Connect with us

Söyleşiler

Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız

Yayınlanma:

-

Aksa Tufanı sonrası süreci merkeze alan röportajlar serimizde bu kez sorularımı Muammer Bilgiç’e yönelttim. Sağ olsun, sorularımı genişçe  cevaplayarak bilgi ve birikimini bizimle paylaştı. Biz diyerek ilgili okuyucu kitlesi başta olmak üzere genel okuyucu kitlesini kastediyorum ki Muammer Bilgiç’in bu genel kitleye esaslı eleştirileri var. Bu ülkenin ortalamasını, kendini Müslüman olarak tanımlayan milyarlarca insanı, yani “Biz”i rahatsız etmeye gelmiş olduğu sonucuna varabilirsiniz röportajı baştan sona okuduktan sonra. O, rahatsız etmekte ne kadar haklıysa, Biz de rahatsız olmakta o kadar haklıyız! Geriye, her birimizin payına düşen muhasebeyi hasat etmek kalıyor. Toprakla, bağ bahçe ile, doğa ile içli dışlı bir kelime ile muhasebeyi bilhassa yan yana getirirken Muammer Bilgiç’e şöyle bir göz kırpıyorum. Bereketli okumalar. 

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Bu, ana sütü kadar helal özgürlük mücadelesine Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

7 Ekim 2023 tarihi her zikredildiğinde benim aklıma hep 6 Ekim 2023 geldi. Aynı gökyüzünün altında yaşayan 8 milyarı aşkın dünya nüfusu. Tek tek kim hangi kaygılarla ve acılarla ya da beklenti ve umutlarla 6 Ekim 2023 sabahına uyandı. Asya Pasifik’te, Sibirya’da, Himalayaların eteklerinde, Hazar’ın kıyılarında, Madagaskar’da, Kafkasya’da, Sahra altında, Şili’de ya da Peru’da. Bir insan güne nasıl başlar, kutuplardan basık ekvatordan şişkince sulu mavi bir morg olan bu gezegende sürüp gitmekte olan döngü ve devinimin ne kadar farkındadır? İstiflendiği apartmanın alt, üst ve yan duvarlarının hemen bittiği yerde başlayan komşularının ne kadar farkındadır? Hatta aynı meskeni paylaştığı eşinin, çocuklarının ya da anne babasının ne kadar farkındadır? Mesela İstanbul. Komşusu açken gökdelen dikenlerin yaşadığı istiflenme merkezi. Gini katsayısının 1’e teğet geçiyor oluşu Ayasofya’da, Sultan Ahmet’te ya da Bezmiâlem Valide Sultan Camii’nde secdeye giden kaç alında çatlatırcasına ağrıya sebep oluyordur? Gazze’de önceki İsrail saldırılarından daha şiddetli, soykırıma varan bir saldırıyla karşı karşıya kalan Filistin halkları ve onların yakınları olan diasporadaki Filistinliler hariç, 7 Ekim 2023’le birlikte tanıklık ettiğimizi düşündüğümüz zaman diliminin, pek azımız müstesna, rutininin konforunda nesneler biriktirmenin çabası içerisinde olan insanlarda bir sorgulamaya ve dönüşüme yol açtığını düşünmüyorum. Her canlı neslini devam ettirme eğilimdedir, kuş ve memelilerde endokrin sistem yavru bakımını da ortaya çıkarmıştır. İnsanı ahlak sahibi yapan, yakın kalıtımsal bağı ya da üzerinde kişisel bir çıkarı olmadığı türdeşlerinin ve diğer varlıkların da hakkını gözetmesidir. Aksa Tufanı ile başlayan süreçte ben kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın işgallere, sömürüye, köleleştirilmeye, nimet ve külfet paylaşımında adaletsizliğe, yok sayılmaya ya da asimile edilmeye direnen, toplamın yanında az olsa da yine de yok sayılmayacak kadar çok güzel insanın, Avrupa ülkelerinde, ABD’de ve hatta İsrail’deki varlığından biraz daha haberdar oldum. Diğer taraftan dünyadaki tek zalim İsrail ve zulme uğrayan tek halk da Filistinlilermiş gibi yapan, ki aslında Filistinlileri de umursadıklarını düşünmediğim, böyle davranmanın getirisi olduğuna inanan bir kesimin, tırnak içinde söylüyorum, “ötekine” kayıtsızlığını da her gün yeniden yaşadım. Irak’ın işgalinde ABD ile saf tutan çevrelerin kalabalık meydanlarda getirdiği tekbirlerin, yaptığı duaların ve attığı “kahrolsun İsrail” sloganlarının “soykırımın yakıtı buradan” çığlığını bastırmak, ellerindeki Filistin bayraklarını, boyunlarındaki Filistin atkılarını ve omuzlarındaki kefiyeleri İsrail ile işbirliğini örtbas etmek için kullandıklarını görmek beni şaşırtmadı.

Öyle zannediyorum ki dünya Siyonizm’in ne demek olduğunu, Siyonistlerin nasıl insanlar olduğunu bu süreçte fark etti az çok. 1948’den bu yana müthiş bir göz boyama endüstrisini işgal ve soykırımları için seferber etmiş olsalar da maskeleri düştü, düşüyor. Siz bu değerlendirmeye katılıyor musunuz? Siyonizm nasıl bir ideoloji, Siyonistler nasıl insanlar size göre?

İnsanlarda Siyonizm’e özgü bir gen dizilimi yok. Kişide ya da toplumda ırkçılığın sebebi Mayoz bölünme, crossing-over ve döllenme değil. Siyonizm’in diğer ırkçı tutumlardan farklı olduğunu düşünmüyorum. Fırsat eline geçtiğinde kendinden olmayanı nesneleştirip boyunduruk altına almaya çalışan, kendine hak gördüğünü “ötekine” hak görmeyen, kendi varlığını, dilini, inancını, kültürünü, yaşam hakkını yüceltirken “ötekinin” diline, inancına, kültürüne tahammül edemeyen, bankacılık ve finans sistemi yoluyla (yasal tefecilik) para satarak kendilerinden olmayanları köleleştiren, bilim ve teknoloji üretiminde önde olmayı adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için değil de nimet ve külfet paylaşımındaki eşitsizlikleri artırmak için kullanan, gıdaya, suya, ilaca ulaşımın sürekli maliyetini artıran, kendi cenneti için “ötekini” yersiz yurtsuz bırakmaktan kaçınmayan her organize topluluk en az Siyonistler kadar vicdanını yitirebilir. Hatırlarsanız 6 Mayıs 2021’de İsrail yine Gazze’yi bombalamaya başlamıştı. Yine hedefinde kadınlar ve çocuklar vardı. Türkiye’de yine birçok şehirde İsrail protesto edildi. Tam o günlerde Kâbil’de Şii-Hazara nüfusun yoğun yaşadığı bir bölgede Sayed al-Shuhada okuluna yapılan saldırıda çoğu 11-15 yaş arası kız çocuğu, 100 kadar insan birkaç dakika içerisinde yaşamını yitirdi. Kabil’de çocukları katledenlerin Gazze ve Batı Şeria’da çocuk katledenlerden bir farkının olduğunu vicdan sahibi kimseye anlatamazsınız. Ve tabii, Türkiye’de Kabil’de katledilen çocuklar için meydanlara inilmedi.

Uzun yıllardır varlığını sürdüren, geniş imkânlarla kabalıklar içinde boy gösteren sayısız sivil toplum kuruluşu bu süreçte tutuk ve sinik kalmışken Türkiye, “Filistin İçin 1000 Genç”, “Direniş Çadırı” gibi küçük grupların adını duydu, eylemlerine şahitlik etti. Sizce bu normal miydi? Nasıl değerlendirirsiniz?

Türkiye’de kendilerini “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” olarak adlandıran oluşumlar, 7 Ekim sonrasında da İsrail’in Gazze’ye yönelik orantısız saldırılarının muhtemelen bu kadar uzun süreceğini düşünemediler. Irak’ta, Suriye’de ve Libya’da ABD, İngiltere ve İsrail ile saf tutan iktidar, konu İsrail – Filistin çatışması olduğunda da en başından itibaren bir şekilde aynı pozisyonu korumaya devam etmiş ve fakat dünyaya Filistin halkının destekçisi görüntüsü vermişti. Her İsrail saldırısından sonra ekranlarda ve meydanlarda İsrail’i şiddetle kınayan açıklamalar yapılsa da -“one minute” çıkışı da dahil- bu kınamaların muvazaalı olduğunu Türkiye’nin durduğu ekseni ve iki ülke arasındaki ticareti yakından takip edenler zaten biliyordu. Ancak bu bilinirliğin geniş kitlelere ulaşması Aksa Tufanı sonrası oldu. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları hem uzadı hem de tam bir soykırıma dönüştü. Türkiye’de iktidar yine aynı taktiğe başvurarak ekranlarda ve meydanlarda İsrail’e lanetler okuyup kınadı. 12 Aralık 2023’te Kocaeli Milletvekili Hasan Bitmez, Meclis kürsüsüne “Katil İsrail / İşbirlikçi AKP” yazılı bir pankartla çıktı ve 2002’den o güne AK Parti-İsrail ilişkilerini anlatan sert bir konuşma yaptı. Meydanlarda ve ekranlarda İsrail’i kınayan AK Parti iktidarının İsrail ile ticaretini devam ettirdiğini söyledi. AK Parti grubundan Hasan Bitmez’e sataşmalar oldu, yalan söylemekle itham edildi. Kalp rahatsızlığı bulunan Hasan Bitmez, konuşmasını tamamlayıp yere yığıldığında da bunun “Allah’ın gazabı” olduğunu söylediler. Hasan Bitmez, kaldırıldığı hastanede iki gün sonra yaşamını yitirirken, o gün İsrail ile ticareti inkâr eden iktidar ise tam beş ay sonra “İsrail ile bütün ticareti durdurduk” açıklaması yaptı. Tabii bu da fiiliyatta devam etmekte olan ticareti kâğıt üzerinde sıfırlamaktan başka bir şey değildi.

Türkiye üzerinden İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel gönderilirken, Azerbaycan petrolü Türkiye üzerinden sevk edilirken, limanlarımız İsrail’e yük taşıyan gemilere açıkken kendilerini “İslami STK’lar” olarak nitelendiren oluşumlar, bir kez olsun iktidara seslenip “Vanaları kapat! Petrolü kes! Ticareti bitir! Limanları İsrail gemilerine açma!” diyemediler. Coca-Cola döktüler, Starbucks bastılar. İki ülkenin Ampute Milli Takımları karşılaşırken, biz nasıl uluslararası bir organizasyonda soykırımcı İsrail’in varlığını kabul ederiz şeklide bir itirazda bulunmayıp, hatta 6-0 maç sonucunu Gazze’de ölen çocukların intikamını almak gibi (kaç gol bir çocuğu geri getirir) tuhaf bir coşkuyla karşılayan “İslami STK’lar”, iktidarın üç günlük yas ilanını, düşük desibelli selalar okutmasını ve İsrail Filarmoni Orkestrası’nın konserini iptal ettirmesini Gazze direnişine destekten saydılar. (Sanatsal aktiviteler yenen ve yenilen olmadığı için mi yoksa günah sayıldığından mı iptal ettiriliyor, tam anlayabilmiş değilim.)

Tüm bunlar olurken, İstanbul’da, Ankara’da, Bursa’da, Eskişehir’de, Adana’da Filistin İçin 1000 Genç Platformu, Direniş Çadırı gibi küçük ama organize gruplar devam etmekte olan Türkiye-İsrail ilişkilerini ifşa etmekten geri durmadılar ve kolluk gücünün müdahalelerine ve baskısına rağmen en stratejik noktalarda eylemler yaptılar. Sözde Filistinlilerin yanında olan iktidarın talimatıyla farklı zamanlarda 100’ün üzerinde genç ya gözaltına alındı ya da tutuklandı.

Bu arada gazeteci Metin Cihan’ın çıkardığı işleri de unutmamak lazım. Hem İsrail ile ticaret yapan şirketleri ifşa etti hem de Türkiye limanlarından İsrail’e giden gemileri. Tabii, Metin Cihan’ın X hesabına erişim engeli getirildi.

Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?

İktidar ile kendilerini “İslami STK’lar” olarak nitelendiren oluşumlar arasında simbiyotik bir ilişki var. Bu ilişki söz konusu STK’ların iktidara muhalefet yapabilme yeteneklerini sıfırladığı gibi bu STK’larda iktidarı zora sokacak taleplerde bulunmama hassasiyeti oluşturmuş. İsrail ile işbirliğinin devam ettiğini gösteren Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden İsrail’e aktarılmasına son vermesi ya da İsrail ile ticareti fiiliyatta da bitirmesi gibi meselelerde iktidara baskı yapmak yerine, sokaklarda, meydanlarda, basın açıklamalarında olmayacak bir işi, -Türkiye’nin Gazze’ye asker göndermesini- talep ediyorlar. Böylelikle de Türkiye ve İsrail arasında her an çatışma çıkacakmış gibi bir algı oluşturarak, -bilerek- bu işbirliğini örtbas ediyorlar. İsrail ile ilişkilerini ifşa edecek protestoları iktidar partisinin genel merkezinin ya da il ve ilçe başkanlıklarının önüne ya da Beştepe’ye taşımadan, “Kahrolsun ABD!”, “Kahrolsun İsrail!”, “Hamas’a selam, direnişe devam!” gibi sloganlarla ABD, İsrail ya da Mısır büyükelçiliklerinin yahut konsolosluklarının önünde, çok gerekli gördüklerinde İncirlik ya da Kürecik üslerinin önünde iktidara dokunmayan eylem ya da açıklamalar yaparak, işte Starbucks basarak yahut Coca-Cola dökerek iktidarı zora sokmayacak gösterilerle, nüfuz ettikleri kitleleri hem yeniden iktidarın yanında konsolide ediyorlar hem de Türkiye – İsrail ilişkilerine gerçekten tepki gösteren gruplardan uzak tutuyorlar.

