Connect with us

Yazılar

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Var – Engin Yüksel

Yayınlanma:

-

Çok kabaca bir tanımlama ile kapitalizm; sermaye üzerinden kaynak ve emek sömürüsü üretme, kaynak ve emek sömürüsü üzerinden de servet biriktirme eylemidir. Burjuva adı verilen sınıf sermaye ve servet sahibi niteliği ile proletarya diye bilinen emek ile çalışan kitle arasında gelişen vakıayı açıklar. Adam Smith ve Karl Marks, pratikte çalışan bu işleyişi açıklamış ve taraf olmuşlardır.

Kapitalist gelişim, üretimle açığa çıkan metanın dolaşım serüvenindeki aşamaların geçilmesi ile ilgili bir süreçtir. Ticaret burjuvazisi ile başlayan ve hala devam eden süreçte, son elli yıldır üretim tesisi sahiplerince pazara sokulan perakende ağları da etkili oldu.

Gelişen teknoloji, bir tarafta üretim ve ticaret burjuvazisi diğer tarafta kol gücü ve hizmet emekçilerinden oluşan dengeyi alt üst etti.

İnternet öncesi, yerelde oluşmuş klasik pazarda satılan metanın hikâyesi, onun üretim ve satışını sağlayan tüm dinamikleri kapsıyordu. İnternet sonrası ise yavaş yavaş hikâyenin finali değişmeye başladı. Klasik kapitalizmin, her şeyi belirleyen pazar ve o pazarı koruyan tekel yasaları sallanıyor. Üçüncü güç olarak dağıtım ağları, ilk iki güç üzerinde manipülatif baskı geliştirmeye başladı. Makul bir öngörü ile klasik pazarın ikamesi olarak algılanan dağıtım ağlarının çok yakın gelecekte yerlerini bir ya da iyimser bir tahminle birkaç ağa bırakacağını söyleyebilmek mümkün.

Uluslararası pazara yerel pazarların entegrasyonu, tüm dünya üzerinde meta fiyatlarındaki yaklaşık değerler ve metanın satın alınmasında ortak bir elektronik paranın gerekliliği gibi eşikler de zaten aşılmak üzere. Geriye sadece, böyle bir sistemi destekleyecek ve arkasında duracak siyasi gücün tanımlanması ve insanlarca kabulü kalıyor.

Böyle anlar çoğunlukla yeni çağa ikna olmuşlar ile ikna olmamış mevcut düzenin paydaşları arasında adına çoğunlukla devrim denilen şiddet içerikli bir geçişle aşılsa da yeni tip savaşma biçemini de test edecek nitelikte bir ikna ya da illüzyon süreci yaşanacak görünüyor. Şüphesiz, modern insanı tanımlayan ve inşa eden akademik bilgi bu iknada en önemli silah olacaktır.

Klasik burjuvazi, proletarya ve hizmet emekçilerinin üstünde üçüncü bir güç olarak doğmaya hazırlanan dağıtım ağları; motivasyon ve işleyiş açısından ciddi farklara sahip. Mevcut düzenin aktörlerinden farklı olarak dünyayı meta üzerinden değil insan üzerinden anlamlandırmayı seçmiş görünüyorlar. Klasik Burjuvanın dinmez kar hırsı ve emekçilerin öğrenilmiş çaresizliğine yaslanan yeni düzen, üretim tesislerindeki bütün metayı satın alma ve dağıtma gücüne ulaştı. Mal – depo (çoğunlukla) – pazar ekseni üzerinden işleyen kapitalizmin, bu eksene yönelmeyen bireyi sistem dışına itme refleksini değiştirmek ve herkes için yeterli üretimi yapacak ve satın alınmasını sağlayacak şekilde yeniden yapılandırma yolunda hızla ilerleniyor. Üretimin nasıl, ne şartlarda ve ne kadar yapılacağına karar veren ve klasik pazar ekonomisini, sınırlarını en genişte tanımlayarak yeniden sunan bu dalga gücünü sadece ve sadece metanın el ve yer değiştirmesindeki hızından alıyor.

