Connect with us

Söyleşiler

Yaşadığımız çağa şahitlik etmek gibi bir görevimiz var

Yayınlanma:

-

Mustafa Başpınar, 1979 yılında Tokat’ta doğdu. Bursa’da edebiyat öğretmenliği yapıyor. Meleğin Gölgesi, Annemin Gözleri adlı öykü kitaplarından sonra hakkında söyleştiğimiz üçüncü öykü kitabı Eksile Eksile’yi yayımladı. Başpınar’ın ayrıca Öykülerle Bursa, Mekânların Diliyle Bursa adlı antoloji çalışmaları var.

Tebrik ediyoruz, üçüncü öykü kitabınız çıktı. Bu kitabınız öykü yolculuğunda sizi nereye getirdi?

Teşekkür ederim. Eksile Eksile, öykü yolculuğumda nereye tekabül ediyor, beni nereye getirdi sorusuna sanırım net bir cevap veremeyeceğim. Neden derseniz? Türk edebiyatında eleştiriden bahsedebiliyorsak bu soruya cevap vermesi gerekenler eleştirmenler olmalı. Ancak günümüzde eleştiri kurumu ne durumda, hakikaten eleştiri yapılıyor mu? Bu sorulara olumlu cevap vermem mümkün değil.

Kendi açımda şunu söyleyebilirim. Yazar anlatacak şeyleri olan ve bunları yazıyla ifade etmeye talip olan kişidir. Ben, Eksile Eksile’de anlatmak istediğim hususları, öykü formunda gerçekleştirmeye çalıştım.

Öykülerinizde, yakıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen toplumsal mevzular ana temalar olarak yer alıyor. Yakılan köylerden Ceylan’a, oradan şehirlere uzanan çatışmalara kadar Kürt meselesinin işlendiğini görüyoruz. Sonra madenlerde iş cinayetlerinde can veren emekçiler, KHK’ların yarattığı mağduriyetler, mülteciler, çürüyen adalet sistemi, siyasal yaşamın boğucu figürleri sokuluyor öykünüze. Yazarın toplumsal-siyasal mevzularla ilişkisinin sanatçı kişiliğinin oluşumundaki yerini sizin kişisel serüveninizdeki karşılığı üzerinden ele almanızı istesek neler söylersiniz? Bu çerçevede yaşayan edebiyatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yazarı her şeyden evvel toplum içerisinde yaşayan, vicdan sahibi bir insan olarak değerlendirdiğimizde taşları yerli yerine oturtmak daha kolay olur sanırım. Her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir ülkede ve dünyada yaşamıyoruz. Öte yandan yazar olmak gibi bir vasfımız olmasa dahi bizim yaşadığımız çağa şahitlik etmek gibi bir görevimiz var insan olarak. Bu iki cümleyi bir arada düşününce öykülerimdeki toplumsal ve yer yer siyasal mevzulara neden yer verdiğim anlaşılacaktır. Bazen şöyle düşündüğüm oluyor: Her insan çağına şahitlik etmek zorunda mı? Her yazar, her sanatkâr bu şahitlikle yükümlü mü? Cevabım “elbette” oluyor. Peki, kendi sırça köşklerini inşa edip orada yaşayanlar? Tarihin her döneminden dünya üzerinden her türden insan olmuştur. Ve olmaya da devam edecektir. Çok umursanacak şey değil benim için artık. Ancak şunu ekleyeyim: Soldan bir isim siyasal ve sosyal hadiselerle ilgili sıkı bir metin ortaya koyduğundan ona sarılan yazarlarımız söz sırası kendilerine geldiğinde klasik cümlelerini kuruyorlar: “Sanatçının siyasetle ne işi olur?” Bu kaçamak cevap esasından üzerinde uzun uzun durulması gereken hususları içinde barındırıyor. Muhafazakâr camianın şair ve yazarları acaba kafaları kuma gömülü olarak daha ne kadar yaşayacaklar, merak ediyorum.

Bir öğretmensiniz ve bunun yansımalarını farklı şekillerde öykülerinizde görmek mümkün. Mesleğinizin öykünüzün oluşumunda nasıl bir yeri var? Bu durumu bir avantaj olarak görüyor musunuz? 

