Yazılar
2021 Toprak Günü: İsrail’in Toprak Hırsızlığı Hız Kesmeden Devam Ediyor – Dr. Emad Moussa

Yayınlanma:
2 sene önce-

Filistin takvimi, kimlik ve kendi kaderini tayin arayışını, onur ve temel insan hakları için mücadeleleri temsil eden anma günleriyle dolu.
Bu yıl, İsrail hükümetinin Celile merkezindeki birkaç köyde Filistinli sahiplerine ait yaklaşık 5.000 dönümlük araziye el koyma niyetini açıkladığı 30 Mart 1976’yı hatırlatan Toprak Gününün 45. yıldönümünü anıyoruz.
Arazi hırsızlığına karşı protesto kısa sürede göstericiler ile köylere giren ve evlere baskın yapan İsrail Sınır Polisi arasında şiddetli çatışmalara dönüştü. Günün sonunda altı Filistinli öldü ve 70 kişi yaralandı.
Kırk beş yıl sonra İsrail’in toprak hırsızlığı hız kesmeden devam ediyor. Yerleşimler genişliyor; askeri, güvenlik veya endüstriyel amaçlarla arazi müsadereleri artıyor ve özellikle tedirgin edici olan, başkenti Kudüs olacak bir Filistin devletinin özlemini çeken Filistin halkından çalmaya yönelik tedbirler hızlanıyor.
1976, her yerde Filistinliler tarafından anılsa da, İsrail içindeki Filistinli azınlık için Toprak Gününün özel bir anlamı var. Filistinli kimlikleri uğruna mücadele ile kuruluşta söz sahibi olmadıkları bir eyaletteki vatandaşlar olarak konumları arasında bir araf devletinde sıkışıp kalmış bir topluluk olarak statülerinin bir hatırlatıcısı olarak hizmet ediyor.
1948 Nakba’dan sonraki 17 yıl boyunca, bu Filistinliler sıkıyönetimle yönetilen kuşatma altındaki bir topluluktu. 1948 hafızası ve sürgündeki aile üyeleri, komşular ve tüm topluluklara duyulan özlem yalnızca özel alanı işgal etti.
Ve bu yüzden Toprak Günü, İsrail’in Filistinli azınlığı için merkezi bir hafızadır, sadece İsrail devletine karşı ilk fiziksel isyanı işaret ettiği için değil, aynı zamanda askeri yönetimin kaldırılmasını izleyen “Arap İsrail vatandaşlığı” yanılsamasını paramparça eden gün olduğu için 1966’da… Bu nedenle,İsrail’in tepkisinden korkan Filistinliler, sembolizmi güvenli bir teslimat aracı olarak kullanarak şiir, roman ve resimlerde kimliklerini öne sürdüler. Halka açık mitingler, protestolar veya siyasi faaliyetler son derece kısıtlandı. Filistinlilerden Filistin’i unutmaları ve yeni kurulan Yahudi devletine sadık “Araplar” olarak yeni bir kimliği kabul etmeleri bekleniyordu.
Bu, İsrail’deki Filistinlilerin İsrailli yetkililer tarafından gerçekleştirilen ilk ve son katliam değildi. Yirmi yıl önce Ekim 1956’da İsrail ordusu Kufr Qassem köyünde bir katliam gerçekleştirerek 47 köylüyü öldürdü. Aradaki fark, Kufr Kassem’de Filistinlilerin pasif kurbanlar olmasıdır. Toprak Günü’nde ise hakları için ayağa kalktılar ve İsrail devletine meydan okudular.toprağı yeniden mücadelenin ön saflarına taşıdı.
Bu anlamda İsrail’deki Filistinliler, diğer her yerdeki kardeşlerinden çok da farklı değillerdi; hepsi direniş erlerine dönüşmeye başladı.
Nakba’yı takip eden yaklaşık on yıl kafa karıştırıcıydı. Büyükanne ve büyükbabalarımız tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ve bir gecede kendi topraklarında “davetsiz misafirlere” ya da dünyanın dört bir yanına dağılmış mültecilere dönüştüler.