Bu açıdan Zizek gibi adamlarca yeni düzen bir çeşit komünizm diye tanımlansa da sonucu tanımlayacak olan üretim tesisi sahibi burjuvanın pozisyonudur. Yeni düzende burjuvazi, üretimin gerçekleştirilmesinde bir alt taşeron niteliği ile kendine yer bulabiliyor. Akla hemen ezberden gelen diğer alternatif yani orta sınıfın beyaz yakalı teknokratları ile böylesine büyük ve dinamik bir yapının yürütülmesi olanaksız. Bu açıdan yakın gelecekte yaşanacak süreç neokapitalizm adı verilen aşamadan ayrılır ve postkapitalizm olarak tanımlanması da tartışmaya açıktır. Ticaret ve üretim burjuvazisinin üretimini arttırırken kârlılığını düşüren, emekçilerin ise artacak üretimden daha çok pay almasını sağlayacak karar vericilerin, yeni tip kapitalizm ve bunu korumak adına yeni tip faşizmi yeniden üretmede hangi ad ile anılacaklarının çok da bir önemi yoktur. Burada önemli olan dünyanın bir başka ucundaki metayı talep eden doymak bilmez açgözlülüğün nasıl dindirileceğidir!

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Varlık ve Vâroluş İlkesi: “Mülk Allah’ındır!” – Kadir Canatan

Yayınlanma:

-

“Mülk Allah’ındır!” ifadesi, ilk bakışta yalnızca bir mülkiyet cümlesi gibi görünür oysa varlık felsefesinin ve vâroluş felsefesinin en derin sorularına temas eden yoğun bir metafizik göndermedir. Bu cümlede mülk, sadece eşya ve servet demek değildir; tüm vâr olanlar, tüm imkânlar, tüm süreçler hatta varlık sahnesinin kendisi anlamına gelir. Dolayısıyla bu ifade hem varlığın kaynağına hem de insanın o varlık içindeki konumuna dair kapsamlı bir çerçeve sunar.

Varlık felsefesi açısından bakıldığında cümle, vâr olanların ontolojik statüsünü belirleyen bir ilkedir çünkü “mülk”; bir şeyin kime ait olduğunu söylerken o şeyin vâr oluş tarzını da belirler. Eğer tüm mülk Allah’a aitse, o hâlde vâr olan her şey kendi başına “sahip” değil, “emanet”tir; kendi başına “kâim” değil, “kıyamı başkasına bağlı”dır. Bu, İbn Arabî’nin varlık anlayışında olduğu gibi, eşyayı “gölge varlıklar” şeklinde konumlandırır: Hakikî varlık ancak Hak’tır, diğer her şey O’nun isimlerinin zuhurudur. Böyle bir çerçevede mülkün Allah’a ait olması, varlığın birliğini ve mutlak kaynağını ifade eder; hiçbir şey kendisini varlıkta temellendiremez, her şey ontolojik açıdan türetilmiş, ödünç verilmiş bir varoluşla durur. Bu yüzden bu cümle hem tevhid ilkesini bir varlık metafiziği olarak kurar hem de insanın varlığa bakışındaki yanılgılarını düzeltir: İnsan; sahip olduğuna inandığı şeylerin gerçek sahibi değildir çünkü vâr olan her şey, varlığını sürdürebilmek için mutlak kaynağa dayanır.

Vâroluş felsefesi açısından ise ifade; insanın kendi konumunu, özgürlüğünü ve sorumluluğunu yeniden düşünmeye çağırır. İnsan çoğu zaman kendisini “sahip olan özne” olarak görür; mülk, güç, konum ve kimlik üzerinden kendisine bir benlik alanı kurar. Oysa “Mülk Allah’ındır!” cümlesi, insanın vâroluşunu radikal biçimde tersine çevirir: İnsan sahip olan değil, verilenle yaşayan bir varlıktır; kurucu özne değil, kurulan bir sahnenin içinde konumlanan bir misafirdir. Bu misafirlik; insan özgürlüğünü ortadan kaldırmaz aksine özgürlüğü, bir sorumluluk zemini üzerine yerleştirir. Vâroluşun sahibi insan değildir fakat insanın o mülk alanı içindeki seçimleri yine de anlam taşır. Böylece vâroluş, “kendine mâlik olma” fikriyle değil, “kendine verilen alanı anlamlandırma” fikriyle kurulur.

