Connect with us

Yazılar

Dört Mesele İki Akıl – Hasan Köse

Yayınlanma:

-

1 Üretilen malların tarladaki fiyatı ile pazar/market fiyatı arasındaki uçurum bir tarafta üreticiyi boğazı tokluğuna çalışmak zorunda bırakırken diğer tarafta tüketiciyi fahiş fiyatla karşı karşıya getirerek yoksulluğu artırıyor. Burada kamusal genel yarar ilkesini bozan tedarik zincirindeki iki unsurdur. Bir tarafı aracı toptancılar/sermaye -ki bunlar ürün yer değiştirmeden kâğıt üzerinde el değiştirerek kâğıt üzerinde yürütülen hayali ticarettir; ikinci tarafı ise ürün kâğıt üzerinde “el değiştirirken” -ki çoğu zaman şirketler aynı kişilere ait olduğu için el bile değiştirmiyor- devletin bu “hayali ticaretten” aldığı katma değer vergisidir. Bir ürün kâğıt üzerinde takla attıkça oranı düşse de 4-5 kez katma değer vergisi alınarak devlet bu dolandırıcılığa ortak ediliyor. Bir taraftan fahiş fiyatla halk yoksullaştırılırken diğer taraftan piyasa reel üretim hacminden kopuk, şişirilmiş fiyat dengelerine ulaşıyor. Bu da enflasyonu şişiriyor. Çoğu zaman devlet bu şirketlerin ürüne takla attırarak yaptıkları “hayali ticaretle” tahakkuk eden vergi borcunu tahsil etmeyip, affediyor ya da en azından faizini affediyor. Bu da her şekilde sahtekâr “tüccarların” kazanmasına halkın yoksullaşmasına neden oluyor.

2 Asgari ücret, ücret, maaş ve aylıklara yapılan her zammı birkaç ayda fahiş fiyatlandırma yoluyla enflasyon yutuyor, kendi emeğine ve dolayısıyla gelirine fiyat koyamayan ücretli aylıklı ve maaşlı kesim yoksullaştıkça yoksulluk derinleşiyor.

3 Fiyatların kontrolsüz ve dengesiz yükselişi konut sahiplerini zam yapmaya itiyor. Düşük gelir grupları -ki zaten yüzde doksanı bir konuta sahip olamayacak bir gelire sahiptir- daha da yoksullaşırken ölü yatırımdan akar elde eden konut sahipleri yoksulların üzerinden ikinci, üçüncü konutları “yatırım” amaçlı olarak edinmeye devam ediyor. Bu gün sabit gelirlilerin bir meskene ulaşabilme imkânı tamamen ortadan kalktı. Çalışan yoksulluğu kronik bir ezilen sınıf ortaya çıkardı. Konut üreticileri betonarme maliyetine kudurmuş arsa rantını ekliyor ve en az %300 fiyat koyuyor. Bu fiyatlar ortalama gelir guruplarının erişimine çok uzak olduğu için vatandaş banka-kredi-faiz tezgâhına yöneliyor. Faiz yükü vatandaş için maliyeti en az %100 artırıyor. Böylece bir konut vatandaşa üretim değerinin %600 üstünde bir fiyatla satılıyor. Bu da yoksulluğu derinleştirip, sömürüyü kronikleştirip ezilen sınıfların genişlemesine neden oluyor.

4 Tarım yapılabilecek araziler yanlış tarım politikalarıyla toprağa yabancılaştırılan köylülerce terk edilip onların kente göç etmesine yol açtı. Ekilebilir arazilerin boş kalması bir taraftan tüketici kent nüfusunu artırırken diğer taraftan üretim dışında kalan araziler, üretici rekabetinin doğal çeşitliliğini ve hacmini daralttığı için gıda piyasasının doğal güç ve imkânları dışında muhteris “piyasa”  aktörlerinin eline geçmesini kolaylaştırdı. -Olanca üreticinin “hal yasası” dolayısıyla ürününü son tüketiciye ulaştırabilmesinin engellenmesi de çabası!- Bütün bunlar “piyasada” mal daralmasına, mal daraltılması da fiyat artışına, o da sabit gelirlilerin yoksullaşmasına yol açıyor. Bütün bunlar “iç güçlerin” işidir.

Birinci meselede ürün tarladaki fiyatından tüketiciye kadar ortalama 7 kat büyüyor bu durum nakliye fiyatlarının petrol fiyatlarına bağlı olarak yükselmesine bağlanıyor ki bu külliyen yanlış. Nakliye hal fiyatını ikiye hatta üçe katlasa bile bu mümkün değil, gerçek de değil…

Mersin halinde 1 liraya satılan marulun içinde köylünün mazot yağ traktör bakımı sulama ilaçlama, gübre ve işçilik gibi tüm maliyet unsurları ve kabzımalın masrafları ve kârı da var! Halde 1 lira olan marul yine Mersin’de 11 liraya satılma nedeni nakliye mi? O zaman İstanbul’da en az 20 lira olması gerekmez mi? Bunu tespit edemeyen bir hükümet ve bürokrasi ya aptallardan ya da ortaklardan oluşmaktadır.

İnsanlar ve şirketler kendi çıkarını düşünebilir bunda şaşılacak bir şey yok fakat devlet dediğimiz organizasyon makûlatı ve orta yolu/iktisadı gözetmek denetlemek ve düzenlemek zorundadır, devlet aygıtı tam da bunun için vardır!

İkinci mesele, ücret aylık maaş ve asgari ücrete zam(!) -ki zam fazlalık demektir- ortada bir fazlalık olmadığı için iyileştirme ya da düzenleme denebilse de o da birkaç ay içerisinde “yok” hükmüne inmektedir. Bunu kontrol etmenin ve sürdürülebilirliğinin iki yolu vardır.