Bu ezici bir aşağılanma duygusuydu. Kurtuluş için uzun süre beklemek, hiç gelmeyen Filistinli Godot için ağırlaştı, bütün bir Nakba nesli bir tür kasıtlı amnezi benimsedi. Filistin’i unutmuş olmak anlamında değil, daha çok ezici, kafa karıştırıcı kayıp duygularıyla başa çıkmak için uyarlanabilir bir strateji…
Gazze ve Batı Şeria’daki diaspora Filistinliler ve Filistinliler için pasif kurbanlıktan çıkış yolu silahlı direniş ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurulması şeklinde geldi. İsrail içindeki Filistinliler için, kayıp hafızasını fiziksel bir direniş eylemine dönüştüren Toprak Günü idi. Aslında Toprak Günü (Land Day), kolektif Filistin hafızası kavramını ve coğrafyadan bağımsız olarak paylaşılan kaderi yeniden vurguladı.
İsrail’in başlangıcından kısa bir süre önce, nüfusun üçte birini oluşturan Yahudi göçmenlerin nüfusun yüzde yedisinden daha azına “sahip olduğu” dönemin tam tersine, şu anda tarihi Filistin’in yalnızca yüzde 15’inde Filistinlilerin yaşadığını veya sahiplendiğini düşünmek acı verici!
Bugün, İsrail içindeki Filistinliler topraklarına, kullanımın reddi gibi daha az doğrudan yöntemlerle ya da karmaşık yasal prosedürlerle el konulduğunu görmeye devam ediyor. İnşaat izinleri sınırlıdır ve doğal nüfus artışına bağlı olarak coğrafi genişleme sınırlandırılmıştır. Negev’de, Filistin Bedevi topluluğuna mensup konutlarının yıkım neredeyse haftalık olağan olaylar.
Bugünlerde, pek fazla Filistinli görmeden Tel Aviv’den Batı Şeria’nın derinliklerindeki Ölü Deniz’e gidebilirsiniz. Bölgedeki çoğunluk olmamıza rağmen, sistematik olarak “mevcut olmayanlara” dönüştürüldük, yerleşimlerle, yalnızca İsraillilere özel yollarla ve güvenlik/askeri bölgelerle çevrili ve ayrılmış küçük yerleşim yerlerine hapsedildik. İronik bir şekilde, bu tür “sahadaki gerçekler”, işgali acemi gözüne neredeyse görünmez kılıyor.
Bu yıl özellikle rahatsız edici olan, Kudüs’ü Filistinli nüfustan arındırmak için alınan önlemlerde tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaşıldı. 1967’den beri, ne İsrail vatandaşı ne de İsrail’deki akranları ile Batı Şeria ve Gazze’deki akranları ile benzer yasal statüye sahip Filistinliler olarak güvencesiz bir hukuk sistemi altında yaşadılar.
Bunun yerine, onları ayrılmaya zorlamaya yönelik yasal ve politik engellerle yükümlüdürler. Ağır vergilendirmeye ek olarak, belediyeden inşaat izinleri talep ediyorlar, ancak bu izinler neredeyse hiçbir zaman verilmiyor ve bu da onları “yasadışı” olarak evlerini inşa etmeye zorluyor. Bu kaçınılmaz olarak evlerinin İsrail devleti buldozerlerinin avına düşmesine neden oluyor. Ayrıca, evlerinin İncil haklarını talep edecek veya sahte arazi tapuları kullanacak olan Yahudi yerleşimciler tarafından işgal edilmesi riski altında yaşıyorlar. Ben bunu yazarken, Kudüs’ün Şeyh Jarrah mahallesindeki yedi Filistinli aile, Yahudi yerleşimciler lehine mahkeme kararıyla evlerinden tahliyeyle karşı karşıya.
Çatışmanın katmanlı karmaşıklıklarına rağmen, Toprak Günü bize toprağın her zaman mücadelemizin özü olduğunu hatırlatıyor. Bu nedenle, Siyonizm ile çatışmamız her zaman temel bileşenlerine indirgenmelidir: aramızdaki toprak için asimetrik bir mücadele, yerli halk ve toprakla tarihsel bağ iddialarıyla bizi sömürgeleştiren ve ezen…
Diğer her şey marjinaldir.
*Dr. Emad Moussa, Filistin / İsrail siyaseti ve siyasi psikolojisi konusunda uzmanlaşmış bir araştırmacı ve yazardır.
Kaynak: english.alaraby.co.uk
Yorumlayın

Kamuoyu araştırmacısı Can Selçuki, Medyascope’ta Ruşen Çakır’a verdiği mülakatta (21 Mart 2023) bazı partilerin oy oranlarından bahsederken gençlerin siyasi parti ve liderlere teveccühünü tartıştı.
