Connect with us

Yazılar

Almanya’daki Seçimler Mülteciler İçin Ne Anlama Geliyor? – Amy Dunne

Yayınlanma:

-

Yeni seçilen lider, katı sınırlara geri dönüş de dahil olmak üzere göç yasasının dramatik bir şekilde sıkılaştırılacağı sözünü verdi.

Almanya’da geçtiğimiz hafta yapılan seçimleri muhafazakârların ve aşırı sağcıların kazanması, ülkedeki göçmen ve mültecilerin geleceği konusunda belirsizlik yarattı.

Muhafazakar Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve tarihi kazanımlar elde ederek ikinci sıraya yerleşen göçmen karşıtı Almanya için Alternatif (AfD), kampanyalarını göç ve iltica politikası üzerine yoğunlaştırmıştı.

Partisinin sınır güvenliği ve göçmenler konusunda daha sert bir tutum benimsemesine öncülük eden CDU lideri ve müstakbel başbakan Friedrich Merz, göçmen kökenli şüpheliler tarafından gerçekleştirilen bir dizi ölümcül saldırının ardından Almanya’nın göç yasasını dramatik bir şekilde sıkılaştırma sözü verdi.

AfD ile hükümet kurmama sözü veren Merz, aşırı sağcı partinin yükselen gücünü durdurmanın tek yolunun demokratik merkezin katı sınırlara geri dönüş de dahil olmak üzere kendi sert tedbirlerini önermesi olduğunu savundu.

Bu arada, kendisini göçmen karşıtı sağa karşı bir denge unsuru olarak konumlandıran sol parti Die Linke, sosyal adalet ve göçmen haklarına odaklanan bir kampanya ile genç seçmenlere hitap etmesi sayesinde 64 sandalye kazanarak beklentileri aştı.

Yeniden seçilen Die Linke milletvekili Clara Bunger, Merz’in seçim söylemini istismarcı olarak değerlendirdi ve onu performatif siyaset yapmakla suçladı.

“Sınırların kapatılması, insanların geri itilmesi ve gözaltı merkezlerinin genişletilmesi Almanya’da hiç kimseyi daha güvenli hâle getirmeyecektir. Bu önlemler zaten savunmasız durumda olanların acılarını daha da derinleştirecektir.” dedi.

“Gerçekten ihtiyacımız olan şey bunun tam tersi: güvenli yollar, gelenlere insani ve adil muamele ve iş, sağlık ve sosyal hizmetlere tam erişim. Almanya’ya sığınmak isteyenleri dışlamak yerine onları güçlendirmemiz gerekiyor.”

Mouatasem Alrifai gibi Almanya’da yaşayan diğer bazı kişiler ise partilerin seçim sürecinde benimsediği ve giderek sertleşen göçmen karşıtı tutumun bu hareketi daha da büyüteceğinden endişe ediyor.

Bir insan hakları aktivisti ve Tamkeen Hareketi’nin kurucularından olan Alrifai, Nürnberg Belediye Meclisi’nin uyum ve göçten sorumlu seçilmiş bir üyesi ve Almanya’ya ilk olarak Suriyeli bir mülteci olarak yerleşmiş.

Alrifai, Alman siyasi partilerinin sosyal politikalar yerine “ırkçı ve popülist söylemleri” benimsediğine inanıyor.

“Bu partilerin çoğu ilkelerine ihanet etti. Birkaç yıl önce aşırı sağcı AfD’nin ırkçı ve popülist tutumlarını eleştiren aynı partiler şimdi benzer tutumları benimsiyor” dedi.

“Bu onların popülaritesini arttırmayacak, aksine aşırı sağın yükselişini körükleyecektir çünkü insanlar her zaman orijinal olanı tercih eder. Bu partiler Almanya’yı uçuruma sürüklüyor.”

Schengen’den bir mola

Ocak ayı sonunda bağlayıcı olmayan bir kararla Alman Parlamentosu, Merz tarafından önerilen ve AB hukuku kapsamında ulusal acil durum ilan edilmesini ve katı sınırlara geri dönülerek sığınmacıların çoğuna kapatılmasını içeren beş maddelik bir göç plânını kabul etti.

Plân, ayrıca daha sıkı sınır dışı etme kuralları, Almanya’ya göç etmek isteyen belgesiz kişilere giriş yasağı ve AB çapında reform talebini de içeriyor.

Sert sınırlar, şu anda açık sınır politikasını sürdüren Schengen kurallarından uzaklaşmanın sinyalini verecektir. Ulusal acil durumlar ya da Covid-19 salgını gibi olaylar dışında kapalı sınırlar genel olarak kurallara aykırı kabul ediliyor.