Öykülerimde okul, öğrenci ve eğitim anlayışları var. Çarpık düzenin bir parçası olup da oradaki eksikliği, zihin yoksunluğunu ve bunun sonucu ortaya çıkan ürünleri görmemek için kör olmak gerek. Avantaj kısmına gelince: İnsan bildiği, yaşadığı ve şahidi olduğu şeyleri en iyi anlatır.

Kitabınızdaki Adam ve Melek adlı öykünüzde Kafka’nın Gregor Samsa’sı başka bir coğrafyada sizin öykünüz aracılığıyla bir kez daha ortaya çıkıyor sanki. Modern kapitalist işleyişin kişiler üzerindeki baskısı Mustafa Başpınar öyküsü için ne mana ifade ediyor? Edebiyatın bu kişiler ya da toplum için diyelim, karşılığı nedir?

Modern kapitalist işleyiş çok ahlaksızca insanları sömürmeye, köleleştirmeye bütün hızıyla devam ediyor. Eskiden kölelik başka türlü idi. İnsanlar cebren köle edilirdi. Ve köleler köleliklerinden hoşnut değildi. Günümüzde insanlar gönüllü kölelik yapıyorlar. Fakat bunun farkından değiller. Parasıyla her şeye sahip olduğunu düşünen zavallı insanoğlu esasından harcadıkça devasa kapitalist çarkın parçası olmaya devam ediyor. İslamcı sanatçıların, günümüzde kapitalist düzenin yıkıcılığına dair daha sahici ve sarsıcı şeyler yazmalılar.

Metin Önal Mengüşoğlu, Mustafa Kutlu ve Cihan Aktaş’a birer öykü ithaf etmişsiniz. Belli ki bu isimlerin sizin için kıymeti büyük… Nedir bu kıymet? 

Saydığınız isimlerin elbette dünyamda karşılığı büyük. Enteresan bir şekilde hem kitapları üzerinden hem de yüz yüze tanışıklık sıralaması şu şekilde: Mustafa Kutlu, Cihan Aktaş ve Metin Önal Mengüşoğlu. İlk öykülerim biliyorsunuz Tasfiye’de yayımlandı. Ancak biraz daha geniş kesimlerce tanınmam ve öykülerimin okunması Mustafa Kutlu’nun elimden tutmasıyla oldu. Uzaktaydım ama Mustafa Bey arardı, mesaj yazardı öykülerime dair. Umut verir, yol gösterir, eleştirirdi. Sonrasında ilk iki kitabımın çıkışında emeği büyüktür. Ayrıca ilk kitabım Meleğin Gölgesi’ne isim veren de Mustafa Kutlu’dur. Hoş sohbeti, şen kahkahasıyla, babacan tavrıyla güzel insandır vesselam.

Cihan Aktaş, eserlerini birkaç kez okuduğum ender isimlerden biridir. Bursa maceramdan sonra tanışıklığımız ve aramalarımız sıklaştı. Onun insanı yüreklendiren, insana umut aşılayan yönlerini hep önemserim. Duyarlı oluşu, bir misyon sahibi ve ilkeli oluşu elbette bizim için çok kıymetli. Bursa’ya yol düştüğünde arayacağı, görüşmek isteyeceği iki insandan biri olmak hayatta beni mutlu edecek nadir şeylerden biridir.

Metin Önal Mengüşoğlu’na gelince söz uzar. Edebiyat dünyamızda pek çok kıymetli şair var. Bazılarıyla tanışma imkânı buldum. Tanıştığım şairlerden bazılarını tanıdığıma ve yanlarından kısa süre de olsa bulunduğuma pişman oldum. Onlarda bulamadığım ama Metin Bey’de bulduğum nedir? Kimselerin dedikodusunu etmez Metin Bey. Kibirlendiğini görmedim. Özü sözü doğru bir insandır. Hoş sohbettir. Bursa’da yaşayıp da onun rahle-i tedrisinden geçmeyen pek kimse yoktur sanırım. Kapısı her zaman, herkese açıktır.

İlk iki öykü kitabınızda yoğun bir içsel anlatım öne çıkıyordu. O dil yer yer bu kitaptaki toplumsal meselelerle ilgili öykülere sinmişken birçok öyküde ise sakınımsız bir ironi göze çarpıyor. Bu bağlamda dil ve anlatımınızın yıllar içinde nasıl bir seyir izlediğini düşünüyorsunuz?  