Selçuki’nin anlattıklarına bakılırsa oy oranları anlık değişiyor; deprem, işsizlik ve hayat pahalılığı, mültecilerin aktüel konum ve muhataplıkları gibi meseleler özellikle küçük partilere dönük ilgiyi arttırıyor.
Bu konuşmada öne çıkan parti ve “liderler” tahmin edebileceğiniz isimler: Zafer ve Memleket Partileri ile bu partilerin başkanları Ümit Özdağ ve Muharrem İnce.
Zafer Partisinin tek bir söylemi var: ırkçılık temelli bir mülteci karşıtlığı. Muharrem İnce’nin siyasetinde resmi ideoloji paralelinde ilerleyen, derinlikten yoksun duruşundan başka bir şey öne çıkmıyor.
Bu partilerin oy oranlarının gençler arasındaki iniş çıkışları Can Selçuki’nin dikkatini çekmiş. Bu tespitin, ülkedeki gençlerin siyasal hareketlilikleri bağlamında bizim de dikkatimizi çekmesi gerekiyor.
Farklı oranlarda sonuçlar çıksa da gençlerin neredeyse dörtte üçünün Türkiye dışında (elbette zengin batı ülkelerinde) yaşamak istediği anketlerin gösterdiği bir hakikat. Buna, gündelik hayatımızdaki gözlemlerimizde de tanık oluyoruz.
Yoksulluk, gelecek kaygısı, yaşam tarzı ve siyasal baskılara bağlı özgürlük tartışmaları ülke dışında bir yaşam arzusunu körüklüyor. Devrimci bir pozisyonla kötülüklerle kapışma niyeti ise pek belirgin değil. Küçük ölçekli siyaset yapan bazı sol partileri ve Kürt meselesi dolayımındaki siyasal pozisyonları dışarıda tutarsak geniş genç kitlelerin yöneldiği adres olarak yukarıda saydığımız ırkçı, resmi ideoloji yanlısı ve mülteci düşmanı partiler öne çıkıyor.
İslami hareketlerin çok büyük oranda dönüştürülüp imha edildiği bir aşamada gençlerin dikkatini çekecek güçlü, devrimci bir İslami hat da maalesef hâl-i hazırda vâr olmadığı için hakikatsizlik derinleşiyor; cahiliye, bulduğu boşluğa yuvalanıyor.
Genç kitlelerin heyecanından ve anlık değişen tutumlarının normal olduğundan falan bahsedilebilir elbette ama ben buna katılmıyorum. Programı olan ve futbol tribünlerine ya da Twitter mecrasına sıkışmayan nitelikli bir muhalefet, devrimci bir tutum her zaman mümkün olabilir, önceden de olmuştur.
Gördüğü siyasal ve ekonomik baskılardan yılgınlığa düşüp ülke dışına çıkmak bir genç için asla öncelikli bir seçenek olarak görülmemeli. Hiçbir ilkesellik bunu kabul etmez. Hangi ideolojik zaviyeden bakılırsa bakılsın bu yanlıştır.
Dünyayı tanımak, farklı coğrafya ve halklarla temas kurmak, başka direniş hareketleriyle ilişkilenmek bağlamında gerçekleştirilecek bir hareketliliğe kim hayır diyebilir! Tası tarağı toplayarak ilk hayal kırıklığında halkını terk edebilme tavrı, gidilen yerler için de müstakbel ve güvenilmez bir tavır olarak o kişilerle birlikte seyahat edecektir.
Ülke değiştiremeyenlerin önemli bir kısmı ise zulüm ve egemenlerle kapışmak yerine alttakileri hedef alıyor. Öfke ve çaresizliğinin hırsını mültecilerden çıkarmaya yelteniyor. Ülke, yeryüzü ve insanlık için zerre hayır üretmeyen siyasi partilere ve onların “liderler”ine bel bağlıyor!
Bu tabloyu kime fatura edeceksiniz?
Bu faturada herkesin payı var elbette. Örnek öncülük yapamayanlar da, “Öncülük örnekliği yok!” deyip süreç içinde sadece kendi kurtuluşuna yoğunlaşanlar da faturada pay sahibidir.
Edebiyattan yardım alarak meseleyi anlamaya çalışalım. İsmet Özel’in sosyalist çizgideyken yazdığı “Aynı Adam” şiiri bu meselelerde benim için kalıcı öğreticilikte olmuştur:
on beşinde bir arkadaş/ inancını savunurken yargıca/ anladı bulana durula akmakta olan şeyi.
