemli katılımlar göstermekle birlikte kurumsal olarak onlar da platformun içinde bulunmadı. Köklü Değişim olarak yaptıkları eylemlerde de “Ordular Aksâ’ya” gibi çok genel ifadelerle yetindiler.

Elbette tek tek bütün kurumları ele almamız mümkün değil ancak 7 Ekim sürecinde iktidar muhalifi müslümanların önemli bir kısmının, teşkilat seviyesinde genel durumunu anlatmak için bu örnekler yeterlidir.

Bu süreçte belki de en etkili olabilecek eylemlerin başında Direniş Çadırı platformu bileşeni de olan Adana Gökkuşağı Derneğinden Mavi Marmara Gazisi Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının yaptığı oturma eylemi geliyor. Savaşın başlamasından bir ay sonra Cumhurbaşkanlığı sarayı karşısında İsrail’le ilişkilerin kesilmesi, ticaretin durması için 5-6 kadının başlattığı ve Ankara’daki hiçbir grubun katılıp destek vermediği bu eylem, baskı ve gözaltı nedeniyle yalnızca birkaç gün sürdü. HÜDAPAR milletvekili Şehzade Demir’in destek ziyareti ise maalesef bireysel kaldı. Aynı kadınların aylar sonraki ikinci girişimi de yine hiçbir destek görmeden şiddet ve gözaltı ile sonuçlandı.

Şahsen katıldığım, tamamı iktidara mesafeli grupların düzenlediği, İsrail’e ve ABD’ye bolca lanet okunan, Sisi’nin bile eleştirildiği ama içinde yaşadığımız ülkenin idaresinin ima ile de olsa anılmadığı bir mitingden sonra tertip komitesine eleştirilerimi ilettim; “Haklısın!” dediler ama sonrasında bir değişikliğe şahit olmadım. Yine İsmail Haniye’nin şehadetinden sonra muhalif ve AKP yanlısı grupların beraber yaptığı bir başka yürüyüşte de tekbirden ve “Kahrolsun İsrail!”den başka slogan atılmadı, küçük bir grubun “İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet!” sloganına da pek iştirak eden olmadı. Yürüyüş sonunda topluluğa hitap eden 7 konuşmacının hiçbiri İsrail’le yapılan ticarete tek kelimeyle olsun değinmedi. Yine halka bolca boykot çağrısı yapıldı.

Mizahi amaçlı asparagas haber sitesi Zaytung, Ak Parti iktidara geldikten sonra Beyazıt’taki Cuma eylemlerinin bitişine gönderme yaparak, “Eylem konusu bulamayan cemaat Eminönü’ne kadar ‘Köpek giren eve melek giremez!’ sloganıyla yürüdü. Görüştüğümüz cemaat üyeleri, ‘Artık başörtüsü yasağı da kalkacağı için başka bir konu bulana kadar kondisyonumuzu kaybetmemek amacıyla her Cuma Eminönü’ne kadar yürüyeceğiz!’ dedi.” şeklinde bir haber yapmıştı. 7 Ekim sürecindeki birçok eylem ve etkinlik de aslında bundan çok farklı değildi. Slogan belli: “Coca-Cola içme, hamburger yeme!”

Boykot çağrıları, insani yardım amaçlı para toplanması elbette önemlidir ancak siyasi yardım şüphesiz hepsinden daha önemli! Boykot, Siyonizm’e ne kadar zararı olduğuna bakılmadan devam edilmesi gereken bir sorumluluktur hatta İsrail ve destekçileri üzerinde az çok etki yapacaktır ancak halkın ürün ve hizmetlere dönük boykotunun etkili olması için nüfusun büyük bölümünün katılması lâzımdır ki bunun gerçekleşmesi ihtimalini kuvvetli görmüyorum. Ayrıca halkı boykota çağırırken Coca-Cola fabrikasının Cumhurbaşkanı tarafından törenle açıldığını ve yerli araba TOGG’un 5 ortağından birinin o fabrikanın sahibi olduğunu; dağıtılan boykot listelerinde ürünleri yer alan ve İsrail’de elektrik üreten Zorlu Holdingin patronunun bizzat Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül aldığını da hatırlarsak söylemek istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hükümet ortağı Bahçeli’nin Ali Koç’la ahbap olduğu ve düzenli olarak görüştüğü, İsrail Konsolosluğu ve elçiliğinin Koç’a ait binalarda barındığını da unutmayın!