İlki fiyatlara sınır/narh koymaktır ki bu kapitalist sistem içinde hoş görülmez. Kapitalist üretim ilişkilerini aynen kabul etmiş bir idarenin yapabileceği ikinci şey yalnız asgari ücretin değil tüm ücretlerin ekonomik ve sosyal koşullar göz önünde bulundurularak iyileştirilmesidir. Sonra da sabit gelirlilerin %100 harcama kalemlerinin hareketlerine endeksli bir enflasyon hesabıyla yasal zorunluluk olarak artış yaparak nominal değerleri reel değerlerle eş güdümlü hale getirmektir. Bu kapitalizmi “serbest piyasaya” zorlamak olacağı için kapitalizm üzerinden itiraz edememeleri gerekir! Bunun uygulanması “2023 seçiminden sonra olabilir” ancak yasal düzenlemesinin hemen şimdi yapılmasının önünde bir engel yoktur.

Üçüncü mesele, kira ve konut fiyatlarının yükselişidir. “Mal ve paranın darlık ve bolluğu”  ilkeleri burada da geçerli olması gerekirken ODTÜ’den Prof. Osman Balaban, son 20 yılda yeni hane başına en az 3 konut üretildi” tespitini yapıyor. Demek ki şu kahrolası piyasa tanrısı şerefsizlik ediyor. İBB verilerine göre (Mart, 2022) İstanbul’da 1 milyon 800 bin konut boş durumdadır. (Birgün Gazetesi, 26.03.2022) Bunların hepsi yeni zenginleşen muhafazakârların metresleri için boş tuttukları konutlar olamayacağına göre(!) bu evler ya sermaye sınıfının elinde mevcut ve/veya beklenen fiyatlara rezerve ediliyor veya zaten kendine ait meskeni olan yüksek gelir grupları rant yükseliş değeri ve/veya torunları için rezerve ediyorlar. Nedeni ne olursa olsun bir stoklama/kenz olduğu açık. Ortaçağ Avrupa’sında aristokratlara ve kiliseye dokunamayan kral, günümüzde de tekelleşip azmanlaşan muhteris sermayeye dokunamıyor/dokunmuyor. Piyasaya “Sağ baştan hizaya geç!” emrini veren “küresel, ulusal, yerel hatta semt pazarlarında bile mafyatik küçük kan emici tekellerce “serbestçe” yönetilen bir “kolpakalpazan” düzenidir. Bu da evde kurt besleyen adamın tragedyası, tam anlamıyla bir yapısal yönetim krizidir. Çözüm, serbest piyasa içinde mümkün “kapitalizm” veya “despotizm” içinde mümkün değildir. Piyasa içinde hükümet, devlet olmaklığın gereği ve aygıtlarıyla müdahale edebilir. Kamu arazilerinin toplumun en alt gelir guruplarından, mülkiyetsizlerden başlanarak konut yapılabilecek şekilde vatandaşa -Düsseldorf, Amsterdam ve başka birçok Avrupa şehrinde olduğu gibi- sembolik bir kiralama yoluyla konut yapmak üzere verilebilir. Bu durum düşük gelir gruplarının 1/6 oranında daha düşük fiyatlara konut edinmesini sağlayacağı için 1- Stokçuların stokları elinde patlayacaktır, 2- Mecburen fiyatları makule doğru çekeceklerdir, 3- Aynı oranda kiralar da düşecek ve makul dengeye oturacaktır.

Dördüncü mesele, boş kalan tarım arazilerinin devlet tarafından kiralanıp kiraya verilmesidir. Burada “hibrit bir devletçi kapitalist” mantığa düşmemek gerekir. Konutta önerdiğimiz gibi ziraatte de kamu arazileri, kiralayanın kiralaması önlenerek kiralanabilir -ki bu kısmen ve makro olan olmaksızın yapılıyor.  Türkiye’de işlenebilir 7 milyon hektar tarım arazisi boş! Toprak sahibi vatandaşın akarını temin etmek, kentlerde yaşamaya devam etmesini sağlamak için onların boş arazilerine akar sağlayarak bir kasaba burjuvazisi yaratmak istiyorsanız bilemem fakat uygulanacak sistem bir taraftan kentten köye dönüşü de teşvik edecek maslahatı da içermelidir. “Toprağın sabit bir ücretle veya çıkacak ürünün bir bölümü ile veya işletilen toprağın bir bölümü ile kayıtlandırılarak” kiralanması” işlerin kötü gitmesi durumunda borç-alacak-faiz ve hukuki başka sorunlara yol açacak bir yöntemdir. Bunun yerine gerek kamudan kiralamada, gerekse özel mülkten kiralamada işlenecek olan toprağın ve yapılacak olan ziraatin cinsine/çeşidine/işlem türlerine göre elde edilecek ürünün en az %50’si işletecek olana verilmek üzere çıkacak ürüne endekslenmiştir. Bu modelin ucu Kutlu Nebi Hz. Muhammed’e kadar uzanan Anadolu’da da halen uygulamaya devam eden “yarıcılık” geleneğine göre yapılmalıdır. Bu sistemlerde üretilen değer, “emek, işletim araçları, tohum, su, toprak” arasında eşitlik zemininde adil bir bölüşümle yapılmıştır. Konu ile ilgili gerek klasik gerek modern İslami kaynaklarda mudarebe müşakat, muzara, kıraz gibi başlıklar altında icar meselesi teferruatıyla vardır.

Yazılar

Gazze’nin Çığlığını Batı’da İslami Bir Devrime Dönüştürmek – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Seyyid Kutub, “Gördüğüm Amerika” adlı eserinde Batı toplumlarının iç dünyasına dair derin gözlemler yapar. O dönemde Amerika’da gördüğü refah, teknolojik ilerleme ve bireysel özgürlük görüntüsünün ardında maneviyattan yoksun, anlam arayışı içinde kaybolmuş bir toplum portresi çizer. Bugün, aradan geçen onlarca yıla rağmen Kutub’un bu tespitleri hâlâ geçerliliğini korumakla kalmıyor, Gazze’de yaşanan soykırımın Batı toplumlarına bizzat kendi tecrübeleri üzerinden bu gerçeği daha açık biçimde gösterdiği söylenebilir.

Bugün Batılı halklar, kendi yönetimlerinin Gazze’de işlenen insanlık suçlarını alenen desteklediğini görmekte. Yıllarca “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük” gibi kavramlarla dünyaya ahlaki üstünlük taslayan Batılı devletler, canlı yayımlanan soykırıma sessiz kalarak hatta tüm gelişmiş silah ve savaş mühimmatları ile destekleyerek bu kavramların aslında sadece birer aldatmacadan ibaret olduğunu kendi halklarına çok açık bir şekilde ifşa etmiş oldular.