On beş yaşında bir genç; öncülerin vâr ettiği, dinamik ve gerekçelerini tam olarak kavrayamadığı ama söylem ve duruşundan etkilendiği bir siyasal/toplumsal hareketliliğin rüzgârına kapılmış ve süreç içerisinde tutuklanarak yargılanmaya başlamış, daha önce layıkıyla ayırdına varamadığı egemen kurumsallığı o yargılama esnasında net bir durulukla tanıyıp kavramıştır.
Bu mısralarda ortak sorumluluklar işaretlenmiştir. Bugün mezkûr faturanın kim/ler/e kesileceğini bu mısralar vesilesiyle bir kez daha görmüş oluyoruz.
Din soslu egemen düzenin tasallutunda aktör olarak yer almamış nüveler biçiminde varlığını bir şekilde sürdürebilmiş küçük çevrelerin sorumlu oldukları tarihi rollerini üstlenememiş olmaları, bir taraf olarak bizim açımızdan temel ve esaslı bir yaradır.
Gençlerin öncü örnekliklere, öncülüklerin genç dinamizm ve enerjilere ihtiyaçları olduğu muhakkak ama bizde zincir kopmuş, dağılmış durumda. Dağılan parçaların bir kısmının Muharrem İnce ya da Ümit Özdağ menzilinde toplaşması ancak böyle mümkün olabiliyor.
Karşımıza çıkıp duran bu acınası gerçeklik karşısında hakikate davet, iki yönlü ilerleme kaydetmelidir. Hakikatin tebliği ile onun zorunlu örnekliği, entelektüel ilgiyle siyasal tavrı beraberinde getirmeli ise tüm ilgililerin ne yapması gerektiği aslında açığa çıkmış bulunuyor.
Bütün tarafların bu tarihsel sorumluluğa karşı alacakları tavır, sahte adreslerden kurtuluşa da vesile olacak bilinç ve dinamizmi üretecektir. O zamanki mülakatlarda neler konuşulacağını da şimdiden tahmin edebiliriz, değil mi?
Yazılar
Geri Gönderme Merkezi’nden Kurtulan Afrikalılar Anlatıyor – Ammar Kılıç

Yayınlanma:
4 gün önce-
Mart 21, 2023
İki sene önceydi. Rize’de çay hasadında tanışmıştık Gambiyalı Muhammed (“Şeyh”) ile. O vakitten beri de yüz yüze görüşememiştik. Yasir’le Mahir hocanın evindeki toplantıdan çıktıktan sonra, yakın olmayı fırsat bilip Beyoğlu’ndan Kumkapı’ya inerek Şeyh’in evine gittik. Yine Of’taki bir çay paketleme atölyesinden tanıdığımız Halewi’yi de oraya çağırdık. Şeyh bizi güler yüzle karşıladı. İki odalı, sekiz kişilik, tertipli ancak oldukça rutubetli bir evdi. Odaya geçtikten sonraki 15 dakika içinde evin diğer sakinleri de odayı doldurdu ve Senegal çayı eşliğinde muhabbet derinleşti.
Muhammed’i ve Halewi’yi ziyaret etmemizin bir sebebi, geçtiğimiz aylarda polis kontrolü sırasında yakalanmış ve Geri Gönderme Merkezi’nde (GGM) birkaç ay kalıp çıkmış olmalarıydı. Bir manada onlara “geçmiş olsun”a gelmiştik. Ancak odada sohbet ilerleyince fark ettik ki odada bir kişi hariç herkes yakın zamanlarda GGM’ye girip çıkmıştı. Bu durum, son bir yıldır sıklaşan polis kontrollerinin bir uzantısıydı. İrtibatta olduğumuz birçok Afrikalı, Afgan yahut Pakistanlı göçmenin şu bir yıl içinde deport edildiğini ya birebir duyuyor ya da haberini alıyorduk. (Hatta 2 ay önce Senegal uçağında, deport edilmek üzere getirilen 4 Gambiyalıdan birinin feryat figan olay çıkardığına ve apar topar uçaktan geri indirildiğine şahit olmuştuk.) Bu polis kontrollerinin sabit bir mantığı, denklemi olmadığı için, en fazla bunu ülkedeki göçmen karşıtı dalganın yükselmesiyle ilişkilendirebiliyoruz. Siyasette ve dolayısıyla halkın dilinde göçmenlere yönelik ayrımcı söylem arttıkça, asayiş güçlerine, bu “artık nüfusu” törpüleme ve ırkçı kaygıları dengeleme görevi biçiliyor. Ne kadar çok deport, o kadar “düzensiz göçle mücadele” skoru.