Yardım kampanyalarının da istenen faydayı sağlamadığını yaşayarak gördük. Tırların sınırda nasıl İsrail’in iznini beklediğini unutmayalım. Kaldı ki savaş sırasında sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından akan yardımlara rağmen Gazze halkının yaşadığı açlık önlemedi. Bugün Gazze’nin yeniden inşası için gereken paranın çeyreğini bile halktan toplayabilmek mümkün değil.

Basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler bir konunun toplumun ve idarecilerin gündemine getirilmesi, gündemde tutulması ve devlet erkini elinde tutanlara istenen adımları attırmaya dönük olarak yapılır. Yani aslında amaç bir ‘iş’ yaptırılmasıdır. 7 Ekim sürecindeki eylemlerin ise onda dokuzunun İsrail’e “Katliama son ver!” demekten başka bir mesajı yoktu. O sırada katliama son vermesini istediğimiz İsrail’in yakıtı da dahil birçok ürünün ise Türkiye’den gidiyor olması ise o sloganları da anlamsızlaştırdı. Gerçi biz bütün ilişkiler devam ederken iktidar milletvekillerinin Meclis’te gerekeni yapmayıp, İsrail Elçiliği önünde protestocularla birlikte slogan attığını da gördük! Muhalif dernek başkanlarının o milletvekillerine tepki gösterenleri engellediğini de!

Unutmayalım ki geçtiğimiz yıl ticarete sınırlama getirildiğinin ilan edilmesi medyada İsrail’le ticaret konusunda yapılan eylemlerin yer bulmaya başlaması ve tepkilerin artması, belediye seçimlerinde alınan ağır yenilginin nedenlerinden birinin de İsrail’le ilişkiler olduğunun fark edilmesiyle olmuştur. Aslında iktidar, taban kaybını önlemek için buna mecbur kaldı. Bu konuda yapılan eylemlere katılım daha yüksek olsaydı ve konuyu gündemin ilk sırasına oturtmayı başarabilseydik öyle düşünüyorum ki ticarete gerçek bir kısıtlama getirmemiz hatta mesela Kürecik’in kullanımını geçici olarak bile olsa durdurmamız mümkün olabilirdi.

Gazze, BOP’un önünde bir kale idi. Her ne kadar Gazzeli direniş örgütleri diz çökmemişse de gelinen noktada Gazze kalesi ne yazık ki aşılmış ve Siyonist rejim Suriye’ye kadar uzanmıştır. Gazze’ye yeteri kadar destek verilebilse İsrail daha erken çekilmek zorunda kalabilirdi.

Bugün Filistin direnişine gerekli siyasi yardımı yapabilecek organizasyonlara sahip değiliz ama bu siyasi kavrayıştan, “direniş” ve “hareket” bilincinden de uzağız. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’de İslami hareket bugün sayısız yardımlaşma derneği ile neredeyse ve bir bakıma bir insani yardım hareketi görünümüne yaklaşmış durumda ki bu durum ayrıca ele alınmaya değer.

Duamız odur ki Gazze’deki gelişmelere eğildiğimiz kadar, bizim Türkiye müslümanları olarak Siyonizm’e karşı yürütülen İslamlık ve insanlık savaşının bir parçası olmayı ne kadar başarabildiğimiz konusu üzerinde de durur ve özeleştirimizi komplekse kapılmadan yaparız çünkü ateşkes sağlansa de ne Filistin’de işgal bitmiş, ne Siyonizm hedeflerinden vaz geçmiştir!

