Connect with us

Yazılar

Musallat’ı Böyle Okudum – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

* Bu yazıda kimseyi tehdit etmiyorum,

özel bir düşmanlığım da yok.

Ama bir yerlerde insanlar katlediliyorsa,

iletişimin bunca kolaylaştığı bir dönemde,

kimsenin rahat edememesi gerekiyor.

Harekete geçirecek,

manipülasyonlara şerbetli vicdan sahipleri

acilen ve ihtiyaçtan sahalara inmeli.

* Tarihin kötü bir huyu vardır,

ikincileri yazmaz.

Sebebini herkes bilir;

çünkü tarihi galipler yazar.

Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı… Bir daha bakayım, evet, doğru yazmışım. Şimdi gönül rahatlığıyla devam edebilirim. Kitabın adını yanlışsız söyleyebildiğimde hakkında atıp tutmaya cesaretim arttı. Nitekim sırf on bir kelimeden oluşması (orijinali on üç parça) ve kapakta kapladığı yedi satırla bile ilginç kitap isimleri[1] arasına girmeyi hak ediyor. 1982’de ismi kulağına söylenip ya da kutsal kâsede yıkanıp yayınlandığından beri göz ardı edilemediğinden bu listelerden hiç düşmemiştir sanırım.[2] Dag Solstad, okuyucuya yardımcı olmak isteyen babacan bir yazar edasıyla meramını kapaktan yekten belirtmiş. Bölüm sonu canavarını geçebilmek için bütün tuşlara rastgele basmış da olabilir. İnternette arama yapacağım zaman tümüyle kopyalayıp yapıştırmaktan başka yol bırakmıyor. Buna amme hizmeti olarak bir çözüm bulalım: Louis Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabı, ismi üç kelimeden oluşmasına rağmen (orijinali altı parça) kısaca Yolculuk diye anılıyor. Ben de bu on bir kelime içinden, kitabın derdini en iyi yansıtması bakımından “musallat”ı seçtim. Farkındayım, cinli perili kötü bir korku filmi afişi canlanıyor gözümüzde ama durum budur.

Bariz bir şekilde anlaşılıyor ki, Solstad, kitabı nefes almadan yazmış. Çok değil, 226 sayfa olsa da, hiç bölüm arası olmadığından okuma periyotları sağlıklı bir şekilde ayarlanamıyor. Fazla ara vermeden geri dönmek gerekiyor. Ya da mecburî uzun aralardan sonra iki sayfa daha okuduğunda bölümün bittiğini görünce kızıveriyorsun. Diri bakış ve keskin görüş istiyor. Hakkını yemeyelim, bazen beş sayfa sürse de yeni paragraflar açmayı unutmamış! Aman sağ olsun. Birkaç yerdeki diyaloglar ve derkenarlar hariç not tutmak için ufacık bir boşluk yok. Tutunamayanlar’ın 77 sayfalık bilinç akışı bölümünü anımsattı bana. Orada hiç noktalama işareti kullanmamıştır Ataycığım Oğuz. Başlarda çok meşakkatli, sekiz on kelime okuyorsun, bir cümle oluşuyorsa kafanda onu tamamlıyorsun geri dönüşlerle. En azından fazladan kelime oyunlarıyla hepten zorlaştırmamış metni, ama yine de kitaba karşı ayrı bir kabul istiyor okuyucudan, “yalnız ben varım” diyor. He bir de lütfedip kelime aralarına boşluk koymuştur. Gerçi birkaç sayfa sonra alışıyor zihin, bu sefer diğer normal olan farklı gelmeye başlıyor.[3]

Bu seferki abalımız Norveç

Yaşadığımız topraklarda başımıza gelen her kötü olayda aksi yönde isimleri anılan birkaç ülkeden biri olan Norveç’te geçiyor olaylar. Başbakanın bisikletle işe gidip geldiği, bankamatik sırasında beklediği, halıya döktüğü kahveyi temizlediği, danışmanının çözülen bağcığını bağladığı doğru mu, biri bizi aydınlatsın, havsalamız pek almıyor da! Kendilerini bambaşka yerlerde gördükleri aşikâr. Bakınız şöyle: Çatışma-Battle (Katarina Launing, 2018) filminde iflas ettikten sonra evlerine haciz gelen baba-kız, yetkililerce idareten bir apartman dairesine yerleştiriliyor. Adamlar elit, alışık değiller, hâliyle durumdan şikâyetçi oluyorlar. Baba, icra müdürünü arayıp “Bir hata olmalı, bu daire berbat, Norveç’te yaşıyoruz, gelişmekte olan lanet bir ülkede değil.” diyor. Gelişmekte olan diyor, lanet diyor, her ne kadar alınmamaya çalışsak da bize diyor.