Vakıa böyle, böyle olmasına da asıl merak ettiğimiz şey, bu arkadaşların nasıl olup da deport yemeden GGM’den çıkabildikleriydi. Ve tabi GGM’lere hâkim olan koşulların nasıl olduğunu merak ediyorduk. İçeride yaşadıkları tecrübeler farklılaşıyor. İyi muamele gören de var, dayak yiyen veya dayak yiyenlere şahit olan da… Şeyh örneğin, Tuzla’ya getirildikten dört gün sonra Çanakkale’ye sevk edilmiş. Jandarmanın kendisine iyi davrandığını, sürekli “Dert etme, serbest kalacaksın!” dediğini aktarıyor. “Afrikalıları seviyorlar. Afrikalılarla bir sorunları yok. Bana iyi davrandılar.” Yine de 2 ay 10 gün boyunca sürekli stresli ve akıbetinin ne olacağını bilemeden geçirmiş. Sık sık ağlamış. “Kesin gönderileceğim, diyordum. Gönderilmem ölüm demekti.” Başka birçok Afrikalının deportunu görmüş. “Eğer sınırdan geçerken yakalandıysan, kesin deport edilirsin!” diyor. İçeride farklı milletlerden 40-50 Afrikalı varmış. Afganlara gelince bu sayı 400’e çıkıyormuş. Toplamda ise kadın erkek 800 kişi varmış. Sürekli deport olduğu (ve özellikle Afganlara vurduğu) için beraber kaldığı Afganlar sürekli sirkülasyon halindeymiş. En ciddi problemlerden biri ısınmaymış. “Çok, çok soğuktu, kışa denk gelmişti. Bazen öyle zamanlar oldu ki,” diyor, “gönderseler bile umurumda olmazdı, çünkü donuyorduk. Yatak yoktu, varsa da çok fazla kişi olduğu için birçoğuna yetmiyordu. Battaniyeleri yere serip yatıyorduk.” Yemek günde üç öğünmüş. “Bazen iyi bazen kötüydü ama günde üç öğün yiyebilmek tabi ki şanstı.” diyor.
Kâğıt imzalatmaya zorlayıp zorlamadıklarını sorduk. “İmzalayacak mısın?” diye sormuşlar ama zorlamamışlar. Eğer pasaportu yanında olsaymış deport yeme ihtimali artarmış, yanında resmî bir belge olmadığı için bir şey yapmaları zormuş. Olan da saklayabildiği ölçüde saklıyormuş. (Bunu nasıl yapabildiklerini bilemiyoruz.) Bu bilginin GGM’deki göçmenler arasında fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılan bir bilgi olduğunu öğreniyoruz. “Herkes bunu bilir!” Burası ilginç bir noktaydı. Göçmenlerin deport yememek için kullandıkları taktiklerden biri… Fakat bu taktiğin hangi durumlarda, hangi ülke göçmenlerine, ne kadar yaradığını bilmek çok zor. Deport edilen Afganlar pasaportlarını saklayamadıkları için deport yiyor değillerdi herhalde. Belki ülkeye giren Afganların birçoğunun Afrikalıların aksine zaten pasaportsuz gelmesi bunu açıklayabilir. Allahualem. Hâsılı, tespit etmekte güçlük çektiğimiz bulanık noktalar var ya da devletin tutarsız uygulamaları…
Daha uzağa, Malatya’ya gönderilen Amadu ise 2 ay 15 gün GGM’de kalmış, depreme orada yakalanmışlar. Tuzla’da bir gün, Ordu’da bir gün, oradan da Malatya’ya gönderilmiş. Bu transferlerin mantığını anlayamıyoruz. Daha önce defalarca karşılaştığımız bir durum. Önce Ankara’ya, ardından Iğdır’a gönderilen Pakistanlı bir göçmen arkadaştan uzun süre haber alamamıştık bu düzensiz ve öngörülemeyen transferler yüzünden. Amadu, Malatya’daki koşulların beter olduğunu söylüyor. Yatak kapasitesi yetersizmiş, o da yerde yatmış. üç öğün yemek olsa da yemekler çok az ve kalitesizmiş. “Market var, almak istersen paranla alırsın.” diyor.
