Köşe Yazıları
Yusuf ve Zülkarneyn: Yerelden Küresele Adalet ve Islah Mücadelesi

Yayınlanma:
3 sene önce-

Hz. Yusuf’la Hz. Zülkarneyn kıssalarında tutulması gereken yol ve yöntemlere ilişkin çarpıcı vurgular yer alıyor.
Biri aşk hikâyesine, diğeri mitolojik anlatıya dönüştürülmüş bu iki kıssa İslami mücadelenin hareket hattına ilişkin açık bir yol haritası sunar esasen.
Elbette her iki kıssada da ahlakî, vâroluşsal birçok mevzu vardır. Zaten bunların hiçbiri Resullerin hikâyelerinde parçalanarak verilmez.
Islah cephesinin yerelden küresele uzanan hareket hattını bütünleyen bu iki Resulün mücadelesi İslamcılığın/İslamî hareketlerin yitik perspektiflerini besleme potansiyeline coşkulu bir şekilde sahiptir.
Bugün modern-ulus devlet söylence ve prangalarına/sınırlarına hapsolmuş bir ufuksuzluk dolanıp duruyor etrafımızda maalesef.
Bunun karşıtı olarak yaşadığımız coğrafyalara uğramadan hep uzaklarda gezinen başka bir gerçeküstücülük var.
Yusuf’la Zülkarneyn resulleri birlikte anlamaya gayret eden, bu iki örnekliği birleştiren güçlü bir pratik İslami mücadelenin ufkunu tazeleyecektir.
Yusuf’un yerele odaklanan siyaseti
Hz. Yusuf iftira neticesinde uzun süre kaldığı zindanda kralın rüyasını yorumlamış, yine kral tarafından davet almış, özgürlüğüne kavuşma fırsatı yakalamıştır ama zindandan kurtulmak için acele etmez.
Önce, ihlal edilen şeffaf, adil yargılama hakkını talep eder.
Mısır’daki adalet düzeni, hukuk sistemi çökmüştür. İftiralarla insan itibarı ayaklar altına alınmaktadır. Haksız cezalandırmalar yaygındır. Yusuf, bozuk düzeni ıslah projesine buradan başlamak ister. Zaten zindanda iki arkadaşının rüyalarını yorumlamadan önce yoz düzenle arasındaki sınırı ilan etmişti:
(Önce) bilin ki, ben, Allah’a inanmayan ve ahiret gerçeğini tanımaktan ısrarla kaçınan bir toplumun izlediği yolu terk ettim! (Yusuf, 37)
Yeni bir siyasal çıkış için sağlam bir gerekçeye, dayanağa ihtiyaç vardır. Yusuf, bunu alenen beyan eder. Sonra çürümüş sistemin adil yargılama hakkını gasp ettiğini, aklanması gerektiğini iletir. Çünkü üzerine atılı suçlardan aklanmadan halkın ve egemenlerin karşısına çıkılmaz. Aksi, büyük bir hata olur.
Yusuf Sûresinin ellinci ayeti bunu şöyle anlatır:
Ve [Yusuf’un yorumu kendisine ulaşır ulaşmaz] Kral: “Onu bana getirin!” dedi. Ama elçiler kendisine geldiğinde [Yusuf:] “Efendinize gidin ve ondan [önce] ellerini kesen kadınlar hakkındaki gerçeği [ortaya çıkarmasını] isteyin; çünkü Rabbim onların oyunlarını/tuzaklarını bütün gerçeğiyle bilmektedir!
Yusuf peygamberin acele etmeyen tutumu önemlidir. “Elime fırsat geçmişken şuradan bir an önce kurtulayım, eski defterleri karıştırmayayım!” demez.
Aklanan ve kralın rüyası ile beliren sosyal/siyasal kriz karşısında Yusuf’un tutarlı önerileri son derece etkili olmuştur. Mevcut durumda çıkış bulamayan, kendi adamlarından kayda değer bir yorum ve çözüm işitemeyen kral ve düzeni çıkışsız kalmıştır. Düzen, tıkanmıştır. Yusuf, iktidara taliptir:
[Yusuf:] “Beni ülkenin hazineleri üzerinde görevlendir(in)” dedi, “güvenilir, bilgili bir gözcü, bir koruyucu olacağımdan emin olabilirsin(iz). (Yusuf Sûresi, 55)
Yusuf’un Mısır’daki ekonomik-siyasal soruna ilişkin tespit ve çözüm önerisi sağlam bir temele dayanmaktadır. Çocukluğunda ve gençliğinde iyi bir eğitim almıştır, Rabbinin de yardımıyla hukuktan ekonomiye, tarımdan siyasete kadar sosyal-siyasal meselelerle ilgili değerlendirmeleri derinlik kazanmıştır, ülkenin geleceğine ilişkin inisiyatif almak istemektedir. Proje ve çözümlerindeki gayret ve muvaffakiyeti siyasal konumunu sağlamlaştırmış, iktidarı güçlenmiştir:
İşte böyle emin bir yer sağladık Yusuf’a (o) ülkede; öyle ki, dilediği yerde konaklayabilir/dilediği şeyi yapabilirdi. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz, ama iyilik yapanların hak ettiği karşılığı vermekten de geri durmayız. (Yusuf Sûresi, 56)
Aslında Yusuf’un yereldeki ıslah siyaseti küresel manada olmasa da yakın coğrafyaları da etkilemiş, başarılı kriz yönetimi iktidarını bölgesel bir güce yükseltmiştir. Kıtlıktan etkilenen çevre topluluklar Yusuf’tan yardım talep etmeye başlarlar.