Biraz uzun sürecek, ama 2 paragraf ve 415 kelimelik şu kısmı tam da buraya yerleştirmeliyim. Bir mikro örnek olarak hapishaneleri ele alalım. Yine bu yazıyı hazırlarken izlediğim Dünyanın En Zorlu Hapishaneleri – Inside The World’s Toughest Prisons (2016-2021) belgesel serisindeki Norveç detayları da meramımı anlatmama yardımcı olacaktır. Yapılan onca eleştiriye rağmen cezalandırmak yerine rehabilitasyonu seçiyorlar. Mahkûmların geçmişte ne yaptıkları cezaevi yönetimini ilgilendirmiyor. Her türden suçluyu bir arada tutup oraya gelmelerine sebep olan eylemin arkasındaki insanın iyiliğini öne çıkarıyorlar. Olabildiğince normal, evde hissettirecek, otel konforunda, sabah kahvesini içtikten sonra yüksek teknolojiyle donatılmış atölyelerdeki işlerine ya da aklınıza gelebilecek bütün detaylarıyla stüdyo veya resim odalarında “eğlence”ye gidiyor, bunun sonucunda para kazanıyor ve meslek edinebiliyorlar. Bunları yapmazlarsa biraz dar olsa da konforlu odalarında kilitli kalabiliyorlar. Bu şekilde meşgul edilen kişilerde suç tekrarı yarıdan fazla azalıyormuş. Hapishanelerde en çok zorlanan iş olan kafa yapısını değiştirmek bu şekilde mümkün olabiliyormuş. Cinayetten mahkûm birinin saçma bir sözü var. “Tek bir eylemimiz kim olduğumuzu belirlemez.” Bak hele, bak sen! İyi de kardeşim, senin o tek eylemin bir insanın hayatını belirledi. Herifteki genişliğe bakar mısın? Her türlü konfora ve rahata, kampüsün olanca genişliği ve serbestliğine rağmen yine de içeride olmak daraltıyor insanları. Ne kadar rahatlatırsan bir süre sonra ona da alışacak ve bir üst konforu arayacak insanlar. 250 mahkûma 350 görevlinin düştüğü bir yerden bahsediyoruz. Kişi başı yıllık 130.000 dolar harcanıyormuş. Gardiyanlar zaten adamların burada tıkılı kalıp cezalarını çektiklerini, bunu daha da zorlaştırmanın mantığının olmadığını söylüyor, gözetleme veya devriye kelimelerinden bile rahatsız oluyorlar. ‘Etkileşim’ temel düsturları. Çizgiyi aşmadan oturup sohbet edip oyun oynuyor, akşam olunca evlerine ve hücrelerine ayrılıyorlar. Her türlü teorik ve uygulamalı derslerin yanında psikolojik rehabilitasyon seanslarına da katılıyorlar. Mahkûmun işini zorlaştıracağına bu zorlu görevi kendisi üstleniyor gardiyan. Zaten o kültürde yetişmiş görevliler bunu zorla değil, gönüllüce yapıyorlar. On altı bölüm içinde kesinlikle en temiz, en insancıl ve en ileri görüşlü olanı buydu. Soğuk sağlıklıdır, sıcak insanı gevşetir ve kötülükler nispeten daha çok olur. Hapishanelerin durumu soğuk iklimlere gidildikçe iyileşiyor.

Norveç’teki bu hapishanelerden birinde tutulan en meşhur suçlu ise 22 Temmuz 2011’de Ütoya adasındaki İşçi Partisi kampında 77 kişiyi öldüren Anders Behring Breivik. Toplamda 21 yıl ceza almıştı. Çünkü yasalarda öngörülen en yüksek ceza buydu. İdamı geçtim, müebbet hapis bile yok. Gerek duyulmamış, başka türlü topluma kazandırma yöntemleriyle hâllediyorlar. Böyle olunca ülkede en çok nefret edilen kişi olması Breivik’in çok da umurunda olmasa gerek. O hücresinde şartlarının kötülüğünden yakınarak yönetimi dilekçeleriyle meşgul etmeye ve bu yolla hayli imtiyaz kotarmaya devam ediyor. İyi hâlden ötürü öngörülen tarihten çok önce çıkabilir ve anılarını yazdığı kitabını imzaladığı söyleşide en fazla yumurtalı saldırıya maruz kalır, nice işine gelir bu da.

Saydınız mı bilmiyorum, İngilizceleri saymazsak 409 etti, -doğru ya, agresif depresif obsesif kompülsif değilseniz ve aç karnına içtiğiniz kahve mide çeperinizde melankolik etkilere sebebiyet veriyorsa niye sayasınız ki-, cümlelerdeki oynamalarla altı kelime azalmış, bu harika bilgiyi bilabedel arz ve takdim ederek pek muhterem kârîye karşı bu pek mühim vezaifimizi de gördük, şimdi yola devam edebiliriz. Nordiklerin yaşadıkları refahın kaynağı konusunda çok da düşündükleri söylenemez. Çünkü bizzat bulaşmadığın sürece savaşı hissedemezsin. Ama ülkede işlerin yolunda gitmesi için asla kamuoyuna açıklayamayacakları bu pis işleri birilerinin yapması gerekir. Koca koca ülkeleri geçtim, en küçük ailede de olur bu tür şeyler. Norveç’te petrol gelirlerinin bütçeye katılmadan doğrudan sadece sosyal projelere aktarıldığını duydum. Afganistan’da petrole ortak olabilmek için silahlı operasyonlara fiilen katıldıklarını da eklersek kaynağın despotluk olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Rahatlık en sonunda patlar, bu kesin. Ortadoğu, Afganistan veya dünyanın herhangi mazlum bir yerinde, savaşların yanında niyeyse(!) insanların rahatı için yapıldığı söylenen projelerin istisnasız hepsi paravandır. Arabaları aranmaz, çalışanların GBT’leri sorgulanmaz, sicilleri temizdir. Geçtikleri her yerde, istemeden de olsa arkalarında bıraktıkları izleri silmekle görevli birileri vardır. Silah, uyuşturucu ve insan kaçakçılıklarının uhuletle ve suhuletle yapılabilmesi için kullanılırlar! Öyle ya, herkesin görevi ayrıdır. ABD gibi ülkeler açıktan operasyon yapar, Norveç gibiler de bu yolla barış havarisi görüntüsü altında çerçeveyi tamamlayıp paylarını alırlar. Uyuyan birini uyandırmak kolaydır, ama uyuma numarası yapan biri asla uyandırılamaz. Hem uyumadığı için teorik olarak zaten uyandırılamaz hem de yapabildiği kadar rol yapar ve bıktırır. Batı toplumu, devletlerinin yaptığı bu işler konusunda kulağının arkasına yatıyor genelde. Kendi refahı sürsün diye ses çıkarmıyor olan bitene. Anlaşılan o.

Refah olduktan sonra nereden ve nasıl geldiğini kim ve niye sorgulasın ki? Ben kitabın doğrucusuyum, bir lise öğretmeninin göreve başladıktan hemen sonra ev sahibi olabildiği ve iki yıl sonra da dört odalı daha büyük bir eve geçebildiği bir ülke… He, bu arada altından arabası ve diğer sosyal lüksleri de hiç eksik olmuyor.[4] Pedersen bu konularda boş yapmıyor, sistemi sorgulamaya ve sosyalist görüşe yakınlaşmaya başladığı yerler net. “Biz burada böyle rahat yaşayabiliyorsak illaki dünyanın başka yerlerinde bunun ceremesini çekenler vardır.” Norveç’in dünyadaki büyük savaşlarda bile sükûnetini kaybetmediğini de ekliyor. Çeperde bir ülke olması bunun en büyük sebebi. Ama NATO üyesi olmakla savaşa bir yerden dâhil oluyor, kendi soğuk topraklarında sıcak çatışmalar olmasa bile. Mahalle yanarken saçını tarayan bir ülke mi Norveç? Evet, öyle. Diğer ülkelere göre müreffeh gözükmelerinin bir sebebi de küçük bir farkla bile öne geçseler bununla övünerek, göze sokarak diğerlerini imrendirmeleri, ezik hissettirmeleri. Nordik, İskandinav, Kuzey Avrupa algısı boşuna oluşmuyor. Nobel Ödüllerinin, ülkelerini Norveç, İsveç gibi yapmaya çalışanlara verildiği bir gerçek. Tüm ödüllerin görünenin dışında bir amaçla verildiğini bilmeyen kaldı mı? Hizaya gel, ödül mamanı kap!