Eylemlerde AK Parti iktidarına seslenmek yerine, kim oldukları, nerede oldukları belli olmayan İslam ülkelerinin liderlerine sesleniyorlar. “Ey İslam Ülkeleri!”, “Ey İslam Ülkelerinin Liderleri!” diyorlar. Sanki Türkiye’deki iktidar elinden geleni yapıyor da buna İslam ülkeleri engel oluyormuş gibi bir algı oluşturuyorlar.

Daha ilginci aleni olan Türkiye- İsrail ilişkilerini görmezden gelip, uzun zamandır beri ABD ve İsrail’in hedefinde olan İran’ı İsrail ile gizli işbirliği yapmakla itham ediyorlar. ABD emperyalizminden değil ama Şii Hilali’nden bahsediyorlar. Suriye’de ABD ve İsrail destekli muhaliflerin yönetimi ele geçirmesini fetih olarak nitelendiriyorlar, fethedilmiş Şam’ın Suriye topraklarına giren İsrail’e mukavemet göstermeyişini görmezden geliyorlar.

Aslında yeni olan bir şey yok. 1969’da 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden öğrenci ve işçi örgütlerine karşı, abdest alıp namaz kıldıktan sonra ABD ile saf tutan milliyetçi-muhafazakâr kitle yine aynı yerde duruyor.

Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr Müslümanlık anlayışının repertuvarında “hidayete eren komünist” hikayeleri vardır. İşte şair, yazar, yönetmen ya da oyuncu, solcu, sosyalist ya da komünistken hidayete ermiş, namaza başlamıştır. Ve fakat aynı repertuvarda “hidayete eren kapitalist” hikayesi yoktur. Bu topraklarda kapitalizmin eli abdestli, dili dualı, alnı secdelidir. Makbul dindarlığın ölçüsü, kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın zulme karşı olmak değil de CHP’ye ve alkole karşı mukavemet göstermektir. Tabii CHP’ye mukavemet sadece CHP ile sınırlı değildir, hatta İttihat ve Terakki zihniyetini sıradan bir CHP’liden daha fazla kuşanan dindarlar vardır, Türkçe ezana karşıdır ama Tunceli ve çevresindeki topraklara Dersim demeyi, Ermeni ve Rum olmayı kötülük addeder, Kürt kimliğini ve Kürtçeyi yok sayar, Allah’a inanır, devleti kutsar…

Tarihin içinde, hadiselerin tozu dumanı içinde bazen ne yaşadığımızı idrak edemiyoruz. Gazze’de soykırım doludizgin devam ederken, Türkiye’nin İsrail’e olan desteğini eleştiren Filistin Dostlarını, Cumhurbaşkanı, “Siyonistlerin ağzı dili olma”kla suçladı canlı yayında. İtiraz eden gençler tutuklandı, işkence gördü hapsedildi. En az 100 Filistin Gönüllüsü hukuka aykırı olarak yargılanıyor. Çocuklarımız, torunlarımız 30 yıl sonra bugünlere baktıklarında nasıl bir Türkiye görecekler sizce?

Başörtüsü yasaklarının olduğu, imam-hatiplerin orta kısmın kapatıldığı, meslek lisesi öğrencilerinin katsayıya kurban edildiği, tesbih, takke ve gümüş yüzüğün suç unsuru sayıldığı, pek azı müstesna cemaatlerin baskı altına alınarak kurban derisinden dahi mahrum bırakıldığı, tesettürlü annelerin askeri okulda okuyan evlatlarının mezuniyet törenine alınmadığı 28 Şubat post-modern darbe sürecinin ardından, -bu süreç bitti demiyorum, devamında diyorum- neredeyse çeyrek asırdır, her ilçeye en az bir imam-hatip okulu açan, her hâkim tepeye bir cami konduran, neredeyse tüm resmi açılışlarda güzel sesli hafızlara Kur’an-ı Kerim’den bölümden okutan bir iktidar işbaşında. Akademide, silahlı kuvvetlerde, emniyet teşkilatında başörtüsü serbest. Yargı mesnupları ve banka personelleri arasında başörtülü kadınlar var. Millî Eğitim Bakanlığı’nın bünyesindeki yönetici kadroları hiç olmadığı kadar ilahiyat fakültesi mezunlarından oluşuyor. Kendilerini “İslami STK’lar” olarak adlandıran oluşumların organizasyon yetenekleri ve ekonomik gücü hiç olmadığı kadar yüksek. Alnı secdeli insanlar inşaat, enerji, maden ve turizm sektöründe müthiş paralar kazanıyor. Tanıl Bora’ya “İnşaat Ya Resulallah” kitabını yazdıracak kadar mütedeyyin müteahhitler var. İhracatlar, ithalatlar, ihaleler besmele eşliğinde oluyor. TRT’de bol bütçeli, namazlı, niyazlı, rabıtalı, zikirli, tekbirli, tilavetli diziler var. Ormanlarıyla, vadileriyle, gölleriyle, dereleriyle, yaylalarıyla, kıyılarıyla, toprağıyla suyuyla tüm ülke bir Kevser havuzu gibi. Hal böyleyken, TRT WORLD’ün İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirdiği programda, Cumhurbaşkanı’nın konuşması sırasında, tırnak içinde söylüyorum, “Siyonistlerin ağzı ile konuşan birtakım gençlerin” İsrail’e yapılan petrol sevkiyatını protesto etmeleri elbette statüko için makbul ve makul bir davranış değildir. Köprü üzerinde Gazze için yapılan duaları, Hamas’a gönderilen selamları görmezden gelip, köprü altından İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel sevkiyatı yapıldığından bahsederseniz Hasan Bitmez’i TBMM kürsüsünde yakalayan “Allah’ın gazabı” elbette size de ulaşır. Başörtünüzün çekilip alınması, çıplak aramalar, kötü muameleler, “Gazze’de çocuklar ölürken Siyonist ağzı ile konuşanlar için” azdır bile.

Marx’ın dediği gibi bugünkü egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir. 30 yıl sonrasında da egemen düşünceler yine egemen sınıfın düşünceleri olacaktır. Ancak farklı düşünenler dün ve bugün olduğu gibi yarın da olacaktır. Sınır ötesindeki bir haksızlıkları -ki aslında seçici davranan- gören ama sınırın bu tarafında yapılan haksızlıklara dair tek bir cümle kurmayan koca bir kitle var. Bunu anlamlandıramıyor değilim, konforunun bozulmasını istemiyor insanlar, alışkanlıklarının, yaşam tarzlarının bozulmasını istemiyorlar, hiç düşünmedikleri gibi düşünmek istemiyorlar, sorgulamak, araştırmak, öğrenmek değil, kendilerine öğretildiği gibi, inandırıldıkları gibi yaşamak istiyorlar. Küçük dünyalarına farklı yaşam tarzlarının, farklı düşüncelerin, farklı tarih okumalarının girmesini istemiyorlar. Kutsallık atfettikleri inşaat malzemelerinin ve öteki nesnelerin, kan ve kemikten kahramanlarının yerle yeksan olması ihtimalinden korkuyorlar.

KHK’lıların adalet arayışı, Cumartesi Anneleri’nin evlatlarının ölü bedenlerini arayışı, Barış Akademisyenleri’nin geçimi, Gülistan Doku’nun akıbeti, Dedeoğulları Ailesinin başına gelenler, Şenyaşar Ailesinin yaşadıkları, Emine Büyüknohutçu’nun hukuk mücadelesi, Kaz Dağı’ndaki, Akbelen Ormanı’ndaki, Fatsa Yukarıbahçeler’deki, Cerattepe’deki yağma ve talan, ormansızlaştırma, sulak alanların yok edilmesi, biyolojik çeşitliğin azaltılması, çıplak arama ve işkence iddiaları, üç dönemdir devam eden kayyım uygulamaları, yaşlı ve hasta mahpuslar, Gezi Davası, Cemil Çağırga’nın üç gün derin dondurucuda, Taybet İnan’nın dokuz gün sokakta bekletilen cesetleri, kadın cinayetleri, tutuklu gazeteciler, Ebdo Ailesinden 7’si çocuk 9 kişinin öldürülmesi, Kanun Hükmü filmine getirilen gösterim yasağı, Grup Yorum şarkılarına getirilen erişim yasağı, en son TBMM’den geçen ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilen sakıncalı bulunan mealleri yasaklama, toplam ve imha ettirme yetkisi neden kendini “İslami STK’lar” olarak adlandıran oluşumların hiç gündeminde olmamışsa, 100’den fazla Filistin gönüllüsünün haksız hukuksuz bir şekilde gözaltında alınışı, tutuklu ya da tutuksuz olarak yargılanıyor oluşu da aynı nedenle gündemlerinde olmayacaktır.

Filistin Mücadelesi denildiğinde Türkiye’de “sol” akla gelirdi. Solcular bu dava uğruna mücadele edip bedeller ödediler. Nasıl bir kırılma yaşandı ki bugün bu dava -istisnalar bir yana- Müslüman Mahalle ile sınırlı bir dava halini aldı? Bildiğim kadarıyla dünyanın her yerinde böyle bir ayrışma yaşanmadı.

Hatırlarsanız Aralık 2017’de, Balfour Deklarasyonu’nun 100. Yıl dönümünde, Trump, İsrail’in Kudüs’ün “bir bütün ve ebedi başkent” oluşu kararını tanıdığını açıklamıştı. O zaman da Türkiye’de Filistin yanlısı gösteriler yapıldı. Gösteriler iki şekilde cereyan etti: Gazsız ve susuz olanlar, gazlı ve sulu olanlar. Sol grupların yaptığı Filistin’e destek gösterilere polis müdahale etti. Biber gazı da kullanıldı, tazyikli su da sıkıldı. Bu gösterilere dair haberler ne ana akım medyada yer aldı ne de pek azı müstesna muhalif Müslümanların haber sitelerinde. Aynı zamanda aynı şehrin farklı mekanlarında ya da farklı zamanlarda aynı şehrin aynı mekanlarında Filistin için sokağa çıkan iki grup var ve birinin diğerinden haberi yok.

Siz, Filistin davası -istisnalar bir yana- Müslüman mahalle ile sınırlı bir dava halini aldı diye düşünürken, Filistin için biber gazı ve tazyikli su yiyen, gözaltına alınan ya da tutuklanan sol gruplar da şöyle düşünüyor: “Samimi birkaç küçük mütedeyyin topluluk hariç, Türkiye’deki İslamcılar ABD ve İsrail ile iş tutuyor.”

Ben özellikle takip ettim. 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı operasyonu ve sonrasındaki gelişmeler üzerine sol kesimin tavrı ne olacak. Belki az çok tanıdığım için olsa gerek şaşırmadım, EMEP, SYKP, ESP, Yeşil Sol Parti, TİP, TKP, istisnasız hepsi İsrail işgaline karşı Filistin halkının yanında yer aldıklarını söylediler. 15 Ekim 2023’te İstanbul’da Saadet Partisi, HÜDA-PAR’ın da katılımıyla Filistin’e destek için miting düzenlerken, Ankara’da Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin Olağanüstü Büyük Kongresi’nde konuşan yeni Eş Genel Başkanlar Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, İsrail’in 100 yılı aşkındır Filistin toprakları üzerinde devam eden işgal politikalarını reddettiklerini açıkladılar.

İlginç olan şuydu. Sol, sosyalist ya da komünist partilerin ve oluşumların İsrail karşıtlığını ve Filistin halklarına verdiği desteği görmezden gelenler, CHP’nin yeni genel başkanı Özgür Özel’in 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı’nı “HAMAS terör örgütü tarafından yapılan bir saldırı” olarak nitelendirmesine takıldılar. Ki Özgür Özel, partililerinden, en azından bir kısmından uyarı almış olacak ki sonradan “ben HAMAS’a terör örgütü demedim, eyleme dedim” açıklamasında bulundu. Tabii haklarını yememek lazım, AK Parti cenahından hiç kimse HAMAS’a terör örgütü demedi. HAMAS’a selam, Gazze’ye dua, İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel ve petrol gönderdiler.

Özgür Özel, milyon defa HAMAS’a terör örgütü dese, bu İsrail jetlerine yakıt olan bir damla petrolün yerini tutmaz. Ayrıca CHP, İstanbul Milletvekili Yunus Emre’nin genel kurulda iktidarın Filistin meselesindeki ikiyüzlülüğünü dile getiren enfes bir konuşması var.

Diğer taraftan ABD’de okuyan, sosyalist bir öğrenci olan Ayşenur Eygi Ezgi’yi unutmamak gerekir. Filistin halkına destek olmak için okyanusu aşıp Batı Şeria’ya geldi ve orada işgalci İsrail askerlerinin namlularından çıkan kurşunla başından vurularak öldürüldü. Dün olduğu gibi bugün de sol, sosyalist, komünist çevreler Filistin halkı için bedel ödemeye devam ediyor, yine dün olduğu gibi 6. Filo eylemlerine karşı ABD ve İsrail ile saf tutan muhafazakâr çevreler birtakım ulusalcıların – ulusalcılar sol, sosyalist ya da komünist olmadıkları halde-, Filistin meselesine yaklaşımı solun İslam düşmanlığı olarak göstermeye çalışıyorlar. Sanırım büyük bir kitleyi de bu konuda ikna ediyorlar.

