Connect with us

Yazılar

Musallat’ı Böyle Okudum – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

* Bu yazıda kimseyi tehdit etmiyorum,

özel bir düşmanlığım da yok.

Ama bir yerlerde insanlar katlediliyorsa,

iletişimin bunca kolaylaştığı bir dönemde,

kimsenin rahat edememesi gerekiyor.

Harekete geçirecek,

manipülasyonlara şerbetli vicdan sahipleri

acilen ve ihtiyaçtan sahalara inmeli.

* Tarihin kötü bir huyu vardır,

ikincileri yazmaz.

Sebebini herkes bilir;

çünkü tarihi galipler yazar.

Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı… Bir daha bakayım, evet, doğru yazmışım. Şimdi gönül rahatlığıyla devam edebilirim. Kitabın adını yanlışsız söyleyebildiğimde hakkında atıp tutmaya cesaretim arttı. Nitekim sırf on bir kelimeden oluşması (orijinali on üç parça) ve kapakta kapladığı yedi satırla bile ilginç kitap isimleri[1] arasına girmeyi hak ediyor. 1982’de ismi kulağına söylenip ya da kutsal kâsede yıkanıp yayınlandığından beri göz ardı edilemediğinden bu listelerden hiç düşmemiştir sanırım.[2] Dag Solstad, okuyucuya yardımcı olmak isteyen babacan bir yazar edasıyla meramını kapaktan yekten belirtmiş. Bölüm sonu canavarını geçebilmek için bütün tuşlara rastgele basmış da olabilir. İnternette arama yapacağım zaman tümüyle kopyalayıp yapıştırmaktan başka yol bırakmıyor. Buna amme hizmeti olarak bir çözüm bulalım: Louis Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabı, ismi üç kelimeden oluşmasına rağmen (orijinali altı parça) kısaca Yolculuk diye anılıyor. Ben de bu on bir kelime içinden, kitabın derdini en iyi yansıtması bakımından “musallat”ı seçtim. Farkındayım, cinli perili kötü bir korku filmi afişi canlanıyor gözümüzde ama durum budur.

Bariz bir şekilde anlaşılıyor ki, Solstad, kitabı nefes almadan yazmış. Çok değil, 226 sayfa olsa da, hiç bölüm arası olmadığından okuma periyotları sağlıklı bir şekilde ayarlanamıyor. Fazla ara vermeden geri dönmek gerekiyor. Ya da mecburî uzun aralardan sonra iki sayfa daha okuduğunda bölümün bittiğini görünce kızıveriyorsun. Diri bakış ve keskin görüş istiyor. Hakkını yemeyelim, bazen beş sayfa sürse de yeni paragraflar açmayı unutmamış! Aman sağ olsun. Birkaç yerdeki diyaloglar ve derkenarlar hariç not tutmak için ufacık bir boşluk yok. Tutunamayanlar’ın 77 sayfalık bilinç akışı bölümünü anımsattı bana. Orada hiç noktalama işareti kullanmamıştır Ataycığım Oğuz. Başlarda çok meşakkatli, sekiz on kelime okuyorsun, bir cümle oluşuyorsa kafanda onu tamamlıyorsun geri dönüşlerle. En azından fazladan kelime oyunlarıyla hepten zorlaştırmamış metni, ama yine de kitaba karşı ayrı bir kabul istiyor okuyucudan, “yalnız ben varım” diyor. He bir de lütfedip kelime aralarına boşluk koymuştur. Gerçi birkaç sayfa sonra alışıyor zihin, bu sefer diğer normal olan farklı gelmeye başlıyor.[3]

Bu seferki abalımız Norveç

Yaşadığımız topraklarda başımıza gelen her kötü olayda aksi yönde isimleri anılan birkaç ülkeden biri olan Norveç’te geçiyor olaylar. Başbakanın bisikletle işe gidip geldiği, bankamatik sırasında beklediği, halıya döktüğü kahveyi temizlediği, danışmanının çözülen bağcığını bağladığı doğru mu, biri bizi aydınlatsın, havsalamız pek almıyor da! Kendilerini bambaşka yerlerde gördükleri aşikâr. Bakınız şöyle: Çatışma-Battle (Katarina Launing, 2018) filminde iflas ettikten sonra evlerine haciz gelen baba-kız, yetkililerce idareten bir apartman dairesine yerleştiriliyor. Adamlar elit, alışık değiller, hâliyle durumdan şikâyetçi oluyorlar. Baba, icra müdürünü arayıp “Bir hata olmalı, bu daire berbat, Norveç’te yaşıyoruz, gelişmekte olan lanet bir ülkede değil.” diyor. Gelişmekte olan diyor, lanet diyor, her ne kadar alınmamaya çalışsak da bize diyor.