Aklını öğrencisi Werner’in aklına uydurup komünist olan Pedersen de çok soruyor başlarda. “Norveç gibi bir ülkede insan niçin sosyalizm ister ki?” Ama ülkenin durumu ne kadar iyi olursa olsun, sonuçta mutlak eşitlik oluşması mümkün olmadığından, bunu mümkün mertebe sağlamak amacıyla çaba gösteriliyor. Bir ülkede önemli olan, toplamda ne kadar kazanıldığıyla birlikte, bunun mutlu azınlığın elinde toplanmasını engelleyip herkesin istifadesine sunulmasıdır. Niteliksiz(!) işgücü diye hiç kimse berbat şartlarda yaşamaya mahkûm edilemez. Devrede olması gereken eşitlik değil; adalet ve merhamet şart. Bizdeki en sosyal demokrat partiler bile asgarî ücreti açlık sınırının altında söylerler. Yoksulluk sınırı ise bulutlar ötesindedir. Olur da iktidara gelirlerse yapamayacaklarından mı korkarlar. Umarım öyledir, yoksa milleti o rakamlara mı müstahak görüyorlar?

Küresel sermaye ülkelere, devletlere, bölgelere ve özellikle son yüzyılda şirketlere görevler biçiyor. Ekonomi, silah, fuhuş, uyuşturucu, sinema, sanayi, endüstri, çatışmalar, savaş, yıkım ve inşa, organ, maden, orman, nehir, medya, insan, siyaset, din, sağlık, yozlaşma, tek tipleştirme gibi şimdilik aklıma gelen ama dallandırıp budaklandırabileceğimiz birçok alanda dünyayı avucunun içinde karıştırıp duruyor. Hızlıca ayağa kalkmadığımız hâlde yine de başımızın sürekli dönmesi demir eksikliğinden değil zahar, bizzat bundan. Sisteme uymayanı ya rezil ediyor, ya bertaraf. Norveçlilerin ülkelerinde müreffeh, dertsiz tasasız yaşamaları için dünyanın hangi bölgesinde kimler bedel ödüyor ve bundan haberleri var mı, dert ediniyorlar mı? Pedersen ve arkadaşlarının üzerinde durduğu esas mesele bu aslında. Ama üzerinde durdukları için göremiyorlar, karşılarına alıp incelemeleri lâzım. Yanı sıra alternatif olarak sarıldıkları ip sosyalizmin kokuşmuş uygulayıcısı, heveskâr ihracatçısı Rusya olunca işler istenilen şekilde yürümüyor. Şili’deki maden işçilerini de, Filistin’deki intifadayı da destekliyorlar, gel gör ki bunlar duygusal bir elbirliğinden öteye geçemiyor. En ufak bir sahici adımda önlerine çıkarılan engellerin büyüklüğü boylarını aşıyor. Üzerinde durdukları meseleler de yükselebilmelerine yardımcı olamıyor.

2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün[5] sahibi Svetlana Aleksiyeviç, İkinci El Zaman (2013) kitabında Sovyetler döneminde insan(cık)ların başından geçen büyüklü küçüklü onlarca olaya odaklandığı hikâyeler anlatır. Kapalı bir toplumda yaşanan kayırmacılık ve ayrımcılığı, düzenbazlık ve sefaleti, arayış ve çırpınışları gözler önüne serer. Bu kitabı Musallat’la eşzamanlı okumanın bir avantajı olarak Pedersen’in idealize ettiği düzende yaşanan faciaları da gördüğümde, varıp omuzlarından tutup sarsmak isterdim açıkçası. Kardeşim deseydim, kardeşlerim, açın gözünüzü, kendinize gelin, hep başkasında oturduğunuz yetmedi mi! E tabii, Aleksiyeviç de zaten bunları yazdığı için Nobel’i kapmadı mı? ‘Evet’ten başka cevap mümkün gözükmüyor. Pedersen gibilere dışarıdaki kötülükleri göstererek “bak onlar tukaka, gel bizim baskılarımıza razı ol” denmek isteniyor. Musallat’ı diğerinden ayıran, içeriden (zaman olarak) konuşuyor olmasıdır. Aleksiyeviç ölen körün gözüne, belki de başkalarına şirin gözükmek için parmak atıyor.[6] Şu da var: Onlarca yıl bir saçmalığa katlanmak zorunda kalmak bile, sonradan onun hakkında bolca atıp tutma hakkını fazlasıyla verir maruz kalan kişiye. Sadece gözünü oymakla yetindiğine göre merhametli bile sayabiliriz.

İhsan Fazlıoğlu’nun deyişiyle “okutarak cahilliği, çalıştırarak fakirliği, medeniyet diyerek barbarlığı, barış diyerek ölümü artıran” kapitalizmin bile onca sırnaşmasına rağmen istenmediği yere giremeyeceğini biliyoruz. Sosyalizmin Sovyetler’deki uygulaması dalavereler, kayırmacılık, liyakatsizlik, eşitsizlik, haksızlıkların ayyuka çıkması şekline bürününce insanlar isyan bayrağını çektiler, kabul. Aleksiyeviç’in bir sözlü tarih olarak hazırladığı kitapta yeni düzene alışamadığından hâlâ o dönemleri özleyen birkaç kişi hariç herkes büyük nefretlerle anıyor eskileri. Peki, yeni gelen nasıl, o da koskocaman bir soru.