Diğer taraftan İspanya’dan Ione Belarra başta olmak üzere İrlanda’da, Fransa’da, Almanya’da, Danimarka’da, İngiltere’de, İtalya’da, ABD’de ve başka birçok ülkede azımsanamayacak kadar çok sol, sosyalist ya da komünist siyasetçi, akademisyen, sanatçı, aktivist, parti ve platform Filistin halklarına çok açık ve net destek vermektedir. Bu ülkelerde yapılan Filistin yanlısı eylemlerde de göstericiler defalarca polisle karşı karşıya gelmiştir. Yine ilginç olan bir durum, TRT ve Anadolu Ajansı, Batılı ülkelerinde polisin Filistin yanlısı göstericilere müdahalesini anında haber geçerken Türkiye’de Filistin dostların kolluk tarafından defalarca darp edilmesini görmezden gelmişlerdir.

 

Türkiye’de Filistin Mücadelesi, özellikle 2000 sonrası, şiddet dışı, barışçıl bir hat üzerinde yürüyor. Ara ara “şiddet” nedir, ne kadarı meşrudur gibi tartışmalar gündeme geliyor bazı küçük gruplar arasında. Siz hak mücadelesinde şiddetin bir enstrüman olarak kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

14 Aralık 2008’de Bağdat’ta Iraklı gazeteci Muntazar el-Zeydi ayakkabılarını çıkarıp, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki ile ortak basın toplantısı yapan ABD Başkanı George W. Bush’a fırlattı. Şimdi bunu, yani ayakkabı fırlatma olayı hukuki açıdan fiili saldırı girişimi olarak değerlendirilebilir. “Şiddet içeren protesto” veya “saldırı teşebbüsü” diyenler olacaktır. Diğer taraftan bu hedef kişiyi aşağılamak amacıyla yapılan sembolik bir protesto olarak da görülebilir. Bir şiddet eyleminde muhatabına fiziksel açıdan zarar verme amacı vardır. El-Zeydi’nin yaptığı ise politik bir mesaj vermekti. Bunu da agresif bir protesto olarak değerlendirenler olacaktır. İsrail’in yaptığı soykırıma bir Avrupa ülkesinde bir şekilde destek olan ya da sessiz kalan etkili ya da yetkili kimselere yumurta atmak fiziksel bir zarar vermekten ziyade sarsıcı bir mesaj vermek olarak nitelendirilebilir.

Diğer taraftan soykırıma uğrayan, yaşam hakları ellerinden alınan, evleri ve iş yerleri yıkılan, topraklarından çıkarılan insanların buna karşı direnmelerini şiddet olarak nitelendirmek, öz savunma haklarını, direnişi yok saymak ve işgalciyle işbirliği yapmak değilse, nedir?

Gazze’de ya da dünyanın bir başka yerinde çocuklar ve kadınlar öldürülürken, hastaneler ve okullar bombalanırken, insanlar canlarını, gözlerini, ellerini, ayaklarını kaybederken, insanlar tecavüze uğrarken, işkenceye maruz kalırken, geleceklerini kaybederken, vicdan sahibi insanların yasal haklarını kullanarak, bu kötülükleri duyurmalarına, protesto etmelerine ve halkın vergileriyle maaşları alan yöneticilerden buna engel olmalarını istemelerine kolluk gücüyle keyfi bir şekilde engel olmak şiddet değilse, nedir?

Türkiye’de neden belli ilkeler etrafında buluşup partiler, hizipler, ideolojiler üstü bir hak mücadelesi veremiyoruz? Gazze’de cereyan eden ve zalim ile mazlumu, ezen ile ezileni ayıran, ayan beyan ortaya koyan soykırım gibi dehşet verici bir trajedi bile bizi bir araya getiremezken soruyorum bu soruyu.

Sanırım birçoğumuz en dehşet verici trajedi olarak kendi yaşadıkları acıyı görüyor ve insanların ayan beyan olan bu acıyı nasıl görmezden geldiklerini, bu acı karşısında nasıl duyarsız kaldıklarını sorguluyor. Gazze’deki soykırımı dert edinenlerin yapması gereken, “insanlar niçin Filistin meselesi etrafında kenetlenmiyorlar?” demek değil. Biz Gazze için gösterdiğimiz duyarlılığı aynı şehirde yaşadığımız, yolda, sokakta, bir toplu taşıma aracında karşılaştığımız, ama selamlaşmadığımız, ama tanışmadığımız, ama hikayesini bilmediğimiz insanların acıları için gösteriyor muyuz? (“Hangi acılar Gazze’de yaşanan acılarla bir olabilir ki?” demek körlüğün itirafıdır.)

Acıları yarıştırıyoruz ve önceliklerimiz farklı. Yine birçoğumuz kendimizden görmediklerimizin en başta varoluşlarını hak olarak görmüyoruz. Varoluşlarını hak olarak görmediğimiz insanların haksızlığa uğramış olma ihtimalleri ise aklımızın ucundan geçmiyor. Her şeye rağmen onlarla bir arada yaşıyorsak, varoluşlarını bir şekilde kabullenmişsek yine de endişelerimizin, kaygılarımızın, umutlarımızın ve beklentilerimizin farklı olduğu unutup onların bizi anlamasını istiyoruz. Bizim ne onları anlayacak vaktimiz var ne de Gülten Akın’ın dediği gibi “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.”

10 Ekim Gar katliamının, Suruç katliamının, Roboski katliamının, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının anmalarına gitmiyoruz ama onlar Nekbe (Nakba) Günü’nün yıl dönümünde aramızda olsun istiyoruz. EMEP İzmir İl Örgütü’nün Nakba anmasından ise hiç haberimiz olmuyor.

Kürtlerin bir sözü var, “mirî di mala me de ye, em ji bo xelqê digirîn”, ölü bizim evimizde biz başkasına ağlıyoruz. Tabii ben, önce yakınımızdaki acıları görelim, sonra uzaklara bakalım demiyorum. Aynı anda ikisi de mümkündür diyorum.

Problem ahlakın cinselliğe indirgeyip kendimiz için istediklerimizi başkalarına hak görmeyişimiz, kendimiz için istemediklerimizi başkaları için müstahak görmemiz. Türk’e helal olan Kürt’e de helaldir sözünden rahatsız olanlar var, halbuse (hal bu ise) Arap’a helal olan Ermeni’ye, Rum’a, Sırp’a, Rus’a da helaldir.

Mustafa Akkad’ın The Message (Çağrı) filmini yıllar sonra yeniden izlediğimde fark ettim. Aslında mesaj, filmin ilk sahnesindeydi. Maurice Jarre’nin muhteşem müziği eşliğinde ufukta beliren üç atlı, çölde, kum tepelerinin aralarında bir müddet birlikte ilerlerler ve sonra üç ayrı istikamete yönelirler. Merhum Akkad filmi, Hudeybi’ye sonrasından başlatmıştır. Atlılar Bizans’a, Mısır’a ve İran’a gönderilen elçilerdir. Omuzlarındaki yük, silm’dir, selam’dır, İslam’dır, Türkçe söylersek “barış”tır. Allah, âlemlerin rabbidir, Resul, âlemlere rahmettir, teklif tüm insanlığadır. Hal böyle iken etnisitesi, dili, inancı, mezhebi, partisi, derneği, sendikası, yaşam tarzı farklı diye, yine tırnak içinde söylüyorum, “öteki” olandan uzak duran bir Müslüman tipolojisi ortaya çıkmıştır.

Hak ve adalet mücadelesi vermenin yolu en başta bize benzemeyenlerle oturup çay içmekten ve onların hikayesini dinlemekten geçiyor.

Türkiye’de bilhassa son 10 yılın kelimesi nedir diye bir anket yapsak, “kutuplaşma” ilk sıralarda gelir herhalde. Sizce ilk üçte hangi kelimeler yer alır, merak ettim. Sorum şu: Bu topraklarda kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, herkesin bir diğerinin haklarına saygı duyduğu bir toplumsallığı, emin beldeyi nasıl tesis edebiliriz?

Son 10 yıla (zamanın 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl ya da1000 yıl olarak taksim edilmesini anlayabilmiş değilim 😊) bana göre damgasını vuran önce olumsuz üç kelimeyi söyleyeyim: Kutuplaşma, keyfilik ve dinbazlık. Yaşadığımız günlere tam olarak sirayet ettiklerini söyleyemesem de yine bana göre çok alametleri beliren olumlu üç kelime ise: Yüzleşme, helalleşme ve kucaklaşma.

Kimsenin kimseyi ötekileştirmediği bir dönem sanırım hiç yaşanmamış ama her dönemde herkes için yaşamı kolaylaştırmanın ve güzelleştirmenin mücadelesini veren insanlar olmuş. Mesele bu insanları organize edebilmek, çünkü iyiliklerin organize olmayışı kötülüğün gücünü artırıyor. İsrail tek başına değildir, başta ABD ve stratejik ortakları olmak küresel sömürü sisteminin tüm enstrümanları İsrail’in yanında yer almaktadır. Filistin halkları da yalnız değildir, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, bir inancı olan ya da olmayan, sol, sosyalist, komünist dünyanın tüm vicdanlı insanları da -Filistin halkları dahil olmak üzere- haksızlığa, adaletsizliğe uğrayan, yok sayılan, sömürülen halkların yanındadır. Biz, insan için tek coğrafi sınırın biyosfer olduğunu görüp, küresel sömürü sistemine karşı tüm bu vicdanlı insanların organize olmasıyla küresel bir direniş hattı oluşturmanın gayretinde olmalıyız.

Sorularınız için, bana söz söyleme imkânı verdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

 

Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız:

Harun Özkarataş:

Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti”

https://yenipencere.com/soylesiler/filistin-hamaseti-yapanlar-kaybetti/

Şeyma Yıldırım:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Gülşah Eldemir:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Mücahit Gültekin:

Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti”

https://yenipencere.com/soylesiler/aksa-tufani-her-seyi-altust-etti/

Murat Kurtuldu:

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

https://yenipencere.com/soylesiler/umitvar-olmanin-tam-zamani/

Salih Ulusal:

Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuran-bir-vadide-onlar-baska-bir-vadide/ 

 

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

1 Yorum
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Söyleşiler

İsrail’in Yenilmezliği ve Dokunulmazlığı Yerle Bir

Yayınlanma:

-

Bursa, Filistin Dostlarının en etkin olduğu Anadolu şehirlerinden biri. Aksa Tufanı sürecinde “Filistin İçin Ayağa Kalk” adlı platform etrafında bir araya gelen gönüllüler Filistin direnişini desteklemek üzere istikrarlı, örnek bir dayanışmayı sürdürüyorlar. Aksa Tufanı süreci söyleşilerinin sekizincisinde sorularımı Volkan Tekdemir’e yönelttim. Kendisi Din Psikolojisi alanında doktora sahibi bir tarih öğretmeni. Okurlara bu söyleşi serisinin gündemle kaim olmadığını, inanan-inanmayan tüm vicdan sahipleri için hayat yolunda yordam ve ibret ihtiva ettiğini hatırlatmak isterim. Bu itibarla, istifade edenler için serinin diğer söyleşileri de aşağıda, bir tık uzakta, okunmayı bekliyor. 

 

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Filistinlilerin meşru müdafaa hakkını kullanmasına, adalet ve özgürlük mücadelesine, Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Öncelikle yaşanılan soykırımın insan olarak içimi yaktığını ifade etmek isterim. Ancak Aksa Tufanı’nının ilk gününden, günümüze yaşanan tüm süreç, bana göre, şanlı bir direnişin yükselişini ifade ediyor. Mazlum ve müstaz’af halkların kurtuluşu için yakılan özgürlük meşalesinin, zalim ve müstekbirlerde beklenilen tepkisini gösteriyor.

Mücahit Gültekin abinin Aksa Tufanı’nın ilk aylarında bir tanımlaması vardı. Yaşanılanları bir mucize olarak tanımlıyordu. Çağdaş tarihin gözlerimizle şahit olduğumuz mucizesi. Bu tanımlama zihnimde dolanıp duruyor. Yaşadıklarımızı bir mucizeye şahitlik olarak görüyorum. Tarihin dönüm noktasına şahitlik etmek tüylerimi diken diken ediyor. Ayrıca bir mucizeye şahit olup da gereken sorumluluğu yerine getirmeyen toplumların helakini düşünüyorum ve korkudan titriyorum. Ya üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmiyorsak? Bu sorunun cevabı çok korkutucu.

Bir taraftan büyük bir ümit içindeyim ki, yüzyıllar boyu devam eden emperyalist kuşatmanın ve onun son dönemdeki maşası Siyonizmin yıkılışına şahitlik ediyorum. Bir taraftan korku içindeyim ki, üzerime düşen sorumluluktan, kişisel korkularım ve zaaflarımdan dolayı kaçmak istemiyorum. Bir taraftan da hüzün içindeyim ki, destanlarıyla büyüdüğüm büyük liderler arzuladıkları şehadetleriyle bu dünyadan ayrılıp gittiler. Onlarsız kalmanın, yalnızlığını hissediyorum.

Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar sokağa döküldü, geniş katılımlı kitlesel eylemlerin yanı sıra bireysel protestolar da gerçekleştirildi. Türkiye’de soykırıma karşı gerçekleştirilen protesto ve eylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nasıl değerlendirebilirim? Şaşkınım. İslam’ı doğru idrak edemediğimi anlıyorum şu günlerde. Ben İslam’ın zaferinin Müslüman olarak doğup büyümüş insanlar ve toplumlar eliyle olacağını düşünürdüm hep. Bugün bundan o kadar da emin değilim. Batı dünyasında, Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da insanlık vicdanı uyanışa geçmiş durumda. İçerisinde yaşadıkları emperyalist sömürgeden kurtuluşun reçetesi olarak direnişi görüyorlar.

