Connect with us

Köşe Yazıları

Yeniden Düşünmek

Yayınlanma:

-

Bugünü biricik görmek ve tarihin en önemli kırılma anına tanık olduğunu düşünmek çağdaş insanın mitosu. Bugünden geriye doğru hala tazeliğini koruyan küresellik kazanmış her sarsıcı olayın örneğin pandemilerin, dünya savaşlarının, sanayi devriminin, keşiflerin ya da bilginin endüstrileşmesinin hafızamızdaki yansıması genelde böyle bir boyut içerir.

Oysa insanlık kendi tarihi açısından sayısız büyük kırılmalar yaşadı ve üstelik her biri kendi dönemleri açısından fazlasıyla benzersizdi. Tarihin belki en büyük devrimi, düşündüğümüzün aksine moderniteyi de doğuran endüstri ile olmadı. En büyük devrimsel değişim, tarım devrimiydi. İnsanlığın avcı-toplayıcı olmaktan tarım toplumuna geçişi 2 milyon yıldan uzun sürdü. Yani insanlık gündelik yaşamını, dünya ile ilişkisini ve gelecek tasavvurunu bütünüyle etkileyecek teknolojiyi tarımla sistematik ve kümülatif bir forma ulaştırdı. Sonra her şey çok daha hızlı ilerledi. Mesela paranın bulunması ile ilk büyük imparatorluklar arasında birkaç bin yıl vardı. İlk büyük imparatorlukla dünyanın farklı bölgelerinde karşılık bulan felsefeler arasında süre çok daha kısaldı. Bilim ve sanayi konusunda bu yüzyılı etkileyen her şey ise kabaca son 500 yılda gerçekleşti. Atom altı parçacıklar ve kuantum fiziği ile tanışmamızın ise mazisi yüz yıl bile değil.

Tüm bu öykünün bütününden şu sonuca ulaşabiliriz: Tarih, mercekle baktığımız her döneminde kendine has kırılmalarla sarsıldı, bu sarsıntıların bazıları bugünle boy ölçüşemeyecek kadar derindi, bazılarıysa bir başka değişimi tetikledi. Bazen de kültürde regresyon yaşandı ve topluca hafızamızı kaybettik. Yazının, tuvaletin bölgesel olarak unutulduğu dönemleri biliyoruz.

Değişim tarihin momentumu olsa da gerçekten her dönemde bugünkü kadar görünür olmuş muydu? Sanayi toplumunun endüstriyel imkânları insanlığın yürüyüşünü bir koşuya dönüştürdüğü için her şeyin kontrastının son yüzyıl içinde fazlasıyla arttığı söylenebilir. Ancak yine de tarih, değişimi hissetmenin modernliğe ait bir durum olmadığını ortaya koyuyor: Sümer tabletlerinde ya da eski Yunan’da yetişkinlerin gençlere ilişkin yakınmalarına rastlayabiliriz. Kabaca 2300 yıl önce Aristoteles kendi dünyasındaki değişimlere ilişkin eleştirisine “Bugünlerde gençler kontrolden çıkmış durumda…” diyerek başlamaktan kendini alamamıştı.

Her şeye rağmen bu yüzyıl için değişimin sonuçta daha belirgin etkilerini gözlemliyoruz. Biraz da bu durumun bir sonucu olarak “değişimin kendisi” olduğumuz zaman ve uzam denkleminde hakikatin yerini alıyor. Baudrillard’ın yeni çağı “hipergerçeklik” olarak tarifinin boyutlarından birisi de bu olsa gerek. Gerçeğin minyatürleştiği bu çağ, başarısını bilgi üretimindeki muazzam artışa, yani bir bakıma sürekli devam eden “değişim”e borçludur. Günün sonunda nereden yola çıktığınızı ve nereye ulaşmayı amaçladığınızı anımsayamadığınız bir yeni varoluş durumudur. Bundan dolayı değişim taklit, simülasyon, öykünme, yalan, yansıma değil; gerçeküstü bir pozisyondur: modernliğin corpusudur.