Nobel (2016)

Kıtalar ve bambaşka iklimler arasında mekik dokuyan iki hikâyenin birbirine bağlanarak anlatıldığı Nobel’de Norveç’in Afganistan’daki misyonunda görevli bir askerin, işlerin büyümesiyle gördükleri karşısında yaşadığı (yasadışı) çelişkiler anlatılıyor. Barış için ne kadar ileri gidilebileceğinin sınırlarını zorluyor kendi iç dünyasındaki sorgulamalarda. Emperyalist mi yoksa insancıl faaliyetler peşinde yöneticiler mi? Ekranda ikincisi, ama arka planda illaki ilki. Yaşanan müreffeh hayat için hangi ülkelerde yüzyıllardır kimlerin canını yakıyorlar? Babası Afganistan’da özel harekât askeri olan çocuk, ülkesindeki en ufak bir pürüzde, kırk kere yıkanmış onuncu dalga cılız bir etkisini hissedince “Şimdi savaş Norveç’e de mi gelecek?” diye soruyor. Soğuk ülkesinin çocukları sıcak evlerinde rahat edebilsin diye on bin km. ötede bir operasyonda intihar bombacısı on yaşında bir çocuğu gayet soğukkanlı bir şekilde öldüren asker, o çocuğun hayatına ancak sıcak bir kurşunla dokunabiliyor. Önce buz gibi bakışlarıyla gözlerini, sonra sıcacık mermiyle göğsünü delip geçiyor. Böyle mi olmalıydı, hayır ama böyle oluyor. ABD, 2003’te Irak’a girmeye hazırlanırken bir fotoğraf görmüştüm. Bir asker vedalaşmak için küçük çocuğunu kucağına almış, sarılıyordu. Sabinin bir şeyden haberi yok tabii. Askerin ağzına bir baloncukla şu kahredici sözler monte edilmişti: “Kızım sen şimdi annenle güzelce uyu, ben dünyanın öbür ucundaki çocukları öldürüp hemencecik geleceğim.” Yaptığı tam da buydu, sonra gelsin kafayı yemeler, bunalımlar, seanslar, haplar, krizler, kıyımlar. Tabii, o kadar cana sebepsiz kıyınca finali kendisiyle yapması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Evet, kimse bunu dillendirmiyor tabii ama yaşanan bir gerçek var. Sadece Irak’ta 2.000.000’dan fazla insan öldürüldü. Bunun birkaç sene önce Afganistan’da da tekrarlandığını hatırlatalım. İbrahim Tenekeci’nin “yapılan gökdelen/yıkılan hatır” diye bir dizesi vardır. Bunlar da, nasıl ve niçin yıkıldıklarını çok iyi bildiğimiz İkiz Kulelerin hacmini doldurması için mi kıydılar bunca cana! Yıkılan gökdelen, ırzına geçilen koskoca bir coğrafya! Dizide Afganistan’daki Norveç askerinin çocuğuyla neşeyle sürdürdüğü görüntülü konuşmayı gördüğümde nedense aklıma geldi bu kare. Norveçliler ve Afganların kendi aralarında İngilizce konuşuyor olmaları, olayları kimin yönettiğini açıklıyor aslında.[7] Şunu bilelim, dışarıya ne kadar parlak bir görüntü sunsalar da çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir devlet kendi vatandaşına da acımaz, ülkesini dünyada öne çıkaran değerlerini de hiçe saymaktan çekinmez. Musallat, Zaman ve Nobel örneklerinde açıkça görüyoruz bunu.

Pazarlama

Değişik bir türde balık satan birine çocuk merakıyla bazı sorular sordum. Muzır da değildim üstelik, gerçekten merak etmiştim. Elindeki palayı kesme tahtasında son nefeslerini zorla alıp veren bir tanesinin boynuna sertçe indirirken boşaltması hayli uzun süren kendi nefesinin son kalan huf’uyla satın alabildiği birkaç kelimeyle ilk cevabını yetiştirdi. “Hepsi satıldı.” Baştan yenik başladı ticarete. Bir kere bile yüzüme bakmadan savuşturucu cümleler kurdu sonra beceriksizce ve gönülsüzce. Tok satıcıydı belli ki. İyi de bugün hepsini satınca dükkânın işi bitiyor muydu, yarın tezgâh açmayacak mıydı? Bir küçük güler yüzlü olsa belki sürekli müşteri olacağım. Ayrıca bir malı satmak sadece al ver ilişkisi değildir ki! Müşterinin merakını giderici sözlerle usulünce her sorusuna tatmin edici cevaplar verirsin. (Ne derler; müşteriye yok denmez, bitti denir, gelecek denir.) Sattığın metanın kültürünü de aktarmalısın ki alıcıyı cezp etsin. Bu şekilde sadece onu değil, en az birkaç kişiyi daha kazanırsın. Değilse ayağına kadar gelip ağzına bakan o birini de kaybedersin. Batıdaki Şarkiyat kürsülerini kimin desteklediğine bakarsak entelektüel anlama çabasından çok sömürme amaçlı bir tanıma(!) faaliyetinin silah tüccarları ve savaş bakanlıklarınca desteklendiğini görürüz. Her şeyiyle nüfuz ederler ki, karşı taraf adeta gönüllü olur bu işgal sömürü işinde.[8]

Kendilerini öyle pazarlıyorlar ki, kitapta veya filmlerde görsek bile yapmayacaklarına dair gönüllü önyargımız yüzünden yadırgıyoruz şu hareketleri yapmalarını, hadi canım nasıl olur diyoruz: Merak etmeyin, Norveçliler de yere tükürüyor. Onlar da sakızlarını denize atıyor. Kırmızı ışıkta geçiyor, vergi kaçırıyor, 112’yi gereksiz yere meşgul ediyor. Hatta aralarından bazıları ‘lan’ bile diyormuş. Yoksa hapishaneleri niye olsun, değil mi?

*zahidergun@hotmail.com

[1] https://onedio.com/haber/garip-kitap-isimleri-586768. (Buradaki liste 2015 tarihli olduğundan Musallat’ı almamışlar hâliyle. Yoksa es geçilecek bir isim değil.)

[2] 1981 yılında Norveç’e yerleşen ve 1991’den bu yana Norveççeden çeviriler yapan Banu Gürsaler Syvertsen’in Türkçesiyle 2020 Haziranında yayımlandı ülkemizde.

