Connect with us

Yazılar

İsrail’in Başlattığı Nekbe Geri Tepecek – David Hearts

Yayınlanma:

-

Hamas’ın hurucunun ilk anlarından itibaren İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu neredeyse tamamen dikkatlerden kaçan bir vaatte bulundu.

Güney sınır kasabalarının belediye başkanlarına İsrail’in vereceği yanıtın “Orta Doğu’yu değiştireceğini” söyledi. Şaşkına dönmüş ulusa hitaben yaptığı konuşmada da aynı şeyi söyledi: “Önümüzdeki günlerde düşmanlarımıza yapacaklarımız nesiller boyunca yankılanacak!”

Aklında ne var? Uzun zamandır İran’ın nükleer tesislerine saldırmak istediğini biliyoruz. İlk kez 2010 yılında engellendikten üç yıl sonra CBS’e şunları söyledi: “Çok geç olana kadar beklemeyeceğim.”

Bir zamanlar (muhalefetteyken) İran’ın uçak gemileri olarak tanımladığı Hizbullah ve Hamas’ı ortadan kaldırmak istediğini de biliyoruz.

Filistinli savaşçıların cumartesi günkü saldırısından bu yana, eski ABD Başkanı George W. Bush’un 11 Eylül saldırılarına verdiği tepkiyi yansıtan sözler kullandı. Tahtın arkasındaki güç olan eski başkan yardımcısı Dick Cheney, Afganistan’da El-Kaide’nin peşine düşerken, Irak’a daha büyük bir saldırı yapmayı düşünüyordu.

Netanyahu şu anda Gazze’ye karşı yürüttüğü kampanya için uluslararası toplumdan aldığı benzersiz desteği, Bush’un 2001’de yaptığı gibi çok daha büyük bir şey için kullanmayı mı düşünüyor?

İsrail muhalefetinin lideri Benny Gantz da daha büyük bir projenin ipuçlarını verdi: “Kazanacağız ve bölgedeki güvenlik ve stratejik gerçekliği değiştireceğiz!”

İkinci Nekbe

Gazze’yi yeniden işgal etmek ve sadece bir Filistinli silahlı grubu bitirmek bölgenin stratejik gerçekliğini değiştirmeyecektir ve Gazze’yi yeniden işgal etmek için 360.000 askerlik bir orduya ihtiyacınız yoktur. Bu, ülke tarihinde çağrılan en büyük ihtiyat sayısıdır.

Kaynaklarıma göre Hamas’ın en fazla 60.000 silahlı adamı var ve diğer gruplarla birlikte bu sayının üçte biri kadar bir güç oluşturmakta zorlanır.

Elbette bu bir palavra da olabilir -Netanyahu’nun en sevdiği türden kavgacı bir retorik. Orta Doğu’yu değiştirme vaatleri daha önceki İsrailli ve ABD’li yetkililer tarafından sık sık dile getirilmiş ve bunların içi boş olduğu kanıtlanmıştır.

Eski İsrail Başbakanı Şimon Peres, Oslo’nun Orta Doğu’yu nasıl yeniden şekillendireceği hakkında bir kitap yazdı. Eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2006 yılında Lübnan’ın güneyinde Hizbullah’ı 11 gün boyunca bombaladıktan sonra İsrail’i ateşkes çağrılarını görmezden gelmeye çağırırken “farklı bir Ortadoğu”ya işaret etmişti.

Peki, ya daha büyük bir girişim plânlanıyorsa? Bu ne anlama gelir ve bir bütün olarak bölge için ne gibi riskler doğurur?

İlk ve en bariz cevap, ikinci bir Nekbe ya da Gazze’nin 2,3 milyonluk nüfusunun büyük bir kısmının kitlesel olarak sürülmesi -her İsraillinin aklının bir köşesinde duran saatli demografik bombayı değiştirecek kadar büyük bir rakam.

Salı günü İsrailli yarbay Richard Hecht yabancı gazetecilere yaptığı açıklamada Filistinli mültecilere Gazze’nin Mısır’la olan güney sınırındaki Refah sınır kapısından “çıkmalarını” tavsiye edeceğini söyledi. Ofisi daha sonra Hecht’in söylediklerini “açıklığa kavuşturmak” zorunda kaldı ve kapının kapalı olduğunu kabul etti.