Bu cümle aynı zamanda insanın benlik yanılsamasına karşı bir eleştiri niteliği taşır. Mülkiyet iddiası, insanın egosunu genişleten, dünyayı kendi merkezine doğru çeken bir vâroluş tarzı üretir. Oysa mülkün Allah’a ait olduğunu kabul etmek, insan benliğini aşkın bir kaynağa bağlayarak onu hem hafifleten hem de sorumluluk altına sokan bir bilinç düzeyini mümkün kılar. Bu açıdan söz, bir ontolojik tevazu öğretir: İnsan, sahip olduğu şeylerle değil, onlara nasıl davrandığıyla tanımlanır; mülkün değil, emanetin muhafızıdır!

Bu ifade, vâroluşçuluğun “insanın kendini yaratma” iddiasıyla yüzleştiğinde de farklı bir anlam kazanır. Modern vâroluşçuluk çoğu kez insanı, kendi değerlerinin mutlak belirleyicisi olarak düşünür ancak “Mülk Allah’ındır!” cümlesi, insanın kendi varlığının kaynak ve ölçü olmadığını hatırlatır. Değer, anlam ve yön tayini, insanın kendi kendine kurduğu bir mutlaklık değil, aşkın bir mülkiyet alanıyla ilişki içinde şekillenen bir sorumluluk düzlemidir. Böylece insanın vâroluşu, keyfî bir özgürlüğün değil de karşılığında hesap verilen bir özgürlüğün içinden okunur.

Sonuçta bu söz, üç düzeyden oluşan bir bütünlük sunar. Ontolojik düzeyde varlığın kaynağını ve birliğini, epistemik düzeyde insanın bilme ve anlamlandırma sınırlarını, etik düzeyde ise mülk karşısında insanın sorumluluğunu belirler. Sahip olmak yerine emanet bilinciyle yaşamak, gücü merkezîleştirmek yerine adaletle kullanmak, benliği genişletmek yerine aşkın bir hakikate bağlanmak gibi sonuçlar bu cümlenin doğal açılımlarıdır. Dolayısıyla “Mülk Allah’ındır!” sözü hem varlık anlayışını düzenleyen bir ilke hem de insanın kendi vâroluşunu yeniden kurmasını sağlayan derin bir çağrıdır.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gökten Zembille İnmedi: Paşanın Kellesinden İşçinin Saatine Hak Arayışı – Abdülkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

İnsan hakları dediğimiz havalı kavramı bugün anayasaların sayfaları arasında uyuklayan soğuk maddelerden ibaret sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu haklar ne gökten zembille indi ne de bir sabah uyandığımızda başucumuzdaydı. Spartaküs’ün Roma’ya kafa tutuşundan 19. yüzyılın isli fabrikalarında 8 saatlik mesai için direnen işçilere kadar uzanan; kanla, terle ve mürekkeple yazılmış bir nehrin hikayesidir bu.

Tarihin derinliklerine indiğimizde karşımıza çıkan tablo nettir: İnsanlık tarihi, aslında bir hak ve özgürlük arayışının tarihidir ancak bu arayış, dünyanın her yerinde aynı yankıyı bulmadı. Batı’da halkın “söke söke aldığı” haklar ile bizim coğrafyamızda devletin “lütfedip verdiği” haklar arasında dağlar kadar fark vardı.

Batı Cephesi: “Kral da olsan sınırsız değilsin!”

Hikâyenin Batı yakasında işler “alttan yukarıya” doğru karıştı. Orta Çağ’ın o zifiri karanlığında, İngiltere’de bir kıvılcım çaktı. 1215 tarihli Magna Carta, belki de ilk kez bir Kral’a “Dur bakalım, yetkilerin sonsuz değil!” diyerek feodal beylerin şahsında keyfî tutuklamalara set çekti.

Bu kıvılcım zamanla bir yangına dönüştü. John Locke gibi düşünürler çıkıp, “Haklar devletin koyduğu yasalarla var olmaz; insan, doğduğu an özgürlük ve mülkiyet hakkıyla doğar, devlet sadece bunları korumakla yükümlüdür!” diye haykırdı. 1789 Fransız Devrimi ise “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganıyla bu ateşi tüm dünyaya yaydı. Artık haklar, sadece İngiliz soylusunun değil, tüm insanlığın “vazgeçilmez” kalkanıydı.

Doğu Cephesi: “Devletin gölgesinde nefes almak”

Peki ya bizde? Osmanlı semalarında rüzgâr bambaşka esiyordu. Osmanlı’da ve klasik İslam hukukunda haklar, Batı’daki gibi bireyin doğuştan getirdiği bir kalkan değil, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi sayılan devletin, düzen bozulmasın diye kişiye tanıdığı “ayrıcalıklar” bütünüydü.