Müslüman halkların ise uyuşmuş, uyuşturulmuş, sinmiş ve sindirilmiş havasını içime çekiyorum. Allah resulünün ifadesiyle vehn hastalığının iliklerimize kadar işlediğini görüyorum. Dünyasını kaybetmek istemeyen toplumların hakikate gözlerini sımsıkı kapatmalarını, işbirliğini ve ihaneti sigaya çekmelerini hazmedemiyorum.

Ancak böyle olacak. Allah dinini hak etmeyenlerden çekip alacak ve hak edenlere nasip edecek. İslam sayesinde yükselen ve yücelen milletler, İslam olmadan zelil olup, zillete alışırken; İslam’la şereflenen toplumlar ise zilletten sıyrılıp hakkın ve hakikatin bayrağını kuşanacaklar. Dünyanın dört bir yanında çeşitli bedeller ödeme pahasına sokaklara dökülen toplumlara yüce Allah’ın bambaşka güzellikler nasip edeceğine inanıyorum. Yaşarsak önümüzdeki günlerde bunları göreceğiz.

Türkiye’de çok az sayıda ilde sürecin en başından bu yana örgütlü, ısrarlı ve net talepler ihtiva eden eylemlilikler sergilendiğini gözlemledik. Bursa, Filistin Dostlarının etkin olduğu o illerden biri. Örgütlenmeye bu ülkede bilhassa olumsuz anlam yüklenmek isteniyor ama ben olumlu anlamıyla soruyorum: Bursa’da nasıl örgütlendiniz, ne gibi çalışmalar yürüttünüz, yürütüyorsunuz?

Örgütlenmeyle ilgili söylediklerinize katılıyorum. Bizde örgüt kavramı terör ya da silahla birlikte anılarak marjinalleştirildi. Özellikle Ak Parti iktidarı sonrasında İslamcı yapılar sivil örgütlenmelerini şekilsel olarak korusalar da içeriksel olarak giderek hükümet yanlısı tavırlarıyla devletleştiler, yarı resmi bir pozisyona evrildiler. Muhafazakâr-sağcı cenahta bu zaten eskiden beri var olan bir durumdu. Bu duruma 80’li, 90’lı yılların İslamcıları da eklenmiş oldu.

Ak Parti iktidarı sürecinde örgütlenmesini gerçekten sivil olarak koruyabilen, hükümete yanaşmayan, doğrusunu desteklese de eğrisini eleştirebilen yapılar bugünkü Filistin eylemlerinde önemli bir yer tutuyor. Çünkü maalesef sivil olma niteliğini kaybeden yapılar, hükümet izni olmadan sokağa, meydana çıkamaz hale gelmiş durumdalar. Aksa Tufanı’nın ilk ayını geride bıraktıktan sonra Bursa’da şahit olduğum sessizlik, bendeki bu kanaati pekiştirdi.

Tam da bu noktada kendince sivil yapısını korumaya çalışan insanlar olarak şunu sorduk kendimize: “birilerinin bir şey yapmasını mı bekleyeceğiz kendimiz mi bir şeyler yapacağız?”

İlk aylarda Filistin direnişini ve Gazze’deki soykırımı unutturmamak adına her hafta basın açıklamaları yapmaya başladık. Bu süreçte “Filistin İçin Ayağa Kalk” adında bir sosyal medya kanalı oluşturduk. Yaptığımız eylemler bu mecradan daha geniş kitlelere ulaşabilsin istedik. Bu sosyal medya kanalı, aynı dert ile dertlenen birbirinden farklı sosyal çevrelerdeki arkadaşların bir araya gelmesine vesile oldu. Birçok konuda farklı düşünse bile Filistin duyarlılığı konusunda ortaklaşan kardeşlerimizle “Gazze’deki soykırım karşısında neler yapabiliriz?” sorusu etrafında düşünmeye başladık.

Bu süreçte bir kardeşimizin Amerika’da yapılan bir eylemden etkilenerek oluşturduğu üzerinde kanlı eller bulunan kefenlerle eylem yapma fikri hayata geçti. Bu eylem başta Filistin davasını canlı tutmak adına her gün yapılmaya başlandı. Özellikle Metin Cihan’la birlikte başlayan Türkiye’nin İsrail’le sürdürdüğü ticaret haberleri bizim açımızdan yeni bir milat oldu. Türkiye’de bulunan Filistin dostları eğer direnişe gerçekten destek vermek istiyorlarsa İsrail’in canını acıtmalıydılar. Bunun en yakın imkânı ülkemizin İsrail’le var olan ilişkilerine yoğunlaşıp bu ilişkilerin bitirilmesi için sivil baskı oluşturmaktı. Bundan sonra kefenli eylemimiz artık toplumumuzun aşina olduğu; “ticareti kes, üsleri sök, limanları Siyonizm’e kapat, İsrail’le tüm ilişkileri bitir” talepleriyle 401 gün boyunca Ak Parti il binası önünde aralıksız sürdü. Ak Partili yöneticiler hakikati onlara hatırlattığımız için bize teşekkür edecekleri yerde Ak Parti il binasının önünde durmayalım diye kolluk kuvvetlerini kullanarak çok fazla baskılar yürüttüler. Ama ben şahsım adına onlara karşı bir sorumluluğumuzu yerine getirdiğimize inanıyorum.

Özellikle seçim sürecinde Bursa’ya yolu düşen tüm bakanlara, milletvekillerine yukarıda saydığım talepleri miting meydanlarında, açılışlarda ve ulaşabildiğimiz her noktada haykırmaya çalıştık. İlginçtir ki, halkın vekili olan bu insanlar “halkımız bizden ne istiyor” diye dönüp bizi dinlemek yerine bizden sürekli kaçmaya, korumalarıyla bizi itmeye, kolluk güçleriyle bizi gözaltına aldırmaya çalıştılar. Oysaki, bu onlara karşı bir “Ömer olma”, “hakkı hatırlatma” misyonunun yerine getirilmesiydi. Seçim sürecinde bize, “hakkı hatırlatan Ömerler olun” dense de, hakikatin kimsenin hoşuna gitmediğini görmüş olduk.

Son olarak Bursa’daki yalnızlığımızı gideren Direniş Çadırı tecrübesini de anmak isterim. Filistin İçin Ayağa Kalk gibi bir sosyal medya hesabı olan Direniş Çadırı, FİAK’ın Bursa’daki misyonunu Türkiye çapında ifa ediyordu. Yatay bir düzlemde birbirinden farklı görüşlerdeki insanları Filistin direnişi ortak parantezinde buluşturuyordu. 10 Mart’ta bu yana Direniş Çadırı’nın direnişe destek veren sesini Bursa’dan yükseltmeye çalışıyoruz. Bu çerçevede Direniş Çadırı ile birlikte meydan eylemlerinde gerçekçi talepleri yükseltmeye devam ediyoruz. Bu talepleri genelde iki haftada bir Ak Parti il binası önünde Şehreküstü Meydanı’nda yükselttik. Bazen de Gemlik Limanı’nı Siyonistlerin kullanmasını engellemek için liman önü eylemlerinde bu talepleri dile getirdik.

Türkiye’de iktidar destekli eylemlerin haricinde sizinki gibi taleplerle eylemler yapan ekiplerin bulundukları illerde kitleselleşemedikleri gerçeği ile karşı karşıyayız. Bunun nedenleri hakkında muhasebe yaptığınızda ne gibi sonuçlara ulaştınız?

Bu eylemlerin kitleselleşmemesinde iki önemli faktörün var olduğunu düşünüyorum.

Bunlardan ilki hükümet kanalından kendilerine yakın STK ve Medya eliyle yapılan güçlü manipülasyondur. Bu manipülasyonun önemli bir kısmı bu tür eylemleri marjinalleştirme ve mücrimleştirme üzerine dönüyor. Bu eylemlere katılmak bir suçmuş, eylemcilerin söylemleri dış odaklıymış gibi sunulmaya çalışılıyor. Maalesef gerçeklikten kopartılmış bir toplumda yaşadığımızı kabul etmek zorundayız. Gerçeklikten kopartılan toplumlar üzerinde bu türden manipülasyonların etkisi büyük oluyor.

Bununla beraber halkımızı kuşatan bir dili biz de yakalayamadık. Bu konuda şapkamızı önümüze koyup iyi bir muhasebe yapmalıyız. Seslendiğimiz toplumu, değerlerini, korkularını, beklentilerini daha çok hesaba katmalıyız. Hakikati değiştirmeden bunlar dikkate alınabilir. Bazen bu kendimizden taviz vermek gibi algılanabiliyor. Söylenilen hakikat değişmedikten sonra bu incelikleri hesap etmek bizi geliştirecektir. Ancak şunu ifade edebilirim. 10 Mart’ta başladığımız noktada değiliz. Toplumu hesap etme, halka ulaşmayı önemseme konusunda daha duyarlı bir dil geliştirmeye başladık. Zaten bunun neticelerini de alıyoruz.

Bir de tabi bu konuda şunu da ifade etmek gerekir. Biz her ne kadar eylemlerin kitleselleşemediğini düşünsek de eylemlerin mesajı toplumun kalbinde yer tuttu. Ticaret konusunda, limanların Siyonistler tarafından kullanımı konusunda, İsrail’e topraklarımız üzerinden giden petrol konusunda, üslerin kapatılması konusunda toplumda giderek artan bir uyanıklık hali var.

Yani az olan kitle geniş olan kitleyi söylemleriyle etkilemeyi bence başardı. Bence bunun birinci sebebi haklı olmamız. En başından beri yalan bir haberden hareket etmemek, delile dayanmak çok önemsendi. Bu zaten bir Müslüman olarak yapmamız gereken bir davranıştı. Bugünlerde bunun meyvesini alıyoruz. İkincisi süreklilikti. Eylemlerin sürekliliği sözün sürekli olarak ayakta tutulması mesajın toplumda yerleşmesinde etkili oldu. Bir de tabii ki, çeşitli şekillerde bedeller ödeyen kardeşlerimizin samimiyeti bu mesajımızı toplumun kalbine iletti. Bu noktada bu mesajın ulaşması için yerlerde sürüklenen, gözaltında soğuk nezarethanelerde yatan ve halen yargılanmakta olan tüm genç kardeşlerimize ablalarımıza ve abilerimize teşekkür ederim.

Aksa Tufanı sürecinde sahada emek veren Filistin Dostları olarak geride kalan 20 ayın size öğrettiği veya hatırlattığı neler var? Yarınlara miras bırakılacak tecrübe ve birikim söz konusu olduğunda neler söylemek istersiniz?

Öncelikle dünyanın bir savaş ve mücadele alanı olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Bu, kendini antiemperyalist ve antisiyonist olarak tanımlayan insanlarda bir inanca dönüşmelidir. Bu dünyada emperyalist hegemonya var olduğu ve Batı Asya’da uç karakolu olarak İsrail’i desteklediği müddetçe, onun üzerinde yaşayan hiçbir Müslüman ya da hiçbir insan rahat yaşayamaz. Her zaman bir savaşa hazırlıklı olmalıyız. Bu insan ve Müslüman olmanın bize yüklediği bir görevdir.

Çatışmaların sesinin yüksek olmadığı dönemde, dünyayı güllük gülistanlık bir yer gibi görmemiz, bugün yaşadığımız en büyük sorundur bence. Örneğin yaşadığımız ülkenin İsrail’le ve Nato’yla süregiden ilişkileri. Bu ilişkileri gündemimizden hiç düşürmemeliyiz. Düşmanın uyumadığını ve sürekli bir plan içerisinde olduğunu bilmeliyiz. Eğer barış zamanında gerekli hazırlıkları yapmazsak, savaş zamanında bu ülkenin İsrail’le ticaretinin sürüp gittiğini bize hatırlatacak bir Metin Cihan daha bulamayabiliriz.

Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?

Yaşadığımız dünyaya alışmış durumdayız. Bu dünyanın nimetlerini seviyoruz. Konforlu bir hayatımız var. Üstelik bu konforlu hayatımızın içerisinde Filistin mücadelesi gibi hayati önemi olan konuları, romantik bir unsur olarak ele alabiliyoruz. Siyasal alanda bedel ödeyerek verilmesi gereken mücadeleler böylece kültürel alanda konforumuza zarar vermeden işlenebilir hale geliyor. Böylece hem konforumuzu kaybetmiyor hem de “afilli” konuları konuşmanın hazzını yaşıyoruz. Bu konforu kaybetmemek adına, çelişkilerle yüzleşmek yerine onları garip bir şekilde içselleştirmeyi tercih ediyoruz.

Mesela İsrail’in işgalci olduğunu söylüyoruz ama onunla ticaret yapabiliyoruz, çift devletli çözümü öneriyoruz hatta varlığını korumaktan bahsediyoruz. İsrail meselesi ve Filistin davası bizim pek çok alanda yaşadığımız çelişkilerden sadece bir tanesi. Örneğin bu ülkede mülakatın bir zulüm olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama kendimiz mülakatla bir yere yerleştiysek bunu dert etmeyi bırakıyoruz. Mutlaka çevrenizde namazlı abdestli bir adamın çoluğunu çocuğunu torpille bir yere yerleştirme hikâyesini dinlemişsinizdir. Aynı adam helal lokmanın ne kadar önemli olduğuyla ilgili on tane hadisi arka arkaya da sıralayabilir konuşmasının geri kalanında.