[3] Kilmreeieln baş ve son hrrefali siabt tauluatrk aakdrai hialrfern regsltae diieğilemşltirsye oualtruuşln mielretni oamukk da sğaalm kfaa gierreykotir.

[4] Öte yandan, bizde ne zaman bu durumlardan bahsedilse “ama oralarda da intihar oranları çok” deniyor. Bu doğru, evet ama züğürt tesellisinden başka bir şey değil. Hani bir karikatür var ya, gücüne dolgun bir abimiz karşısındakinin saçmalayacağını daha iki kelime etmeden anlayıp “yeter ulan!” deyip elinin tersiyle çakıyor tokadı. Neyse biz öyle yapmayalım.

[5] Her ödül ayrı bir komite tarafından verilir; İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi fizik, kimya, ekonomi alanındaki ödülleri, Karolinska Enstitüsü Fizyoloji veya Tıp alanındaki ödülleri ve Norveç Nobel Komitesi edebiyat alanındaki ödülleri vermektedir.

[6] Meşhur bir atasözümüz vardır: Kör ölür, üstüne gözünü oyarlar.

[7] İngilizlerin Afrika’yı sömürgeleştirdikleri dönemde neredeyse bütün kıtada İngilizcenin ortak dil olabilmesini sonradan oralarda daha güzel “hizmet” yapabilmeleri bakımından işe yaradığını söyleyebilmişti bazı eblehler.

[8] Birkaç hafta sonra baktığımda balıkçının kapanmış olduğunu gördüm.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Hangi Saftayız? – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Malum son günlerde ABD işbirlikçilerinin de marifetiyle mazlum Gazze halkının zorbalıkla, zulümle yerlerinden edilmesi büyük bir gündem oluşturdu. Türkiye’deki sözüm ona aydın kalemşörler ve âlimler mazlum Gazze halkı için şunu dile getirdiler: “Bu zulüm artık dayanılmayacak noktaya geldi, bundan ötürü Gazze halkı için “hicret” vakti gelmiştir!”

O hâlde soralım bu aydınlarımıza ve âlimlerimize: Bir savaş kapıya dayandı mı, herkes evini, yurdunu bırakıp gitsin mi, bu kabul edilebilir bir durum mu? Tabii, bu söylemleriniz Gazze halkı için hiçbir şey ifade etmiyor çünkü onlar direnişle doğmuştur, direnişle büyümüştür, direnişle yaşamıştır, direniş onlar için bir mektep, bir yaşam tarzıdır. Onlar açık cezaevinde, ambargo altında her türlü zulme karşı onurlarıyla ve direnişleriyle bütün dünyaya ders veriyor. Selam ve zafer onlara ve destekçilerine olsun! Direnişleri vâr olsun!

Peki, yerinden edilmeye “hicret” adı vermek ne kadar doğru? “Hicret”in yaratıcı, kurucu, medeniyet vâr edici bir misyonu vardır. Zulümler olduğu için herkes hemen bıraksın ve hicret etsin, düşman da gelip orayı işgal etsin! Hangi kitapta var bu? Nasıl bir tutumdur bu!

Evet, zulüm görenler; özellikle âciz ve zayıf erkekler, kadınlar, çocuklar ilk etapta terk edebilir. Kaldı ki yer Filistin olunca, yer Gazze olunca bu imkânsız hâle geliyor çünkü onlar kadınıyla-erkeğiyle, çocuğuyla-yaşlısıyla direnişe topyekûn destek veriyorlar, hayat veriyorlar, vermeye de devam edecekler. Onların hayatlarında yurdunu, direnişin simgesi olan karpuzu, barışın simgesi olan zeytin ağaçlarını, refahın ve mutluluğun simgesi olan portakal ağaçlarını bırakıp da gitmek yok! Direnişin zaferiyle yeni bir yaşam vâr olacak! İşte o zaman zulümden, barış ve felâh içerisinde bir medeniyete göç olacak. Bizler bu duruma, Filistin halkının bu direnişinin bu şekilde “yer değiştirip” zafere ulaşmasına “hicret” diyoruz.

Şimdi bizim aydın ve âlimlerimizin hicretine gelelim. Onların “hicret” tanımı zilletten başka bir şey değildir! Bizler de aydın ve âlimlerimize nâçizane şu tavsiyelerde bulunalım: İlk önce siz, kendinizi muhatap alarak “hicret”i kendi zihinlerinizde başlatın! Küresel emperyalist oyunların nasıl kurgulanıp sergilendiğini, bunun için halkların nasıl kurban edildiklerini görün, tezgâhlanan bu oyunları görüp anlatın. Ya bunu gerçekten bilmeyerek yanlış yorumluyorsunuz ya da gözleriniz var, görmüyor; dilleriniz var, konuşmuyor; elleriniz ve ayaklarınız var, harekete geçmiyor! Öncelikle zihninizi, söylemlerinizi mazlumlar lehine çevirin! Zaten Filistin halkı kendi üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Önemli olan bizim, direnişin hangi safında olduğumuzdur

İsterseniz gelin, bu safları netleştirelim! Sözüm, onlara! O aydınlarımız ve âlimlerimiz kendilerini çok iyi bilir! Ne zaman Filistin lehine somut adım atabildiler? Tersine; harekete geçenleri, direnişe destek verenleri utanmadan eleştirdiler, kötülediler ve sorguladılar! Katliamları sadece kınamayla geçiştirdiler. Hiçbir söylem ve eylemlerinde kınama ve “Kahrolsun İsrail!” söylemlerinden öte gidemediler. Sadece popülist ve hamâsî söylemlere takılıp kaldılar.

Şimdi gelelim direniş safında hizalanan bir avuç vicdan sahibi insana! Niye bunlar gözaltılara, sorgulamalara, işkencelere, tutuklamalara maruz kaldı? Neden kolluk güçleri, iki elin parmağını geçmeyecek kadar insan toplanınca böyle bir tavır takınıyor? Direnişin safında yer alan bir avuç insan çok mu korkutuyor Filistin düşmanlarını? Sahi korkunuz nedir? Bulunduğunuz statünün daha bilinçli ve daha sözü dinlenir bir statü olması gerekmiyor mu? Yoksa statünüzü, mevkiinizi kaybetme korkunuz mu var?