Para lazım olduğunda, hesap kartı olan bir Suriyelinin hesabına para gönderiliyor, o da yüzde yirmi komisyon kesip kalanını veriyormuş oradaki ATM’den. Amadu, GGM’de birçok Suriyelinin de olduğunu söyledi. Hatta biri bir buçuk yıldır akıbetini bekliyormuş. 60-70 Afrikalı varmış. “Toplamda 1500 kişi civarında kişi vardı.” diyor. Odada ise 15 kişi kalıyorlarmış. Pasaportu yanında olmadığı için onu da deport etmemişler söylediğine göre.
Jandarmalardan birinin şiddetinden de bahsetti Amadu. “Taleplerin oluyor, yemek istiyorsun fazladan, hasta olmuş birisi, durumu izah ediyorsun, sinirleniyor, vuruyor.” diyor. “Niye yaptın?” deyince de, “Burası Türkiye, burası Afrika değil!” diyormuş. “Afganları, Suriyelileri de çok dövüyorlardı.” diyor. Bu şiddetin bağlamını, ölçüsünü tespit edip doğrulamak çok zor ancak bu iddialar ilk kez şahit olduğumuz şeyler değil. GGM’ler maalesef yıllardır kötü muamele, işkence, sözel, fiziksel ve duygusal şiddet gibi hak ihlalleriyle mimlenmiş vaziyette. Göçmen davalarıyla ilgilenen avukat dostlarımız, Halim Yılmaz, Mehmet Ali Başaran, İbrahim Kibar ve diğerlerinin dilinde yıllardır tüy bitti bunları anlata anlata. Şiddetin bu kadar görünür olmadığı durumların kendisi de aslında şiddet içeriyor veya doğrudan şiddete sebep olan koşulları yaratıyor. Isıtıcılar çalışmıyor, büyük bir elektrikli ısıtıcı varmış ama çalışmadığı için insanlar hasta oluyor, tedavi için Ankara’ya yazılıyor, hastanın doktora gitmesi 4-5 günü buluyor. Tabi tedavi de parayla mümkün olabiliyor.
Para demişken, “komisyon” kesen sadece hesap kartı olan göçmenler değil gibi duruyor. Amadu, Malatya’da bazı göçmenlerin GGM’ye girerken emanete verdiği 1000 lira paranın 400’üne çıkarken jandarmanın el koyduğunu söylüyor. Kendisinin yaşadığı bir vakaya dayanmadığı için ihtiyat payı bırakıyoruz. Bu hikâyeye normal şartlarda çok daha şüpheyle yaklaşabilirdik ama daha 1 ay önce, Tuzla GGM’ye alınıp ikamet başvurusu sürecinde olduğu anlaşılınca aynı gece serbest bırakılan Sierra Leoneli bir arkadaşımızın 1500 lirası emanetlerini teslim alırken buhar olup uçmuştu.
Elbette bu gasp sorununun bir kural olduğunu iddia etmiyoruz. Örneğin yine Şeyh, Çanakkale’de bu tarz bir muameleye denk gelmediğini söyledi. Marketten bir şey alması gerektiğinde, emanete verdiği paradan harcayabildiğini, serbest bırakılırken her kuruşunu geri aldığını aktardı.
Halewi, ilk iki arkadaştan daha az şanslıydı çünkü Kayseri GGM’de 5 ay kalmıştı. 300’den fazla insan hatırlıyor. Bunların 100’den fazlası Afrikalıymış. Halewi ile birlikte 15 Afrikalıyı salmışlar. Halewi de aynı sebebi öne sürüyor: “Yanımda hiçbir belge yoktu beni aldıklarında, pasaport sordular, yanımda değildi.” O sırada lafa Şeyh karışıyor, Çanakkale’de Afganların hepsini deport ettiklerini söylüyor. Amadu da Malatya için benzer şeyleri tekrarlıyor. “Mesela bir gün 90 Suriyeliyi, Afgan’ı, Pakistanlıyı, Faslıyı deport ettiler, tek seferde. Eğer uçakla geliyorsan ve pasaportun veya ikametin varsa ama zamanı geçtiyse deport edilmeyebilirsin fakat karadan, sınır geçerek girdiysen kolayca deport edilirsin. Afganlar da bu yüzden deport yiyorlar. Ayrıca Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanırsan da deport yiyorsun.”