Yani bizim sorunumuz yaşadığımız bu kirli dünyanın nimetlerini sevmek ve vazgeçememek sorunudur. İşin aslı biz kandırılmak istiyoruz. Gerçeklerin de farkındayız. Ama o gerçekleri birilerinin bize hatırlatmasını değil bize masal anlatmasını istiyoruz. Biz kandırılmak isteyince de bizi bir kandıran illa ki biri bulunuyor. Bugün Ahmet oluyor ismi yarın Mehmet. Kandırılan ise aynı.

Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi kendimizde bulabilmek için yeniden iman etmemiz, ahiretten korkmamız, hesap vereceğimizi bilmemiz ve bu dünyanın geçici olduğuna gerçekten inanmamız gerekiyor bence. Bunları lafzen söylüyor olmak iman etmek anlamına gelmiyor. Ne zaman gereğini yapmaya gayret ederiz o zaman iman arkasından gelir. Bildiklerimizle bedel ödemeyi göze almadan amel etmezsek, maalesef iman dilimizde dolanan bir kavram olacak ve kalbimize yerleşmeyecek.

Türkiye’de Filistin Mücadelesi hukuk çerçevesi içinde, itina ile barışçıl kimliğini koruyor. Buna rağmen pek çok ilde Filistin dostları haksız ve hukuksuz olarak gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, yargılanıyor. Bursa’da sizinle ilgili açılmış davalar var mı? Varsa ne aşamada?

Bursa’da şahsım adına açılmış bir dava yok. Ama bazı kardeşlerimize açılan davalar var. Bunların sebepsiz bir şekilde uzatıldığını biliyorum. Bu şekilde davaların uzatılması Filistin dostları üzerinde bir baskı oluşturma amacını taşıyor bence. Bir bakan protestosu sonrasında gözaltına alınmıştım. Gözaltına götürdükleri aracı kullanan memur arkadaş bizi yeterince sarsabilmek için neredeyse aracı parçalayacaktı. “Arkada insan taşıdığının farkında mısın?” demiştim kendisine. Hükümet bir yandan Filistin dostlarını yargılayan cezalandıran durumuna düşmek istemiyor ama bir yandan da gözaltı esnasındaki anlamsız şiddet ve yargılama süreçlerinin gereksiz ve anlamsız uzatılmasıyla Filistin dostlarını sindirmek istiyor.

Süreçte direniş dostlarının kullandığı dilin itidali ve söyledikleri sözün haklılığı da iktidarı zorluyor bence. Kamuoyunu dikkate almak zorunda kalıyorlar. Bu yüzden bu ikircikli süreç devam ediyor. Kamuoyuna yansımayacak şekilde örtük bir baskı hali devam ediyor.

Bu süreçte sizi olumlu ve olumsuz anlamda şaşırtan birer olayı bizimle paylaşır mısınız? 

Bu süreçte beni olumlu olarak şaşırtan şeylerin listesini yapmam pek mümkün değil. Neredeyse her olaydan sonra ağlamakla gülmek arasında, korkuyla ümit arasında bir şaşkınlık yaşıyorum. Aksa Tufanı’nın ilk gününde paramotorlarla, motorsikletle İsrail’e girmeleri, Merkavalar’ın üzerinden İsrail askerlerini sürükleyerek esir almaları… O günü dünya üzerinde gözleriyle görebilen bir Müslüman olduğumuz için Yüce Allah’a ne kadar hamd etsek azdır. Ardından bir gün sonra Hasan Nasrallah’ın ve Hizbullah’ın her şeyi göze alarak, bir gün önce haberleri bile olmayan bu Tufanı destek için savaşa girmeleri, Yemen’in korkusuzluğu, İran’ın Sadık Vaad-1 operasyonunda İsrail’e düşen füzeleri… Hangisini sayayım bilemiyorum.

İnsanlık bir yanıyla insanlığından çıkmış, hayvandan daha aşağısına yuvarlanmış bir haldeyken bu insanlar böylesi bir dünyada nasıl kendilerini korudular? Nasıl sahabe-i kiram gibi her biri kendilerine tutunulduğunda insanları hidayete götürecek bir rehber oldular? Gazze’de 12 farklı örgüt her türlü ayrılığı bir kenara bırakıp nasıl şehadet kardeşi oldular? Filistin, Lübnan, Yemen ve İran bu mezhepçi ve kavmiyetçi fitneleri nasıl aştı? Hatta Amerikalı asker Aaron Bushnell’in son nefesine kadar “Özgür Filistin” diye haykırarak kendini nasıl yaktı ya da Mossad’ın eline düşeceğini bile bile iki Siyonist diplomatı cehenneme gönderen Elias Rodriguez’in Yahya Sinvar gibi rahat olabilmesini sağlayan nedir? Ben hayatımın geri kalanında bunların şaşkınlığı ile yaşamaya devam edeceğim zannedersem.

Maalesef mi desem bilmiyorum ama yaşadığım olumsuz durumlar ise beni pek şaşırtmıyor. Üzüyor belki ama şaşırtmıyor. Filistin davasının bile bizi meydanlarda birleştirmeyişi, İsrail’in 80 ton bombayla şehit ettiği Seyyid’e sevinenler, kardeş ve komşu ülke İsrail’i vururken bunlar tiyatro diyenler, ülkesinin İsrail’le ilişkileri deşifre olmasına rağmen Filistin’e en büyük yardımı biz yapıyoruz diyenler, gizlice Gazze’de askerlerimizin savaştığına inananlar… Hangi birisine şaşırmalıyım.

Hazreti peygamberi görmüş insanların Hz. Hüseyin’in Kerbela’da katledilişine sessiz kalmasını ya da Hz. Hüseyin’in başının tekbirler çekilerek kesilişini okuyunca hiçbir olumsuzluğa şaşırası gelmiyor insanın. Yani bir imtihan dünyasındayız ve maalesef bu bozulmaları ve daha fazlasını görüp şahit olacağız. Asıl böylesi bir bozulma gerçekliğinde yukarıda andığım güzel örnekler gerçekten çok şaşırtıcı ve akıl almazdır. İşte İslam’ın mucizesi de budur bana göre.

Filistin Direnişi Gazze’de destansı bir mücadele verdi, her şeye rağmen halen direnmeye devam ediyor. Öte yandan çok sayıda önemli liderini şehit verdi. Umutlu olmak için de sebepler bulunuyor, umutsuz olmak için de. Filistin direnişinin geleceğiyle ilgili duygu ve düşünceleriniz neler? 

Umutlu olmak için çok sebep buluyorum ama umutsuz olmak için aklıma bir sebep gelmiyor. Eğer 620 küsur günden sonra elinde kaleşnikofu ile Merkava tankı kovalayan savaşçılar yetiştirebildiyse bu direniş, çoktan savaşı kazanmış demektir.

Şehit sayısının çokluğu ya da büyük liderlerin şehadeti bizi ye’se sürüklememeli. Onlar zaten kendi açılarından kazandılar. Şimdi ne İsmail Heniyye’nin ne Yahya Sinvar’ın ne de Hasan Nasrallah’ın Filistin diye bir derdi kalmadı. Onlar şu anda rablerinden kendilerine ulaşan nimetle itminan içerisindeler. “Bu dünya imtihanı en güzel nasıl verilebilir” yaşayarak bize gösterdiler.

Geri kalanlar açısından bakarsak, Filistin davası insanlık tarihinin en haklı davası olarak yeni neslin kalbine kazındı. Bu etkinin ne kadar büyük olacağını hep birlikte yaşarsak göreceğiz. Aynı şekilde İsrail terör örgütüne ait tüm mitler yıkıldı. Dokunulmazlık, ahlaklılık, yenilmezlik… İsrail şu anda bir yıkılış sürecine girdi. Onun yıkılışı, efendilerinin de dünya tahakkümünün sonu anlamına geliyor. Dolayısıyla biz bugün, çıplak gözlerimizle yüce Allah’ın dünya tarihini mazlum ve müstaz’afların eliyle nasıl yeniden dizayn ettiğine birebir şahit oluyoruz.

Bu aşamada bence sadece kendimiz için kaygılı olmalıyız ama umutsuz değil. Acaba bu tarihi anda doğru tarafta yer alabilecek miyim? Acaba yüce Allah’ın hesapsız nimetleri dağıtılırken, ikbale ait kuruntularım ve korkularımdan dolayı bu nimetlerden mahrum kalır mıyım? Acaba ahdime vefa gösterebilecek miyim? Bu dünyadan ayrılıp gittiğimde gönül verdiğim liderleri yeniden görmek, yanlarında olabilmek bana nasip olacak mı? Gün, bence bunları düşünerek, zamanın üzerimize bıraktığı sorumlulukları düşünerek, kulluk görevimizi yerine getirme zamanıdır.

Tarihini bilemiyoruz elbet ama çok yakında Ortadoğu’da ne İsrail olacak, ne Amerikan üsleri ne de onların tasmalı köpekleri.

İsrail birkaç gün önce İran’a saldırdı. Amerika’nın da desteğini alan saldırı ve İran’ın verdiği karşılık hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu saldırı bence İsrail’in içinde bulunduğu çıkmazı da yansıtıyor, kibrin insan aklını nasıl örtüp de akıl dışı kararlar verdirebildiğini de. Yani şöyle düşünüyor insan, bu düşman neredeyse beş yüz yıldır dünyayı sömürüyor ve bu sömürünün zirvesini yaşıyor. Bunca planlar yapan yürürlüğe koyan işleten emperyalist blok nasıl böyle aptalca bir karar verebilir insan anlam veremiyor. Ben bu saldırının İslam ümmeti ve İran halkı için çok büyük hayırlara vesile olduğuna inanıyorum. İran’daki yönetim milyarlarca doları halkını birleştirmek için harcasa bunu başaramazdı. Bölgedeki iç savaşların yarattığı mezhepçi bölünmeyi ortadan kaldırmak için bunun daha fazlasını harcasa başaramazdı. Bunu İsrail’in saldırıları başardı. Yukarıdaki sorunuzla birlikte düşünürsek, şehitler zaten amaçlarına ulaştı. Onlar yüce Allah’ın aramızdan nimetlendirmek için seçtiği kişiler oldular. Ancak kalanlar için İsrail saldırılarının birleştiriciliği inanılmaz.

Öte yandan bu saldırı tarihin bir noktasında kaçınılmazdı. Çünkü eğer siz direniş gibi bir hakikati savunuyor, destekliyor ve büyütüyorsanız; dünyanın en haklı davası olan Filistin davasının önde gelen destekçisiyseniz küresel emperyalizm ve Siyonist çete üzerinize her türlü oyunu oynadıktan sonra hala doğru bildiğinizi yapmaya devam ediyorsanız; onların son seçeneği sizi yok etmeye çalışmaktır.

Ancak bu saldırı ne Amerika’nın ne de İsrail’in beklediği gibi olmayacak. Amerika’nın Irak, Afganistan, Yemen karnesine bakanlar bu savaştan Amerika’nın ve İsrail’in ne alacağını göreceklerdir.

İran, kendi topraklarını savunmak adına, direnişin ayakta kalabilmesi adına doğru bir adım attı diye düşünüyorum. 46 yıldır tüm mahrumiyetler, fakirlik ve ülke zenginliklerinin bu yolda harcamasının karşılığında yüce Allah İran halkına büyük bir onur nasip etti. İsrail’in kalbine inen her füzeyle birlikte tüm mazlum ve müstaz’aflarla birlikte seviniyoruz.

İsrail’in yenilmezliği ve dokunulmazlığı fikri 7 Ekim’den sonra 13 Haziran gecesinde yerle bir edilmiştir. Bize kalan, her bir bireyin sorumluluk alarak İsrail’i yok etme hedefine kararlı adımlarla yürümesidir. İktidarlar ne yapar bilmem ama kararlı halklar İsrail’i bu topraklardan söküp atacaktır.

Özgür Kudüs’te mutlaka buluşacağız. Mutlaka İsrail’siz bir dünyada nefes alacağız. Bizim buna ömrümüz yetmezse evlatlarımıza bunu miras bırakacağız. Son nefesimizde vasiyetimiz bu olacak.

 

 

*Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız: 

 

Harun Özkarakaş: 

“Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti”

Muammer Bilgiç:

“Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız”

Şeyma Yıldırım:

“Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

Gülşah Eldemir:

“Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

Mücahit Gültekin:

“Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti”

Murat Kurtuldu:

“Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

Salih Ulusal:

“Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti

Yayınlanma:

-

Yazar ve aktivist Harun Özkarakaş’ı Aksa Tufanı sürecinde Ankara’daki Filistin eylemlerinin organize edilmesinde emek veren biri olarak tanıdım. İnsanlar onun eylem alanlarındaki etkili doğaçlama konuşmalarından övgüyle bahsediyorlardı. Direniş Çadırı’nın tüm illerden katılımcılarla Ankara’da BOTAŞ önündeki tarihi eyleminde bizzat buna şahitlik etmiş ve bu tecrübeyi nerede, ne ara edindiğine şaşırmıştım. Bilenler bilir, eylem alanları bazen gerilimlidir. Hele Ankara polisi gibi sert ve yer yer eylemcileri tahrik eden sivil polislerin arasında işiniz pek kolay sayılmaz.

Harun Özkarakaş burada bir kısmını okuyacağınız düşüncelerini Hertaraf’’tan sonra, şimdilerde İslamianaliz haber sitesindeki köşesinde okurlarla paylaşıyor. Sorularıma cevap verirken “gizli” güçlerini (son fotoğrafta da görüleceği üzere) açık etmiş oldu!