Esasında bu sorunun cevabı insan yaşamıyla bağlantılı. Zaman değiştikçe yaşadıklarımıza, görüp işittiklerimize bağlı olarak görüşümüz, duyuşumuz ve tabii yazılarımız da değişiyor. Bunu söylerken ki tavrım çok net: İnsan önemsediği şeyi dillendirir. Ben esasından edebiyatın bireysel yahut sosyal ve siyasal bir yönünün ağır basmasını değil edebiyatın insanı ele almasını önemsiyorum. İnsanı anlatabiliyorsak ne güzel.

“Amcamdan Mektup Var” öyküsünde sinematografik bir tad var, zaman-imge bağlamında filme alınsa yeridir! Başka bir öyküde de bir sinema filminden bahsediyorsunuz. Öykünüzün oluşumunda sinemanın etkisi nedir ya da öykünüzle sinema arasında bir yakınlık kuruyor musunuz? 

Çok fazla film izlediğimi söyleyemem. Ancak fırsat buldukça film izlemeye çalışıyorum. Öte yandan filmler hususunda çok seçiciyim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: İzlemekten keyif aldığım filmler izleyicisi az olan filmlerdir.  İzlediğim filmlerden etkilenmek kaçınılmaz. Bunların öyküm üzerinde etkisini açıkçası çok düşünmedim. Fakat etkilendiğim filmlerin illaki öykülerim üzerinde etkisi vardır.

Söyleşi: Ahmet Örs

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Videolar

Mehmet Ali Başaran – Cihat Aydın: Aksâ Tûfânı Süreci

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı süreci ile ilgili olarak Mehmet Ali Başaran bu defa Cihat Aydın ile söyleşti.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Cihat Aydın ile Vicdani Ret Üzerine

Yayınlanma:

-

Geçen gün şöyle bir haber çıktı: “Vicdani Retçi Cihat Aydın’a Askere Gitmediği İçin 46 Bin Lira İdari Para Cezası Verildi” Bu haber üzere seninle askerlikle meselesini konuşmak, okurları da olan bitene şahit kılmak istedim. Kısaca, kimdir Cihat Aydın ve neden askere gitmeyi reddetti?

İstanbul’da Erzurum kökenli bir ailenin evladı olarak dünyaya geldim. Ortalama her Türk ailesi gibi benim ailem de de devlet, kutsal bir varlık gibi sorgulanamaz, eleştirilemez bir güç olarak kabul edilirdi. Böyle bir aile içerisinde Allah bana asıl gücün, kudretin, iktidarın ve söz söylemeye haiz olanın yalnızca âlemleri yaratan zâtın, yani kendisinin olduğunu öğretti. Bu inanç ve anlayış çerçevesinde hayatını Allah’ın hükümlerine uygun yaşama gayreti içindeki bir Müslüman olarak Hz. İbrahim’in (as) Kur’an’daki (En’am Sûresi 162. ayet) duasını düstur edinerek diyorum ki, “Benim de namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm ancak âlemlerin Rabbi Allah için olmalıdır!” İnanmadığım değerler, ideolojiler, yasalar için çalışmayı, ölmeyi, öldürmeyi veya öldürülmeyi reddediyor olmamdan dolayı zorunlu askerlik hizmetini kabul etmiyorum.

Askerlik bu ülkede bir tabu, adeta bir put. Onu reddetmek gibi bir kararı almak zor olmadı mı? Yakınlarından ne gibi tepkiler aldın?

Devleti kutsallaştıran bir ailede büyümüş olmak bu kararı aldığınızda bazı tepkilerle karşılaşmanıza sebep oluyor. “Vatani görev, bundan kaçmak olmaz, aman canım git kurtul, gidip gelsen ne olacak!” gibi mevcut ideolojiye zihnini ve kendisini teslim etmiş fertlerin tepkileri ile karşılaşmak sizi mental anlamda zorluyor. Öncelikle şunu anlamamız lazım: Devlet, mevcudiyetine zarar gelmemesi adına size her türlü baskı ve zulmü uygulamaktan geri durmuyor ve durmayacak. Sizi hem maddi hem manevi her türlü baskı altına alarak kendi otoritesini kabul ettirmek istiyor. Bu gibi nedenlerden ötürü “Vicdani Ret” kararını almak tabi ki zor oldu fakat insan inandığı değerler uğruna bedel ödemedikçe, bu değerlerin savunucusu olduğunu nasıl iddia edebilir ki?