Yusuf Sûresinde genişçe işlenir Yusuf peygamberin hikâyesi. Yazının başında da belirttiğimiz gibi Kur’an’la epeyce çelişen bir aşk hikâyesinin kahramanı olarak anlatılır hep Hz. Yusuf. Bu da onun siyasal mücadelesinin, stratejik hamlelerinin görülmesini engeller. Dolayısıyla da bugünkü mücadele perspektifimizi besleyecek bir örnek olarak yeterince bahsedilmez ya da eksik bahsedilir.
Küresel adalet mücadelesi ve Zülkarneyn
Hz. Zülkarneyn, Yusuf peygamberin aksine mûkim bir siyaset yerine hareketli, farklı coğrafyalarda adaleti ikame etmeye çalışan, hakikati yeryüzünde ulaşabildiği bütün noktalara götürmeyi amaçlayan bir misyon üstlenmiştir.
Kehf Sûresinde Hz. Zülkarneyn’in mücadelesinin can alıcı hususiyetleri, aşamaları sarih bir şekilde anlatılır:
Ona yeryüzünde güvenli bir yer sağladık ve onu, [ulaşacağı] her şeye doğru araçlarla ulaşma [bilgisiyle] donattık; Ve bu sayede o da [yaptığı her işe] doğru ve meşru araçlara başvurdu. (Kehf Sûresi, 84-85)
Doğru araç başta vahiy olmak üzere vahiyle şekillenen her türlü yol ve yöntemdir. Zülkarneyn bütün yapıp etmeleri ‘doğru ve meşru’ araçlarla gerçekleştirmiştir. Bu, ilkesel bir kalkış noktasıdır.
Kur’an, Zülkarneyn’i üç farklı bölge/coğrafya/toplumsallıkla kurduğu temas üzerinden değerlendirir:
[Batıya doğru giderek] günün birinde güneşin battığı yere vardı; (güneş) ona kopkoyu, bulanık bir suya dalıyormuş gibi göründü. Ve orada [kötülüğün her çeşidine gömülüp gitmiş] bir kavme rastladı. Ona, “Sen ey Zülkarneyn!” dedik, [“Onlara] azap da edebilirsin, yüce gönüllü de davranabilirsin!” O şöyle cevap verdi: “[Başkalarına] zulmeden kimseye gelince, ona bundan böyle azap edeceğiz; ve o kimse sonunda Rabbine döndürülecek; ve O da ona görülmemiş bir azap çektirecek. Ama inanıp dürüst ve erdemli davranışlarda bulunan kimseye gelince, böyle biri (yaptıklarının) karşılığı olarak [ahiret hayatının] nihaî güzelliğine, iyiliğine ulaşacaktır; ve Biz de onu [yalnızca] yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü tutacağız”. Ve [Zülkarneyn, doğru bir amaca varmak için, böylece] bir kere daha doğru aracı seçti. (Kehf Sûresi, 86-89)
Yukarıdaki ayetlerde açıkça görüleceği üzere batı mıntıkasında ulaştığı zalim bir topluluğun karşısına dikilmiş; hem bu dünyada, hem de ahirette zulmedenlerin azaba uğrayacağını beyan etmiştir. İman edip salih amel işleyenler bu bölümde müjdelenmiş, davet temelli siyasi hareketin söylemine ilişkin bir model konulmuştur ortaya.
Uzak bir coğrafya da olsa zulme karşı duyarsız kalmayan, Tebuk ve Mûte seferlerindeki son peygamberi anımsatan bir profil görürüz Zülkarneyn’in tutumunda. Zulüm karşısında asla sessiz kalınamaz, mazlum ve mustazaflar görmezden gelinemez, nerede olurlarsa olsunlar!