Batılı gençler, bu yalanların içinde büyüyüp şimdi bu acı gerçekle yüzleşiyor ve kendi yöneticilerinin, Filistin’deki katliamı meşrulaştırmak için sahte kavramları nasıl araçsallaştırdıklarını görüyorlar. Bu tecrübe, onları yeni bir anlam arayışına, varoluşsal bir sorgulamaya itmektedir. İşte tam da burada Kutub’un işaret ettiği maneviyat boşluğu devreye giriyor: Batı, içten içe aradığı hakikati artık İslam’da bulmaya çok daha yakın. Dolayısıyla bugün Batı’da bir İslami devrim fikri, tarihsel olarak hiç olmadığı kadar güçlü bir zemine oturmaktadır.

İslam coğrafyasında ise durum tersinedir. Gazze’de akan kan, İslam ülkelerindeki rejimlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır. Halklar öfkeli ve direnişe gönüllü olsa da rejimler işbirlikçi ve teslimiyetçidir. Yahya Sinvar’ın dediği gibi:

Bu şehir tüm normalleşenleri ifşa edecek, tüm düzenbazları rezil edecek, tüm terk edenlerin ve tavizcilerin hakikatini ortaya çıkaracak!

Bugün bu sözün muhatapları açıktır:

Mısır, Gazze’nin nefes borusu olan Refah sınır kapısını kapatarak İsrail’in kuşatmasına ortak oldu, oluyor.

Ürdün, halkının öfkesine rağmen İsrail’le diplomatik ilişkilerini koruyor, İran füzelerinin İsrail’e ulaşmasını engelleme çalışmalarına destek verdi. ABD, İngiltere ve İsrail’le birlikte hareket etti.

Türkiye, sözde sert açıklamalar yaparken İsrail’le ticaretini sürdürüyor, Azerbaycan petrolünün soykırım süresince kesintisiz sevkiyatını yaptı, çelikten çimentoya, gıdadan kabloya kadar göndermeye devam ederek soykırımın en büyük sponsorlarından biri hâline gelmiştir.

Suudi Arabistan ve BAE, “normalleşme” adı altında İsrail ile ittifaklarını derinleştirdi.

Bu tutumlar, sadece ihanet değil; aynı zamanda ümmetin onuruna karşı işlenmiş suçlardır. Gazze’de çocuklar toprağa düşerken bu rejimler, İsrail’le masaya oturmayı, ticaret yapmayı ve Amerika’ya sadakat göstermeyi tercih etmiştir. Sinvar’ın dediği gibi, Gazze bu ikiyüzlülüğü ifşa etmekte, tarih önünde bu rejimleri rezil etmektedir.

Öte yandan İslam ülkelerinde İslami bir devrimin şu an için mümkün olmadığı açıkça görülüyor. Bunun sebebi dışsal değil, içseldir: Bu ülkelerdeki diktatör rejimler, halklarını uyuşturmakta, sürekli illüzyona tâbi tutarak bilinçlerini ifsat etmekte ve İslami talepleri bastırmaktadır. Ordu ve güvenlik aygıtları kendi halklarına karşı dizayn edildiği ve halkı korumak için değil, tam aksine kendi halkına karşı kurulmuş birer baskı aracıdır.

Bu nedenle İslami coğrafyalarda, sokaklardan yükselmesi gereken İslami devrim talebi, çoğunlukla iktidarın gözüne bakarak şekillenen edilgen bir bekleyişe dönüşmüş durumda. Gazze halkı, kanıyla direnirken birçok İslam ülkesinde rejimler, halkların öfkesini kontrol altına alarak İsrail’in zulmüne fiilî bir destek sağlamış olmaktadır. İsrail sadece ABD ve Batılı devletlerin desteği ile soykırım yapmıyor, bundan daha çok bölge ülkeleri, sözüm ona İslam ülkelerinin desteği ve yardımı ile soykırım yapmaktadır.

Sonuç olarak İslam dünyasında rejimler, ümmetin kanıyla kurdukları saltanatlarını sürdürürken Batı toplumları kendi iktidarlarının ikiyüzlülüğünü görerek yeni bir anlam arayışına girmiştir. Seyyid Kutub’un işaret ettiği, Sinvar’ın ifşa ettiği ihanet gerçeği, birleştiğinde ortaya şu hakikat çıkıyor:

İslam ülkelerinde devrim, diktatörlükler yüzünden felce uğramışken; Batı’da İslami bir devrim imkânı tarihsel olarak daha güçlü bir şekilde gündemdedir çünkü Batı halkları artık kendi yöneticilerinin “demokrasi”, “insan hakları” ve “özgürlük” adı altında nasıl bir sahtekârlık yaptıklarını görmüş, İslam’ın hakikatini kavramaya bir adım daha yaklaşmıştır.

Yani, şunu bir kez daha söylemek istiyorum Seyyid Kutub’un “Gördüğüm Amerika”da işaret ettiği Batı’nın manevi çürümesi, bugün Gazze gerçeğiyle birleşerek bambaşka bir tablo ortaya çıkarmıştır. Bu da İslam ülkelerinde devrim ihtimali zayıfken, Batı toplumlarında İslami bir devrim umudu güçlenmektedir. Dediğim gibi Batı halkı artık kendi yöneticilerinin ikiyüzlülüğünü görmüş, sahte değerlerin maskesi düşmüştür. Önümüzdeki dönemde bu yüzleşme, Batılı insanları İslam’ın adalet, merhamet hakikat ve tevhid merkezli dünya görüşüne daha da yakınlaştıracaktır. Müslümanlar olarak batıda bir İslami devrimin imkânları üzerine kafa yormamız bu konuda gayret etmemiz belki de Gazze direnişine verilebilecek en büyük destektir.

Gözden kaçırılmaması gereken konu Batı toplumları hakikati arayıp İslam’a yönelirken Müslümanların omuzlarında ağır bir sorumluluk yüklenmiş oluyor. Bu hem bir imkân hem de aynı zamanda ilahi bir yükümlülüktür.