Biraz uzun sürecek, ama 2 paragraf ve 415 kelimelik şu kısmı tam da buraya yerleştirmeliyim. Bir mikro örnek olarak hapishaneleri ele alalım. Yine bu yazıyı hazırlarken izlediğim Dünyanın En Zorlu Hapishaneleri – Inside The World’s Toughest Prisons (2016-2021) belgesel serisindeki Norveç detayları da meramımı anlatmama yardımcı olacaktır. Yapılan onca eleştiriye rağmen cezalandırmak yerine rehabilitasyonu seçiyorlar. Mahkûmların geçmişte ne yaptıkları cezaevi yönetimini ilgilendirmiyor. Her türden suçluyu bir arada tutup oraya gelmelerine sebep olan eylemin arkasındaki insanın iyiliğini öne çıkarıyorlar. Olabildiğince normal, evde hissettirecek, otel konforunda, sabah kahvesini içtikten sonra yüksek teknolojiyle donatılmış atölyelerdeki işlerine ya da aklınıza gelebilecek bütün detaylarıyla stüdyo veya resim odalarında “eğlence”ye gidiyor, bunun sonucunda para kazanıyor ve meslek edinebiliyorlar. Bunları yapmazlarsa biraz dar olsa da konforlu odalarında kilitli kalabiliyorlar. Bu şekilde meşgul edilen kişilerde suç tekrarı yarıdan fazla azalıyormuş. Hapishanelerde en çok zorlanan iş olan kafa yapısını değiştirmek bu şekilde mümkün olabiliyormuş. Cinayetten mahkûm birinin saçma bir sözü var. “Tek bir eylemimiz kim olduğumuzu belirlemez.” Bak hele, bak sen! İyi de kardeşim, senin o tek eylemin bir insanın hayatını belirledi. Herifteki genişliğe bakar mısın? Her türlü konfora ve rahata, kampüsün olanca genişliği ve serbestliğine rağmen yine de içeride olmak daraltıyor insanları. Ne kadar rahatlatırsan bir süre sonra ona da alışacak ve bir üst konforu arayacak insanlar. 250 mahkûma 350 görevlinin düştüğü bir yerden bahsediyoruz. Kişi başı yıllık 130.000 dolar harcanıyormuş. Gardiyanlar zaten adamların burada tıkılı kalıp cezalarını çektiklerini, bunu daha da zorlaştırmanın mantığının olmadığını söylüyor, gözetleme veya devriye kelimelerinden bile rahatsız oluyorlar. ‘Etkileşim’ temel düsturları. Çizgiyi aşmadan oturup sohbet edip oyun oynuyor, akşam olunca evlerine ve hücrelerine ayrılıyorlar. Her türlü teorik ve uygulamalı derslerin yanında psikolojik rehabilitasyon seanslarına da katılıyorlar. Mahkûmun işini zorlaştıracağına bu zorlu görevi kendisi üstleniyor gardiyan. Zaten o kültürde yetişmiş görevliler bunu zorla değil, gönüllüce yapıyorlar. On altı bölüm içinde kesinlikle en temiz, en insancıl ve en ileri görüşlü olanı buydu. Soğuk sağlıklıdır, sıcak insanı gevşetir ve kötülükler nispeten daha çok olur. Hapishanelerin durumu soğuk iklimlere gidildikçe iyileşiyor.

Norveç’teki bu hapishanelerden birinde tutulan en meşhur suçlu ise 22 Temmuz 2011’de Ütoya adasındaki İşçi Partisi kampında 77 kişiyi öldüren Anders Behring Breivik. Toplamda 21 yıl ceza almıştı. Çünkü yasalarda öngörülen en yüksek ceza buydu. İdamı geçtim, müebbet hapis bile yok. Gerek duyulmamış, başka türlü topluma kazandırma yöntemleriyle hâllediyorlar. Böyle olunca ülkede en çok nefret edilen kişi olması Breivik’in çok da umurunda olmasa gerek. O hücresinde şartlarının kötülüğünden yakınarak yönetimi dilekçeleriyle meşgul etmeye ve bu yolla hayli imtiyaz kotarmaya devam ediyor. İyi hâlden ötürü öngörülen tarihten çok önce çıkabilir ve anılarını yazdığı kitabını imzaladığı söyleşide en fazla yumurtalı saldırıya maruz kalır, nice işine gelir bu da.

Saydınız mı bilmiyorum, İngilizceleri saymazsak 409 etti, -doğru ya, agresif depresif obsesif kompülsif değilseniz ve aç karnına içtiğiniz kahve mide çeperinizde melankolik etkilere sebebiyet veriyorsa niye sayasınız ki-, cümlelerdeki oynamalarla altı kelime azalmış, bu harika bilgiyi bilabedel arz ve takdim ederek pek muhterem kârîye karşı bu pek mühim vezaifimizi de gördük, şimdi yola devam edebiliriz. Nordiklerin yaşadıkları refahın kaynağı konusunda çok da düşündükleri söylenemez. Çünkü bizzat bulaşmadığın sürece savaşı hissedemezsin. Ama ülkede işlerin yolunda gitmesi için asla kamuoyuna açıklayamayacakları bu pis işleri birilerinin yapması gerekir. Koca koca ülkeleri geçtim, en küçük ailede de olur bu tür şeyler. Norveç’te petrol gelirlerinin bütçeye katılmadan doğrudan sadece sosyal projelere aktarıldığını duydum. Afganistan’da petrole ortak olabilmek için silahlı operasyonlara fiilen katıldıklarını da eklersek kaynağın despotluk olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Rahatlık en sonunda patlar, bu kesin. Ortadoğu, Afganistan veya dünyanın herhangi mazlum bir yerinde, savaşların yanında niyeyse(!) insanların rahatı için yapıldığı söylenen projelerin istisnasız hepsi paravandır. Arabaları aranmaz, çalışanların GBT’leri sorgulanmaz, sicilleri temizdir. Geçtikleri her yerde, istemeden de olsa arkalarında bıraktıkları izleri silmekle görevli birileri vardır. Silah, uyuşturucu ve insan kaçakçılıklarının uhuletle ve suhuletle yapılabilmesi için kullanılırlar! Öyle ya, herkesin görevi ayrıdır. ABD gibi ülkeler açıktan operasyon yapar, Norveç gibiler de bu yolla barış havarisi görüntüsü altında çerçeveyi tamamlayıp paylarını alırlar. Uyuyan birini uyandırmak kolaydır, ama uyuma numarası yapan biri asla uyandırılamaz. Hem uyumadığı için teorik olarak zaten uyandırılamaz hem de yapabildiği kadar rol yapar ve bıktırır. Batı toplumu, devletlerinin yaptığı bu işler konusunda kulağının arkasına yatıyor genelde. Kendi refahı sürsün diye ses çıkarmıyor olan bitene. Anlaşılan o.