Beş maddelik plân, sığınma talebinde bulunan insanların eski ordu kışlalarına kapatılmasını ve tehlikeli ve çalkantılı ülkelere “günlük” sınır dışı edilmelerini öngörüyor.

Merz, ayrıca AB’nin iltica yasalarında reform yapması için lobi yapma sözü verdi. (Son Avrupa seçimlerinde aşırı sağcı milletvekillerinin sayısında artış görüldü.) Bazı üye devletler daha önce mevcut göç kurallarının verimsiz olduğundan şikâyet etmişti; bu durum, kapsamlı reformların fitilini ateşleyebilir.

Alrifai göçmenlik konusundaki sert söylemlerin sonuçlarından korkuyor.

“Benim gibi insanlar burada yeni bir hayat kurdular ve insan haklarını savundukları için karşılaştıkları ırkçılık ve baskıya rağmen bu hayatı terk edemezler.” dedi.

“Örneğin ben burada okudum ve çalıştım, ailem ve arkadaşlarımın çoğu burada yaşıyor, dolayısıyla sınır dışı edilmek acı verici bir deneyim olacaktır; belki de Suriye’den sürülmek kadar travmatik!”

Eski başkan Beşar Esad’ın devrilmesinin ardından Suriye’nin güvenli ülke olarak sınıflandırılması hâlinde vatandaşlığa geçme başvurusunun reddedilmesinden korkuyor.

“Açıkçası bu deneyimi tekrar yaşamaya hazır değilim. Bu benim ya da herhangi bir insanın katlanabileceğinin ötesinde bir şey. Bu bir suçtur!” dedi Alrifai.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Orta Doğu ve Kuzey Afrika Program Yöneticisi Kelly Petillo, Merz’in plânının kabul edilmesi halinde Avrupa’daki dinamiğin değişeceğini söylüyor.

MEE’ye konuşan Petillo, “Bence bu beş maddelik plân eğer kabul edilirse Avrupa’daki dinamiği de etkileyecektir; geçen yılki seçimlerin ardından AB siyasetinin şu anda bulunduğu nokta göz önüne alındığında daha çok siyasi cephede…” dedi.

“Ancak uygulama açısından, plân muhtemelen uygulanmayacak çünkü AB yasalarını ihlal ediyor ve Avrupa ülkeleri işbirliği yapmayacaklarını söylediler.”

Önümüzdeki zorluklar

CDU liderliğindeki yeni hükümet, önerdiği sert göç politikalarını uygulamakta yasal engellerle karşılaşabilir.

AB yasalarına göre mülteciler geldikleri ülkede işleme tâbi tutulmak zorunda, bu da Merz’in önerdiği ölçekte sınır dışı edilmelerini zorlaştırıyor. Avusturya daha şimdiden Almanya’nın sınır dışı ettiği göçmenleri almayı reddedeceğini açıkladı.

“Ulusal acil durum” ilanının Avrupa Birliği’ni tatmin edecek şekilde gerekçelendirilmesi gerekecek, aksi takdirde önerilen sınır kontrolleri yasadışı sayılacak.

Şubat ayında sivil kurtarma örgütü Sea-Watch, Avrupa Adalet Divanı’nın daha önce Macaristan aleyhine verdiği bir karara dayanarak Almanya’yı Avrupa Komisyonu’na şikayet edeceğini duyurmuştu.

“Bu kontroller devlet tarafından organize edilmiş bir hukuk ihlalidir. Orantısızdır ve insan haklarına aykırıdır,” diyen Sea-Watch sözcüsü Oliver Kulikowski sözlerini şöyle sürdürdü “Daha fazla güvenlik sağlamıyor, aksine insanları yasadışılığa itiyor ve onları daha tehlikeli rotalara zorluyor.”

Merz’in beş maddelik planının uygulanabilir olup olmayacağını zaman gösterecek. Henüz bir koalisyon hükümeti kurulmadı ve göçü CDU’nun önerdiği kadar sert bir şekilde bastırmaya niyetli herhangi bir yeni hükümet önemli engellerle karşılaşabilir.

Bu arada bir Alman hükümeti, hayat pahalılığı krizine saplanmış bir nüfus, umutsuzca yatırıma ihtiyaç duyan bir altyapı ve bu gerçekliği Almanya’nın cezalandırıcı mali kurallarıyla uzlaştırmak gibi imkânsız bir görevle karşı karşıya.

Kaynak: middleeasteye.net

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x