Bedelli askerlik yapmayı düşünmediniz mi hiç?

Aslında düşündüm. Devletin sizi hayatın içerisinde her alanda kuşatması, askerlik yapmamış olmanızın iş hayatınızı, aile hayatınızı, seyahatlerinizi kısıtlaması gibi etkenlerden dolayı bedelli yapmayı düşündüm. Fakat son bedelli uygulamasında ödediğiniz para ile birlikte belirli gün sayısı askeri üniforma giyerek orduya teslim olma zorunluluğu oluşunca bundan da vazgeçtim. Çünkü askeri üniformayı giyerek mevcut ideolojinin bir askeri olmak bir gün de olsa, bin gün de olsa birdir. Günahın küçüğü ya da büyüğü olmaz.

46 bin lira idari para cezasına çarptırılmanın haricinde pratikte vicdani retçi olmak hayatınızda ne gibi sıkıntılara yol açtı?

Siz askerliğe gitmediğiniz takdirde devlet size gün başına bir ceza belirliyor ve herhangi bir yerde GBT yoklamasına maruz kalıp hakkınızda tutanak tutulduğunda, bu tutanak üzerine size para cezası kesiyor, gönderiyor. Ben 6 Şubat depremlerinde bölgeye yardım amaçlı gitmiştim ve geri dönüşte jandarma tarafından çevirmeye girdim. Çevirmede bana tutanak tutuldu ve sonrasında 46 bin TL tutarındaki ceza gönderildi. Tabi ki yasal olarak bu idari para cezasına itiraz hakkınız bulunuyor. Biz de avukatım aracılığıyla bu para cezasına itiraz ettik. Şu an hukuki süreç devam ediyor. Ben burada sorunun para olduğunu düşünmüyorum. Esas belirleyici faktör devletin sizin üzerinizde kurmaya çalıştığı tahakküm. Bunu şöyle izah edeyim: Yazılım sektöründe hizmet veren bir firmada çalışıyorum ve gelen bu para cezası sonrası işten çıkarılıyorum. Devlet, asker kaçağı çalıştıran şirketlere yazı gönderiyor, “Asker kaçağı çalıştırmak suçtur, hakkınızda yasal işlem yapılır” diyerek firmaları baskı altına alıyor ve sizin emeğinizle çalışıp para kazanmanıza bile müsaade etmiyor. Devlet, bu ve benzeri uygulamalarla şahıslar ve toplumlar üzerinde tahakküm kurarak asıl söz sahibinin kim olduğunu göstermek istiyor. Allah’a iman eden bir müslüman olarak ben de diyorum ki: Bizi yoktan var eden, yerden ve gökten nimetlendiren yegâne yaratıcı Allah’tır; benim, ailem ve tüm insanlık üzerindeki söz sahibi! Ben, O’nun göndermiş olduğu ilke, kural, kaide ve değerler ile hayatımı yaşıyorum, bu değerler uğrunda mücadele eder ve savaşırım!

Bahsettiğiniz, çalışma hakkı gibi temel bir hakka müdahale etmektir. Zorla asker olmayı kabul etmeyeni devlet ekonomik olarak darboğaza sokmaya, çalışıp onuruyla yaşama hakkından mahrum bırakmaya çalışıyor. Hayli vahim bir hak ihlali bence. 

Kesinlikle öyle. Bu hak ihlali olan duruma insanların seyirci kalması kabul edilebilir bir durum değil.

Türkiye’de insanların çoğu vicdani reddin ne demek olduğu konusunda ya bilgi sahibi değil ya da kafa karışıklığı yaşıyor. Siz vicdani reddi nasıl tanımlıyorsunuz? Nedir vicdani ret? Vicdani retçi kimdir?