Bütün bu gözlemler, göçmen dostlarımızın içerden ve kısmi şahitliklerine dayanıyor elbette ama bizim izlenimlerimizle, okuduklarımızla, duyduklarımızla, tecrübelerimizle birleşince ortaya makul ve devletin göç politikalarındaki tutarsızlıkları yansıtması açısından öngörülebilir bir resim çıkarıyor.*
GGM’ler kapalı kutu hükmünde kurumlar… Devlet, oradaki koşullar konusunda genelde ketum davranır. Özellikle hak ihlallerine konu olan mevzularda… Çabamız, toplama kampından hallice olan bu mekânları ‘daha konforlu’ hale getirecek politika önerilerinden ziyade göçmenleri kapatılma ve deport korkusu ile daima tedirginliğe boğan bu şedit göç rejiminin bizatihi kendisini ifşa edecek hikâyeleri çoğaltmak olmalı.
*Resmi uygulamalar ve rakamlara ilişkin daha etraflı bir fikir edinebilmek adına Avrupa Mülteciler ve Sürgünler Konseyi’nin (ECRE) 2022’de yayınlanan ilgili raporuna, İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı şu habere ve Göç İdaresi’nin verilerine göz atabilirsiniz.

İnsan, hayatın öznesi olarak değerlendirilebilir. Yani hayat insan için, insan da kendine has kılınan bu öznelik durumuna binaen yapıp ettiklerinden dolayı, önce yaşarken, daha sonra vefat etmesinin akabinde, kıyamet saati gelip çattığında Rabbinin huzurunda, dünyada iken yapıp ettiklerinin hesabın verecektir.
“O, böyle bir hesaba çekilmeyecek, dolayısıyla hesap vermeyecektir!” söylemi, en başta adalet kriteri açısından mümkün değildir.
İnsanın, özne olarak kendisi baz alındığında, onun diğer varlıklara yönelik üç ilişki biçimi söz konusudur. Bunlar; insan-kendi ilişkisi, insan-çevre ilişkisi ve üçüncü olarak da insan-Allah ilişkisi olarak belirtilebilir.
Her şeyden önce insan-kendi ilişkisi birçok şeyi izah etmektedir. Buna bağlı olarak, insanın Rabbi, yani Allah (cc) ile ilişkisinden de önce insanı kendi çevresiyle olan ilişkisi, aynı zamanda diğer ilişki biçimlerini de izah etmektedir. Allah, önce birey olarak insanın kendisine ve çevresine yönelik ilgisine atfen kuluna yönelik bir değerlendirmede bulunacaktır. Haliyle haklar konusu da bu aşamada devreye girmektedir.
İnsan-çevre ilişkisi -çoğunlukla yanlış anlaşıldığı üzere- kulun kul üzerindeki hakkı ile sınırlı olmayı; doğal çevre, yani tabiatla var olan ilişki biçimini de kapsamaktadır ama bu hakikat çoğu kez ıskalanmakta, umursanmamakta, gözden ırak tutulmaktadır.
Tabiri caizse -çokça yaşadığımız için söylersek- olabilecek depremlere karşı “zemin etütsüz” bir şekilde bina, iş yeri vb. inşaat işleri gibi faaliyetlerde “ıskalanma, umursamama ve gözden ırak tutma” halleri sıkça yaşanmakta ve adeta bunla meslek haline getirilmiş bulunmaktadır.
Bu durumlar, herkesin malumu üzere bilinmektedir.
Biz gelelim şehirleri göçürten sel felaketlerine…
Ülkemizi baz aldığımızda daha düne kadar birçok insan, mevsimi olsun, ya da olmasın yağmur yağdığında, yağmurun aslında rahmet olduğu halde felakete dönüşebileceği yerleri, bölgeleri düşündüğünde, özellikte Doğu Karadeniz olmak üzere Karadeniz bölgesinin neredeyse tümünü vurgulamaya çalışırdı.
Mutad olduğu üzere öyleydi. Bir de geçmiş dönemin İzmir gibi, İstanbul gibi, devasa nüfusa sahip olup alt yapı sorununun pek de çözülemediği metropol şehirlerin varoşlarında olabileceği akla gelirdi.
Bu düşünce kısmen doğrudur doğru olmasına ama genellikle pek göze çarpmadığı kendi içinde eksiklik barındırır. Bu “eksikliğin” kendini ortaya koyup konuya dair yerleşik bazı düşüncelerin yıkıldığı iki yer olan Adıyaman ve Urfa örneği artık sel felaketlerinin Karadeniz ile sınırlı kalmadığını, büyük bir ihtimalle de kalmayacağını göstermesi açısından önem arz etmektedir.