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Filistinlilerin meşru müdâfaa hakkını kullanmasına Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Öncelikle sorunun giriş bölümünde bahsetmiş olduğunuz kırılmalar ciddi bir önem taşıyor. Burada yaşanan kırılmaya sahada gerçekçi mücadele veren Filistin dostlarını dahil etmediğimi belirtmek isterim. Düşünce dünyası ve eylemselliği paralel olan kişiler için bir kırılmadan ziyade kararlılık ve ihlasın arttığını düşünüyorum. Geriye kalan, zulmün apaçık hale geldiği bir dönemde kendi bireysel bencillikleriyle hayatına devam eden kişi ve kurumlar için kırılmalardan bahsedebiliriz.

Bilginin küreselleştiği bu çağda kimse “Gazze’den haberim yok” deme lüksüne sahip değil. Bu çerçevede “ben insan olma erdemine sahibim” diyen bir kimsenin, zulmün bu kadar görünür hale geldiği bir dönemde sessizliğe bürünmesi, kitabi veya seküler temelde inandığı hangi hakikat varsa artık ona yabancılaşması anlamına gelir. Aynı şekilde, varoluşunun küresel ortak değerlere dayandığını iddia eden kurumların da etkisizliği hem bağlayıcılık hem de anlamlılık açısından, başta BM olmak üzere bir çok kurumu boşa düşürmüştür.

Nihai olarak bu durum insanın varoluşsal anlamda hayatını anlamlı kılan birçok değerin sorgulanmasıyla ya yeni bir arayışa ya da arayışı da anlamsız görerek tamamen değersiz mekanik bir yığına dönüşmesine neden olacaktır. Belki bu süreçte Filistin dostları olarak ayrı bir sorumluluk da bu alanda üzerimize düşecektir.

Soykırım tablosuna baktığımda ne hissediyorum sorusuyla ilgili de düşüncelerimi belirtmek isterim. Sürecin erken dönemleri için farklı hissiyatlar vardı. Herkesin üzerine düşeni yapması için beklentiler içerisindeydim. Şimdi aradan geçen 20 aylık süreç böyle mi olmalıydı sorusunu akla getiriyor.

7 Ekim başlığı her açıldığında ilk şu cümleyi duyarız: süreci 7 Ekim den başlatmak doğru değildir. Benzeri yorumu tarih belirtmenin dışında diğer konularla ilgili de yapabiliriz. Mesela işgali yalnızca Gazze’den tanımlamamalıyız. Coğrafyada görülen edilgenlik esasında başka bir işgali bize gösteriyor. Siyasi iradesizlik bir başka işgali. Nihayetinde sömürü her yanımızı sarmışken muhatap olduğumuz kutuplaşmalar bir başka işgali. Gazze’nin etrafını saran duvarlardan bahsediyoruz. Belki bu duvarlardan daha uzun soluklu ve geçilmez hale geleni coğrafyamızdaki mezhepçi-ulusçu-kutuplaştırıcı duvarlardır.

Bugün Gazze’deki soykırım ve işgali sürdürebilir kılan etkenlerin hiçbirisi Gazze kaynaklı değildir. Bilakis orada buna karşı kolektif bir mücadele bulunmakta. Soykırım ve işgali bölgenin geri kalanında görmüş olduğumuz edilgenlik, kutuplaşmalar sürdürülebilir hale getiriyor.

Ak Parti iktidarı sonrası Türkiye’de adeta “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” patlaması yaşandı. Bu minvalde sayısız STK kuruldu. Geniş mi geniş imkân ve insan kalabalığına sahip bu yapılar Gazze’de soykırım olurken iyi bir imtihan veremediler ne yazık ki. Bunu bekliyor muydunuz? Sebepleri üzerine neler söylemek istersiniz?

STK kavramının açılımında ilk kavram sivil kavramıdır. Bahsi geçen çoğu yapının bu sivilliği tartışmalıdır. Toplumsal alandaki çalışmalarda, kamu iştiraki veya yarı özel şirket gibi iktisadi alanda devletin dahlini belirten kavramlar doğrudan bulunmuyor. Ancak iktisadi alandaki devlet ortaklığından fazlası bahsi geçen STK’larda bulunuyor diyebiliriz.

Mesela Türkiye’nin etki kurmak istediği, hinterland haline getirmek istediği coğrafyalara bakalım… Buralarda belki birçok devlet kurumundan önce Türkiye’de kitlelere hitap edebilen soruda bahsi geçen geniş imkanlara sahip STK’ları görürüz.

Ülke dışında bu yapılar doğrudan devlet için kamu diplomasisi süreçlerini yürütür ve devletin anlatılarıyla hareket eder. Gazze meselesini de yine devletin anlatılarıyla ele alan bu yapılar elbette ki iyi bir imtihan veremezler. Açıkçası soykırımın ilk günlerinde de bu durumu görünür kılan birçok örneklik yaşandı. İsrail’e yaptırım ve kurulan ilişkilerin kesilmesinden çok, tıpkı hükümetin yaptığı gibi hamasi bir söyleme hapsettiler eylemselliklerini.

Bu yapılar yurt dışında olduğu gibi yurt içinde de bağımsız anlatı ve varoluşa sahip olmadığından hükümetin arzusu ve beklentisi dışına çıkma iradesini göstermediler/gösteremediler. Ondan dolayı Filistin dostları bu tip yapılardan yüzlerini çevirip kendi insiyatifleriyle çaba içerisinde olmalılar.

Belki bu konuda İslami camianın sözüne kıymet verdiği bir kesim hocayı da konuşmamız gerekiyor. Haklarını teslim etmemiz gereken elbette hocalar vardı bu süreçte, onları ayrı tutarak bir eleştiri sunmak istiyorum. Hitap ettikleri kitlelere yıllarca “Filistin davamız”, “Kudüs kıblemiz” diyerek motivasyon oluşturan hocaların devlete karşı “İsrail’e yaptırım” konusunu dile getirmede ne kadar düşük motivasyona sahip olduklarını gördük.

Bugüne dair yapılacak işleri terk edip, “Kudüs’e bayrak dikeceğiz” masallarıyla kitlelerini uyutmaya devam ettiler. Alimliğin en önemli vasfı cesaret ve hakikati dile getirmek iken burada ana roller terk edilip korkaklık ve masal anlatıcılığı rolüne büründüler. Türkiye de Filistin konusunda gerekli sınavın verilmemesinde yarı özel STK’ların rolü olduğu kadar bu hocaların da bir rolü olduğunu düşünüyorum.

Bu süreçte ortaya çıkıp insiyatif alan birçok yeni, küçük oluşumun adını duydu Türkiye. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’nın en başından beri içindesiniz. Direniş Çadırı nasıl doğdu? Görev bölümü içinde siz nasıl bir gayreti sırtlandınız?

Direniş çadırı esasında şu ana kadar bahsi geçen eleştirilerin çoğunu yapan kişilerin çıkış yolu olarak ortaya koyduğu bir anonim çağrı. Direniş Çadırı’nın 30’dan fazla şehirde eylemsellik üretme süreci tahmin edilenin tersine herhangi bir zorluk barındırmadı. Var olan irade bir bütünlük oluşturularak daha görünür hale geldi.

Karizma siyaseti kaygısıyla var olan çalışmaların büyütülerek efsun oluşturulmaya çalışılmasını şahsen doğru bulmuyorum. Bu ve benzeri çabaların ortaya konması önünde engelleyici olabilecek bir yaklaşım. Direniş Çadırı çok basit bir şekilde doğdu ve devamlılığını sağladı. Olması gereken de buydu. Kıymetli olan Direniş Çadırı’ndan çok, Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iradedir. Bu irade bugün bir isme yarın başka bir isme sahip olabilir. Önemli olan bu iradenin toplumsal tabanda yaygınlaşmasıdır.

Direniş Çadırı’nın ilk eyleme çağrı süreciyle ilgili küçük bir hatıramı paylaşmak isterim. Bir kısmı da şu anda Direniş Çadırı’nda koşturan arkadaşlarımızla “İslami camia Gazze için daha fazla ne yapabilir? Bizler bu süreçte direnişe nasıl bir destek sağlarız?” kaygısıyla istişarelerde bulunurken, bu süreçten haberdar olan bir abimiz aramıştı. Aron Bushnel’i örnek vererek bir şeyler yapılması gerektiğini dile getirmişti. Esasında yakınarak, adam kendisini feda etti bizler de bari yaşadığımız ülkeden devam eden ticaretin durdurulması için elimizden geleni yapalım demişti. Bu çerçevede o günlerde açıktan devam eden İsrail’le ticaret meselesine karşı kitlesel bir eylemi organize etme teklifinde bulundu. Bu teklifin geldiği günlerde bir başka abim de “Kocaeli’nde eyleme çıkacağız siz de Ankara da çıksanız, İstanbul’da da eyleme çıkan arkadaşlarımız var” demişti.

Bu diyaloglar neticesinde bir şehirde toplanıp kitlesel eylem yaparak devamlılığı zor olan bir sürece girmektense sürekli şekilde birçok şehirde eşzamanlı eylem yapılması fikrine varıldı. Esasında yaptırım eylemleri için yeni bir fikir üretilmedi. Bu fikir birçok şehirde birçok kişi için belirgin hale gelmiş ancak kıvılcım bekleyen bir meseleydi.

10 Mart’ta çağrıya çıkalım, sizler de müsait misiniz” sorusu esasında bu kıvılcımın kendisi oldu. “Biz de eyleme çıkacağız” diyen her kişi bir başka şehirdeki arkadaşını arayarak bu sürece dahil etti. Belki Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iki kritik meseleden bahsedecek olursak; biri Aron Bushnel’dir, diğeri “biz Kocaeli’nde yaptırım temalı eyleme çıkıyoruz siz de çıkabilir misiniz” diyen iradedir.

Görev bölümü kısmıyla ilgili şunu söyleyebilirim. Direniş Çadırı’nda herhangi bir görev dağılımı bulunmamakta. Merkezi bir yapısı da olmadığından işler istişare ile yürür. Yer yer eylem duyuruları için bir arkadaş şehirleri arar bir diğer arkadaş da duyuru çalışmasını yapar. Direniş Çadırının var olma süreci ve işleyiş süreci yatay yapıdadır.

7 Ekim 2023 ila Direniş Çadırı olarak ilk eylemi gerçekleştirdiğiniz 10 Mart 2024 arasında geçen 6 ayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Heba veya israf edilmiş bir zaman mı Filistin Mücadeleniz içinde?

Bu 6 aylık süreçte Ankara’daki farklı eylem süreçlerine dahil olmakla birlikte kendi arkadaş çevremizle de İsrail diplomatların istenmeyen kişi ilan edilmesi ve ticaretin kesilmesi için birkaç eylem yapmıştık. Pek görünürlüğü olmamakla birlikte daha sonraki eylem süreçlerimiz için bizlere tecrübe sağladı. Kendi kişisel hikayemde ayrıca Gazze temasıyla eylemlerin içeriği ve yapısı üzerine, Türkiye de sivil toplum ve İslamcılık üzerine yazılar kaleme almıştım. Tüm bu süreçler şu anda hala devamlılığı olan Direniş Çadırı eylemleri için kendi tecrübemde hazırlık boyutu taşıdı aslında. Bu eylemsellikler olmasaydı israf edilmiş veya heba edilmiş olarak değil de eksikliği olan bir sürecin içerisinde olduğumu hissederdim. Direniş Çadırı tecrübesi bu eksikliği doldurdu.

Sizce Türkiye’deki Filistin Mücadelesinin bu süreçte elde ettiği kazanımlar oldu mu? Baktığınızda, limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık halen. İsrail ile ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye halen. Daha geniş bakacak olursak, sizce Aksa Tufanı sürecinde Türkiye’de kazanan ve kaybedenler kimler?

Devam eden bir sürecin içerisindeyiz. Şu ana kadar en büyük kaybı yıllarca tabanına “Filistin’in hamisiyiz” söylemini kuran hükümet yaşadı. Önemli bir durum olarak anlatıları boşa düştü. Hemen yanında diğer büyük kaybeden de ana muhalefet oldu. Soykırımın göbeğinde olan halkı konuşmak yerine Hamas’a terörist ithamında bulunmak ve bunu tekraren dile getirmek ana muhalefetin en büyük hatasıydı. Birçok yaptırım başlığında -hiç konuşmadılar demiyorum- gerekli iradeyi gösteremediler.

Ekonomik alandaysa sosyal sorumluluk projeleriyle kendilerini şirin gösteren birçok şirketin soykırımla ısrarlı bir şekilde nasıl ilişkisine devam ettiğini gördük. Yarın çıkıp, herhangi bir duyarlılık açıklaması yapsalar ne kadar inandırıcı olur? Başta SOCAR olmak üzere tüm işbirlikçi şirketler kaybettiler. Daha da kaybedecekler.

Toplumsal alanda kaybedenler için daha önceki sorularda bahsi geçen STK’ları dile getirebiliriz. Kendi tabanları dahi hamasi söylemlerinden bıkıp farklı insiyatiflerin eylemlerine katılmaya başladılar. Aradan bir yıl geçtikten sonra soykırıma petrol satan ülkeyi söyleyip, petrolü taşıyan kendi ülkesine tek laf edemeyen STK başkanı ve benzer yapıdaki kişiler kaybettiler.

Bu süreçte kazananlar belli: Kısıtlı imkana ve her türlü baskıya rağmen direnişin sesi olan ve Filistin mücadelesini hamasete kurban ettirmeyen Filistin dostları. Bugün Türkiye’de Filistin’i konuşan herkes biliyor ki Türkiye’de İsrail’e kendimizi aradık diyen ABD ve Nato’ya ait 30 civarı üs ve depo var, limanlara siyonizme tedarik sağlayan ve siyonist misyona hizmet eden gemiler yanaşıyor, ticaret ve petrol sevkiyatı örtülü olarak devam ediyor.