Oysa direniş safları, korkularını yenen, ölümü öldürenlerin safıdır! Bu safta olmayacaksınız eğer, gölge de etmeyin! Artık bu aşamada saflarımızı belirlemeyelim mi? Zulmün safında, mazlumlara karşı mı yoksa mazlumların safında, direnişin safında mı! Aslında vicdan sahibi insanlar için çok açık: direnişin safında, zafere dek!

Devamını Okuyun

Yazılar

Amerikan-İsrail Soykırımı ve Globalist Projenin Ayak Sesleri – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Yirmi birinci yüzyılın ortasında insanlık, tarihin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. Ne yazık ki bu karanlık, yalnızca bombaların gökten yağmasıyla değil; ahlakın, vicdanın ve insanlığın sistematik bir şekilde yok edilmesiyle derinleşiyor. Bugün Gazze’de yakılan her ev, yıkılan her cami, parçalanan her çocuk bedeni sadece İsrail’in değil, Amerikan emperyalizminin ve ona akıl veren küresel efendilerin ortak cinayetidir. Bu, bir savaş değil; soğukkanlı bir soykırım ve topyekûn bir medeniyet yıkımıdır!

Bugünün dünyasında insanlık olarak “medeniyet” kavramının altının boşaltıldığı, değerlerin metalaştırıldığı ve vicdanın sistematik olarak bastırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu çağda “medeniyet”, Batı’nın elinde bir propaganda aracına dönüşmüş, içerdiği tüm anlamları kaybederek yeni-sömürgeci projelerin vitrini haline gelmiştir. İşte bu vitrinin ardında Gazze gibi yerlerde akan kan, soykırım, tehcir aslında yeni dünya düzeninin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.

İsrail: Sadece Bir Terör Devleti Değil, Bir Proje

İsrail, yalnızca bir terör devleti değil, bir projedir! Bu proje, Batı’nın kadim Haçlı kiniyle, çağdaş Siyonist ideolojinin birleşiminden doğmuş bir yapay organizmadır. Gazze’de yürütülen katliamlar, spontane gelişen askeri hamleler değil; sistematik bir etnik temizlik politikasının ürünüdür. Her bomba, bir plânın; her keskin nişancı kurşunu, bir küresel stratejinin parçasıdır.

İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki askeri garnizonu, bir “medeniyet istasyonu” değil; etnik temizlik ve soykırım mühendisliğinin canlı örneğidir. 1948’den bu yana Filistin topraklarında uygulanan şiddet politikaları, Siyonist ideolojinin teolojik temellerinden beslenen bir ırkçılıkla harmanlanmış, Yahudi üstünlüğünü mutlaklaştıran bir etno-devlet modeline dönüşmüştür.

Bu bağlamda İsrail’in eylemleri, salt “güvenlik kaygılarıyla açıklanamaz. Aksine, bu sistematik saldırılar, bölgede kültürel, demografik ve dini bir dönüşüm hedefleyen uzun vadeli bir “resetleme” planının parçasıdır. Bu plânın aktörleri ise sadece İsrail devlet aklı değil; onu destekleyen hatta yöneten global sermaye ve stratejik akıllardır.

Amerika: “Özgürlük” Maskesiyle Cinayet İhracı

ABD ise bu plânın taşeronudur. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi söylemlerle tüm dünyaya ihraç ettiği şey gerçekte savaş, yıkım ve kaostur. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da oynanan kirli oyun şimdi Gazze’de, tüm acımasızlığıyla yeniden sahnelenmektedir. Amerikan uçaklarıyla gelen bombalar, Amerikan silahlarıyla vurulan çocuklar ve Amerikan medyasıyla aklanan katliamlar… Bu, barbarlığın dijital çağdaki hâlidir.

ABD, tarihin en büyük askeri gücü olarak sadece savaş değil; kültür, medya ve teknoloji yoluyla da küresel tahakküm kuran bir imparatorluk inşa etmiştir. “Özgürlük ihracı” adı altında yürütülen her askeri müdahale; aslında enerji kaynaklarının kontrolü, pazarların ele geçirilmesi ve küresel düzenin yeniden dizaynı anlamına gelmektedir.

Amerikan dış politikası, İsrail’in politikalarını yalnızca desteklemekle kalmaz; onun bölgede bir taşeron devlet olarak işlev görmesini sağlar. Pentagon’un mühendisliğini yaptığı, CIA’nın finansal destek verdiği soykırım projeleri NATO medyasıyla meşrulaştırılırken, dünya kamuoyu, “Batılı değerler” ambalajıyla uyuşturulmaktadır.

Globalistler: Tanrıcılık Oynayan Yeni Firavunlar

Ancak bu cinayetlerin arkasında yalnızca devletler değil, çok daha büyük bir güç vardır: Küresel sermayeyi, medya tekellerini, ilaç ve teknoloji devlerini elinde tutan bir avuç elit azınlık! Bu azınlık, kendini Tanrı yerine koymuş, insanlığı kontrol altına almak, milletleri köleleştirmek ve nihayetinde “tek tip” bir insan modeli oluşturmak istemektedir. Gazze’de denenen şey, bu küresel plânın bir test sahasıdır: Direnen toplumları kır, yok et, susmayanları aç bırak, yılmayanları bombala, direnlere destek olanları tutukla, hapset!

Modern dünya sisteminin gerçek yöneticileri devletler değil; sınırları aşan, ulusal egemenlikleri hiçe sayan bir sermaye oligarşisidir. Bu oligarşi; küresel finans kurumları, büyük medya tekelleri, farmasötik ve teknoloji devleri aracılığıyla insan hayatını, bilgiyi ve algıyı kontrol etmektedir.

İsrail’in Filistin’de denediği, ABD’nin Irak’ta uyguladığı şey aslında bu globalistlerin nihâî plânının laboratuvar deneyleridir. Bu plân, ulus-devletleri ortadan kaldırmak, aileyi çözmek, dini inancı yok etmek ve bireyi yalnız, kontrol edilebilir bir dijital varlığa indirgemek üzere kuruludur.