Sonra doğuya ilerler Zülkarneyn, ulaşabileceği her yere gidecektir:
[Ve doğuya doğru yürüyerek] günün birinde güneşin doğduğu yere vardığında onu, kendilerini güneşe karşı bir örtüyle örtmediğimiz bir kavmin üzerine doğar buldu: [Biz onları] işte böyle [bir yaşama tarzı içinde, böyle bir düzeyde bırakmıştık ve o da onları öylece kendi hallerine bıraktı ] ve muhakkak ki sınırsız bilgimizle Biz onun zihninden geçenleri kuşatmış bulunuyorduk. Ve o [böylece, doğru bir amaca ulaşmak için] bir kere daha, doğru aracı seçmiş oldu. (Kehf Sûresi, 90-93)
Doğuda karşılaştığı halkla teması gerçekten enteresandır. Tevhid bilincinden uzakta kalmış ancak zulümde örgütlü bir öncülük yapmayan o topluma ilişmez, kendi haline bırakır onları. Elbette hakikate davet etmiştir ancak olması gerektiği gibi herhangi bir müdahale söz konusu değildir. Rabbimiz bu davranışı da ‘doğru ve meşru’ kabul eder. Muhteşem bir beyan!
Sonra başka bir bölgeye erişir Zülkarneyn. Mitolojik anlatılara dönüştürülen meşhur bölümdür burası:
Ve derken, iki set arasında [bir yere] vardığında onların yamacında [yaşayan ve onun konuştuğu dilden] çok az şey anlayabilen bir kavme rastladı. Bunlar [ona]: “Sen ey Zülkarneyn!” dediler, “Yecüc ve Mecüc bu ülkede bozgunculuk yapıyor. Onlarla bizim aramızda bir set inşa etmen şartıyla sana bir bac verelim mi?” [Zülkarneyn:] “Rabbimin bana sağladığı güvenli durum [sizin bana verebileceğiniz her şeyden] daha hayırlıdır;” dedi, “bunun içindir ki, siz bana sadece iş gücünüzle yardımda bulunun ki sizinle onlar arasında bir set yapayım! Bana demir külçeleri getirin!” Derken, demir (külçelerini) yığıp, iki yar arasındaki boşluğa doldurunca (onlara) “[Bir ocak kurun ve] körükleyin!” dedi. Nihayet, [demir iyice] kor haline gelince, “Bana ergimiş bakır getirin bunun üzerine dökeyim” dedi. Ve böylece [set inşa edilmiş oldu, öyle ki] artık onların düşmanları ne onu aşabilirlerdi ne de onda gedik açabilirlerdi. [Zülkarneyn:] “Rabbimden bir rahmettir bu!” dedi, “Bununla birlikte, Rabbimin belirlediği zaman gelince bu [seddi] yerle bir edecektir; çünkü Rabbimin verdiği söz mutlaka gerçekleşir!” (Kehf Sûresi, 93-98)
Ayetler, dış saldırı, zulüm ve kötülüğe karşı yardım talep eden bir topluluğa Zülkarneyn’in, karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek el uzatmasını anlatıyor ve nihayetinde mutlak güç ve kudretin Âlemlerin Rabbi olan Allah’a ait olduğunu vurguluyor. En sondaki vurgu, yeni sapkınlık ve tanrılaşma eğilimlerine karşı bir ikaz fonksiyonu görmektedir.
İslam tarihi boyunca tefsir ve tarih kitaplarında Zülkarneyn umumiyetle mitolojik bir kişilik olarak işlendi, ‘Yecüc ve Mecüc’ bu mitolojik atmosferi tamamlayan figürler olarak sunuldu ancak küresel bir ıslah faaliyetinin, adalet arayışının, hakikate davet stratejisinin bir örneği olarak okunmadı.
Bugün kötülüğün kol gezdiği bütün bir yeryüzünde milyarlarca insan, dereler ve nehirler, ormanlar ve denizler, börtü böcek, cümle mevcudat adalet arayışında. Elbette yol ve yöntem tartışmaları da bu gerçekliğe paralel olarak devam ediyor.
Yerel dinamiklerle küresel imkân ve irtibatların bu çerçevede nasıl işleneceği daha bir önem kazanmıştır. Küresel örgütlü güçlere karşı küresel direniş ağları kurmak Zülkarneyn’in sünnetidir müslümanlar için ve de son peygamberin. Yine yerelde hakikate davet eden ıslah projeleri biriktirerek halkın ve egemenlerin önüne çıkmak Yusuf’un sünnetidir ve de son peygamberin.
Yusuf ve Zülkarneyn modelleri, bu modelleri birleştiren son peygamberin örnekliği bugün için kurtuluş projesidir, yol ve yöntemidir; aranıp bulunamayacak stratejik bir çıkış noktasıdır.
8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)


Bu soruya “hayır” cevabı vermenin giderek zorlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Elbette bunun nedeni sadece demokrasinin bir model olarak güçlenmesi ya da dünyanın görece artan refahının demokrasi ile gerekçelendirilmesi değil. Aynı zamanda demokrasinin bugünün dünyasının tabu kavramları arasında yerini almasının da büyük payı var. Demokrasinin içinde bir modeli, bir demokrasi yorumunu konuşmaya izin verenler, kavramın kendisine dair her tartışmayı bir şiddet eylemi görme eğiliminde.