Kur’an’ın “Sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara şahit olasınız.” (Bakara, 143) ayeti, bu çağrının merkezindedir. Bugün Batı’da arayışa giren insanlara İslam’ın adaletini, merhametini, hakikatini ve tevhidi ulaştırmak, onları yalnız bırakmamak Müslümanların görevidir. Gazze’nin kanı, Batılı vicdanları uyandırmıştır fakat bu uyanışın bir hakikate dönüşmesi ancak Müslümanların davet çabasıyla mümkündür. Biz sustuğumuzda, daveti ulaştırmadığımızda, bu arayış başka ideolojilerin pençesine düşecek, Gazze’nin şehit kanlarının uyandırdığı vicdanlar yeniden sönecektir. Bu, sadece bir ihmal değil; ümmete ve insanlığa karşı bir ihanet olacaktır. Eğer bu görev ihmal edilirse büyük bir tarihî fırsat heba edilmiş olacaktır. Dolayısıyla, bugün sadece Gazze için değil, tüm insanlık için bir sorumluluk, Batının erdemli insanlarına sahih İslam’ı tebliğ etmek ve daveti ulaştırmaktır. Bu adım atıldığında, Batı’da İslami bir devrimin fitilini ateşlemek, artık sadece bir ihtimal değil, güçlü bir gerçeklik olacaktır. Eğer bundan kaçınırsak Gazze, ihanet edenleri nasıl rezil ediyorsa daveti taşımayanları da aynı şekilde mahkûm edecektir.

Tarihin çok ciddi bir kırılma noktasındayız; onun doğru tarafında yer almak durumundayız. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, sadece Gazze’de değil hiçbir yerde eski sistem devam edemeyecek; Gazze’den başlayarak Madrid’ten, Lizbon’dan, Londra’dan, Paris’ten, Roma’dan, Zagrep’ten, Toronto’dan, New York’tan, Berlin’den, Pekin’den, Moskova’dan başlayarak insanca ve Müslümanca yaşayabileceğimiz yeni bir düzen kurmak için çabalarımızı bütünleştirip birleştirmek durumundayız.

21. yüzyıla söyleyeceklerimiz de yapacaklarımız da sorumluluklarımız da var! Sorumluluklarımızdan kaçarsak 21. yüzyıla biz de maruz kalırız, çocuklarımız da maruz kalır. Bu pis oyunu bozarsak -ki ancak biz bozarız- kendi coğrafyamızdaki totaliter rejimlerin peşi sıra domino taşı gibi devrildiklerine de şahit olacağız!

Unutulmamalıdır ki Gazze, sadece bir direnişin değil, aynı zamanda bir çağrının adıdır. O çağrıya icabet etmek, Müslümanların tarih önündeki imtihanıdır. Ya bu daveti omuzlayacağız ya da tarih bizi de işbirlikçi rejimlerle birlikte ifşa edecektir. Bugün ya Gazze’nin çığlığını İslam’ın davetine dönüştüreceğiz ya da tarih sustuklarımız için bizi de zalimlerin safına yazacaktır.

Devamını Okuyun

Yazılar

Yaşanamazlık Anlatısı ve Gazze – Abdurrahman Kittana

Yayınlanma:

-

Giriş
İşgalci-sömürgeci anlatıların özünde, yerli halkların bir bütün hâlinde yurtlarından sürülüp silinmesi yatar. Bu anlatılar, bir halkın başka bir topluluk tarafından yerinden edilmesini meşrulaştırmak için mevcut coğrafyaların kimliğini, toplulukları ve onların tarihlerini inkâr etmeyi amaçlar. Siyonist proje de buna dahildir. Siyonizm’in kurucu mitlerinden biri, “çölü çiçeklendirmek” ve onun baş mücevheri olan Tel Aviv’in, kısır kum tepelerinden -yaşanmaz bir mıntıkadan- öncü işgalciler tarafından dönüştürülerek doğduğu iddiasıdır. Bu anlatı, sömürgeci rejimin Tel Aviv’i başlangıçta Yafa’nın hemen dışına inşa etmiş olduğu gerçeğini gizler. Oysa Yafa, zengin bir kültürel yaşam ve gelişen bir portakal ticaretine sahip, canlı bir Filistin şehriydi. “Kum tepeleri” tasviri, bir boşluk imgesi üretir ve bölgedeki gelişmiş tarımsal ve toplumsal yaşamı gizler. Toprağı, işgalciler tarafından kurtarılana kadar “yaşanılamaz” olarak göstermek, el koymayı ve sömürgeci genişlemeyi meşrulaştırmaya yardımcı olmuştur. Bu süreç, 1948’den sonra yoğunlaştı; Tel Aviv, etnik temizlikle boşaltılan Filistin köylerini de içine katarak Yafa şehrine doğru genişledi.

Aynı işgalci-sömürgeci söylem, bugün Gazze’ye karşı yürütülen soykırım savaşını da yönlendiriyor; burada yıkım, “yaşanamazlık” anlatısı üzerinden yeniden sunuluyor. Gazze, giderek daha bir sıklıkla “bir harabe” olarak tasvir ediliyor ki bu çerçeveleme, kesinlikle tarafsız değildir! Bu yazı, “yaşanamaz” teriminin siyasi açıdan bir bagaja sahip olduğunu, sorumluluğu gizlediğini, sömürgeci “arındırma”yı yeniden ürettiğini ve Filistinlilerin yaşamlarını ve geleceklerini derinden etkileyen biçimlerde politika ile kamuoyu algısını şekillendirdiğini ileri sürmektedir. Bu söylemin yerleşimci sömürgeciliğin mantığı içindeki kökenlerini, işlevini ve sonuçlarını incelerken şiddeti gizleyen anlatılardan, Filistin varlığını, tarihini ve egemenliğini onaylayan bir dile radikal bir geçiş yapılması gerektiğini vurgulamaktadır.