Devamını Okuyun

Yazılar

Devlet Aklı, Kimin Aklı? – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin herkesi hayrete düşüren, kırk yıl geçse kendisinden beklenmeyecek “Öcalan çıkışı”na önce anlam veremeyen ama “Vatan, millet ve devlet için çok önemli bir durum olmasa Bahçeli böyle bir şey söylemezdi!” açıklamasında karar kılan birçok MHP’li veya Ak Partili, bu işte de bir hikmet olduğuna inanıyor: “Devlet aklı başka çalışır!”

Karşımıza çıkan devlet aklının, 2200 yıllık devlet tecrübesinin şekillendirdiği söylenen aklın nasıl çalıştığı, dahası devletin bekası, milletin selameti yolunda tezahür ettiği söylenen devlet aklının kimin, kimlerin aklı olduğu oldukça tartışmalı bir konu.

Küresel siyaseti ve “derin” konuları iyi bilen ve zehirlenme sonucu öldürülen Aytunç Altındal, Öcalan yakalandığında “Muhtemelen 5 yıl kadar sonra bırakılacak.” demişti. Altındal’ın tahmini zaman olarak tutmadı ama gecikmeli de olsa sonunda gündeme geldi. Demek ki bir gün serbest bırakılmak üzere iade edildiği tahminleri doğru idi.

Küresel güçler Öcalan’nın iadesiyle, PKK’nın tasfiyesi düşüncesini 1999’da hayata geçirmişlerdi. Tabii ki bu tasfiyenin hedefi “terörsüz Türkiye”ye yol almak değil, federasyondu. İadenin, idam edilmeme şartıyla yapılmış olmasının nedeni de açıktı: Öcalan, bir süre sonra lazım olacaktı.

1999 Şubat’ında Öcalan’ın MOSSAD tarafından Türkiye’ye iade edilişinden 3 ay sonra da MİT’le ilişkili olduğu Namık Kemal Zeybek ve Yaşar Okuyan gibi birçok eski MHP yöneticisi tarafından dile getirilen Devlet Bahçeli, başbakan yardımcısı oldu ve 2002 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu süre zarfında parti tabanının tepkisine rağmen idamda ısrarcı olmayarak iade şartına uydu. Alparslan Türkeş’in, Bahçeli’nin MİT elemanı olduğunu söylediği, orijinali Yaşar Okuyan’da bulunan el yazması mektubu ise o yıllarda Akit Gazetesi’nde yayımlanıyordu

Öcalan’ın iade edildiği yıl başbakan yardımcısı olan ve idamında ısrarcı olmayan Bahçeli şu işe bakın ki yıllar sonra yine hükümet ortağı ve bu kez de Öcalan için “umut hakkı”nı, yani serbest bırakılmasını istiyor!

Yine şu işe bakın ki Öcalan’ın iade sürecini CIA yetkilileriyle yürüten o günkü MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un Bahçeli ile yakın olduğu bilinen bir konu; dahası bugün Bahçeli’nin danışmanlığını yaptığı defalarca ifade edilmesine rağmen Atasagun veya Bahçeli tarafından yalanlanmadı. Atasagun, kendi isteğiyle emekliye ayrılmadan önce Başbakan dışında yalnızca Bahçeli’ye veda ziyaretinde bulunmuştu ki genel başkan yardımcısı Mehmet Şandır tarafından da doğrulanan görüşmede ne konuşulduğu bilinmese de MHP’de görev alıp almayacağı konusu da merak edilmişti. Atasagun’la ilgili birkaç bilgi daha vermek yararlı olabilir. Şenkal Atasagun, 1967’de MİT’e girmiş. Soner Yalçın’a göre 67’de MİT’e girenlerin alınmasında o yıllarda MİT içinde çok etkili olan Hiram Abas’ın inisiyatifi olduğu söylenir. Bu dönem MİT’e girenlerin çoğu teşkilatta önemli yerlere gelmiştir. “Hiram” ismi dikkatinizi çekti mi, bilmem. Bu isim masonlar açısından çok önemlidir. Masonlara göre “pir” kabul edilen ve Tevrat’ta da adı geçen Hiram usta, Süleyman Mabedi’nin baş mimarı kabul edilir. Hiram Abas’ı tanıyan eski MİT’çi Mehmet Eymür, Abas’ın babasının mason olduğu için bu ismi vermiş olduğunu söylüyordu.