Refah olduktan sonra nereden ve nasıl geldiğini kim ve niye sorgulasın ki? Ben kitabın doğrucusuyum, bir lise öğretmeninin göreve başladıktan hemen sonra ev sahibi olabildiği ve iki yıl sonra da dört odalı daha büyük bir eve geçebildiği bir ülke… He, bu arada altından arabası ve diğer sosyal lüksleri de hiç eksik olmuyor.[4] Pedersen bu konularda boş yapmıyor, sistemi sorgulamaya ve sosyalist görüşe yakınlaşmaya başladığı yerler net. “Biz burada böyle rahat yaşayabiliyorsak illaki dünyanın başka yerlerinde bunun ceremesini çekenler vardır.” Norveç’in dünyadaki büyük savaşlarda bile sükûnetini kaybetmediğini de ekliyor. Çeperde bir ülke olması bunun en büyük sebebi. Ama NATO üyesi olmakla savaşa bir yerden dâhil oluyor, kendi soğuk topraklarında sıcak çatışmalar olmasa bile. Mahalle yanarken saçını tarayan bir ülke mi Norveç? Evet, öyle. Diğer ülkelere göre müreffeh gözükmelerinin bir sebebi de küçük bir farkla bile öne geçseler bununla övünerek, göze sokarak diğerlerini imrendirmeleri, ezik hissettirmeleri. Nordik, İskandinav, Kuzey Avrupa algısı boşuna oluşmuyor. Nobel Ödüllerinin, ülkelerini Norveç, İsveç gibi yapmaya çalışanlara verildiği bir gerçek. Tüm ödüllerin görünenin dışında bir amaçla verildiğini bilmeyen kaldı mı? Hizaya gel, ödül mamanı kap!

Aklını öğrencisi Werner’in aklına uydurup komünist olan Pedersen de çok soruyor başlarda. “Norveç gibi bir ülkede insan niçin sosyalizm ister ki?” Ama ülkenin durumu ne kadar iyi olursa olsun, sonuçta mutlak eşitlik oluşması mümkün olmadığından, bunu mümkün mertebe sağlamak amacıyla çaba gösteriliyor. Bir ülkede önemli olan, toplamda ne kadar kazanıldığıyla birlikte, bunun mutlu azınlığın elinde toplanmasını engelleyip herkesin istifadesine sunulmasıdır. Niteliksiz(!) işgücü diye hiç kimse berbat şartlarda yaşamaya mahkûm edilemez. Devrede olması gereken eşitlik değil; adalet ve merhamet şart. Bizdeki en sosyal demokrat partiler bile asgarî ücreti açlık sınırının altında söylerler. Yoksulluk sınırı ise bulutlar ötesindedir. Olur da iktidara gelirlerse yapamayacaklarından mı korkarlar. Umarım öyledir, yoksa milleti o rakamlara mı müstahak görüyorlar?

Küresel sermaye ülkelere, devletlere, bölgelere ve özellikle son yüzyılda şirketlere görevler biçiyor. Ekonomi, silah, fuhuş, uyuşturucu, sinema, sanayi, endüstri, çatışmalar, savaş, yıkım ve inşa, organ, maden, orman, nehir, medya, insan, siyaset, din, sağlık, yozlaşma, tek tipleştirme gibi şimdilik aklıma gelen ama dallandırıp budaklandırabileceğimiz birçok alanda dünyayı avucunun içinde karıştırıp duruyor. Hızlıca ayağa kalkmadığımız hâlde yine de başımızın sürekli dönmesi demir eksikliğinden değil zahar, bizzat bundan. Sisteme uymayanı ya rezil ediyor, ya bertaraf. Norveçlilerin ülkelerinde müreffeh, dertsiz tasasız yaşamaları için dünyanın hangi bölgesinde kimler bedel ödüyor ve bundan haberleri var mı, dert ediniyorlar mı? Pedersen ve arkadaşlarının üzerinde durduğu esas mesele bu aslında. Ama üzerinde durdukları için göremiyorlar, karşılarına alıp incelemeleri lâzım. Yanı sıra alternatif olarak sarıldıkları ip sosyalizmin kokuşmuş uygulayıcısı, heveskâr ihracatçısı Rusya olunca işler istenilen şekilde yürümüyor. Şili’deki maden işçilerini de, Filistin’deki intifadayı da destekliyorlar, gel gör ki bunlar duygusal bir elbirliğinden öteye geçemiyor. En ufak bir sahici adımda önlerine çıkarılan engellerin büyüklüğü boylarını aşıyor. Üzerinde durdukları meseleler de yükselebilmelerine yardımcı olamıyor.

2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün[5] sahibi Svetlana Aleksiyeviç, İkinci El Zaman (2013) kitabında Sovyetler döneminde insan(cık)ların başından geçen büyüklü küçüklü onlarca olaya odaklandığı hikâyeler anlatır. Kapalı bir toplumda yaşanan kayırmacılık ve ayrımcılığı, düzenbazlık ve sefaleti, arayış ve çırpınışları gözler önüne serer. Bu kitabı Musallat’la eşzamanlı okumanın bir avantajı olarak Pedersen’in idealize ettiği düzende yaşanan faciaları da gördüğümde, varıp omuzlarından tutup sarsmak isterdim açıkçası. Kardeşim deseydim, kardeşlerim, açın gözünüzü, kendinize gelin, hep başkasında oturduğunuz yetmedi mi! E tabii, Aleksiyeviç de zaten bunları yazdığı için Nobel’i kapmadı mı? ‘Evet’ten başka cevap mümkün gözükmüyor. Pedersen gibilere dışarıdaki kötülükleri göstererek “bak onlar tukaka, gel bizim baskılarımıza razı ol” denmek isteniyor. Musallat’ı diğerinden ayıran, içeriden (zaman olarak) konuşuyor olmasıdır. Aleksiyeviç ölen körün gözüne, belki de başkalarına şirin gözükmek için parmak atıyor.[6] Şu da var: Onlarca yıl bir saçmalığa katlanmak zorunda kalmak bile, sonradan onun hakkında bolca atıp tutma hakkını fazlasıyla verir maruz kalan kişiye. Sadece gözünü oymakla yetindiğine göre merhametli bile sayabiliriz.

İhsan Fazlıoğlu’nun deyişiyle “okutarak cahilliği, çalıştırarak fakirliği, medeniyet diyerek barbarlığı, barış diyerek ölümü artıran” kapitalizmin bile onca sırnaşmasına rağmen istenmediği yere giremeyeceğini biliyoruz. Sosyalizmin Sovyetler’deki uygulaması dalavereler, kayırmacılık, liyakatsizlik, eşitsizlik, haksızlıkların ayyuka çıkması şekline bürününce insanlar isyan bayrağını çektiler, kabul. Aleksiyeviç’in bir sözlü tarih olarak hazırladığı kitapta yeni düzene alışamadığından hâlâ o dönemleri özleyen birkaç kişi hariç herkes büyük nefretlerle anıyor eskileri. Peki, yeni gelen nasıl, o da koskocaman bir soru.