Gazze’de öldürülen bir çocuk; yalnızca bir can değil, global düzene direnişin sembolüdür. Onun bedeni, dijital totaliterliğe karşı insanlığın verdiği son savaşın siperidir!

Modern çağın en büyük yalanı, insanlığın özgürleştiği yalanıdır. Oysa gerçekte yaşanan; bireyin, toplumun ve milletlerin adım adım küresel bir denetim sistemine mahkûm edilmesidir! Bu sürecin arkasında ise ne sadece devletler ne de ideolojiler vardır. Arkasında bir sınıf vardır: globalist elitler. Onlar, kendilerini tanrı yerine koymuş, insanı yeniden biçimlendirmek ve yeryüzünü mutlak bir tahakkümle yönetmek isteyen modern Firavunlardır.

Globalizm, sermayenin ve gücün ulusal sınırları aşarak küresel bir otorite haline gelmesidir. Bu ideolojinin hedefi, bağımsız ulus-devletlerin çözülmesi, kültürel kimliklerin yok edilmesi ve tek tip bir tüketim bireyinin oluşturulmasıdır. Uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası), büyük teknoloji tekelleri (Meta, Google, Microsoft), ve küresel medya devleri bu yapının yürütme organlarıdır.

Onların gözünde insan bir ruh değil, istatistiksel bir varlıktır. Bir QR kod, bir algoritmadır. Her hareketi izlenebilir, yönlendirilebilir, gerektiğinde etkisizleştirilebilir.

Sessiz Dünya, Suç Ortaklığıdır

Batı’nın sessizliği masum değildir. Her sessizlik, bir onaydır. Her tarafsızlık, bir suç ortaklığıdır. Bugün İsrail’e silah satan da ona “savunma hakkı” diyen de soykırıma sessiz kalan da insanlık suçu işlemektedir. İsrail’le ticarete devam edenlerle diplomatik, siyasi, askerî ilişkileri kesmeyenler soykırım suçuna ortak olmuştur. Bu yeni dünya düzeni, “kanla yazılmış bir distopya”dır.

Çünkü sessiz kalmak, işlenen suça ortak olmaktır. Barbarlığa karşı susmayan her ses, insanlığın geleceğine atılan bir tohumdur. Bugün Gazze’deki mücadele; sadece bir toprağın değil, tüm insanlığın değerlerinin, kimliğinin ve haysiyetinin savunusudur. Tüm insanlığın Gazze direnişine sahip çıkma borcu vardır.

Direniş: Medeniyetin Son Kalesi

Bu kirli düzene karşı direnmek, sadece bir hak değil, ahlâkî bir görevdir. Direniş, sadece silahla değil; kalemle, sözle, fikirle, şiirle de mümkündür. Çünkü bu savaş, sadece toprakların değil, zihniyetlerin de savaşıdır. Ya teslim olacağız ya da direneceğiz! Ya bu barbarlığa sessiz kalacağız ya da yeni bir insanlığın hayalini kuracağız!

Unutma: Gazze düştüğünde yalnız Filistinliler değil, insanlığın onuru da düşmüş olacak! O nedenle bu mücadele, sadece onların değil, hepimizin mücadelesidir.

Küresel elitlerin uyguladığı yöntemlerin başında, kriz üretmek ve bu krizlere çözüm sunma bahanesiyle özgürlükleri geri almak gelir. Pandemiler, ekonomik buhranlar, savaşlar ve sun’î göç dalgaları bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her büyük kriz, globalistlerin “yeni düzen”e geçişte kullandığı bir merhaledir.

COVID-19 pandemisi, bir sağlık krizinden çok, dünya çapında denetim mekanizmalarının test edildiği bir laboratuvardı. Dijital pasaportlar, kitlesel gözetim sistemleri, sosyal medya sansürleri bu dönemle birlikte normalleştirildi. İnsanlar korkutularak itaatkâr hale getirildi.

Tek Dünya Devleti: Dinin, Ailenin ve Kimliğin İflası

Küreselcilerin nihai hedefi tek merkezden yönetilen bir dünya sistemidir. Bu sistemin önünde duran en büyük engeller ise şunlardır: din, aile ve milli kimlik.

  • Din; insanın üst bir otoriteye bağlılığını temsil eder. Bu da globalistlerin mutlak hâkimiyetini tehdit eder. Bu yüzden din ya yozlaştırılır ya da marjinalize edilir.
  • Aile; bireyi sistemin mutlak kontrolünden koruyan en küçük direnç birimidir. Onun yerine cinsiyetsiz, köksüz bireylerden oluşan sözde özgür topluluklar inşa edilir.
  • Milli kimlik; yerli olanı, özgün olanı ve bağımsızlığı temsil eder. Bu da tek tip insan modeline engeldir. Dolayısıyla kültürler ya homojenleştirilir ya da çürütülür.

Dijital Tahakküm: Gözetim, Manipülasyon ve Veri Diktatörlüğü

Yeni dünya düzeni, fiziksel işgallerle değil; veriyle, yapay zekâyla, algoritmalarla yürütülmektedir. Google aramalarınızdan kredi notunuza, sosyal medya etkileşimlerinizden alışveriş alışkanlıklarınıza kadar her şey kayıt altındadır.

Bu veri setleri, bireylerin zihinsel haritasını çıkarır ve kitlesel yönlendirme için kullanılır. Bugünün en büyük silahı ne bombadır ne tank! Bugünün en güçlü silahları bilgidir, veridir, algoritmadır.

Ya Direniş ya Dijital Esaret

Ya bu sistemin sunduğu sanal özgürlüklerle ruhumuzu satacağız ya da bedel ödeyerek gerçek insan kalacağız. Bugün Gazze’de direnenler, sadece İsrail’e değil, bu küresel düzene de karşı koymaktadır. Bu yüzden bu savaş; yalnızca bir toprak meselesi değil, insanlığın ruhunu kurtarma mücadelesidir.