Özellikle şu an yaşadığımız seçim dönemlerindeki gibi demokrasinin kutsandığı anlarda aykırı her ses sanki “bugün icat edilmiş” gibi karşılanıyor. Oy vermeyi reddetmek, demokratik süreçlerin dışında bir siyasallık üretmeye çalışmak iktidar açısından “hainlik”, muhalefet açısından “işbirlikçilik” ile kolayca suçlanıyor. Bu durum bize, demokrasi ve aurasındaki diğer kavramlar üzerinden bir tür hegemonyanın kurulduğunu gösteriyor. Hegemonya -Gramsci’nin tarifi ile- fiziki güç ile gelişen “zorlama”nın yanı sıra bir tür “rıza”yı da içerir. Böylece sosyo-politik bir boyut kazanan hegemonik ortamda eleştiriler bile egemenin argümanları içinde dilini kurar ve hegemonik değerleri bir tür ön koşul olarak görür.
Demokrasi tartışmalarına göz attığımızda bir hegemonik yapılandırmanın içinde kaldığını, tartışmaların demokrasinin değerleri içinden geliştirilmeye çalışıldığını söylemek yanlış olmaz. Sanki adil ve özgürlükçü her söylem verili olarak demokrasinin içinde gelişebilir gibi sunuluyor. Oysa demokrasiye dair tartışmalar, en az kavramın kendisi kadar eski. Örneğin Milattan önce 200’lerde Polibios -yani bundan yaklaşık 2000 yıl önce- demokrasiyi “oklokrasi” kavramı üzerinden eleştirir. Ona göre demokrasi, ileri evrelerinde popülizmden bağımsız düşünülemez. Aynı kavramı Rousseau bir “yozlaşma” olarak tanımlasa da Polibios’un eleştirileri daha çok demokrasinin zorunlu sonuçlarına ilişkin bir öngörüdür. Polibios’a göre problem, toplumun büyük parçasının desteği ile yönetimi eline alan siyasetçilerin popülizmi bir yöntem olarak belirlemesidir. Toplum, manipülasyona ve duygusal uyarımlara ne kadar açıksa popülizm o kadar sahici dönüşlerle politik süreci belirler. Polibios, bu durumu toplumun nüfusunun artması ve geniş yığınların eğitimsizliği ile irtibatlandırmıştır. Aslında eleştirinin kilit noktası “kalabalık”ların egemenliğin merkezine kendi kütlesini koymasının zorunlu sonuçlarıdır. Polibios, popülizmden meşruiyet devşirerek bir “ahlaki resesyon” yaratan “oklokrasi”yi de bir evre olarak görür. Günün sonunda popülizm, silahlarını doğrudan doğruya kendini var kılan kitleye de yöneltir ve gücü bir çetenin elinde konsolide eder. Popülizmin caydırıcı ve korkutucu sloganları, önce çetenin, sonra da tiranın iktidarda kalmasını bir beka söylemi etrafında böylece birleştirmiş olur. Tanıdık geldi mi?
Polibios’un Atina’nın siyasi atmosferi içinde gerçekleştirdiği eleştirilerin biraz da kendi toplumunun demografik değişiminden kaynaklandığını düşünebiliriz. Aslında Polibios bu yeni kavramsallaştırmada bozulmanın katalizör etkenini de keşfetmiştir: kitle! Polibios’tan binlerce yıl sonra demokrasinin yeniden siyasetin görünür yüzü olmaya başladığında “kitle” kavramına dair tartışmalar da alevlenir. Sanayileşmenin artması, büyük kentleşme hareketleri ve iş bölümüne dayalı yüksek düzeyde uzmanlaşma kitle toplumunun modern karakteridir. Elbette bu toplum aynı zamanda demokratik bir kültürü de içerecektir. Horkheimer ve Adorno gibi modernite eleştirileri yapan düşünürler kitle toplumunda bireyin edilgen, ilgisiz ve ezici biçimde atomize olduğuna vurgu yaparlar. Geleneksel bağlardan, dinsel kimliklerden kopan birey için toplumsallaşma artık başka bir evreye geçmiştir.
Kitle toplumu geliştikçe toplumsal etkileşim dışarıdan müdahaleye ve yönlendirmeye daha açık hale gelir. Her şeyi ile birbirine benzeyen kitle, özgünlüğünü yitirip sıradanlaşan birey için yeni bir dönemi başlatır. Polibios’un öngörüsünde “kitle”nin tehlikeli ve yozlaştırıcı olması ile onun “eğitimsizliği” arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ancak modern dünya için kitlenin mensupları eğitimin endüstriyel süreçlerini tamamlamış, verili kit bilgileri almış bireyleridir. Polibios’un öngöremediği “hiçbir konudan yeterince haberdar olmamanın” popülizmin karşısındaki savunmasızlığını “temel bir kavramsal formatlamadan geçmiş modern birey” için de geçerli olduğudur. Bu, bazen güvenlik ve ulus kimliği üzerinden kendini gösterirken kimi zaman da modern batılı referanslar üzerinden gelişir. Türkiye örneğinde “yerlilik ve millilik” söyleminin toplumun bir parçasındaki etkisi ile diğer kesimin Batının değer yargılarını ulaşılması gereken medeniyet seviyesi olarak görme konusundaki heyecanı birbirinden çok farklı şekillenmez. Her ikisi de popülist politikalara cevap verir.