Allah(cc) insanı bir hikmete binaen hayatın öznesi olan insanı gönendirmek için, dünyayı ona hasretmiştir. (Casiye, 45/13) İnsanın, bu musahhar kılmaya yönelik olarak, kendisine emanet edilen varlıklara karşı gayet müşfik ve merhametli olması gerekirken, zalimleşmekte, çoğunlukla aşırıya kaçmakta ve işi çılgınlık dercesine yükseltmektedir.
Bu durum, geleneksel toplumlarda nadirattan olmasına rağmen, Batı’da, özellikle de Aydınlanma felsefesinin içeriğine binaen ve aynı zamanda, bu aydınlanma faaliyetinin bir sonucu olan materyalist (maddeci) anlayışla revaç bulmuştur.
İşin daha sonrasında, birbirini tetikler ve açıklar mahiyette aydınlanma hareketi, insan-Allah ilişkisine “bir daha var olmayacak şekilde” ket vurmaya kalkışınca doğal ve aynı zamanda doğru ilişkilerde büyük yara almış oldu.
Zincirlenme şeklinde sanayi devrimi sonucunda cari olmaya başlayan kapitalist ilişki biçiminin kendini var kılması için insan unsuru dâhil her tür maddi-manevi değerle birlikte toprakta bu sakil durumlardan nasibini almış oldu.
Kapitalist ilişki biçimi derken, salt fabrikasyon üretim durumu düşünülmesin. Geleneksel konut yapma, ev inşa etme, mekânı ona göre düzenlemenin yerine “şehre yakın” aynı zamanda kısa yoldan ranta tahvil edilme durumu çerçevesinde tarımsal alanların (özellikle de sulak alanların) farklı şekillerde de olsa imara açılma durumları, sürekli yaşadığımız felaket durumlarına kapı aralamaktadır.
Yaşı müsait olanlar bilir, kendi çocukluk, ya da ilk gençlik yıllarında, yaşadıkları şehrin, köyün az ilerisinde “öteden beri bir gerekliliğe binaen” tarım arazisi olarak elde kalması düşünülmüş bağlık, bahçelik, bostan alanlarının, tarlaların vb. bu rant hastalığından dolayı giderek betona kesildiğini görmekte, üzülmekte ve felakete kapı açar kaygısıyla yaşamaktayız.
Yukarıda demiştik ya, deprem gibi haller dışında, aslında rahmet olan yağmurun koca şehirleri peşinden sürüklemesi; insanoğlunun -hem de günümüzde cari olan kapitalist anlayışla- tabiata yönelik tecavüzü ve toprak dâhil, onu bağlı her şeyi “insafsızlık içerisinde” alabildiğine hor kullanması sonucu, su da bize yaptığımı yapacaktır.
Atalar boşuna “Su akar, yatağını bulur.” dememişler!
Yani, biz her şeyde olduğu üzere kendi mecrasında kalması, akması gereken su kaynaklarına karşı -çoğu kez de konut yapma, maddi çevre oluşturma ve bunlara bağlı olarak rant elde etme adına- sabotaj eyleminde bulunursak, Allah(cc) muhafaza, su bizi boğabilir, ardından da yel uçurabilir!
Zaten, bizde geçmişte pek vaki olmadığı halde, artık günümüzde yaşadığımız hortum olayları, “yel uçurdu”ya örnek verilebilir.
Bu tür felaketlerin bir daha yaşanmaması için, küllî bir zihniyet devrimine, paraya, mala, makama olan bakışımıza ve geleneğin en iyi ve güzel taraflarının, hatta onları çokça aşacak oranda yeni bir şehir ve şehircilik anlayışına ihtiyacımız var. Bu anlayışta, en başta ranta asla ve asla yer vermeyen ve bundan dolayı da yeni bir yerel yönetim reformuna ve uygulanmasına ihtiyacımız var. Bu da bizi sarıp boğan, muhafazakâr anlayışa karşı durmakla mümkün olabilirdi. Aynı zamanda, sözde Müslümanlığımızı perçinlemek için kendimize uygun gördüğümüz bu sakil muhafazakârlık hali kapitalizmi daha da azgınlaştırmakta ve bize emanet edilen tabiatın kimyasını bozmaktadır.
Peygamberî uygulamalar bağlamında “olumlu anlamda” çağdaş verilerin de bir araya getirilmesi ile “yeni bir dil, yeni bir söylem ve yeni bir paradigma” eşliğinde insana, onun onuruna uygun bir hayat inşa etmek ve onu gönendirmek kadar daha güzel ve “Müslümanca” bir eylem düşünebilir miyiz?