Abdurrahman Kittana

Arındırma: Terra Nullius’tan “Yaşanamaz”a
Terra nullius (boş ve sahipsiz olarak tasvir edilen toprak) kavramı, on dokuzuncu yüzyılda Britanyalı Hristiyan Siyonizm’ini yönlendiren emperyal ideolojinin temelini oluşturuyordu. 1840’ta Britanya donanması, ilk kez Filistin kıyılarında buharlı gemilerle savaş yürüttü ve bir zamanlar Napolyon’u püskürtmüş olan tahkimli Akka şehri üç gün içinde müttefik güçlerin eline geçti. Şehrin harabeye çevrilerek gerçekleştirilen yıkımı, “yokluğun kanıtı” olarak okuyan sömürgeci söylemi besledi; maddi yıkımla demografik boşluğu birleştirerek sözde boş olan topraklar üzerindeki sömürgeci iddiaları meşrulaştırdı.

“Britanya emperyalist doktrini”ni benimseyen Siyonist hareket; Filistin’in yerli halkının varlığını, haklarını ve taleplerini sistematik olarak göz ardı etti. Reşid Halidi’nin belgeleriyle ortaya koyduğu üzere, bu “arındırma” işlemi, Theodor Herzl’in 1899 yılında Filistinli akademisyen Yusuf Ziya el-Halidi[1]’nin mektubuna verdiği yanıtla çarpıcı bir şekilde görülür. El-Halidi, Filistin halkının topraklarından sürülmeyi kabul etmeyeceğini söyleyerek onu uyarmıştı. Herzl’in cevabı ise yerli halkın özne oluşunu, toprakla bağını ve kalıcı varlığını görmezden geldi; bu, Filistin varlığını göz ardı eden veya silen temel Siyonist tezi yansıtıyordu.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1917’de, Britanya bir başka Filistin sahil şehri olan Gazze’yi bombaladı. Şehir ağır hasar gördü, nüfusu azaldı ve harap oldu. Britanya topçu ateşi, şehirdeki binaların üçte birinden fazlasını yıktı ve pek çok yapıyı harabeye çevirdi. Bombardımandan sonra Gazze’nin Filistinli sakinleri evlerinin kalıntılarına yeniden yerleşti ve yıkımdan geriye kalanlarda barınmaya çalıştı. Buna rağmen Britanya Yüksek Komiseri Herbert Samuel, resmî olarak şehri “yaşanamaz” ilan etti. Savaşlar nedeniyle harap olan Fransa ve Belçika’daki yerleşimlerle bir paralellik kurarak Samuel, bir yeniden inşa plânı önerdi. Britanya Dışişleri Bakanlığı da şehrin yeniden inşası için Siyonist Federasyon’la iletişime geçilmesini tavsiye etti. Bu öneri, hayata geçirilmemiş olsa da Britanya’nın Filistin’de Siyonist yerleşimi destekleme stratejisinin bir yansımasıydı. Ayrıca, savaş sonrası “insani yardım”ın sömürgeci emellere hizmet edecek şekilde araçsallaştırıldığını ve Gazze’nin yeniden inşasının emperyal çıkarlar için bir araç hâline getirildiğini göstermektedir. Sonuçta, Gazze’nin yerli Filistinli halkı şehri kademeli olarak yeniden inşa etti. 1948 Nakba’sının ardından Gazze, tarihî Filistin’in diğer bölgelerinden sürülen Filistinliler için bir sığınak hâline geldi ve böylece şehrin “yerinden edilme” ve getto olarak rolü daha da pekişti.

2010’larda Gazze’nin Yaşanabilirliği: BM Çerçevesinde Bir Kriz
Gazze’ye ilişkin “yaşanamazlık” kavramı, 2012 yılında yeniden gündeme geldi; İşgal Altındaki Filistin Topraklarındaki Birleşmiş Milletler Ülke Ekibi, acil ve sürekli müdahale olmadan bölgenin 2020’ye kadar yaşanamaz hâle geleceği uyarısında bulundu. 2015’te, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı benzer bir uyarı yayımladı ve Gazze’nin beş yıl içinde yaşanamaz hâle gelebileceğini öngördü. Yardım ve kalkınma sektörü de bu uyarıları tekrar etti ve onları talihsiz fakat kaçınılmaz bir gelişme olarak sundu.

BM organları, uyarılarını; çöken altyapı, su kirliliği, aşırı nüfus yoğunluğu ve kitlesel işsizlik gibi somut göstergelere dayandırdı. İnsanî bir trajedi olarak sunulsa da bu kriz, İsrail politikası olarak özenle üretilmiş bir durumdu. 2007’den bu yana geniş çapta kolektif bir cezalandırma olarak kınanan İsrail ablukası, Gazze ekonomisine zarar verdi ve toparlanmayı engelledi. Sistematik askerî saldırılar ise altyapıyı daha da tahrip etti ancak “yaşanamazlık” söylemi Gazze’nin yıkımını, İsrail işgalci sömürgeciliğinin ontolojik nedenini gizleyerek siyasetten arındırdı.

Terra nullius örneğinde olduğu gibi, “yaşanamazlık” kavramı da faili gizler ve sömürgeci anlatılara hizmet eder; Gazze’yi kasten yok edilmiş bir yer olarak değil, doğası gereği yaşamaya elverişsiz bir alan olarak çerçeveler (silinmeye veya yer değiştirilmeye mahkûm bir alan gibi). Bu şekilde, BM’nin projeksiyonları ne kadar iyi niyetli olursa olsun, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini dayatılmış bir gerçeklik olarak değil, kaçınılmaz bir durum olarak gösteren yerleşimci-sömürgeci mantığı tekrar eder.

Bu söylem, Edward Said’in çok bilinen bir şekilde tanımladığı “imajinatif coğrafyaların” sömürgeci üretimi fikrini de yansıtır (toplulukların özneliğini ve insanlığını elinden alarak kontrolü meşrulaştıran emperyal bir uygulama). Günümüzde bu, Gazze’nin bir “ev” olarak değil, bir “yıkım sahası” olarak; bir toplum olarak değil, yönetilmesi gereken bir sorun olarak tasvir edilmesinde görülür. Bu tür temsil biçimleri, Filistin siyasal iradesini ve direnişini yok sayar, uzun süredir anti-sömürgeci mücadele yürüten bir halkı, kurtarılmayı bekleyen çaresiz kurbanlar gibi yeniden sunar.