Bu yönüyle popülizm aslında bütünüyle anti-demokratik değildir. Yakın zamanda bu konuyu inceleyen Cass Mudde, popülizmi özünde demokratik bulur. Popülizm çoğu zaman doğru bir tepkisellik ve haklı sorularla başlar. Ancak sıradan bireylerin inisiyatif alma konusundaki isteksizlikleri günün sonunda etkili bir çeteyi ve daha etkili bir tiranı doğurur. Bu açıdan popülizm güç istencinin kitlesel bir halüsinasyonudur. Üstelik demokrasi içinde gelişen popülist politikaların iktidar aygıtlarını elinde tutabilmek için gösterdiği manevralar başlardaki görünümü de bozar. Haklı sorularla başlayan muhafazakâr popülizm günün sonunda neo-kemalist bir görünüme pekâlâ evrilebilir.
Demokrasi tartışmaları açısından popülizm, yadsıyamayacağımız bir konu. Hatta demokrasinin tanımının eklektik ve tarih içinde biçimlenen akışkan yapısını dikkate aldığımızda popülizmin modern demokrasiye ruhunu üfleyen kavram olduğunu söyleyebiliriz. Hepimize dayatılan demokrasi kavramının içindeyse popülizmin esamisi okunmaz. Demokrasiyi bugünün kutsalları arasında belirleyen bakış bize adeta bir güzelleme potpurisi yaptırtır: Hürriyet, eşitlik, katılımcı, üretken… diye devam eden bir dizi kavramın tümünün demokrasi ile bütünleştiği konusunda genel bir kanı tanım olarak dayatılır. Oysa bu tanım -bütün hatalarından önce- yine indirgemecidir, bağlamları ve pratiği büyük ölçüde yok sayar.
Popülizm ve demokrasi ilişkisini tartışmak bir anlamda bu kavramın “akredite tanımının” dışında konuşulması gerektiğini de hatırlatacaktır. Genelde Türkiye’deki demokrasiye dair tartışmaların ya çok sığ ve yine popülist bir bağlam üzerinden ya da sürekli kendine referans veren bir dil üzerinden geliştiğini biliyoruz. Oysa demokrasi tartışmaları öncelikle demokrasinin kendi içindeki tutarsızlık ve çelişkilerine odaklanmalıydı. Tüm dünyada örneğin “radikal demokrasi” veya anarşist itirazlar gibi tartışmaların bunu merkeze alan başlıklar açmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bu açıdan demokrasinin popülist karakterinin modernliğin içinde zaten fazlasıyla aşındırılmış bireyin giderek belirsiz ve etkisiz hale gelmesi konuşmalı. Oy vererek, bir siyasi hareketin arkasında durarak toplumsal düzeni ve iktidar aygıtlarını topyekûn değiştirebileceğine dair inanç aslında şeyhinin kendisini cennete taşıyacağına inanan müridin saf temennisi ile eş değer ölçülerde biçimlenir. Her ikisinde de birey, kişisel inisiyatiflerini değersizleştirir, etkisizleştirir ve tebaa olmaya hazır bir bilinç düzeyindedir.
Elbette günün sonunda demokrasinin kendisini tek ve alternatifsiz gördüğü bir dünyada başka bir siyasetin nasıl mümkün olacağı sorusu devasa bir büyüklük olarak beliriyor. Bu sorunun çözümsüz görünümünün arkasında “öğrenilmiş çaresizlik” hissinin yattığını düşündürtecek sebeplerimiz var: Bireyin flulaştığı modernlik, devletin modern yapılanmasına tam oturacak bir aparat haline getirilmiş demokrasiyi “devlet”ten ayrı düşünmek, demokrasi tartışmalarını başlamadan bitirecek yanlış çıkışlara neden oluyor. Ancak yine de demokrasiyi “içeriden” bir tartışma ile değil “dışarıdan” ve yapısal bir tartışma ile değerlendirmeye çalışmak ezberleri bozmak için yerinde bir adım olabilir.
KAYNAKÇA
Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, İletişim Yay.
Cas Mudde, Cristobal Rovira Kaltwasser, Popülizm: Kısa Bir Giriş, Nika Yay.
Elias Canetti, Kitle ve İktidar, Ayrıntı Yay.
Platon, Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.
Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Metis Yay.

İslami mücadele elbette “gayba iman” temelinde yürütülür ve merkezinde yer alan temel motivasyon kaynağı da Rabbimizin yine gaybî yardım vaadidir. Kur’an’la birlikte okuduğumuz siyer bunun nasıl gerçekleştiğini şartlarıyla birlikte bize sunmaktadır. Modern dönem İslamcılığı “ahirete iman” ilkesinden başlayarak gaybî yardıma istinat etmeyi epeyce aşındırdığı, bu dolayımda Kur’an’da yapılan aktarım ve vurgu bahislerini aklî ve bilimsel çerçeveye hapseden anlama faaliyetiyle kavramaya çalıştığı için verdiği mücadelede sık sık umutsuzluklara kapılmakta, bunun sonucunda da tevhidî çizgiden sapmalar yaşamaktadır.