Bir kere şunu kabul edelim: Osmanlı pratiğinde “eşitlik” yoktu, “adalet” vardı. Toplum, millet sistemiyle bölünmüştü; Müslüman ve Gayrimüslim ayrı hukuklara tabiiydi. Daha da çarpıcısı, zengin bir Paşa olmanız bile sizi kurtarmaya yetmezdi. “Müsadere” denilen uygulama, Demokles’in kılıcı gibi tepenizde sallanır, devlet bir sabah tüm mal varlığınıza el koyabilirdi.

Can güvenliği mi? Evet, İslam hukukunda can kutsaldır ancak işin ucunda “Nizâm-ı Âlem” (Düzenin bekası) varsa akan sular dururdu. Devletin bekası için kundaktaki şehzadenin “kardeş katline” kurban gitmesi veya sadrazamların “siyaseten katl” ile idamı, hukukun sınırlarını zorlayan ama devletin yaşamasını sağlayan pragmatik yöntemlerdi. Bir çocuğu ailesinden koparıp devşirme yapmak ise her ne kadar bir sınıf atlama aracı gibi dursa da aslında kişi özgürlüğüne tamamen ters bir uygulamaydı.

Rüzgârın yönü değişiyor: Tanzimat ve sonrası

19. yüzyıla gelindiğinde Batı’dan esen o sert “hak ve özgürlük” rüzgârları, Osmanlı’nın ahşap kapılarını zorlamaya başladı. Batı’da halkın zorlamasıyla gelişen süreç, bizde devletin bekasını sağlamak isteyen yöneticilerin “yukarıdan aşağıya” sunduğu reçetelere dönüştü.

1839 Tanzimat Fermanı bir dönüm noktasıydı. Padişah ilk kez kendi ağzıyla “Yargılamadan asmayacağım, kimsenin malına el koymayacağım.” diyerek kendi yetkilerini sınırladı. Artık tebaa, “kul” olmaktan çıkıp “vatandaş” olmaya doğru, sancılı da olsa bir adım atıyordu. Bunu, gayrimüslimlere “Artık gâvura “gavur” denmeyecek!” noktasına varan bir eşitlik vaadi sunan Islahat Fermanı izledi.

1876’da ilk anayasamız Kanûn-i Esasî ile tanıştık. Haklar kâğıda dökülmüştü dökülmesine ama o meşhur 113. madde yok mu? Padişaha “güvenliği tehdit edenleri” sürgüne gönderme yetkisi vererek bir elle verilen hakkı diğer elle geri alıyordu.

Birinci kuşaktan üçüncü kuşağa: Bitmeyen bir nehir

İnsan hakları tarihi, durağan bir göl değil, gürül gürül akan bir nehir gibidir. Başlangıçta sadece “Devlet bana dokunmasın, yaşama ve mülkiyetime karışmasın!” diyen birinci kuşak haklar vardı. Sanayi Devrimi ile ezilen işçiler, “Gölge etmemen yetmez, bana eğitim ver, sağlık ver, iş ver!” diyerek ikinci kuşak hakları (sosyal hakları) doğurdu. Bugün ise çevre felaketleri ve nükleer tehditler karşısında “Barış içinde ve temiz bir çevrede yaşayalım!” diyen üçüncü kuşak dayanışma haklarını konuşuyoruz.

Sonuç olarak;

İster Batı’nın kanlı devrimleriyle kazanılsın ister Osmanlı’nın “arzuhâl” kapılarıyla ve fermanlarıyla lütfedilsin; insan hakları mücadelesi bitmiş değildir. İki dünya savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi kurumlar bu nehri uluslararası bir yatağa oturtmuştur. Ancak unutmayın, bu haklar kâğıt üzerindeki imzalardan ibaret değildir; toplumların ortak bilinci ve samimi mücadelesi sürdükçe o nehir akmaya devam edecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

BM Güvenlik Konseyi Kararına Karşı Beyazıt Meydanından Yükselen Tarihî Cevap

Yayınlanma:

-

BM Güvenlik Konseyinin ABD başkanı Trump’ın Gazze plânını onaylaması, egemen dünya düzeninin ve İsrail’in tarihî rolünün ne manaya geldiği hususunda son derece açıklayıcı bir hamle olarak kayıtlara geçmiştir.