Maalesef belirttiğiniz gibi insanların büyük çoğunluğu bu kavramdan haberdar bile değil. Ben burada “Vicdani Ret” kavramı ile benim 2014 yılında belirttiğim üzere “İmani Ret” kavramını birbirinden ayırıyorum. Vicdani ret, bir bireyin politik görüşleri veya ahlaki değerleri doğrultusunda zorunlu askerliği reddetmesidir. Benim ilan etmeye çalıştığım şey ise; tüm ideolojilerden, fikirlerden bağımsız, imanımın bir gereği olarak kendisini dinsiz olarak tanımlayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bana dayattığı zorunlu askerliği reddetmek. Lâik bir devletin lâik ordusunun İslam inancına sahip bir insanı kendi saflarında savaşmaya zorlaması asla kabul edilebilir değildir. Dini, hiçbir işine karıştırmayan bir rejimin ordusunun kendi değerlerine uygun olarak dinle ilişkisi olmayan lâik zihne sahip askerler bulması tutarlı olacaktır. Ne var ki laik zihniyete sahip olanların da “zor”la değil özgür iradeleri ile asker olmaları insan onuruna yakışır bir davranış olacaktır.

Askerlik yapmanız önündeki tek engel Türkiye’nin laik bir devlet olması mı?

Bugün inandığım değerler ile yönetildiğim bir ülkede yaşıyor olsam bile, savaş dediğimiz şeyin gerçekten inandırıcı ve geçerli gerekçeler ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. İnandığım dinin tarihine baktığımda haksızlık ve zulüm üzere bir savaş olmadığını görüyorum. Ben savaş karşıtı değilim, başka vicdani retçi arkadaşların antimilitarist bakışına saygı duyarak bunu söylüyorum. Fakat ben inanmadığım değerler ve ideolojiler için savaşmaya karşıyım. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman algısı ile benim düşman algım aynı değil, olamaz da. Kuruluşundan bu yana kendi vatandaşlarından yapay düşmanlar üreterek sayısız zulümler gerçekleştirmiş bir devletin aklı, kabulleri, idealleri ile asla ortaklık arz etmeyen bir dünyaya sahip olduğumdan, böyle bir devletin ve ordusu TSK’nın askeri olmayacağım.

“İnandırıcı ve geçerli gerekçeler” dediğiniz meşru müdafaa anlamında bir savaş mı? Bildiğim kadarıyla Allah inananlara, “Size savaş açmadıkça siz de onlarla savaşmayın!” diyor. 

İfadenizi şöyle düzelteyim müsaadenizle; Bakara suresi 190. ayette Allah şöyle buyuruyor:  “Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez.” İslam peygamberi Hz. Muhammed’in örnekliğinde gördüğümüz savaş ahlakı şu şekildedir; düşman sizi yok etmek adına bir saldırıda bulunuyorsa, sizin de belirttiğiniz gibi, meşru müdafaa hakkınızı kullanarak onlarla savaşırsınız.

Söyleşi: Mehmet Ali Başaran

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Göçmen İşçiler: Köle Değiliz

Yayınlanma:

-

Bu çalışma, Suriye ve Afgan uyruklu iki farklı işçi ile yapılan bir röportajı içermektedir. Göçmen işçilerin çalışma koşullarını görünür kılmayı amaçlamaktadır. Kişilerin isteği üzerine isimleri saklıdır.

S./Suriye, 23

E./Afganistan, 27

  • Türkiye’ye tam olarak ne zaman geldiniz ve gelme sebebiniz nedir?

S: 2016 yılında, ben 18 yaşındayken abimin ailesiyle beraber geldik. Suriye’de savaş vardı, uzun bir süre orada kaldık biz ama zamanla geçinememeye başladık çünkü savaş vardı. Herkes ya Türkiye’ye ya da izinle Avrupa’ya gidiyordu. Abim önceden de Türkiye’ye gitmişti zaten. Beraber çalışmak için geldik, abimi tanıyan Türkler vardı.

E: 2019 yılında tek geldim. Afganistan’da ailem var, evli değilim. İki annem ve küçük kardeşlerim var. Abilerim çalışıyorlar. Türkiye’ye gelmek benim için zorunluluktu. İran’a ya da Türkiye’ye geçip çalışacaktım ama çok fazla para gerekti. Bu yüzden Türkiye’ye geldim.

  • Geldikten sonra iş bulma serüveninizden bahsedebilir misiniz?