Kur’an’a göre bütün gaybî yardımların şartı Muhammed sûresi 7. ayette özlü bir şekilde vurgulanmıştır:
Siz ey imana ermiş olanlar! Eğer Allah[ın dâvâsın]a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve adımlarınızı sağlamlaştırır. (47/7)
Allah’ın dinine/davasına yardım etmek esasen mü’minlerin doğrudan kendilerine yardım etmesi demektir. Hem ayetten hem de pratikten çıkan netice açıkça budur. Bu yardımın mahiyeti/gerekçesi hakkında resullerin örnekliği ve Kur’an’daki vurgular yeterince açıklayıcıdır. Şimdi Ankebut ve Bakara sûrelerindeki ayetleri peş peşe okuyalım:
İnsanlar, [sadece] “İnandık!” demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Evet, andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de sınadık; o halde [bugün yaşayanlar da sınanacak ve] elbette Allah, doğru davrananları ortaya çıkaracak ve yalancıların da kimler olduğunu gösterecektir. (29/2, 3)
[Ama,] sizden önce gelip geçen [mü’min]ler gibi sıkıntı çekmeden cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Onların başına öyle ezici sıkıntılar ve kımıldatmaz darlıklar geldi ki ve öylesine sarsıldılar ki müminlerle birlikte Elçi de “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diye feryad ediyordu. Gözünüzü açın, Allah’ın yardımı [daima] yakındır! (2/214)
Sınanma gerçekliğinin bu durumda imanın temel ilkelerinden biri olduğu görülüyor. İmanın ancak hemen ardından gelen pratik sorumluluklarla bir anlamının olacağı bu ayetlerde açıkça dile getiriliyor. Hem de bu dile getiriş keskin bir üslupla yapılmakta, meselenin ciddiyeti muhataplara net bir şekilde sunulmaktadır. Özellikle Bakara sûresindeki ayet, süreci ayrıntılandırmaktan çekinmiyor. Bu son derece yakıcı hakikat, tercihlerin oluşumuna tesir edecek, iman ya da red bu hakikat doğrultusunda somutlaşacaktır.
Allah’a imanın zulüm ve şirk cephesinde yaratacağı rahatsızlık onu boğma çabasının boy vermesine sebebiyet verecektir. Çünkü iman ve İslam yeryüzünde dârü’s-selâmlar kurmayı amaçlarken şirk ve zulüm sistemleri tam olarak bu iradenin karşısında yer alır ve binlerce adamını toplayarak dâru’s-selâmı kuşatır.
Siyerdeki öncelikli dâru’s-selam elbette Medine’dir ve henüz rüşeym halindedir. Bu barış yurdu tasarımını ilk boğma harekâtı Bedir savaşı olarak gerçekleşmiş, Kur’an’da ifade edildiğine göre güçlü bir gaybî yardımla[1] bu savaş mü’minlerin lehine sonuçlanmıştı.
İkinci boğma harekâtı Uhud savaşıdır. Sonu mü’minler için “okçular tepesi” terbiyesiyle[2] bitecek bu gönül kırıklıklarıyla biten kapışmanın ardından çok daha büyük bir imtihan bekliyordu barış ve esenlik yurdu girişimini!
Gaybî yardım olmaksızın mü’minlerin muzafferiyetinden bahsedebilmek gözden geçirdiğimiz ayetlere ve siyerdeki pratik tecrübeye göre zaten imkânsızdır ama gaybî yardımın şarta bağlı olduğunu da müşriklerle yapılan ilk iki savaş örneğiyle görmüş olduk, daha etkilisine ise Hendek/Ahzab savaşı ile tanık olacağız.
Hendek savaşı da diğer örneklerde de olduğu gibi gaybî yardımın şartlarını etkili bir tablo biçiminde sunmaktadır. Mü’minler dehşetli bir sınanmaya tabi tutulmuşlardır. Müşrik ordusu yukarıdan ve aşağıdan mü’minlerin üzerine geldiğinde ve onların gözlerinin feri kaybolup yürekleri ağızlarına gelmişti. Belki kendilerinden beklenilmeyecek bir şekilde Allah hakkında en çelişik düşünceler akıllarından bir bir geçmeye başlamıştı.[3]
Allah Resulünün terbiyesinden geçmiş, hicret tecrübesini yaşamış, Bedir ve Uhud cenderesinden çıkmış mü’minlerin Ahzab sûresi 10. ayette bahsolunan hâlet-i rûhiyeleri ve neredeyse ikircikli tavırları garipsenebilir ancak Rabbimiz tarafından kınanmamaktadır. Elbette onlar da insandır ve öncesinde hendek kazarak gaybî yardımı hak edecek ve kendilerini kurtaracak büyük bir gerekçe vâr edebilmişlerdir.