Mısır’ın Gazze’den bir mülteci akınına izin vermek zorunda kalabileceği ihtimali -ki bu hem 1948 Arap-İsrail savaşından, hem de 1967 savaşından sonra yaşanmıştır- Mısır’ın en büyük dini kurumu olan El-Ezher tarafından da gündeme getirilmiş ve Filistinlilere yerlerinde kalmaları çağrısında bulunulmuştur. Başka bir kitlesel göç olasılığı kapalı kapılar ardında tartışılmıyor olsaydı bu açıklama neden yapılsın?

Gazze’den bir milyon Filistinlinin Sina’ya gelmesi, hiç abartısız, Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi liderliğinde on yıldır ekonomik gerileme yaşayan Mısır’ı uçurumun kenarına getirme potansiyeline sahip olabilir. Şimdiden rekor sayıda Mısırlı, teknelere binmeye başladı bile. Sisi’nin kendisi de bu tehlikenin farkında ve El-Ezher’in çağrısını tekrarladı.

‘İnsan hayvanlar’

Filistinlilerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin, İsrail’in en uzun -ve şimdiye kadar en sakin- sınırına sahip Ürdün’deki Filistinliler ile Doğu Şerialılar arasındaki hassas dengeyi nasıl etkileyeceği konusunda da çok az şüphe var.

İkinci bir Nekbe, İsrail’i tanıyan ilk iki Arap ülkesini varoluşsal bir krizle karşı karşıya bırakabilir ve bu da her bir rejimin kendi devletini kontrol etme kabiliyetini tehdit edebilir.

Yine de, İsrail liderliğinin sözlerine ve pilotlarının eylemlerine bakılırsa, kitlesel bir göç tam da İsrail’in şu anda Gazze’de zorlamaya çalıştığı şey olabilir.

Pazartesi günü İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Hamas’ın çocukların kafalarını kestiği iddiaları üzerine Filistinlileri “insan hayvanlar” olarak tanımladı -bağımsız olarak doğrulanamayan ve İsrailli muhabirlerin Kfar Aza’daki katliamı görmelerine ilk başta izin verilmeyen iddialar.

Aynı gün Knesset üyesi Revital Gotliv sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda İsrail’i Gazze’ye nükleer bomba atmayı düşünmeye çağırdı: “Sadece Orta Doğu’yu sarsacak bir patlama bu ülkenin onurunu, gücünü ve güvenliğini geri getirecektir! Kıyamet gününü öpmenin zamanı geldi!”

Ardından eski bir general olan Giora Eiland, İsrail’in Gazze’de “eşi benzeri görülmemiş bir insani felaket yaratması” gerektiğini söyledi ve yeni bir Nekbe tehdidinde bulundu: “Sadece on binlerin seferberliği ve uluslararası toplumun çığlığı Gazze’nin ya Hamas’sız ya da insansız kalması için bir kaldıraç etkisi yaratacaktır. Varoluşsal bir savaşın içindeyiz.”

Cuma günü İsrail’in niyetleri konusunda çok az şüphe kaldı. İsrail ordusu, Gazze’nin kuzeyindeki Filistinlilere bölgeyi terk etmelerini söyledi ve “kendileri söyleyene kadar” geri dönmelerine izin verilmeyeceğini belirtti. Hamas, Gazze’nin kuzeyindeki Filistinlilere “kararlı olmalarını” ve “evlerinde kalmalarını” söyledi.

İkinci Nakba başladı.

Çarşamba günü Kanal 13’e konuşan bir İsrail ordu yetkilisi Gazze’nin yerle bir edileceğini ve bir “çadır kente” dönüştürüleceğini söyledi -doğrusunu ifade etmek gerekirse Hamas’ın saldırısından bu yana her gece yaşanan tam da buydu!

Her gece katliam

Gazze’de neredeyse her gece bir katliam yaşanıyor. Bütün aileler hassas bombalarla yok edildi. Gazze’deki Filistinlilere tüm bölgeleri boşaltmaları söylendi, ancak bu kez de onlar bombaların hedefi oldular. Bölgeler sadece bir kez bombalanmıyor, sistematik olarak yerle bir ediliyor.

Önceki kampanyalarda Gazze’deki Filistinliler, deniz kıyısında nispeten zengin bir orta sınıf bölgesi olan Rimal’e kaçtı. Burası güvenli bir sığınak olarak görülüyordu çünkü önceki saldırılarda İsrail’in burayı bombalamak için bir nedeni yoktu. Şimdi ise Rimal yerle bir ediliyor.