S: Abim önceden geldiğinde Edirne’de yüklemeci olarak çalışmış. (Burada kişi, mal yüklemeciliğinden bahsediyor. Çeşitli ağır, pazar mallarını kamyon ve benzeri araçlara yükleme işlemi.) Önce Edirne’ye gittik, yüklemecilik yapacaktık ama arkadaşı işe almayacağını söyledi. Sonra İstanbul’a geldik. Akrabalar yardım etti, Sultanbeylideyiz. Yüklemecilik ve kumaş taşımacılığı yaptık. Şimdi hem ara işler hem de mal yüklemeciliği yapıyorum.

E: Afganlar genellikle Türkiye’ye kaçak giriyorlar. Türkiye vizesi yok, o yüzden iş bulmak zor. Mesleğim boyacılık ama burada farklı bir iş sistemi var. Boyacılık hiç yapmadım. Arkadaşlarım hep Türkiye’deydi. Aynı evde kalıyoruz. İstanbul’a geldiğimde hiç param yoktu, bir sürü memleketlimle tanıştım. İlk çalıştığım işlerde neredeyse hiç para almadım sadece yemek veriyorlardı. İzin belgemiz olmadığı için bir şey yapmıyorduk. Şimdi ev arkadaşlarım gibi tekstilde çalışıyorum. İp kesme ve kumaş boyama yapabiliyorum. Sabah, akşam sürekli çalışıyoruz.

  • Memleketinizde hangi işi yapıyordunuz?

S: Ben buraya uzun zaman önce geldim ama Suriye’de fırında çalışıyordum. Çalıştığım fırın marketlere ekmek gönderiyordu, çok büyük ve tarihi bir fırındı. Pita, lavaş ve pide burada da çok fazla satılıyor.

E: Boya yapıyordum. Dükkânlarda tabela ve duvar boyalarını çok yaptım. Bazen evleri de boyuyordum. Orada tanıyanlar boyalarını bana yaptırırdı. Yapmayalı uzun zaman oldu. Türkiye’ye gelirken çok uzun yollardan geçtim. Gelirken hep boyacılık yapma hayali kurdum ama olmadı.

  • Şimdiki iş hayatınız ve aldığınız ücretler hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

S: Şimdi İstanbul’da çalışıyorum ama sürekli farklı işlerde çalışıyorum. Aynı parayı almıyoruz. Ben, günlük sabah 07:00 ile akşam 22:00 arası çalışıyorum. Aylık genel olarak 2000 kazanıyorum. Ek işlerle bazen 2500 oluyor. Haftanın her günü çalışıyoruz.

E: Çalıştığım işin maaşları ayın başında yatıyor. Ne kadar çok çalışırsak o kadar çok alabiliyoruz ama çok fark etmiyor. Ben sabah 07:00 ile akşam 20:00, 21:00 arası çalışıyorum. Pazartesi günleri mesai saatleri artıyor. Maaşımız 2800, bazen biraz fazla oluyor ama çok nadir yükseliyor. Mesela ilk geldiğimizde iki ay biz çok düşük maaş aldık. Hatta ilk ay maaşlarımızı hemen vermediler.

  • Bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler var mı?

S: Abim evli onunla beraber kalıyorum. Burada beraber geçiniyoruz. Ev kiraları çok yüksek, yeğenlerim var. Suriye’de evli kız kardeşlerime de para gönderiyoruz.

E: Afganlar genellikle ailelerine para gönderirler. Ben de gönderiyorum tabii ama burada kimseye bakmıyorum. Buradan annemlere ve kardeşlere para gönderiyorum ama her ay gönderemiyorum. Onların durumları şu an hiç iyi değil, onlar için çalışıyorum.

  • Maaşlardan memnun musunuz?

S: (Gülüyor) Biz çok çalışıyoruz çünkü başka yolumuz yok. Maaşlar çok az. Ev kirasına ve yemeğe gidiyor. Bazen yol parası vermemek için yürüyorum.

E: Maaşlar çok az. Çok yoruluyoruz ama yetmiyor. Maaşlarımızı vermemelerinden çok korkuyoruz. Bazen maaşlar çok gecikiyor, bazen sadece yarısını veriyorlar, düzenli değil.