Bir zamanların meşhur Hendek ve Grup İslami Direniş’in yenilerde yaptığı Ahzab’daki Yiğitler ezgilerini dinleyerek de bu yazıyı okuyabilirsiniz. Medine’nin saldırıya açık cephesine 4 metre derinliğinde, 6 metre genişliğinde bir hendek kazmıştır Müslümanlar. Bu hazırlık ve adanma hâli, düşmanın muhasarası gözle görülür bir hâl aldığında ortaya çıkan çelişkili tutumları izale edecek ve Allah’ın gaybî müdahalesi düşman ordusunu dağıtan kasırga ve görülemeyen ordular şeklinde gerçekleşecektir[4] çünkü hendek kazarak ulaşılan bir hak ediş vardır. Bu güzel borç, eşsiz bir mukabele ile ödenecektir.
Allah’ın gaybî yardımı haktır; şüphesiz O, sözünden dönmez[5] lâkin bu yardım şarta bağlanmıştır. O şart, tüm yetersizliklere rağmen Bedir ve Uhud meydanlarına çıkmak, en nihayetinde de Arabistan yarımadasının görüp göreceği en büyük şehir kuşatmalarına karşı daha önce yapılmamış bir savunma hattı için devasa bir hendek için kazma vurmaktır.
Hendek kazımında bizzat çalışan Hz. Peygamber’in büyük kuşatma öncesinin zor koşullarında kazma kürek çalışan mü’minlere yeryüzünün o dönemki en büyük iki gücüne karşı zaferler vaat etmesi manidardır. Henüz ancak evlerini savunmak durumundaki bir topluluğa gösterilen bu büyük hedef münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar için şaşkınlık vericidir ancak Bedir-Uhud-Hendek hattının hedefi yeryüzündeki fitnenin ortadan kaldırılabilmesi için elbette küresel bir ufka sahip olmaktır ve bu amaç ancak Rabbimizin gaybî yardımlarıyla mümkün olabilecektir.
Allah’ın yardımı ve zafer, hemen biraz ötedeki Bedir ve Uhud meydanlarına çıkma ve bulunduğumuz coğrafyalardaki baskı ve zulümlere hendek sembolüyle ifade olunan direniş hatları çekme kararlılığında bulunmakta iken bu adımlardan imtina eden siyasal hatlar ancak bir boş gösterene dönüşecek, küresel dayanışma ve direniş hatlarıyla irtibatlanma ufuklarından ise yolun başında uzaklaşacaktır.
[1] Âl-i İmran, 124-125
[2] Âl-i İmran, 137-160
[3] Ahzab, 10
[4] Ahzab, 9: Siz ey ermiş olanlar! [Düşman] orduları üzerinize geldiğinde Allah’ın size bahşettiği nimetleri hatırlayın, ki o zaman üzerlerine bir kasırga ve göremediğiniz [semavî] ordular göndermiştik: ama Allah yaptığınız her şeyi görmekteydi.
[5] Rum, 6

Kamuoyu araştırmacısı Can Selçuki, Medyascope’ta Ruşen Çakır’a verdiği mülakatta (21 Mart 2023) bazı partilerin oy oranlarından bahsederken gençlerin siyasi parti ve liderlere teveccühünü tartıştı.
Selçuki’nin anlattıklarına bakılırsa oy oranları anlık değişiyor; deprem, işsizlik ve hayat pahalılığı, mültecilerin aktüel konum ve muhataplıkları gibi meseleler özellikle küçük partilere dönük ilgiyi arttırıyor.
Bu konuşmada öne çıkan parti ve “liderler” tahmin edebileceğiniz isimler: Zafer ve Memleket Partileri ile bu partilerin başkanları Ümit Özdağ ve Muharrem İnce.
Zafer Partisinin tek bir söylemi var: ırkçılık temelli bir mülteci karşıtlığı. Muharrem İnce’nin siyasetinde resmi ideoloji paralelinde ilerleyen, derinlikten yoksun duruşundan başka bir şey öne çıkmıyor.
Bu partilerin oy oranlarının gençler arasındaki iniş çıkışları Can Selçuki’nin dikkatini çekmiş. Bu tespitin, ülkedeki gençlerin siyasal hareketlilikleri bağlamında bizim de dikkatimizi çekmesi gerekiyor.
Farklı oranlarda sonuçlar çıksa da gençlerin neredeyse dörtte üçünün Türkiye dışında (elbette zengin batı ülkelerinde) yaşamak istediği anketlerin gösterdiği bir hakikat. Buna, gündelik hayatımızdaki gözlemlerimizde de tanık oluyoruz.