İslam’ın Teklif Ettiği Dünya

Adaletin, Merhametin ve Tevhid’in Egemen Olduğu Bir Varlık Düzeni

Sadece Karşı Çıkmak Yetmez, Bir Teklifin Olmalı

Tarihte hiçbir karşı çıkış, bir teklif olmadan kalıcı olamamıştır. Bunu “Arap Baharı” sürecinde tecrübe ettik, eleştiriler yıkıcı olmaktan çıkıp dönüştürücü hâle ancak alternatif bir yapı önerisiyle gelir. Bugün globalist barbarlık, dijital tahakküm, Siyonist zulüm ve liberal çürüme karşısında; insanlığın sadece “direniş” değil, aynı zamanda “yeniden inşa”ya ihtiyacı vardır. İslam medeniyeti, bu yeniden inşanın yegâne evrensel modelidir. Çünkü o, insanı merkezine alan, ilahi ilkeyi temel alan ve adaleti tüm boyutlarıyla sistematikleştiren yegâne medeniyet tasavvurudur.

Tevhid: Birliğe Dayalı Ontolojik Bir Bakış

İslam medeniyeti, varlığı parçalanmış bir bütün olarak değil; anlamlı bir birlik içerisinde kavrar. Tevhid inancı, sadece Allah’ın birliğini değil; hayatın her alanında bütünlük ve adaletin hâkim olması gerektiğini öğretir. Ekonomi, siyaset, hukuk, aile, çevre… Her şey ilahi denge (mîzan) ile ahenk içinde olmalıdır.

Bu anlayışta insan, doğaya hükmeden değil; doğa ile birlikte bir emaneti taşıyan varlıktır. Devlet, halkın efendisi değil; adaletin taşıyıcısıdır. Bilgi; güç değil, sorumluluktur.

Adalet: İslam Medeniyetinin Omurgası

İslam’ın medeniyet teklifinde adalet, merkezî ilkedir. Adalet, sadece hukuki değil; ekonomik, sosyal, kültürel ve epistemolojik bir düzendir. Kur’an’ın “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” emri, evrensel hukuk için erişilmesi zor bir zirvedir.

Bugün dünyada adalet, sadece güçlü olanın ayrıcalığına dönüşmüşken; İslam, en zayıfı, en yetimi, en kimsesizi merkez alan bir düzeni öncelemektedir. Bu adalet, sınıfsız bir toplum vaadi değil; her sınıfın hakkını koruyan bir denge sistemidir.

Aile ve Toplum: İnsanlığın Çekirdeği

İslam medeniyetinde aile, toplumun temeli değil, bizzat kendisidir! Kadın ve erkek cinsiyetsizleştirilmiş eşitlik yarışında değil; birbirini tamamlayan iki hakikat olarak kavranır. Çocuk, nesil değil; emanettir. Bu bakış açısı, Batı’daki aile krizinin ötesinde; sağlıklı, üretken ve sorumlu bir toplumun yapı taşlarını sunar.

Toplum, yalnızca bireylerin toplamı değil; birbirine karşı ahlâkî sorumluluklarla bağlı bir “ümmet”tir. Bireyin özgürlüğü, başkasının hakkını yok sayarak değil; onu gözeterek vâr olur.

Ekonomi: Faizsiz, İsrafsız, Hakkaniyetli Bir Model

İslam’ın ekonomik teklifi; faizsiz, israfsız ve üretim temelli bir düzene dayanır. Kapitalist sistemde paradan para kazanmak makbuldür; İslam’da ise bu, zulümdür. Fakirlik bir kader değil; zenginlerin vebali olarak görülür. Servetin dolaşımda olması, belirli ellerde toplanmaması, zekât ve infak gibi kurumsal sistemlerle garanti altına alınmıştır.

Bu anlayış, bugünün krizlere gebe olan finansal sistemine karşı hem adil hem sürdürülebilir bir modeldir.

Bilgi ve İrfan: Gerçekliğe Yolculuk

İslam medeniyetinde bilgi, sadece nicel birikim değil; hakikatle buluşma sürecidir. Modern bilgi epistemolojisi, hakikati parçalayan bir tahakküm aracına dönüşmüşken; İslam düşüncesi, akıl ile vahiy arasında denge kurarak, insanı hem maddi hem manevi olarak inşa eder.

Bilgi; kibir değil, tevazudur. Güç değil, emanettir. İşte bu anlayışla, İslam medeniyeti, bir yandan astronomide zirveye çıkmışken öte yandan tasavvufta insanın iç yolculuğuna da rehberlik etmiştir.

Savaş ve Barış: Onur Temelli İlişkiler

İslam, savaşla barış arasında denge kuran bir sistem sunar. Ne pasifist bir kabulleniş ne de emperyalist bir yayılma… İslam’ın savaş anlayışı, mazlumları korumak, adaleti tesis etmek ve fitneyi (bozgunculuğu) durdurmak içindir. Barış ise zulmü meşrulaştıracak bir örtü değil, adaletin tesisinden sonraki durumdur.

Bu yönüyle İslam, Batı’nın “barışçıl işgali”ne, “demokrasi için savaş” yalanına karşı hakikate dayalı bir duruş sergiler.

Şehir ve Mekân: Ruhu Olan Coğrafyalar

İslam medeniyetinde şehir; rantın değil, rûhun mekânıdır. Camiinin merkezde yer aldığı, sokakların komşulukla örüldüğü, mimarinin estetikle, insanla ve doğayla barışık olduğu bir modeldir. Bu anlayış, modern şehirlerin beton ormanına dönüşmesine karşı; yaşanabilir, huzurlu ve ruhu olan şehirler teklif eder.

Sonuç: Medeniyet, İnsanlık Onurunun Mimarisidir

İslam’ın teklif ettiği medeniyet; insanı ilahlaştırmaz ama ona onur kazandırır. Teknolojiyi reddetmez ama onun efendisi olmayı öğretir. Kültürü dondurmaz ama yozlaşmasına izin vermez. Bu medeniyet, sadece Müslümanlara değil; tüm insanlığa bir davettir. İnsanlığın geldiğimiz noktada tek kurtuluş reçetesidir.

Gazze’deki direniş, bu medeniyetin küllerinden doğuşunun habercisidir. Batı’nın çöküşü sadece bir yıkım değil; hakikat medeniyetinin yeniden inşası için bir başlangıç olabilir, olmalı, biz istersek, irade ortaya koyarsak bu mümkün, bu olursa iyi olur babından bir şey değil kulluğumuzun gereğidir. Çünkü hakikat yalnızca savunulmaz; aynı zamanda inşa edilir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x