  • Kendinizi yabancı, Türk işçilerden farklı hissettiğiniz zamanlar oldu mu?

S: Oluyor. Bazı kişiler Suriyelilerin çok fazla para aldığını sanıyor. Öyle değil. Bizi, Suriyelileri çok çalıştırıyorlar ama bazı Türk işçileri öyle çalıştırmıyorlar. Hepimiz aslında çok çalışıyoruz ama bazen patronlar, para verenler bize daha az para veriyorlar bunu biliyoruz.

E: Evet hep oluyor. Mesela şu an çalıştığım teksti atölyesine hiç Türk işçi almıyorlar. Çünkü hiçbirisi bu maaşı kabul etmiyor ya da resmi (sgk’yı kastediyor) istiyor. Afganları işçi olarak görüyorlar.

  • Türklerin size karşı davranışlarından memnun musunuz?

S: Bazıları çok iyiler bazıları farklı davranıyor. Her yerde böyle oluyor. Hepimiz aynıyız bazıları kendilerini daha üstün görebiliyor ama genel olarak elhamdülillah… Bir kere uzun süre önce otobüse bindiğimde kartımı unutmuştum, şoför beni dilenci sandı, otobüsten indirdi. Suriyelileri öyle görüyorlar. Hem iyi hem de kötü insanlar var. Geçen yıllarda daha kötü davranıyorlardı ama alıştık. Türkiye’de çok iyi insanlar da var tabii.

E: Ben çok farklı, yanlış şeyler gördüm. Afgan olduğumu anlayınca kötü bakıyorlar. En çok patronlar, sanki onlara çalışmak zorundaymışız! Köle gibi düşünüyorlar. Bizim maaşlarımızı vermediklerinde biz bir şey demekten çekiniyoruz çünkü kızıyorlar, tehdit ediyorlar. Bazen “Gidin ülkemizden!” diyorlar arkamızdan. Benim gibi Türkçe bilen Afganlar anlıyorlar ama şu ana kadar karşılık vereni görmedim. Bir de bizi terörist sanıyorlar. (Gülüyor) Irkçılık yapan çok kişi var. Sanki yaratıkmışız gibi bakıyorlar. (Gülüyor) Biz evde beş erkek kalıyorduk. Bizim ilaç (uyuşturucu kastediliyor) sattığımızı iddia edip polis çağırdılar, evi aradılar. Evde yataklardan başka bir şey yoktu, polisler de şaşırdılar.

  • Belirli devlet veya özel kurumlardan yardım almayı tercih ettiniz mi?

S: Türkiye’ye ilk geldiğimizde abim devlete başvurdu. İsmini hatırlamıyorum, yardım alamadık ama bilmiyorum o zaman biraz karışıktı. Yardım almıyoruz.

E: Hayır hiç para almadım, bazı yerlerde yemek dağıtımlarına gidiyoruz ama her zaman gidemiyoruz. Çorba, pilav, tavuk gibi yemekler veriliyor.

  • Son olarak, iş hayatında neyin değişmesi sizi mutlu ederdi?

S: Hep çalışmak istemiyorum. Hiç tatilim yok, bazı günler gezmek isterdim. Maaşlar biraz daha yükselse çok güzel olur. Elhamdülillah.

E: Ben bize kötü davransınlar istemiyorum. Çalışırken normal çalışmak isterdim. Patronlar bazı zamanlar iş saatlerini uzatıyorlar. Maaşlarımızı vermediklerinde işten atarlar diye bir şey diyemiyoruz, keşke böyle olmasaydı. Bunlar değişsin isterdim.

  • Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son eklemek istediğiniz bir şey var mı?

S: Rica ederim. Son olarak eğer evimizde savaş olmasaydı buralara gelmeyecektik. Bazı insanlar “Neden gidip savaşmıyorsunuz?” diyor, peki bizim ailelere kim bakacak? Onlar hep perişan oluyorlar. Herkesi kaybettik, yaşamak istediğimiz için geldik.

E: Ben teşekkür ederim. Allah hepimize hayırlı bir hayat nasip etsin. Son olarak, kötü davranmasınlar, terörist demesinler, bizler insanız.

Çeviren, Röportaj sahibi: Nurbanu Gün

Devamını Okuyun

GÜNDEM