Yoksulluk, gelecek kaygısı, yaşam tarzı ve siyasal baskılara bağlı özgürlük tartışmaları ülke dışında bir yaşam arzusunu körüklüyor. Devrimci bir pozisyonla kötülüklerle kapışma niyeti ise pek belirgin değil. Küçük ölçekli siyaset yapan bazı sol partileri ve Kürt meselesi dolayımındaki siyasal pozisyonları dışarıda tutarsak geniş genç kitlelerin yöneldiği adres olarak yukarıda saydığımız ırkçı, resmi ideoloji yanlısı ve mülteci düşmanı partiler öne çıkıyor.
İslami hareketlerin çok büyük oranda dönüştürülüp imha edildiği bir aşamada gençlerin dikkatini çekecek güçlü, devrimci bir İslami hat da maalesef hâl-i hazırda vâr olmadığı için hakikatsizlik derinleşiyor; cahiliye, bulduğu boşluğa yuvalanıyor.
Genç kitlelerin heyecanından ve anlık değişen tutumlarının normal olduğundan falan bahsedilebilir elbette ama ben buna katılmıyorum. Programı olan ve futbol tribünlerine ya da Twitter mecrasına sıkışmayan nitelikli bir muhalefet, devrimci bir tutum her zaman mümkün olabilir, önceden de olmuştur.
Gördüğü siyasal ve ekonomik baskılardan yılgınlığa düşüp ülke dışına çıkmak bir genç için asla öncelikli bir seçenek olarak görülmemeli. Hiçbir ilkesellik bunu kabul etmez. Hangi ideolojik zaviyeden bakılırsa bakılsın bu yanlıştır.
Dünyayı tanımak, farklı coğrafya ve halklarla temas kurmak, başka direniş hareketleriyle ilişkilenmek bağlamında gerçekleştirilecek bir hareketliliğe kim hayır diyebilir! Tası tarağı toplayarak ilk hayal kırıklığında halkını terk edebilme tavrı, gidilen yerler için de müstakbel ve güvenilmez bir tavır olarak o kişilerle birlikte seyahat edecektir.
Ülke değiştiremeyenlerin önemli bir kısmı ise zulüm ve egemenlerle kapışmak yerine alttakileri hedef alıyor. Öfke ve çaresizliğinin hırsını mültecilerden çıkarmaya yelteniyor. Ülke, yeryüzü ve insanlık için zerre hayır üretmeyen siyasi partilere ve onların “liderler”ine bel bağlıyor!
Bu tabloyu kime fatura edeceksiniz?
Bu faturada herkesin payı var elbette. Örnek öncülük yapamayanlar da, “Öncülük örnekliği yok!” deyip süreç içinde sadece kendi kurtuluşuna yoğunlaşanlar da faturada pay sahibidir.
Edebiyattan yardım alarak meseleyi anlamaya çalışalım. İsmet Özel’in sosyalist çizgideyken yazdığı “Aynı Adam” şiiri bu meselelerde benim için kalıcı öğreticilikte olmuştur:
on beşinde bir arkadaş/ inancını savunurken yargıca/ anladı bulana durula akmakta olan şeyi.
On beş yaşında bir genç; öncülerin vâr ettiği, dinamik ve gerekçelerini tam olarak kavrayamadığı ama söylem ve duruşundan etkilendiği bir siyasal/toplumsal hareketliliğin rüzgârına kapılmış ve süreç içerisinde tutuklanarak yargılanmaya başlamış, daha önce layıkıyla ayırdına varamadığı egemen kurumsallığı o yargılama esnasında net bir durulukla tanıyıp kavramıştır.
Bu mısralarda ortak sorumluluklar işaretlenmiştir. Bugün mezkûr faturanın kim/ler/e kesileceğini bu mısralar vesilesiyle bir kez daha görmüş oluyoruz.
Din soslu egemen düzenin tasallutunda aktör olarak yer almamış nüveler biçiminde varlığını bir şekilde sürdürebilmiş küçük çevrelerin sorumlu oldukları tarihi rollerini üstlenememiş olmaları, bir taraf olarak bizim açımızdan temel ve esaslı bir yaradır.
Gençlerin öncü örnekliklere, öncülüklerin genç dinamizm ve enerjilere ihtiyaçları olduğu muhakkak ama bizde zincir kopmuş, dağılmış durumda. Dağılan parçaların bir kısmının Muharrem İnce ya da Ümit Özdağ menzilinde toplaşması ancak böyle mümkün olabiliyor.
Karşımıza çıkıp duran bu acınası gerçeklik karşısında hakikate davet, iki yönlü ilerleme kaydetmelidir. Hakikatin tebliği ile onun zorunlu örnekliği, entelektüel ilgiyle siyasal tavrı beraberinde getirmeli ise tüm ilgililerin ne yapması gerektiği aslında açığa çıkmış bulunuyor.
Bütün tarafların bu tarihsel sorumluluğa karşı alacakları tavır, sahte adreslerden kurtuluşa da vesile olacak bilinç ve dinamizmi üretecektir. O zamanki mülakatlarda neler konuşulacağını da şimdiden tahmin edebiliriz, değil mi?