Nobel (2016)

Kıtalar ve bambaşka iklimler arasında mekik dokuyan iki hikâyenin birbirine bağlanarak anlatıldığı Nobel’de Norveç’in Afganistan’daki misyonunda görevli bir askerin, işlerin büyümesiyle gördükleri karşısında yaşadığı (yasadışı) çelişkiler anlatılıyor. Barış için ne kadar ileri gidilebileceğinin sınırlarını zorluyor kendi iç dünyasındaki sorgulamalarda. Emperyalist mi yoksa insancıl faaliyetler peşinde yöneticiler mi? Ekranda ikincisi, ama arka planda illaki ilki. Yaşanan müreffeh hayat için hangi ülkelerde yüzyıllardır kimlerin canını yakıyorlar? Babası Afganistan’da özel harekât askeri olan çocuk, ülkesindeki en ufak bir pürüzde, kırk kere yıkanmış onuncu dalga cılız bir etkisini hissedince “Şimdi savaş Norveç’e de mi gelecek?” diye soruyor. Soğuk ülkesinin çocukları sıcak evlerinde rahat edebilsin diye on bin km. ötede bir operasyonda intihar bombacısı on yaşında bir çocuğu gayet soğukkanlı bir şekilde öldüren asker, o çocuğun hayatına ancak sıcak bir kurşunla dokunabiliyor. Önce buz gibi bakışlarıyla gözlerini, sonra sıcacık mermiyle göğsünü delip geçiyor. Böyle mi olmalıydı, hayır ama böyle oluyor. ABD, 2003’te Irak’a girmeye hazırlanırken bir fotoğraf görmüştüm. Bir asker vedalaşmak için küçük çocuğunu kucağına almış, sarılıyordu. Sabinin bir şeyden haberi yok tabii. Askerin ağzına bir baloncukla şu kahredici sözler monte edilmişti: “Kızım sen şimdi annenle güzelce uyu, ben dünyanın öbür ucundaki çocukları öldürüp hemencecik geleceğim.” Yaptığı tam da buydu, sonra gelsin kafayı yemeler, bunalımlar, seanslar, haplar, krizler, kıyımlar. Tabii, o kadar cana sebepsiz kıyınca finali kendisiyle yapması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Evet, kimse bunu dillendirmiyor tabii ama yaşanan bir gerçek var. Sadece Irak’ta 2.000.000’dan fazla insan öldürüldü. Bunun birkaç sene önce Afganistan’da da tekrarlandığını hatırlatalım. İbrahim Tenekeci’nin “yapılan gökdelen/yıkılan hatır” diye bir dizesi vardır. Bunlar da, nasıl ve niçin yıkıldıklarını çok iyi bildiğimiz İkiz Kulelerin hacmini doldurması için mi kıydılar bunca cana! Yıkılan gökdelen, ırzına geçilen koskoca bir coğrafya! Dizide Afganistan’daki Norveç askerinin çocuğuyla neşeyle sürdürdüğü görüntülü konuşmayı gördüğümde nedense aklıma geldi bu kare. Norveçliler ve Afganların kendi aralarında İngilizce konuşuyor olmaları, olayları kimin yönettiğini açıklıyor aslında.[7] Şunu bilelim, dışarıya ne kadar parlak bir görüntü sunsalar da çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir devlet kendi vatandaşına da acımaz, ülkesini dünyada öne çıkaran değerlerini de hiçe saymaktan çekinmez. Musallat, Zaman ve Nobel örneklerinde açıkça görüyoruz bunu.

Pazarlama

Değişik bir türde balık satan birine çocuk merakıyla bazı sorular sordum. Muzır da değildim üstelik, gerçekten merak etmiştim. Elindeki palayı kesme tahtasında son nefeslerini zorla alıp veren bir tanesinin boynuna sertçe indirirken boşaltması hayli uzun süren kendi nefesinin son kalan huf’uyla satın alabildiği birkaç kelimeyle ilk cevabını yetiştirdi. “Hepsi satıldı.” Baştan yenik başladı ticarete. Bir kere bile yüzüme bakmadan savuşturucu cümleler kurdu sonra beceriksizce ve gönülsüzce. Tok satıcıydı belli ki. İyi de bugün hepsini satınca dükkânın işi bitiyor muydu, yarın tezgâh açmayacak mıydı? Bir küçük güler yüzlü olsa belki sürekli müşteri olacağım. Ayrıca bir malı satmak sadece al ver ilişkisi değildir ki! Müşterinin merakını giderici sözlerle usulünce her sorusuna tatmin edici cevaplar verirsin. (Ne derler; müşteriye yok denmez, bitti denir, gelecek denir.) Sattığın metanın kültürünü de aktarmalısın ki alıcıyı cezp etsin. Bu şekilde sadece onu değil, en az birkaç kişiyi daha kazanırsın. Değilse ayağına kadar gelip ağzına bakan o birini de kaybedersin. Batıdaki Şarkiyat kürsülerini kimin desteklediğine bakarsak entelektüel anlama çabasından çok sömürme amaçlı bir tanıma(!) faaliyetinin silah tüccarları ve savaş bakanlıklarınca desteklendiğini görürüz. Her şeyiyle nüfuz ederler ki, karşı taraf adeta gönüllü olur bu işgal sömürü işinde.[8]

Kendilerini öyle pazarlıyorlar ki, kitapta veya filmlerde görsek bile yapmayacaklarına dair gönüllü önyargımız yüzünden yadırgıyoruz şu hareketleri yapmalarını, hadi canım nasıl olur diyoruz: Merak etmeyin, Norveçliler de yere tükürüyor. Onlar da sakızlarını denize atıyor. Kırmızı ışıkta geçiyor, vergi kaçırıyor, 112’yi gereksiz yere meşgul ediyor. Hatta aralarından bazıları ‘lan’ bile diyormuş. Yoksa hapishaneleri niye olsun, değil mi?