Joseph-Achille Mbembe

Tasarım Yoluyla Yaşanamazlık: Gazze’de Nekropolitik
Achille Mbembe’nin nekropolitik kavramı, İsrail rejiminin Gazze üzerindeki kontrolünü “yaşanamazlık”ı organize ederek nasıl sağladığını aydınlatır. Nekropolitik, yalnızca kimin yaşayacağı ve kimin öleceği kararını vermekle ilgili değildir; belirli nüfusların, yaşanması mümkün olmayan koşullarda yaşamaya zorlanmasını da kapsar. Nekropolitik bağlamda, yaşanamazlık, yaşamı yavaş yavaş aşındıran aşağılayıcı koşulların kasıtlı üretimidir; yaşanmazlık ise hayatta kalmanın artık mümkün olmadığı nihâî noktayı ifade eder. Gazze, bu sürekliliğin çarpıcı bir örneğidir: Mbembe’nin “ölüm-dünyası” olarak adlandırdığı bir yere dönüşmüş, günlük yaşam sistematik olarak hayatta kalma olanaklarından mahrum bırakılmıştır. Bu, su şebekeleri, hastaneler, okullar ve evlerin tekrarlayan şekilde tahrip edilmesi ve yeniden inşanın kasıtlı olarak engellenmesi gibi İsrail politikalarıyla sağlanmaktadır. Tam da bu nekropolitik bağlam içinde, “yaşanamaz” çerçevesi pekişir.

Gazze bir kez yaşanamaz veya yaşanmaz olarak tanımlandığında, dikkat İsrail rejiminin sorumluluğundan uluslararası insani yardım ve destek mekanizmalarına kayar. Ayrıca bu çerçeve, kendini pekiştiren bir mantık üretir: Yardım, yalnızca İsrail’in ölüm ve yaşanamazlık üreten yapıları içinde yaşamı sürdürür. Bu şekilde insani yardım, nekropolitik kontrolün tam ortasına gömülür; sadece geçici bir rahatlama sağlar, kolonyal sistemi yerinde bırakır ve sorumlularını hesap vermekten muaf kılar. Günümüzde, soykırım devam ederken insani yardımın kendisi de adeta bir ölüm tuzağı hâline gelmiştir.

Buna ek olarak, “yaşanmazlık” çerçevesi bağışçı yorgunluğunu teşvik eder, uluslararası katılımı zayıflatır ve nüfus transferi veya zorunlu yer değiştirme önerilerine kapı açar (çoğu zaman bunlar insani çözümler olarak sunulur). Ayrıca, Filistinlilerin Gazze’de kalma hakkını zayıflatır, daha geniş bir bağlamda kendi kaderini tayin hakkını aşındırır ve umutsuzluk tohumları eker. En sinsi biçimde bu çerçeve, Filistinlilerin soykırımcı yıkıma karşı yeniden inşa etme, direnme ve yaşamı sürdürme çabalarını yok sayar; onları direniş ve hayatta kalma mücadelesi veren siyasi özne yerine pasif kurbanlar olarak yeniden sunar. Bu söylem; yalnızca gerçekliği çarpıtmakla kalmaz, uzun süredir devam eden kolonyal projeyi ileri taşıyarak Filistin özneliğini görünmez hâle getirir.

Yeniden Yaşanabilirliğe Yönelmek
Yaşanamazlık söylemine gömülü yerleşimci-sömürgeci mantığı çürütmek için Gazze’yi kavramsal ve politik olarak yeniden çerçevelemeliyiz. Bu, yıkımından sorumlu yapıları ve aktörleri hesap vermeye zorlamakla başlar: İsrail rejimi ve uluslararası kurumların iş birliği veya stratejik ihmali! Ayrıca, Gazze’nin kurtuluştan âzâde bir alan olmadığı konusunda ısrar etmeliyiz. Gazze, sürekli mücadele, yaratıcılık ve kolektif direnç alanıdır. Soykırımcı şiddetin ortasında bile Filistinliler evler inşa etmeye, toprak işleyip üretmeye, çocuklarını eğitmeye ve onurlu bir yaşam sürme haklarını savunmaya devam etmektedir. Bu Filistin direnci, Gazze’nin yaşanamaz değil, aktif olarak yeniden yaşanabilir olduğunu -halkının kararlı çalışmalarıyla yeniden yaşanabilir hâle geleceğini- gözler önüne sermektedir.

Yeniden yaşanabilirlik kavramı, çöküş anlatılarına karşı kritik bir alternatif sunar. Gazze’de yaşamın, yapısal yıkıma rağmen nasıl geri kazanıldığı ve sürdürüldüğünü gösteren günlük uygulamaları ön plâna çıkaracaktır. Son girişimler (harabeleri barınak inşa etmek için yeniden kullanmak, tarım alanlarını enkazla işaretlemek ve kurtarılmış malzemelerle işletmeleri canlandırmak) sadece dayanıklılığın işaretleri değildir. Bunlar, arındırma ve insani yardım söylemine gömülü pasifliğe karşı direnen siyasi eylemlerdir. Bu anlamda yeniden yaşanabilirlik hem maddi bir uygulama hem de söylemsel bir müdahaledir. Yaşamı sona erdirmeye tasarlanmış sistemler içinde bile farklı bir şekilde yaşamanın mümkün olabileceğini kanıtlar!

Yeniden yaşanabilirlik, sadece hayatta kalmakla ilgili değildir; Gazze’yi yaşanamaz kılmak üzere tasarlanmış yapıları sorgulayan politik bir iddiadır ancak bu iddia, Gazze’nin yeniden inşasını desteklediklerini iddia eden çevreler tarafından sürekli olarak zayıflatılmaktadır. Sonuçta, ardışık askerî saldırılardan sonra Gazze’nin yeniden inşa edilememesi, yerel yetersizlikten değil, işlevsiz ve dışarıdan dayatılmış bir yardım ve yönetim sisteminin sonucudur. “Uluslararası toplum” aslında parçalı ve politize edilmiş bir yeniden inşa çerçevesinin oluşmasında merkezi bir rol oynamıştır. Bu çerçeve, uzun vadeli iyileşme yerine geçici yardımı öncelikli kılmış ve Filistinli özneliğini sistematik olarak dışlamıştır.