Topluma bu bilgileri yayma ve hamaseti yıkma işini az sayıda insan başardı. Yıllardır ahtapot gibi ülkeyi saran emperyalizme ve siyonizme karşı nihai zaferi elde etmek zaman isteyen bir süreç. İnşallah hamaseti yıkanlar, siyonizmi ve emperyalizmi de coğrafyamızdan kovacaklar.

Sahada aktif bir eylemlilik halindeki Filistin Dostlarının hedef ve gayretlerini değerlendirdiğinizde, eleştiri veya özeleştirileriniz var mı?

Bu sorular bana ulaştığında Madleen gemisi yola çıkmıştı. Cevap verme sürecindeyse aktivistler esir alınmıştı. Bu süreci farkındalığı yüksek Filistin dostları gerektiği şekilde dile getirip esir alınan aktivistlere gereken desteği sağladılar. Ancak ne yazık ki bir kesim Greta’nın şortuna, gemideki cesur aktivistlerin inancına odaklandı. Bu olayı tüm meseleyi özetleyecek konu olması hasebiyle dile getiriyorum. Bizler eylem alanlarında en çok “yaşasın küresel intifada” sloganını atarız.

Küresel intifada yalnızca aynı giyinen, aynı düşünen, aynı inanca ve düşünceye sahip insanlarla mümkün olmaz. Öyle olsa küresellik iddiası temelsiz olurdu. Hayatını ortaya koyan insanların cesaretini ve fedakarlığını görmeyen bir akıl ortalıkta dolaşıyor. Ne yazık ki 20 aylık süreçte bu aklı yeterince saf dışı edemedik. Belki bir eleştiri buna yapmak gerekir.

Küresel intifada şiarının bir gereği olarak bu meseleyi Türkiye’de her kesimin sırtlanması adına daha fazla diyalog ve temasa ihtiyacımız var. Müslümanlar olarak daha önce yapmakta zayıf kaldığımız mahallenin dışına çıkma refleksini kuvvetlendirip farklı ideolojik gruplarla teması artırmalıyız. Yer yer ortak eylemsellikler içerisinde olmalıyız. Filistin yalnızca bizim meselemiz değildir ve Türkiye’de yalnızca bizler yaşamıyoruz. Yaptırım talebimiz varsa bunu mümkün kılmak için bu mücadeleyi toplumun her kesimine anlatmak ve mücadeleyi ortak şekilde örgütlemek zorundayız. Bu eksikliğimizde bir eleştiri başlığı olmalı.

Yaklaşık 20 aydır çok yoğun bir tempoda çalışıyorsunuz. Mecliste görüşmeler yapmaktan, çeşitli eylem noktalarında ve illerde sayısız eylem organize etmeye, görüşmeler, toplantılar, konuşmalar yapmaya, yazılar yazmaya günlerce, haftalarca vakit ayırdınız. Bu süreç size neler kattı? Tecrübelerinizi paylaşır mısınız?

Bahsettiğiniz sürecin gerçekleşmesinde bana en çok desteği veren eşime teşekkür etmek istiyorum. Gözaltına da alınsam, nöbette de kalsam onun desteğini hep yanımda hissettim. Kendisinin de ortaya koyduğu fedakarlık olmasa bu mücadele içerisinde daha kısıtlı bir yerde duruyor olurdum.

Bu süreç öncelikle duyarlılık seviyesi ve politik bilinci yüksek olan birçok kişiyle tanışmama vesile oldu. Tanıştığım her kişi yeni bir farkındalık kazandırdı. Farklı ideolojik gruplardan birçok arkadaş edindim. Filistin mücadelesi içerisinde olmak insanın ufkunu genişletiyor. Bu çerçevede yine soykırıma maruz kaldığı halde katkının büyüğünü Filistin’in bizlere sağladığını düşünüyorum.

Hayatı yalnızca idealler anlamlı kılmıyor, aynı zamanda bu idealler için mücadele de gerekiyor. Filistin bize bu mücadele alanını açtı. Mücadele de şüphesiz dayanışmayla mümkün oluyor. Bahsettiğiniz ziyaret ve organizasyonların arka planında çabalayan arkadaşlarımızın emeği söylediğimiz sözü daha doğru ve etkili kıldı. Meclise rapor sunmak için ziyarette bulunursunuz veya bir yayına çıkarsınız. Ama arka planda bu raporu hazırlayan veya yayında size doğru bilgiyi ulaştıran dostlarınız vardır. Esas emek onlara aittir.

Tüm eylemleriniz hukuka uygun ve barışçıl diye biliyorum. Buna rağmen hakkınızda açılmış herhangi bir dava var mı?

Eylemlerin devamlılığı açısından barışçıl niteliği önemli. Alanda bulunan kolluk eylem güvenliği görevinin dışına çıkıp ideolojik davranmadığı sürece Filistin dostları olarak bizler müzakere süreçlerimizi hep açık tutuyoruz. Birçok hukuksuz müdahaleye maruz kaldık. BOTAŞ varlık fonu üzerinden Cumhurbaşkanlığına bağlı bir kurum olduğundan petrol kesilmesi talebiyle Beştepe’de gerçekleşen nöbetimize iki defa sert müdahalede bulunuldu. Bizler de aynı yere üçüncü kez gitme iradesinde bulunmuştuk. Bu konuda bir dava açılabilir. Bir de SOCAR önünden AKP genel merkezine yürüyüş yapacağımız eyleme hukuksuz müdahale olmuş ve bir gece nezarette kalmıştım. Bununla ilgili açılan davam düştü. Soykırıma birileri petrol satıyor ve ödüllendiriliyor buna karşı çıkanlar ise yargılanıyor. Hukuk açısından fecaat bir durum.

Bu süreçte sizi olumlu ve olumsuz anlamda şaşırtan bir olayı paylaşır mısınız bizimle?

Beni olumlu anlamda şaşırtan bir olay olarak; 10 Mart’ta 3-5 şehir eyleme çıkalım düşüncesindeyken, Van’dan Tekirdağ’a tanıdığımız-tanımadığımız birçok kişiyle eş zamanlı 32 şehirde eyleme çıkmaktı.

Dışardan bakınca şaşırtıcı bir durum. İçeriden bakınca da pek farklı değil. Bu Filistin mücadelesinin bereketiydi.

Olumsuz anlamda şaşırtan güncel bir konu olarak; dünyada birçok ülke İsrail’le olan ilişkisini en azından el altından yürütecek utanca sahipken, Azerbaycan bürokratlarının açıktan İsrail’le olan dostluğunu tekraren dile getirip yeni ortaklıklar kurması ve buna Türkiye siyasetinde yeterli tepkinin gösterilmemesidir.

 

Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız:

Muammer Bilgiç:

Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuresel-bir-direnis-hatti-olusturmaliyiz/

Şeyma Yıldırım:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Gülşah Eldemir:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Mücahit Gültekin:

Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti”

https://yenipencere.com/soylesiler/aksa-tufani-her-seyi-altust-etti/

Murat Kurtuldu:

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

https://yenipencere.com/soylesiler/umitvar-olmanin-tam-zamani/

Salih Ulusal:

Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuran-bir-vadide-onlar-baska-bir-vadide/ 

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: Gözaltı, İşkence ve Tutuklama

Yayınlanma:

-

Türkiye’nin tarihi hukuksuzluklarla tıka basa dolu bolca karanlık içeriyor. Hangi ideolojiye sahip olursa olsun, hiçbir suçu olmayan birinin gözaltına alınıp tutuklanması ne yazık ki halen sıradan vakalardan biri sayılıyor. Hukuk’a, yargıya güven yerlerde süründüğü için olsa gerek bilhassa siyasetçiler, zulümleri örtmek için, ikide bir, “Türkiye bir hukuk devletidir”, “Yargı bağımsızdır, kararlarına müdahale edemeyiz” gibi aklımızla alay eden ifadeler kullanıyor. Her şeye rağmen ben şimdiye dek Türkiye’de Filistin Dostlarının barışçıl protesto gösterisinde bulunup gözaltına alındığına ve hem Emniyet’te hem de cezaevinde işkence görüp tutuklandığına şahit olmamıştım. Tüm bunlar biz yaşarken oldu. Başörtüsü meselesi ile iktidar olan ve Filistin Davasının hamiliğine soyunan bir iktidar zamanında başörtülü gençler, içinde “çıplak arama” da bulunan işkence ve kötü muamelelere tabi tutuldular. “Filistin Dostları Neden Yargılanıyor?” diye sormuştuk. Daha pek çok soruyu sormamız gerekiyor. Fotoğrafta gördüğünüz gençler maskeleri düşüren soruları sordukları için mahkeme kapılarında süründürülmek isteniyor. O gençlerden ikisi ile konuştum. “Filistin Direniş Okulu”nun talebeleri olan Gülşah Eldemir ve Şeyma Yıldırım’ın gözünden olan bitenleri ve bir türlü bitmeyenleri okurken eminim siz de birkaç mübarek soru soracaksınızdır. Belki kendinize, belki muhâtaplarına.   

 

29 Kasım 2024 tarihinde İstanbul’da TRT’nin düzenlediği bir programda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı protesto edenler arasında yer aldığınız için gözaltına alınıp tutuklandınız. Kısaca kendinizden bahsettikten sonra neyi, neden protesto ettiğinizi anlatır mısınız?

Gülşah:

İstanbul’da yaşıyorum. Yapay zekâ uzmanı ve aktivistim. 20 aydır SOCAR adlı firmanın Bakü’den aldığı petrolü İsrail’e satmasını protesto ediyorum. Defalarca kez çeşitli yollar ile sesimizi duyurmaya ve kanlı ticarete dur demeye çalıştık, çalışıyoruz. Bu petrol ticareti ile Türkiye’nin soykırıma ortak olduğunu dile getiriyoruz. Ayrıca aylardır Türkiye- Haifa arasında yoğun bir gemi trafiği varken Haydarpaşa Limanı’nda Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışan Vicdan Gemisi hukuksuz bir şekilde limanda tutuluyordu. 2024 Kasım ayında sosyal medyada, TRT WORLD FORUM 2024 programına SOCAR firmasının CEO’su Elchin İbadov’un konuşmacı olarak davet edildiğini gördüm. Bu duruma seyirci kalamazdım. Programa giderek sesimi yetkililere duyurmak istedim. Programa kayıt yaptırdım ve içeride olanlardan birisiydim.

Şeyma:

Ben İstanbul’da yaşayan bir genç aktivistim. 7 Ekim’den beri Filistin mücadelesinin içindeyim çünkü orada yaşananlar hepimizin insanlık sınavı. 29 Kasım’da TRT World’ün programında, Türkiye’nin Filistin konusundaki ikiyüzlü politikasına dikkat çekmek için oradaydım. Socar CEO’sunun orda bulunmasını protesto etmek için oradaydım. Filistin’e destek veriyor gibi görünüp aslında İsrail’le ticari ilişkileri sürdüren bir ülkenin liderine seslenmek istedik. Mesele, bir kişinin konuşmasını engellemek değil Filistin halkına karşı süren bu büyük ikiyüzlülüğü ve sahte dayanışmayı ifşa etmekti.

Tutuklanan 9 kişi olarak birlikte mi hareket ettiniz?

Gülşah:

Programa kayıt yaptırıp bireysel olarak katılım sağladım. Sırasıyla TRT Genel Müdürü, İletişim Bakanı ve Cumhurbaşkanı konuşmalarını yaptı. Filistin temalı bir belgesel yayınlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşma yaparken salondan sesler yükselmeye başladı. Düşünün… Bir soykırım işleniyor ve bu soykırıma yakıt bizim elimizle gidiyor. Bu ticaretin muhatabı ise Filistin temalı bir programda konuşmacı olarak yer alıyor. Elbette ki buna birileri karşı çıkacaktı. O anda doğal olarak protestolar gerçekleşti. Ben de o protestoculardan birisiydim. Cumhurbaşkanı’na sorularımı yönelttiğim protestomu gerçekleştirdim. Birkaç kişiyi aylardır yapılan eylemlerde görmemin neticesinde simaen tanıyordum fakat salon içerisinde olan 4 kişi ve dışarıda eylem yaptıklarını bilmediğim 5 kişi olarak gözaltına alındığımız çevik kuvvet aracında tanıştık.

Şeyma:

Eylem öncesi hiçbirimizin birbirinden haberi yoktu, tanışmıyorduk bile ve açıkçası tek başıma olduğumu sanıyordum bu sebeple çok da gergindim. Ama aslında Hepimiz ortak bir vicdanın sesi olmuşuz meğer ve o gün orada aynı hisle buluşmuşuz. Bizi bir araya getiren şey, ortak bir öfke ve dayanışma olmuş.

Bir STK, cemaat veya tarikata mensup musunuz? İçinde bulunduğunuz yapı adına mı hareket ediyorsunuz?

Gülşah:

Bu yaşıma kadar herhangi bir dernek/vakıf/STK/siyasi parti üyeliğim olmadı. Bu protesto tamamen 20 aydır meydanlarda “Filistin için ne yapabilirim, bu soykırıma ses olmak için neler yapabilirim,  çaresiz bir seyirci olarak kalmayıp ülkemde neleri değiştirebilirim” soru ve arayışlarının sonucuydu. Yönlendiren herhangi bir kişi ya da kurum olmadığı gibi birlikte hareket ettiğim kimse de yoktu.