*zahidergun@hotmail.com

[1] https://onedio.com/haber/garip-kitap-isimleri-586768. (Buradaki liste 2015 tarihli olduğundan Musallat’ı almamışlar hâliyle. Yoksa es geçilecek bir isim değil.)

[2] 1981 yılında Norveç’e yerleşen ve 1991’den bu yana Norveççeden çeviriler yapan Banu Gürsaler Syvertsen’in Türkçesiyle 2020 Haziranında yayımlandı ülkemizde.

[3] Kilmreeieln baş ve son hrrefali siabt tauluatrk aakdrai hialrfern regsltae diieğilemşltirsye oualtruuşln mielretni oamukk da sğaalm kfaa gierreykotir.

[4] Öte yandan, bizde ne zaman bu durumlardan bahsedilse “ama oralarda da intihar oranları çok” deniyor. Bu doğru, evet ama züğürt tesellisinden başka bir şey değil. Hani bir karikatür var ya, gücüne dolgun bir abimiz karşısındakinin saçmalayacağını daha iki kelime etmeden anlayıp “yeter ulan!” deyip elinin tersiyle çakıyor tokadı. Neyse biz öyle yapmayalım.

[5] Her ödül ayrı bir komite tarafından verilir; İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi fizik, kimya, ekonomi alanındaki ödülleri, Karolinska Enstitüsü Fizyoloji veya Tıp alanındaki ödülleri ve Norveç Nobel Komitesi edebiyat alanındaki ödülleri vermektedir.

[6] Meşhur bir atasözümüz vardır: Kör ölür, üstüne gözünü oyarlar.

[7] İngilizlerin Afrika’yı sömürgeleştirdikleri dönemde neredeyse bütün kıtada İngilizcenin ortak dil olabilmesini sonradan oralarda daha güzel “hizmet” yapabilmeleri bakımından işe yaradığını söyleyebilmişti bazı eblehler.

[8] Birkaç hafta sonra baktığımda balıkçının kapanmış olduğunu gördüm.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı

Yayınlanma:

-

Az ama özenli ve düzenli haber ve analizleri ile beş yıldır yayın hayatında olan ve kendine özgün bir yer edinen sitemiz YeniPencere’nin yazarlarından Murat Kurtuldu ile Aksa Tufanı sürecine dair söyleştik. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana olanca ehemmiyet ve aciliyeti içinde gündemimizin birinci maddesi Gazze; açık ara Gazze! Çünkü Gazze’de dehşet verici bir dram yaşanıyor. Murat Kurtuldu ile Filistin Davasının bugünü ve içinde neş’et eden Direniş Çadırı’nı konuştuk. Bu yakıcı gündem içinde komple bir Filistin Dostu ile tanışacaksınız. Hem teorinin içinde “okumalar” yapan, hem sokaklarda eylem üreten, konuşan- eden bir isim kendisi. Muhabbete buyurun!

7 Ekim 2023’te Filistin’in Gazze şehrinde başlayan Aksa Tufanı sonrasında dünya İsrail’in soykırımına şahitlik ediyor 19 aydır. Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar, Filistin’in özgürlüğü için ayağa kalkmışken Türkiye’de birkaç yeni oluşum sokakları hareketlendirdi. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’ndan bahsederek başlayalım istiyorum. 10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilde yürüyüş ve eylemlerle, sabır ve istikrarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyor Direniş Çadırı. Adı nerden geliyor, nasıl bir oluşum bu, ne amaçlıyor?

Direniş Çadırı bir bakıma bıkkınlığın hikâyesi. Aksa Tufanı’ndan sonra Gazze’nin haklı mücadelesi için burada, bu topraklarda doğru soruları sormaktan imtina eden kötürümleşmiş sivil toplumun etkisizliğine tepkinin yalnızca bir örneği. 7 Ekim’den sonra az çok hareketlenen sokaklarda “Kahrolsun!” sloganlarının hamaseti dışında hiçbir önerisi olmayanlar bu tepkiyi doğurdu. Soykırıma karşı bir şey yapıyormuş gibi görünen bu çevrelerin niyetleri hakkında asıl şüpheye düşmemize neden olansa kendi “akredite” söylemleri dışında hiçbir slogana, öneriye, tepkiye, öfkeye izin vermemeleriydi. Bu tavır, pek çok insanda aidiyet duygusunun kırılmasına yol açtı.

Bence bu durum, kişisel olarak bir bıkkınlık duygusuna da yol açıyor. Günün sonunda kendinizi ifade edemiyorsanız, geriye iki seçenek kalıyor: Ya sessizleşeceksiniz ya da sesinizi yükseltebileceğiniz özgür bir alan inşa edeceksiniz.

Şunu da kabul edelim: Bu topraklarda, özellikle İslamcılığın sokak tecrübesi ve eylemlerle kendini ifade etme pratiği, yirmi küsur yıldır kurumsal-profesyonel STK’ların insafına bırakılmıştı. Kendiliğinden sokakta biriken, sırf hakikatin şahitliği için -üstelik hiç de konforlu olmayacak- eylemsellikleri galiba en son 2000’lerde, başörtüsü yasaklarına karşı deneyimlemiştik.

Gazze’deki yıkım ve soykırımın sıcaklığı her yana yayıldığında ise, yine gözümüzü bu kurumsal yapılara diktik. Sokakta ve toplumda tabanı olduğunu düşündüğümüz örgütlerin güçlü bir mevzi oluşturacaklarına inandık.