Öte yandan uluslararası aktörler, kendilerini tarafsız gösterirken bağımlılığı sürdüren, sürdürülebilir kalkınmayı engelleyen ve yıkımın kök nedenlerini ele almayan insani yardım paradigması içinde hareket etmişlerdir. Bu nedenle Gazze’yi yeniden yaşanabilirlik merceğinden çerçevelemek sadece kavramsal bir değişim değildir; geleceğini belirleyen politik ve maddi koşulları radikal biçimde dönüştürme çağrısıdır. Bu çağrı Filistinli bilgiyi, hak ve vizyonları merkeze koymayı, izolasyoncu dayatmaları reddetmeyi; adalet, geri dönüş ve sömürgecilikten kurtulma için harekete geçmeyi gerektirir. Gazze’de yeniden yaşanabilirlik mümkündür, aynı zamanda mülksüzleştirmeye karşı direnen ve yaşamı onaylayan temel bir politik zorunluluktur.

Filistinli bir aile, Gazze Şeridi’nin güneyinde yıkılan evlerinin enkazı yakınında yemek yiyor [Arşiv: Mohammed Salem/Reuters].

Harabeden Hayatı Yeniden İnşa Etmek
Gazze’nin sürekli biçimde yaşanamaz olarak tanımlanması vâr olma, kalma, geri dönme ve yeniden inşa etme hakları da dahil olmak üzere temel Filistinli haklarını aşındırmaktadır. Bu tanım, bir kaçınılmazlık ve geri dönülemezlik ima ederken tarih ve ekoloji bunun aksini sürekli olarak göstermiştir. Atom bombasının atıldığı Hiroşima’nın ardından bile doğa, total yok oluş anlatılarını boşa çıkarmıştır. Patlamadan sadece birkaç ay sonra bitki yaşamının yeniden ortaya çıkması (özellikle açan zakkum çalıları ve dirençli ginkgo ağaçlarının hayatta kalması) yeniden doğuşun güçlü bir simgesi olarak durmuştur.

Şehirler de son derece dirençli varlıklardır; savaşlardan, felaketlerden ve kitlesel şiddetten kurtulabilecek kapasiteye sahiptirler. Tarih, şehirlerin nadiren sonsuza kadar harabe hâlinde kaldığını gösterir ve Gazze de bu gerçeği doğrular. Birinci Dünya Savaşının yıkımının ardından Gazze, kademeli olarak yeniden inşa edilmiş ve bölgenin sosyal ve ekonomik yaşamına yeniden entegre olmuştur. On yıllarca süren İsrail işgali ve ablukasına rağmen Gazze, hayatta kalmayı sürdürmüştür. Bu gerçek, yaşanamazlık iddialarının deterministik ve kaderci doğasını zayıflatır ve harabe hâlinden çıkarak yaşamı yeniden inşa etme iradesindeki doğal insan kapasitesini teyit eder.

Bu nedenle “yaşanamazlık” söylemi, bir gerçek olarak kabul edilmemeli; sorgulanmalı ve yerine yeniden yaşanabilirlik kavramı konulmalıdır. Bu kavram, yalnızca iyileşme olasılığını değil, onurlu bir yaşam sürme hakkını da gösterir aynı zamanda Gazze içinde ve dışında yaşayan sürgün Filistinlilerin kendi şartlarında geri dönme, hayatı yeniden inşa edip yeniden sahiplenme haklarını da güvence altına alır.

[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/yusuf-ziya-el-halidi

Kaynak: al-shabaka.org

Çeviri: YeniPencere

Devamını Okuyun

Yazılar

Tûfân’ı Beklerken – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de yaşananlar, modern çağın en büyük insani felaketlerinden biridir. İsrail’in bombaları, kuşatması ve sistematik soykırım politikası, sadece Filistin halkını değil; tüm insanlığın vicdanını da hedef almıştır. Fakat burada asıl sarsıcı olan, İsrail’in zulmünün boyutlarından çok, dünya ülkelerinin bu vahşet karşısındaki sessizliği ve kayıtsızlığıdır, İslam ülkelerinin işbirlikçiliği ve teslimiyetçiliğidir.

Bir tarafta ABD, İngiltere ve Almanya gibi Batılı güçler, İsrail’e sınırsız silah, diplomatik destek ve medya manipülasyonu sağlamaktadır. Bu devletler, “öz savunma hakkı” adı altında Gazze’nin taş üstünde taş kalmayacak şekilde yıkılmasını meşrulaştırmakta, katliamı uluslararası hukukun diliyle bile aklamaya çalışmaktadır. Öte tarafta ise Türkiye, Ürdün, BAE, Suud, Mısır ve diğer Arap-İslam ülkeleri, bunların tutumu, açık desteğin değilse bile sessiz işbirlikçiliğin utanç verici örneğidir. Gazze’nin nefes aldığı tek geçiş kapısı onların kontrolünde olmasına rağmen halkın feryadı karşısında kapılar kilitlenmiştir. İnsani yardımlar bürokratik bahanelerle engellenmekte, geciktirilmektedir. İslam ülkelerinin liderleri, ümmetin onurunu değil; kendi koltuklarını, Batı’yla ilişkilerini ve ulusal çıkar hesaplarını öncelemiştir.

Bugün İslam dünyasının sessizliği, 1948’de Filistin’in işgalinden, 1967’de Kudüs’ün kaybından daha ağırdır. Çünkü artık sadece toprak kaybedilmiyor; insanlık kaybediliyor insanlığın vicdanı çöküyor, onuru yok oluyor.

Gazze’de öldürülen çocukların, paramparça edilen bedenlerin, açlık ve susuzluğa mahkûm edilen yüz binlerin dramı, dünyanın gözleri önünde yaşanıyor. Dijital çağın bu çıplak şahitliği, aynı zamanda insanlığın vicdanının çöktüğünü de belgeliyor. Çünkü insanlık, her şeyi açıkça gördüğü hâlde hareketsiz kalıyor. Sessizlik, sadece suça ortak olmak değil; kötülüğün normalleşmesine rıza göstermektir.