Şeyma:

Hayır, herhangi bir cemaatin, tarikatın ya da resmi bir yapının parçası değilim. Ben bir bireyim, sadece insanlık onuruna sahip çıkan biri olarak oradaydım. Filistin meselesi bir grup ya da kurum meselesi değil, insanlık meselesidir. Orada olmamın nedeni de bu insanlık borcuydu.

Size gözaltında ve cezaevinde kötü muamelede bulunulduğu kamuoyuna yansıdı. Dahası, çıplak aramaya maruz kaldığınız iddiası tartışmalara sebep oldu. Bunları konuşmak sizi rahatsız etmeyecekse, yaşananları aktarır mısınız?

Gülşah:

Haberlerde birinin bunları yaşadığını duymuş olsaydım belki bir ihtimal, “bu kadar da olmaz” derdim. Başıma gelince içinde bulunduğum durumun vehametini daha iyi anlatabiliyorum. Gözaltına alındığımızdan andan itibaren bizimle uğraşıldığını, yıldırmaya çalıştıklarını fark ettik. Hızlıca halledilebilecek işlemler için bile saatlerce aç ve belirsizlik içinde bekledik. Vatan Emniyet’te 3 gün kaldık. Öncelikle bizi narkotiğin deposunun olduğu izbe bir yere götürdüler. Eşyalarımın teslim alındığı ve üst araması yapılan bir süreç ile başladı her şey. 4 kadın polis ile beraber siyah camlı bir odaya gittim. Eşyalarımı teslim ettim ve üst aramam yapıldı. Ayakkabı bağcığı, başörtü iğnesi ve saç tokasını bu aşamada teslim ediyorsun ve mont, başörtü gibi kaba kıyafetlerim çıkartılarak “kaba üst” aramam yapıldı. Evrak işleri tamamlandıktan sonra başka bir üst araması için kadın polis ile başka bir odaya götürüldüm. Burada kaba üst araması olduğunu düşündüğüm fakat kıyafetlerimin çıkartılarak sadece iç çamaşırı ile kalınan ve el ile arandığım daha ayrıntılı, temas edilen bir aramaya tabi tutuldum. Belki genel halleri böyledir bilmiyorum fakat tüm gözaltı sürecinde polislerin kaba tavrı tek başına insana kendini kötü hissettiriyor. Daha sonra 7 kadın olarak aynı koğuşa getirildik. İçerisi oldukça pisti. Üzerimize örtebileceğimiz battaniyeler vardı fakat kokuyordu. Kış ayı olmasına rağmen üzerimi örtemeden uyudum. İnançlı biriyim ve namaz kılmak için gerekli koşulları hiçbir şekilde sağlayamadık. Namaz saatini bilemiyorduk. Yere serebileceğimiz temiz bir örtü yoktu. Ellerimizi yıkayabileceğimiz sabun yoktu. Sabun ve peçetenin yasak olduğunu söyleyip ısrarla getirmediler. Kadın ve erkekler aynı tuvaleti kullanıyorduk ve sabun olmayışı bizi en çok yoran şeydi. 2 gün boyunca yalvardık ve sonunda bir sabun getirdiler. Ben romatizma hastasıyım. Yaşadığım süreç ağrılarımı artırmıştı ve her gün istememe rağmen ilaç raporumun gözükmediği gerekçesiyle ilacımı vermediler. Hâlbuki sistemde bu hastalığı taşıdığım ve kullandığım ilaçlar belliydi. 3 günlük gözaltı süreci sonrası mahkemeye çıkarıldık. Vatan Emniyet’teki gözaltının son günü ve Silivri Cezaevi’ne gidip ilk yemek verilene kadarki süreçte toplamda 36 saat aç bırakıldık. Silivri’ye geldiğimizde ilk kayıt işlemleri için ayakta olacak şekilde 10 saat kadar bekletildik. Bu süreçte medyaya da yansıyan “çıplak arama” ve “başörtü kesilmesi” olayları yaşandı. Dediğim gibi başıma gelmeseydi belki de bu kadar da olmaz diyebilirdim. Adalet Bakanı’nın iftira atarak kabul etmediği çıplak arama maalesef ki yapıldı. Vatan Emniyet sürecinde anlattığım ayrıntılı arama değildi bu. Tamamen çıplak bırakılarak ve uyuşturucu saklama şüphesiyle öksürtülerek yapılan aşağılayıcı ve utanç verici olan “çıplak arama” idi. Kıyafetlerimizin hepsi alındı ve üzerimizde uzun olmayan, tesettüre uymayacak şekilde bırakıldığımız kıyafetler ile kaldık. Benim takmış olduğum şalımı herhangi bir açıklama yapmadan, “kesmemiz gerekiyor” diyerek ortadan kestiler. Kısa kalan parçası ile 2 gün boyunca kendimi kapatmaya çalıştım. En çok zoruma giden şeyler, namaz kıldığımda hiçbir şekilde tesettürümü sağlayamamış olmam ve erkek avukatlarımız geldiğinde de tesettürsüz bırakılmış olmamdı. Bu yaşanılanın “dini inançları önemseyen” bir devlet kurumunda yaşanmış olması ayrıca üzücüydü.

Şeyma:

Evet, ne yazık ki çıplak arama dâhil olmak üzere aşağılayıcı muamelelere maruz kaldık. Bu uygulamalar insan onuruna aykırı ve asla kabul edilemez. Orada bir suç işlemiş gibi değil, sadece sesimizi çıkardığımız için bir cezalandırmaya maruz kaldık. Fiziksel şiddet, psikolojik baskı ve bu tarz insanlık dışı muameleler çok yıpratıcıydı. Bunları anlatmak kolay değil ama bunların üstünü örtmek de doğru değil. Çağlayan’da karar sonrası Silivri’ye gönderilirken yaşadığımız darplar için herhangi bir doktor bizi görmediği için daha agresif davrandılar.

Cumhurbaşkanını protesto etmenin böylesi bir sonuç doğurabileceğini öngörmüş müydünüz?

Gülşah:

Bulunduğumuz program bir FORUM’du. İkinci konuşmacı olan İletişim Bakanı Fahrettin Altun, protestolardan hemen önce Cumhurbaşkanımızın ne kadar bağımsız, dünyaya kafa tutan, haksızlık gördüğünde korkmadan konuşan biri olduğundan ve içinde bulunduğumuz programın özgürce fikirlerimizi konuşabileceğimiz bir yapıda olduğundan bahsetmişti.  Gücü elinde bulunduran, sözü kuvvetli bir devlet reisi olarak cumhurbaşkanının en azından bizleri yanına çağırıp haksız isek haksızlığımızı konuşacağı bir beklenti içinde oluyorsun fakat maalesef bizde ağzını açan hemen susturuluyor. Açıkçası program bitene kadar bir yerde tutulabileceğimi, birkaç günlüğüne gözaltı olabileceğini ya da tutuklanacağımı düşünüyordum fakat “özel muameleye” maruz kalacak kadar tutukluluk yaşayacağımı düşündüysem de kondurmamıştım.

Şeyma:

Açıkçası, Türkiye’de sesini çıkaranların başına neler geldiğini hepimiz biliyoruz. Ama buna rağmen susmak, olanlara ortak olmak anlamına gelirdi. Bu yüzden riskin farkındaydım, ama vicdanım rahat olduğu için o gün orada olmaktan da pişman değilim.

Cumhurbaşkanının siz protestocuları “Siyonistlerin ağzı dili olmak” ile suçladığını işittiğinizde ne hissettiniz?

Gülşah:

Kurduğumuz cümlelerin hepsi videolarda ve ifadelerde medyaya yansıdı. İsrail’e giden gemilere karşı çıkmak mı siyonistlerin ağzı dili olmaktır yoksa bu katiller ile iş yapanlar mı? Canlı yayında ya da videolarda o sözü duymak ile hemen gözümün önünde bu cümleye şahit olmak, “sayın cumhurbaşkanım” diyerek söze başlayan birinin direkt bu söze muhatap olmasını duymak ağır bir durum. Daha ağır olan ise Türkiye’ye değer katacağını düşündüğümüz eğitimli gençlerin olduğu salon ahalisinin ne olup bittiğini hiç sorgulamadan saniyesinde holiganlığa tutulup art arda sloganlar atmasıydı.

Şeyma:

Bunu duyduğumda öfkelendim ama bir yandan da şaşırmadım. Türkiye’de Filistin için sokağa çıkanlara bile Siyonist denmesi, iktidarın ne kadar tutarsız ve samimiyetsiz olduğunu gösteriyor. Filistin için sesimizi yükseltirken, İsrail’e en çok ticari destek verenlerden biri olan bir yönetimin bizi Siyonistlikle suçlaması tam bir çelişki.

Hangi suçtan ötürü yargılanıyorsunuz?

Gülşah:

İlginçtir ki dışarıda kanuni hakları çerçevesinde eylem yapan 5 kişi ile akredite olup programa katılan 4 kişi de aynı suçtan aynı dosya içinde yargılanıyoruz. Gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet ile suçlanıyoruz.

Şeyma:

Cumhurbaşkanına hakaret, toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet gibi suçlamalar var. Ama esas suçumuz, gerçeği söylemek. Çünkü bu ülkede gerçeği söylediğinde seni cezalandırıyorlar.

Yargılama ne aşamada? Mahkemede nasıl bir atmosfer var? Bize biraz gözlemlerinizden bahseder misiniz?

Gülşah:

Gözaltı sonrası ilk çıktığımız mahkemede hâkime hanım 5-10 dakika kadar kısa bir süre içinde birbirinden tamamen ayrı kişiler için tek bir karar ile tutuklama çıkarttı! Ellerinde herhangi bir somut delil olmayınca, kanuni hakkımızı kullanarak yaptığımız eylemleri suç kategorisine koyamayınca ellerinden geldiği kadar yıldırma peşindeler. Yurtdışı yasağımız var. Basit gerekçeler ile mahkeme tarihi uzun ay aralıkları ile erteleniyor. Vermek istedikleri gözdağını görüyorum fakat bunun benim için yıldırıcı bir anlamı yok. Mahkemede avukatlarımız her ayrıntıya değinen bir savunma gerçekleştirdiler. “Dönüp de teşekkür etmemiz gereken gençleri bu şekilde yıpratmak tarihi bir ayıptır” diyerek aslında yapılan hukuk zulmünü de belirtmiş oldular. Şu anda 3 yıl hapis istemi ile yargılanıyoruz.

Şeyma:

Mahkemede adil bir ortam olduğunu söylemek zor. Savunmalarımız çoğu zaman dikkate alınmıyor, taleplerimiz ya reddediliyor ya da görmezden geliniyor. Dosyamıza dair taleplerimize dair net bir cevap almak bile zor. Mahkeme salonunda, özellikle bizim davamızda, iktidarın baskısının hissedildiğini düşünüyorum.

Türkiye’de Filistin mücadelesi İsrail zulmü kadar güçlü değilse de köklü bir geçmişe sahip. Filistin Dostları sizi, size yapılan haksız ve hukuksuz muameleyi nasıl görüyor? Destek mesajları alıyor musunuz?

Gülşah:

Silivri’de motivasyonumu en çok dirilten olaylardan birisi de dışarıda bizlere yapılan haksızlığa karşı duran kişilerin olduğunu bilmemdi. Neredeyse her kesim bu hukuksuzluğa karşı çıktı. Adımıza şarkılar yazıldı, tweetler atıldı, destek mesajları geldi, eylemler düzenlendi. Elhamdülillah topyekün dur diyebildik. Sözü direkt muhatabına söylemek halkta büyük bir ilgi uyandırdı. Bir yandan da bugün, ABD’de yaptığı eylemler neticesinde tutuklanan Rümeysa için ayağa kalkan bazı kesimler Türkiye’de tutuklanan Gülşah için aynı tavrı sergilemedi.

Şeyma:

Evet, birçok destek mesajı aldık, bu bizi güçlendirdi. Ama bir yandan da Filistin dostlarının bir kısmı sessiz kalmayı tercih etti, belki korkudan, belki de mevcut baskı ortamında ses çıkaracak gücü bulamadıklarından. Yine de bu süreçte yanımızda olan herkese teşekkür borçluyum, çünkü dayanışma olmadan bu mücadele yürütülemez.

Başınıza gelenler Filistin Davasına ve Türkiye’ye dair bakışınızda herhangi bir değişime yol açtı mı? Duygu ve düşüncelerinizi merak ediyorum.

Gülşah:

Filistin için eylem yapan birilerinin tutuklanmış olması… Bunu bir an için düşünelim. Bugün Türkiye’de 9 kişi işkence, kötü muamele ve hukuksuzluklar ile tutuklandı. Ne için? Kırmızıçizgisi Filistin olan Türkiye’nin Gazze’yi yerle bir eden jetlere yakıt sağlamasına karşı durduk diye mi? Her gün onlarca ticari geminin İsrail’e gitmesine göz yummadık diye mi? Vicdan Gemisi’nin engellenmesine direndik diye mi? Başıma gelenler, bu davada bir avuç olduğumuzu, işbirlikçilere karşı direnişi bırakmayıp Filistin’in sesi olmamız gerektiğini tekraren anlamamı sağladı.

Şeyma:

Aksine, inancım daha da güçlendi. Türkiye’de Filistin meselesine gerçekten sahip çıkanların ne kadar az olduğunu ve Filistin’i sadece bir siyasi malzeme olarak kullananların ne kadar çok olduğunu gördüm. Bu mücadele kolay bir mücadele değil, ama bu kadar zor olması bile neden daha çok ses çıkarmamız gerektiğinin bir göstergesi. Filistin davası bizim onur davamız ve bu baskılar bizi yıldıramaz, aksine daha kararlı yapar.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

1
0
Would love your thoughts, please comment.x