Bu noktada şunun altını çizmek gerekiyor: Gazze için sokağa çıkanlar her konuda uzlaşan, aynı hafızaya ve ideallere sahip değiller. Ancak onları sokağa çıkaran Gazze’deki soykırıma karşı harekete geçme, direnişin yanında siyonist ve emperyalist kuşatmanın karşısında olma duygusuydu. Bu motivasyon doğal olarak şunu bekledi: Gazze’deki katliamın birincil derecedeki faillerine sesimizi yükselttiğimiz kadar onların yerli işbirlikçilerine de itiraz gelişmeliydi. Çünkü katliamı mümkün kılan bir ölçüde devam eden ticaret, petrol sevkiyatı ve işgalcilerle her türlü işbirliğiydi. Ancak Filistin davasını hamasetle sahiplenen ve sokağı o güne dek “örgütleyen”ler, sıra işbirlikleri ifşa etmeye -bir bakıma ittifaklar kurduğu, ortaklaştığı ya da dayanıştığı mahalleyi eleştirmeye- gelince susmayı tercih ettiler. Vicdanlı birkaç gazetecinin ve aktivistin ortaya çıkardığı kanlı ortaklıklara karşı bu kurumsallıkların hiçbir etki yaratamayacağını kısa zamanda anladık. Belki de Filistin için yapılan gösterilerde “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganının atılmasına bile “tahammül edilememesi” kırılmayı yarattı.

Direniş Çadırı’nı da doğuran bu vasat, artık inisiyatif almayı vicdani ve ertelenemez bir sorumluluk olarak gören her yöreden insanın adım atmasıyla gelişti. Açıkçası Direniş çadırının ne ismi ne de organize olma biçiminde bir “hesap” ve “strateji” yok. Adı da zaten bu doğallıkta ortaya çıktı. İlk birkaç çağrıda 35 noktaya kadar çıkan eylemler bir plânlamayla gelişmedi. Zaten rahatsız ancak vicdanen sessiz kalamayacak insanların eylemleri bir araya gelmiş oldu.

Direniş Çadırı bir dernek / vakıf -yani bildiğimiz türden- bir stk olmayı düşünmedi. Logosu yok. Basın açıklamalarında kendini kategorik olarak bir markanın altında tanımlamıyor. Hatırlıyorum, Kocaeli’deki ilk eylemimizde polis bizi arayıp “Siz kimsiniz?” diye sorunca verdiğimiz cevaptan afallamıştı. “Vakıf değilsiniz, dernek değilsiniz, inisiyatif değilsiniz, peki kimsiniz?” demişti. Kategorik düşünmeye fazlasıyla alıştık. Bir eylemselliğin derin stratejik öngörülerle, hesaplı-kitaplı ve modern bir yapının gücüyle gelişmesi gerektiğine dair sarsılmaz bir inancımız var. İşte bu noktada Direniş Çadırı tecrübesi kurumsallaşmanın kısa vadeli faydasının dışında bir yozlaşma yarattığını fark ederek kendini konumladı ve markalardan – logolardan uzak durdu. Aslında modern dönemin kurumsallık ruhunu içeren stk’cılığın nasıl uzun vadede hakikatin yanında yer almak yerine ittifaklar, çıkarlar ile hareket edebildiğini ve beka meselesini her şeyin merkezine çok kolay alabildiğini fark ettik sanırım. Elbette sivilliğin bütün örnekleri, bütün “yan yana” gelme çabaları kategorik olarak mahkûm edilemez. Ancak dönüp kendi muhasebemizi yaptığımızda yapılarından, liderlerinden işaret gelmeden hakikatin şahitliğini yapma takatini bile kendinde bulamayan bir toplumsallığı ördük gibi görünüyor.

Artık bunun dışında hem bir bakıma “yataylığıyla” yeni hem de İslam’ın şahsiyeti özne yapan hafıza tazeleyecek örneklere ihtiyaç vardı, Direniş Çadırı işte bu deneyim içinde bir örnek olarak yerini aldı sanırım.

Biraz daha belirgin kılmak için sormak istiyorum: Nasıl bir çerçeve içinde hareket ediyorsunuz? Direniş Çadırı’nın olmazsa olmazları, sınırları neler? 

Bu coğrafyada alışık olmadığımız bir deneyimi ifade ediyor Direniş Çadırı. Çoğu zaman kendiliğinden gelişen, hesapsız ve politik kaygılara gerçekleri kurban etmemeye çalışan bir motivasyonu var. Bu nedenle dikey bir hiyerarşiyi barındırmıyor. Bir yöneticisi, yönetim kurulu, sekreteryası ya da strateji üretip mensuplarına yalnızca uygulama sorumluluğu yükleyen bir bakış açısı yok. Yatay biçimde gelişen dayanışmaya ve kim daha çok üretken olursa o kadar sorumluluk alma esasına dayanıyor.

Yatay ve dikey örgütlenme üzerine daha çok konuşmalıyız belki ama şunun özellikle altını çizmeliyiz: Yatay ilişki biçiminin her bireyi inisiyatif almaya zorlayan bir boyutu var. Eylemlerde bir emir-komuta zinciri inşa etmiyor, en azından. Sorumluluğu paylaştıran; herkesi gücü ve odak alanı açısından harekete geçirmeye motive eden bir sahiplenme duygusu geliştiriyor.

Bir diğer önemli farklılık da burada ortaya çıkıyor bence. Dikey hiyerarşinin boğucu kurumsallığından ve yapıyı hareketin merkezine alan “beka” söyleminden azade oluyoruz böylece. Bu nedenle Direniş Çadırı, başından beri çağrısına kulak veren hiçbir Filistin dostuna logo, isim, marka, kurumsallık dayatmadı. Hatta özellikle bundan kaçındı. Her birey, kendi yapıp ettikleri, inisiyatif alıp öne çıktığı söylemin/eylemin sorumluluğunu yüklenme iradesini gösterdi böylece. Bir ‘marka’nın ya da yapının ardına sığınma, sorumluluğu devretme kolaycılığına izin verilmedi. Bunun da bana kalırsa en büyük artısı mensubiyet duygusunun yapıyla değil, davayla ilişkili olarak gelişmesiydi.

Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, farklı renklere ve ideolojik mevzilere rağmen soykırıma karşı anti-emperyalist ve anti-Siyonist itirazların kesişim noktasında duran Direniş Çadırı’nın görevi yalnızca “çağrıda” bulunmak oldu. Her bölge, grup ya da kişi bu çağrıya nasıl cevap vereceğini kendisi belirledi. Eylemlerinin uygulama biçimini ve sonuçlarını kendi meşreplerince üstlendi. Kimsenin kimseden doğrudan sorumlu olmadığı bir özgürlük alanını da böylece korumuş olduk. Dikey hiyerarşik yapılarda ortaya çıkan çok boyutlu uzlaşılara ve politik hesaplara da gerek kalmadı.