Sabit “beşli çete” ve onlara, dönemsel değişimlerle eklemlenen 10 üye ile egemen dünya düzeninin kirli işlerini plân ve onaylama makamı olan BM Güvenlik Konseyi, “Dünya beşten büyüktür!” propagandasının da hamasetten öte bir şey olmadığını bir kez daha göstermiştir. Şarm’uş-Şeyh’teki Trump şarlatanlığının şovuna koşa koşa gidenlerin yukarıdaki propagatif söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz oldukları yine kanıtlanmıştır.

Filistin’i vaktiyle Siyonist şebekeye peşkeş çeken BM, şimdi de Gazze’yi egemen dünya düzeninin inisiyatifine terk ediyor. Yirminci yüzyılın başındaki allı pullu “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” söylemleriyle arz-ı endâm eden egemenler, emperyalizmin Batı Asya’ya, İslam dünyasına açılan kapısını tutmak[1] söz konusu olunca birinci elden operasyon çekiyorlar. Bu tutum elbette egemen aktörlerce ihdas edilen BM’nin karakterine de son derece uygundur, onun kuruluş amacına yakışmıştır!

İslam dünyasındaki diğer pek çok işbirlikçi rejimin yanı sıra Türkiye de Trump şarlatanlığının ortağı olarak bu plânın arkasında duruyor. Artık bunlardan bahsetmek lüzûmsuzlaşsa da dindarlığın mukaddesatçı kanadından gelen iktidara dahil olan İslamcı çevrelerin bitmek tükenmek bilmeyen aşınma sürecine eklenen yeni bir halkayla karşı karşıya olduğumuzu da belirtmeden duramayacağım.

Bu bahiste, 1990’lı yıllarda İstanbul Üniversitesinde öğrenci iken Beyazıt eylemlerimizi hatırlamadan edemiyorum. Tematik olarak Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Cezayir’e, oradan pek çok İslam coğrafyasına uzanan ve binlerce Müslümanın katılımıyla gerçekleşen eylemlerde atılan keskin sloganlardan biri de “Birleşmiş Milletler Terör Örgütü!” idi. (Bu bahsi, o yılları anlattığım kitabımda işlemeye gayret etmiştim.[2]) Bu slogan, dillendirenlerinin bilinç durumlarının düzeyini ve siyasi tavırlarını ifade etmesi bakımından dikkate değerdir. Ayrıca şuna da dikkat çekmeliyim: Küresel işgal ve katliamlara karşı tertip edilen bu eylemler, işbirlikçi yerel rejime yönelen diğer başka keskin sloganlarla devam ederdi.

Beyazıt meydanında yankılanan bu siyasal-akîdevî bilinç, net bir ilkeselliğe yaslanırken hemen hemen aynı sosyolojinin devşirilerek yine aynı küresel düzenin zulümlerine rıza ya da en azından sükût sûretinde onay makamı kılındığı pekâlâ söylenebilir. İslam coğrafyalarındaki bir kısım siyasal iradenin işbirlikçilik ve ihanet zincirine halka eklemek iştiyakındaki baskın utancın eşi benzeri maalesef kolay kolay bulunamaz!

BM’nin egemen dünya düzeni bahsindeki rolü, onu çekip çeviren baş aktörlerin niyet ve icraatları açıktır, değişmez. Birtakım ayartmalarla o işleyişe dahil olanların ezilen halkların, özgürleşmeye çalışan mazlum ve mustazaf coğrafyaların layıkıyla yanlarında durmaları söz konusu bile edilemez. Gazze’yi imha etmeye ayarlı soykırım savaşı, emperyalist-Siyonist kuşatmaya peşinen itiraz eden Aksâ Tûfânı’nın arkasında yatan temel gerekçenin anlaşılmasını kısmen engellemiş olabilir. Filistin; emperyalizmin “koçbaşısı” olarak vâr ettiği İsrail sûretinde İslam halkları yoğunluklu Batı Asya’ya geçmek durumunda olduğu “kapı” ise Direniş, o kapıyı, o geçidi tutma sorumluluğu ile hareket etmiştir/etmektedir. Bir halk, bir asrı geçkin bu tarihsel misyon için bedel ödedi. Emperyalistlerin son enerji hatları projelerinin Gazze’ye ulaşıp Akdeniz’de vanalanma arzuları, Filistin’in tümden yıkımı ile İslam coğrafyasının mutlak talanını hedeflediği için son ve büyük bir hurûç “Aksâ Tûfânı” ismiyle tarih sahnesinde şaşılası bir bedenlenme olarak sahneye çıktı.