Ayrıca İsrail, ABD ile birlikte Öcalan’ı iade ettiğinde dönemin İsrail başbakanı Netanyahu idi. Öcalan’ın serbest bırakılmasının Devlet Bahçeli tarafından dile getirildiği bugün de İsrail başbakanı yine Netanyahu! Ne iş yahu!

Başbakan Yardımcısı Bahçeli, 2002’de Tekir yaylasında iken aldığı iddia edilen bir telefonun ardından sürpriz bir çıkış yaparak DSP-MHP-ANAP koalisyonunu dağıttı ve ülkeyi seçime götürdü. Telefonu kapattığında Bahçeli’nin renginin solduğunu anlatanlar da olmuştu ama bilemeyiz. Emekli binbaşı ve yazar Erol Mütercimler ise arayanın bir general olduğunu bildiğini ama ismini veremeyeceğini söylüyor.

Bahçeli’nin ülkeyi götürdüğü 2002 seçimini, 2004 yılında katıldığı bir televizyon programında “Hani ABD’nin de düşündüğü… Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir.” diyecek olan BOP eş başkanı olduğunu söyleyen Erdoğan’ın liderlik ettiği Ak Parti kazandı ve tek başına iktidara geldi.

Erdoğan hükümeti Irak’ın resmi olarak federasyona dönüşmesiyle sonuçlanan Irak işgalini destekliyor, işgal başladıktan kısa süre sonra FBI ve CIA yetkilileri Türkiye’ye geliyordu. Hürriyet gazetesi, 2005 Aralık ayında yaptığı haberlerde bu ziyaretleri “PKK’nın tasfiyesini görüşmek amacıyla” diye yorumluyordu! Bugün de ikinci çözüm sürecinin aslında tek bir hedefi olduğu söylenmiyor mu: PKK’nın tasfiyesi… “Terörsüz Türkiye!”

“Kimin söylediği değil, ne söylendiği önemlidir.” gerçeğini hatırlayarak bir de 18 Haziran 2005’te Aydınlık dergisinde Doğu Perinçek’in bir konuşmasının verildiği “CIA-FBI ŞEFLERİ NEDEN GELDİ? BAHÇELİ-ATASAGUN İKİLİSİNE ÖZEL GÖREV” başlıklı şu habere dikkat edelim: “Washington yönetimi, federasyon plânının uygulanması için harekatın düğmesine basmış bulunuyor. Şenkal Atasagun-Devlet Bahçeli ikilisine özel görev verilmektedir. ABD, Erdoğan, Özkök, K. Özal, F. Gülen, Atasagun, Bahçeli, PKK yöneticileri ve Öcalan; hepsi BOP içinde Türkiye’yi federasyon yapma plânında sahne almaktadır.

Bahçeli’nin büyük satranç oyununda PKK ile aynı safta yer alması yeni değildir. PKK’yı neredeyse iktidar yapan 3 Kasım seçimlerinde de Bahçeli’nin özel görevi vardı.” Aydınlık’ın bu haberini o dönem MHP ile arası açık olan ya da öyle görünen Ak Parti’ye yakın haber sitesi Haber 7, “MHP, Kürt Federasyonuna ‘Evet’ Dedi” başlığıyla vermişti!

Küçük bir hatırlatma daha: MHP 2007 Seçimlerine giderken açıkladığı seçim beyannamesinde Öcalan’ın İmralı’dan alınarak F tipine getireceğini taahhüt etmişti.

“Devlet aklı”nın tezahürü olarak sunulan Öcalan çıkışının yakın tarih ve Bahçeli ile Erdoğan hakkında bilinenler dikkate alındığında Bahçeli’nin bireysel bir kararı olmadığı gibi ikisinin ortak kararı da olmadığını düşünmemiz için çok nedenimiz var. O hâlde cevabı bildiğimiz ve bazı hatırlatmalarla izah etmeye çalıştığımız soruyu tekrar soralım: Devlet aklı, kimin aklı?

Devamını Okuyun

GÜNDEM