Direniş Çadırı yataylığına rağmen elbette çağrısına cevap verenlerin kimliklerinden ve bakış açılarından tümüyle bağımsız değil, olamaz da. Bu açıdan Direniş Çadırı’nın söyleminin merkezinde İslami reflekslerin bir “uzlaşma” noktasına dönüştüğünün altını çizmeliyiz. Bu uzlaşı aynı zamanda yalnızca karşıtlık üzerinden uçucu bir kampanya siyaseti üretilmesinin de önüne geçiyor. Anti-emperyalist, anti-Siyonist perspektifin aynı zamanda geniş çerçevede bu uzlaşma noktasına dayanan ideal tanımları, mücadele ekseni ve belirli önerileri var.

Yine belki bu uzlaşının bir diğer boyutu da eylemsellikte tercih ettiğimiz “şiddetsiz” yöntemlerle ilgili olabilir. Soykırımcılara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı gelişen mücadelenin zorlayıcı bir boyut taşıması gerektiğine inanıyoruz. Üstelik bu durum sokakta kimi zaman uzlaşıyı tamamen kapatan direngen bir iradeyi de gerektiriyor. Fakat tüm bu adımları gerçekleştirirken şiddeti araçsallaştırmaktan kaçınıyoruz.

Direniş Çadırı’nın Gazze’deki soykırımın gerekli kıldığı aciliyet içinde Türkiye’yi yöneten iktidara ve topluma çağrısı nedir? 

En başından beri tek bir taleple ilgilendik: Gazze’deki soykırımın faillerini bu topraklardan besleyen tüm siyasi, ekonomik ve sosyolojik ilişkiler kesilmelidir. Ertelenemez bir gündem olan soykırım ile ilgili hamasetin yalnızca vahşeti derinleştirdiğini ve işbirlikçileri görünmez kıldığını ifade ettik. Bu nedenle sokaklarda, liman önlerinde, işbirlikçi sermayenin ve iktidarın kapısında hep somut talepleri yükselttik.

Çünkü şunu iyi biliyoruz: Türkiye’nin İsrail’e uygulayacağı tam boykot sonuç verici olacaktır. Yemen’in örnekliği de bizi bunu gösterdi. Küresel kapitalist sistem ne sandığımız kadar güçlü ne de aşılamaz bir kuşatma var. Bu düzenin en büyük silahı yarattığı “yenilmezlik” yanılsaması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik durumu yaşıyoruz. Ne yazık ki bu çaresizlik duygusu sermayenin de işine geliyor. Küresel ekonomik dengeler söyleminin arkasına sığınarak Gazze’nin katilleriyle iş tutmaya, savaşın o çok kanlı rantını paylaşmaya devam ediyorlar. Siyasi irade de bu çaresizlik duygusundan besleniyor. Kamuoyu önünde kitlelerin öfkesini soğuran en üst perdeden açıklamalara rağmen hiçbir somut adım atmamasını bu gerekçeyle perdeliyor.

İşte Direniş Çadırı ve aynı mevzideki diğer hareketler bu algı manipülasyonunu kırmaya odaklı. Şunu diyoruz: Dünya düzeni kuşatıcı görünümüyle aynı oranda kırılgan. Atılamaz denilen adımlardan herhangi birinin kararlılıkla uygulanması bile siyonist saldırganlığı fiilen durdurabilecek bir süreci başlatabilir. Yöneticiler, iktidar sahipleri bu adımları atmıyorlarsa bilin ki size sunulanın dışında sadece iki gerekçe olabilir: Ya Türkiye emperyalist bloktadır, suç ortağıdır ya da egemenliği sınırlı, belirsiz ve etkisizdir. Her ikisi de bu düzenin meşruiyetini temelden sarsar. Bu nedenle sadece Gazze’nin değil bu düzenin tarafında olan bütün ülkelerin ve halklarının kuşatma altında olduğunu bilin. Kuşatma altında olduğumuzu bilelim.

Talep ve çağrı ne denli haklı ve gerekli olsa da ne toplumdan ne de iktidardan karşılık buluyor. Beklentinin çok altında kaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bunun sebepleri nedir? 

Aslında buna çok katılmıyorum. Genelde şöyle bir önyargıyı taşıyoruz: Büyük tarihsel kırılmalar ciddi ön hazırlıklara, dalga dalga büyüyen tepkilere bağlıdır. Bugünden geriye doğru baktığımızda tarihi yukarıdan izlemenin bir yanılgısı olarak kusursuz bir örüntü, neden-sonuç ilişkilerinin ilmek ilmek ördüğü bir hikâye izliyoruz. Oysa tarih, bir kırılmalar, sıçrayışlar öyküsüdür. Başta Peygamberler bir sıçrayıştır, kırılmalıdır. Büyük çöküşler, büyük dönemeçler yaşayanlar için genellikle aniden denilebilecek kadar kısa sürede olgunlaşır ve şekillenir.

Tarihin “sürpriz faktörü” diyorum ben buna. Ne yazık ki modernite her konuda olduğu gibi tarihi algımızı da yeniden yapılandırdı. Kırılmalara, sıçrayışlara değil çok sıkı neden-sonuç ilişkilerine bakar olduk. Bu da hayli takat düşüren bir anlayış! Ne olursa olsun adil şahitliğini ortaya koymaya niyetli insanı da geriye çekiyor. Oysa Kur’an Bakara Suresinde “azların çoklara” galibiyetini anlatırken, Enfal Suresinde “Onlar plân yaparken Allah da plân yapıyordu” derken her şeyin düşünüldüğü kadar mekanik, kesif ve aşılamaz bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden yürümediğini, Allah’ın yardımını hatırlatıyordu.