Köleliğe çektiği kılıcı, isyan sancağını korkusuzca yükselten Direniş, belki yanında bulmayı ümit ettiklerini Şarm’uş-Şeyh’te şarlatanlık halkasında sıralanmışlar olarak bir kez daha gördü ama çok şükür ki mutlak zaferin Allah katında ve nihâî olarak âhirette olduğuna herkesten çok iman etmiş bir itminana sahiptir.

Trump tarafından sunularak BM Güvenlik Konseyinde oylamaya çıkarılan sözüm ona “barış” plânı, direnenlere verilmek istenen bir köleleştirme tehdidi olarak okunmalıdır. “İki devletli çözüm” tuzağını alenen dillendirerek Direniş’i uzun vadede mahkûm edecek işbirlikçi rejimlerin desteği, kuşatmanın “olmazsa olmaz” lojistiği olarak hizmet görmüştür/görmektedir.

Çin ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyindeki oylamada “çekimser” kalmaları, öteden beri kavramsallaştırmaya gayret ettiğimiz “egemen dünya düzeni”nin neliğine dâir güçlü bir açıklayıcılık taşımaktadır. Egemen dünya düzeni bir ve bütündür. Kendi aralarındaki çekişmeler, tabiri caizse ancak “aile içi bir kavga” olabilir. Bütün bunların paralelinde seyreden Ukrayna savaşı dolayımındaki diplomatik gelişmeler, savımızı desteklemektedir. Ukrayna’da kurulan savaş sahnesi, yüz binlerin canını hiçe sayan devasa bir tatbikattan öteye gitmemektedir. Irak ve Afganistan işgalleri de pek çok yönleri itibariyle öyleydi. Devlet-sermaye ortaklıklarının bu tatbikatlarda bir yandan kazanç bir yandan da mazlum halklara dönük tehdit fırsatları kendini şüpheye yer bırakmayacak bir açıklıkla göstermektedir.

Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu hakikati tekrar edelim: Egemen dünya düzeninin bütün kritik meselelerde yekpâre bir blok olduğu/olacağı, Filistin’le ilgili son BM kararı ve Ukrayna ile ilgili son tutum ve dayatmalarla bir kez daha anlaşılmış olmalıdır. Söz konusu bu egemen unsurlar arasındaki birtakım çekişmelere bel bağlamak ise hayal kırıklığı ve zilletten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Son yıllarda Suriye-Filistin-Lübnan merkezli Batı Asya cehennemi esasen vurgulamak istediğim hakikatin kanıtı olarak yeter. Rusya’ya bel bağlamak, Çin’den medet ummak, ABD saflarına geçerek iktidar bileti almak gibi tercihler alenen mahkûm edilmelidir.

Dünya hayatının bir imtihan olduğu bilincinden uzaklaşmamak mü’minler için esas alınmalı ve Ashâb-ı Uhdud örnekliği iyi okunarak lâyıkıyla anlaşılmalıdır. Bu dünyadaki kayıp ya da kazançlar mutlak değildir. Mutlak kazanç ve zafer de mutlak kayıp ve yenilgi de Allah katındadır. Dünya hayatını merkeze alıp neye mâl olursa olsun kazanmaya odaklanmak ve bu yolda problemli münasebetlere girişmek, büyük tahribat ve kayıplara sebebiyet verecek asıl hata ve zaafiyet olacaktır.

Dipnotlar:

[1] Ateşkes ve Garantörlük Sahte; İşgal, Katliam ve Ticaret Gerçek!

“Emperyalizm; Filistin’i, İslam dünyasını tahakküm altında tutup sömürebilmek için bir kapı, bir geçit, bir üs olarak görüyor. Bu kapı, bu üs sağlama alınırsa bütün bir Batı Asya’yı, bütün İslam halklarını kendisine boyun eğdirebileceğine inanıyor.”

https://www.tokad.org/2025/10/30/ateskes-ve-garantorluk-sahte-isgal-katliam-ve-ticaret-gercek/

[2] İlim Yayma’nın Penceresi; Ahmet Örs, Okur Kitaplığı

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x