Bu “gece katliamı”, Hamas’ın İsrail’in güneyinde işlediği iddia edilen savaş suçlarının intikamını alan disiplinsiz pilotlar tarafından tesadüfen gerçekleşmiyor; “tasarlanarak” gerçekleştiriliyor. İki milyondan fazla insanın elektriğinin, suyunun ve yiyeceğinin kesilmesi ve bu “gece bombardımanı”na maruz kalmalarının amacı kaçmalarını sağlamaktır.

Gazze’de bu tür bir soykırımdan korunabilecek hiçbir yer yok. On dört tıbbi tesis bombalandı. Cumartesi gününden bu yana 500 çocuk öldürüldü.

Dolayısıyla, eğer İsrail durdurulmazsa, Gazze’de 2014’teki kara harekatında olduğu gibi 2.251 erkek, kadın ve çocuk değil, on binlerce kişi ölecek ve bu da yeni bir Nekbe’ye yol açacak kadar yüksek bir kayıp oranı anlamına geliyor.

Bundan önce bu politikanın iki etkisi olabilir: İsrail içinde 1948 Filistinlileri ile İsrailli Yahudiler arasında bir iç savaş başlatmak; Hizbullah ve nihayetinde İran ile bölgesel bir savaşı tetiklemek!

Bu Netanyahu’nun kafasında da olabilir. Hamas’ı ezmek Orta Doğu’yu değiştirmez ama Hizbullah ve İran’ı önümüzdeki on yıl boyunca İsrail’e karşı her şeyi denemeye hazır güçler olarak tanımlamak neredeyse kesinlikle değiştirir.

Filistinli savaşçılar bir şafak baskınıyla İsrail’in 1967’de üç Arap ordusunu altı günde yenmesinden bu yana sahip olduğu yenilmezlik efsanesini paramparça etti. 1973 Orta Doğu savaşı bile Hamas’ın yarattığı şoku yaratmamıştı.

İsrail şimdi bu savaşın varoluşsal olduğunu söylüyor. Sokaklarda İsrail, otoritenin olmadığı; İsraillilerin adaleti kendi ellerine alabildiği; yerleşimcilerle ya da aşırı sağla bağlantısı olmayan normal vatandaşların sokaklarda silahlı dolaştığı bir ülke gibi hissediyor. Genel nefret ve korku seviyesi o kadar yüksek ki, İsrail içindeki Filistinlilerin saldırıya uğraması an meselesi olabilir.

Ülke içinde ise Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir gibi aşırı ulusal dinci sağda yer alanlar yıllardır “Hodri meydan” diyor: “Hodri meydan!”

Geçtiğimiz Şubat ayında Gantz, Smotrich’i işgal altındaki Batı Şeria’da yerleşimci şiddetini desteklemekle suçladı çünkü Smotrich “yeni bir Filistin Nekbe’sine neden olmak istiyor”du! Şimdi ise Gantz ve Smotrich aynı kabinede yan yana oturuyor.

Ulusal dinci sağa göre Filistin davası ne kadar çabuk ezilirse o kadar iyi. Hamas’ın başarılı saldırısının yol açtığı ulusal travma onlar için cennetten gelen bir kudret helvası! Tam da bekledikleri koşulları yarattı.

Bölgesel savaş

İsrail sınırında, Gazze’nin bölgesel bir savaşı tetikleme ihtimali hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Tüm Arap başkentlerinde duygular yükseliyor.

İsrail’in karşı karşıya olduğu en donanımlı ve eğitimli silahlı grup olan Hizbullah’ın parmağı tetikte. Genel bir seferberlik başlattığına dair güvenilir raporlar var.

İslami Cihad tarafından üstlenilen savaşçıların da katıldığı ve üç İsrail askerinin öldüğü bir çatışma da dâhil olmak üzere Lübnan sınırından birkaç gündür saldırılar düzenleniyor. İsrail’in misilleme olarak Lübnan’daki mevzilere saldırmasının ardından da Hizbullah’ın üç savaşçısı öldürüldü.

Eğer bir kara saldırısı başlarsa, ki bu çok yakında olabilir, Hizbullah için seçim ya İsrail’in Hamas’ın işini bitirmesini beklemek ve sonra da kendi başlarına kalacaklarını bilerek onlara saldırmak ya da Hamas’a ve Gazze’deki diğer silahlı gruplara katılarak her grubun savaş gücü olarak etkinliğini sürdürmesini sağlamak olabilir.