Ben bundan dolayı eylemlerimizin ne kadar karşılık bulduğu konusundaki göstergelerin yanıltıcı olabileceğini düşünüyorum. Sadece romantik bir hüsn-ü niyet olarak da değil üstelik. Dikkatli bakıldığında bunun emarelerinin göz kırptığını da görüyorum.

Bir örnek vereyim; “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” söylemini ısrarla vurguladığımız ama toplumda karşılık bulmadığını düşündüğümüz günlerde -ambargo kararından önce- Cumhurbaşkanının Kocaeli’ndeki mitingine arkadaşlarımızla katıldık. Amacımız yine bu talebi yükseltmek, bir pankart açmaktı. Miting alanına girişte pankartımız fark edildi ve arkadaşımız gözaltına alındı. Kardeşimizin yanında olmak için karakola gittiğimizde olağandışı bir kalabalık fark ettik. Sonradan öğrendik ki mitinge aynen bizim gibi gelmiş kişiler varmış. Hepsinde aynı slogan. Kimi kâğıda yazmış gelmiş, kimi bir beze yazıp gelmiş. Aralarında tek başına miting alanına gelen orta yaşlarda bir ablamız da vardı, uzak bir ilçeden gelen sakallı, sarıklı kardeşlerimiz de. Hepsinin ortak noktası kimsenin birbirini tanımaması, birbirinden habersiz olunmasıydı!

Biz, “Sesimizi acaba kim duyuyor?” diye hayıflanırken Rabbimiz bizleri buluşturdu, yalnız olmadığımızı, bir tür “dip dalga”nın geldiğini gösterdi. Nitekim iktidar da bunu fark etmiş olmalı ki “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” diyenler sayıca az olmalarına, kitlesel bir eylemsellik ortaya koyacak güçte olmamalarına rağmen kısıtlama ve ambargo kararı alındı. Düzen, anlatısının bir anda yıkılacak büyük bir boşluğa düştüğünü ve bu halüsinatif durumun fark edildiğini gördü çünkü.

Sonuç olarak soykırım karşıtlarının hamasetten uzak söylemlerinin karşılık bulmadığını söylemek çok doğru değil. Bunun aksi göstergeler var. Fakat evet, bu tepki bir türlü kamusallaşamıyor, kitlesel bir boyut kazanamıyor. Nedenlerini konuşmak için Türkiye’de hafızasında “Filistin” olan iki başat mahallenin deneyimlerine bakmak gerekiyor.

İstisnaları olmakla birlikte, Müslümanlar, son 20 yıldır sokakta değillerdi, farklı biçimde kendi eylemselliklerini üretiyorlardı. Müslümanlığın siyasal bilincine sahip küçük öbekler daha dar alanlarda kalmayı tercih ettiler, değişimin sokakla ilişkisini unuttular hatta sokağı küçümsediler. Muhafazakârlık ise bütünüyle iktidarın aparatı haline gelmişti zaten, başkası da beklenemezdi. Tarih boyunca -özellikle Türkiye’nin modern tarihi açısından- mevcut durum muhafazakârlıktan beslendi.

Filistin mücadelesine gönül veren solun ise farklı sorunları vardı. Büyük bir sekterleşme hâli içinde takatsiz kalmıştı. Gazze direnişinin İslami motivasyonlarını bir geri çekilme gerekçesi olarak gördü. Elbette her şeye rağmen Gazze’nin birlikte dövüşen ve toprağa birlikte düşen savaşçıları gibi alandan hiç çekilmeyenler de vardı ama bu, yeterli olamadı.

Yine de umutsuz olmaya gerek yok. “Hayal kırıklığı” atakları geçiriyoruz bazen ama bilelim ki Gazze’nin omuz omuza direnişi dünyanın her yerindeki aktivistleri de birbirine bitiştirdi. Norveç’ten Türkiye’ye Japonya’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde küresel düzenin kuşatıcılığının farkına varan ve artık bu düzenin gizlenemeyeceğini; özgürlük ve refah söyleminin ardına saklanamayacağını haykırıyorlar. Bu tarihi şahitlik elbette ki benzersiz bir mevzi oluşturdu.

Gerçekçi olmak gerekirse Gazze’nin, daha genelde de Filistin’in geleceği konusunda ne kadar umut var? İsrail işgalinin göstergesi her geçen sene daha da delik deşik hâle gelen Filistin haritasına baktığınızda siz nasıl bir gelecek görüyorsunuz? 

Umut etmek için siyaseti iyi bilenlerin görüşlerine, askeri uzmanların analizlerine ihtiyacımız yok artık. Yemen’in mücadelesi, Gazze’nin direnişi bize gösterdi ki kolayca paramparça olacak bir halüsinatif durumun içindeyiz. Bu belki ilk kez toplumsal tabanda bir karşılık buldu. Düzenin anlatısı parçalandı. Filistin’de o denli çok tohum toprağa ekildi ki artık bu coğrafyanın her yerinde yeni bir örneklik tomurcuklanmaya müsait. Gazze’yi aylardır yedi düvelle birlikte alaşağı etmeye çalışanlar; ekine, nesle, taşa, toprağa bile öfke kusanların bir türlü istedikleri sonucu alamamaları kudretlerinin sınırları hakkında bize çok şey söylüyor.

16. yüzyılda yaşamış Boetie’nin sözünü anımsıyorum: “Pek çok insan, pek çok köy, pek çok şehir, pek çok ülke bazen tek bir tiranın yönetiminden ıstırap çeker; oysa bu tiranın, onların kendisine verdiği güçten başka bir gücü yoktur ve bu tiran, onlar kendisiyle çatışmak yerine katlanmayı tercih ettiği sürece onlara hiçbir zarar vermez.” Küresel tiranlığa karşı tüm halkların katılımına açık ve yalnızca bir “fark ediş”e bakacak bir küresel direniş de gelişiyor. Gazze bunu bize öğretiyor. Gazze önce kuşatmada olduğumuzu bize fark ettirdi ardından bu kuşatmanın “anlatıldığı” kadar aşılamaz olmadığını kanıtladı.

Ümitvâr olmak için tarihin daha uygun bir zamanı pek az bulunur.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x