Artık Gazze sadece Filistin’in değil, tüm insanlığın sınavıdır, her insanın, her Müslümanın sınavıdır. Bu sınavda Batı, açıkça zalimlerin yanında saf tutmuştur. İslam dünyası, ihanetin ve acziyetin utanç sayfasına adını kalın puntolarla yazdırmıştır. “Uluslararası toplum” denen kavram ise bu katliamla birlikte tamamen çökmüştür.

Bu sessizlik, sadece bir korkunun ürünü değil; aynı zamanda bir örtme ve meşrulaştırma mekanizmasıdır çünkü alimlerin sessizliği, halkın vicdanını uyuşturur, zalim iktidarların ihanetini görünmez kılar.

Bugün Mısır’da, Suudi Arabistan’da, Körfez ülkelerinde, hatta Türkiye’de bile birçok “resmî âlim” ya zulme dair tek kelime etmiyor ya da iktidarların çıkarlarını İslam’ın emri gibi sunuyor. Bu, basit bir pasiflik değil; doğrudan zulme ortaklıktır. Bu, insanlığa ve İslamlığa ihanettir.

“Nuh Tûfânı”, sadece ahlâkî yozlaşmanın değil, hakikatin tamamen yok edilmesinin bir sonucuydu. İnsanlar günah işler, zulüm yapar fakat Allah’ın gazabı ancak hakikatin sözcülerinin susturulduğu, ilâhî uyarıların tamamen yok sayıldığı anda gelir. Bugün de Gazze karşısında âlimlerin sessizliği, işte bu ilâhî dengeyi bozmuştur. Çünkü âlimlerin suskunluğu, Allah’ın kullarına yol gösterecek son ışığın da sönmesi demektir.

Tûfânı çağıran asıl şey, Batı’nın desteği veya iktidarların işbirlikçiliği değil; âlimlerin bu ihanetiyle zulmün üzerinin örtülmesidir.

İnsanlık, Gazze karşısında yalnızca sınıfta kalmamış; aynı zamanda hakikati boğan âlimlerin ihanetiyle kendi geleceğini karartmıştır. Bu nedenle Allah’ın tarihe müdahalesi, sadece zalimlerin değil, zalimlerle iş birliği ve amaç birliği yapmış iktidarlara ve hakikati gizleyenlerin üzerine de gelecektir.

Şu çok iyi bilinmelidir ki tarih, zalimlerin bir süre güç kullanarak dünyayı dizayn edebileceğini fakat hiçbir zulmün sonsuza dek sürmediğini göstermiştir. Firavunların, Nemrutların, imparatorlukların akıbeti hep aynıdır: Çöküş! Bugün Gazze’de yaşanan zulüm, sadece bölgesel bir savaş değil; insanlığın varlık nedeni olan adalet, merhamet ve vicdan değerlerinin çöküşüdür.

Bu kadar kötülük, bu kadar sessizlik ve bu kadar ihanet karşısında insan aklı ister istemez şunu soruyor: Allah tarihe yeniden müdahale edecek mi? Nuh Tûfânı sadece bir kavmin azgınlığını değil, bütün insanlığın çürümesini yargılamıştı. Bugün Gazze’nin gölgesinde gördüğümüz manzara da aynı soruyu yükseltiyor: İnsanlığın bu hâli, tûfânı hak etmedi mi?

Allah’ın adalet terazisi, tarih boyunca bozulduğunda mutlaka yeniden kurulmuştur ve çoğu zaman bu yeniden kuruluş, tûfân gibi sarsıcı bir müdahale ile gerçekleşmiştir. Tabiidir ki zulmün bu kadar artması, sessizliğin bu kadar derinleşmesi, iş birliğinin bu kadar yaygınlaşması, teslimiyetçiliğin bu kadar ayyuka çıkması, sadece dünyevi bir mesele değildir; ilahi adaletin çağrıldığı bir noktadır.

Gazze bugün sadece bir şehir değil; insanlığın kalbinin attığı son yerlerden biridir. O kalp sustuğunda insanlık da ölecektir. Eğer bu vahşet karşısında insanlar susmaya devam ederse, Allah’ın tarihe yeniden müdahalesi kaçınılmaz olacaktır.
Belki bu müdahale Nuh Tûfânı gibi sularla gelmeyecek, belki de bir tûfân misali toplumsal, siyasi ve ekonomik çöküşlerle tezahür edecektir. Her şeye rağmen kesin olan şudur ki zulüm, bâkî kalmayacak, bir kısım insanlığın sessizliği, işbirlikçiliği, teslimiyetçiliği de cezasız kalmayacaktır; hakikati örten âlimlerin ihaneti, tûfânın asıl sebebi olacaktır. Muhakkak ki Allah’ın gazabı; adaleti, hakikati gizleyenleri asla bağışlamaz.

Ey âlimler! Siz ki Allah’ın kitabını bilenler; Hakkı, bâtıldan ayırması gerekenler… Bugün sustuğunuz için zulmün en büyük ortağısınız! Siz sustukça zalimler güçleniyor, mazlumlar kan ağlıyor, Allah’ın dini kirletiliyor. Unutmayın: Bugün hakikati gizleyen diliniz, yarın sizin boğazınızı yakacaktır! Unutmayın: Nuh’un tûfânı gemiye binenleri kurtardı ama siz sessiz kalanlar, işbirlikçi iktidarların çanağını yalayanlar tûfânda boğulacak olanlarsınız.

Tekrar hatırlatıyorum: Gazze sadece bir coğrafya değildir; Allah’ın hepimize gönderdiği bir imtihan çağrısıdır. Bu çağrıya sessiz kalan âlimler, STK’lar ve soykırımı besleyen iktidarların müntesipleri, yazar ve çizerleri, sanatçılar… Bu çağrı karşısında böylece susmaya devam ederseniz tûfân, sizi hiç beklemediğiniz bir yerden, hiç beklemediğiniz bir anda vuracaktır.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x