Hizbullah’ın Lübnan sınırındaki statükoyu korumak istemesi için çok iyi nedenleri olabilir ancak bu artık İsrail’le karşı karşıya gelen herhangi bir grubun ya da Filistin hareketinin herhangi bir parçasının, İsrail’i serbest bırakmadan oturmayı göze alabileceği bir çatışma değil.

Perşembe günü İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Filistinlilere karşı işlenen suçların “direniş ekseninin geri kalanından” bir karşılık göreceğini söyledi.

Hizbullah, bu durum ne kadar uzun sürerse, birlikte hareket etmedikleri takdirde her bir cephenin o kadar savunmasız hale geleceğini düşünmekte haklı olacaktır. İsrail’i Gazze’de müzakere edilmiş bir ateşkese zorlamanın tek yolu bu olabilir.

İkinci kısıtlama kolu ise ABD’dir. Başkan Joe Biden, Ukrayna’nın karşı taarruzunun batağa saplandığı, kışın yaklaştığı ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in zaferin ve Avrupa savaş yorgunluğunun tadına vardığı bir dönemde, Husiler gibi İran’la bağlantılı her silahlı grubun dâhil olacağı bölgesel bir savaşa sürüklenmeyi gerçekten istiyor mu?

Orta Doğu’da tamamen dengesiz bir müttefik tarafından yaratılan plansız bir bölgesel savaş ABD için bir anlam ifade ediyor mu? Bence yok. Biden, Netanyahu’ya yeşil ışık yakarak İsrail’e açık destek verdi ama ABD’nin şu anda Gazze’de yaşananların olası yıkıcı sonuçlarını hesapladığını sanmıyorum.

Önümüzdeki tehlikeler

Lübnan açıklarında batılı bir savaş filosu Hizbullah’a karşı caydırıcı bir unsur olarak toplanıyor.

Harekete geçmeden önce, sadece 40 yıl önce Beyrut’ta patlayıcı dolu bir kamyonun ABD deniz piyadelerinin bulunduğu bir kışlaya girdiğini ve dakikalar sonra benzer bir saldırının Fransız paraşütçü birliğine karşı yapıldığını hatırlamalıdırlar. Yaklaşık 300 askeri personel hayatını kaybetti.

Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve Fransa Cumhurbaşkanı Francois Mitterrand ortak hava saldırıları düzenlemeyi planladılar. Sonuçta deniz bombardımanı dışında herhangi bir misilleme saldırısı gerçekleşmedi çünkü ABD Savunma Bakanı Caspar Weinberger ve Dışişleri Bakanı George Shultz bombalamalardan kimin sorumlu olduğu konusunda anlaşamadılar.

Bu kez, Biden’ın başkan yardımcısı olarak eski Başkan Barack Obama’ya yaptığı, “Bitiremeyeceğin savaşları başlatma!” uyarıları kulaklarında çınlıyor olacak.

Hem ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken hem de Savunma Bakanı Lloyd Austin bölgede olayları yatıştırmaya çalışıyorlar ama onlarınki imkânsız bir görev. İsrail’in fitili ateşlemesine izin verdikten sonra şimdi patlamayı kontrol altına almaya çalışıyorlar.

Ortadoğu bugün, Bush ve eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in 2003 yılında Irak’ı işgal etmeyi planladıkları dönemle kıyaslanamayacak kadar zayıf. Suriye, Irak, Yemen, Sudan ve Libya harabeye dönmüş; Mısır, Ürdün ve Tunus ise iflas etmiş durumda. İstikrarsızlık Akdeniz’de, en misafirperver ev sahibi Türkiye’nin bile artık tersine çevirmeye çalıştığı büyük mülteci akınlarına neden oldu.

Yazdıklarımın sadece üçte biri gerçekleşirse, İsrail’in sınırları açık hale gelebilir ve Lübnan’dan Ürdün’e ve Mısır’a kadar silahlı grupların sürekli saldırılarına davetiye çıkarabilir. En azından İsrail, Ürdün ile olan en uzun sınırında sahip olduğu sessizliği kaybedecektir.

Netanyahu gibi tek bir adamın kafasındakileri kimse tahmin edemez. Hiç kimse Gazze’de bu operasyonu başlatması için Batı tarafından kendisine verilen açık çeki bilemez.

Ortadoğu’yu değiştirebilecek bir plâna dönüşen bir Gazze harekatı tehlikeli bir şekilde geri tepebilir ve çok geç olmadan durdurulmalıdır.

Kaynak: middleeasteye.net

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x