Hipergerçekliğin içinde değişim, artık tarihin önceki dönemleri ile karşılaştırılamayacak bir kavramsal dönüşüm yaşadı, yaşıyor. Bu tanımı fazlasıyla biçimci bulabiliriz. Ancak modernliğin Aliya’nın tarifiyle kültür ve uygarlık arasındaki ilişkiyi bir çatışma ekseninde olması süreci anlamamızı kolaylaştırabilir. Aliya’nın uygarlığı modern dünyayı doğuran mekanik, ele geçirici ve üretici karakterdedir. Bu uygarlığın hamili toplumdur. Oysa kültür, insana aittir. Bu açıdan Aliya’nın tanımlamaları Horkheimer gibi popüler kültür eleştirisi yapan son dönem filozoflarının “birey”in kayboluşundan modernliği sorumlu tutmaları arasında ilginç bir örtüşme bulunur. Horkheimer, “Zamanın egemen düşüncesi benliğin korunmasıdır” der ve ekler: “ama ortada korunacak bir benlik kalmamıştır.” Modernlik, klasik ile çatışmasındaki ana tezi ve temel savunusu olan bireyi yine kendisi tüketmiştir.

Bu noktada değişimi konuşurken “birey”i düşmanlaştırmadan, modernliğin sonuçlarını da bilinçli bir distopik plan gibi komplo teorisine dönüştürmeden anlamaya kendimizi zorlamalıyız. Çünkü değişim, tam olarak bu durumun mekaniğini anlamamıza yardımcı olabilir.

Değişimin akıntısına kapılmak, insanın üretkenlik ve yaratıcılığının defalarca kez çarpılarak büyüdüğü bir matematik çağının içinde olmak inanılmaz motive edicidir. Fakat bu büyüleyici durumun her şeyi aslında olduğundan daha büyük, daha derin ve daha azametli görünmesine de yol açtığı unutulmamalı. Bu sonucun sorumlularından biri de düne kadar aralarındaki etkileşimin sınırlı olduğu teknoloji ve felsefe arasındaki bağın, simbiyotik bir biçim kazanmasıdır. Örneğin “özne” artık Deleuze, Heidegger, Badiou gibi isimlerce tartışılırken “kuantum fiziği”nden ayrı düşünülmüyor. Elbette astroloji, fizik ve bizi çevreleyen evren, tarihin her döneminde ilham vericiydi. Ancak bugünlerde bilim ve teknolojik üretkenliği ilham vermenin ötesinde bir süperpozisyondadır. Süperpozisyonu burada kuantum fiziğindeki gibi anlayabiliriz.  Yani Schrödinger’in kedisi gibi hem yaşıyor, hem ölü. Gerçekliğin bütün ihtimalleri ile “üstüste binme hali”nin aynı zamanda değişimin nasıl bir biçim aldığını anlamamıza fayda sağlayabilir. Bilim ve teknoloji hem felsefenin çıktılarından biri, hem de felsefenin artık tartışma alanlarını belirleyen yeni gerçekliktir.

Böylece teknoloji ile aşırı ivmelenen değişim birçok farklı deneyimin aynı anda yaşanması sonucunu da doğurur. Modern ve modern sonrası tartışmaların daha olgunlaştırılamadan “eski”meleri, geçip-gitmeleri hem modernliğin, hem klasiğin, hem modern sonrası olguların iç içe geçmeleri işte bu süperpozisyon durumunu yaratmış oldu. Böyle bir dünyanın içinde gözlemci nereden bakıyor ve hangi verileri topluyorsa kendi tanımına uygun çıktılar elde eder.

Kuşkusuz bir süre sonra her şeyin iç içe geçtiğini fark etmek gözlemimizde/düşüncemizde fena halde yanılmış olabileceğimiz hissine yol açar. Böylece insan ya önünden çekilemediği, durduramadığı, değiştiremediği bir dünya karşısında çaresizce atalete sürüklenir veya Don Kişot gibi epik bir kavgayı omuzlanır. Ya da -üçüncü bir yol olarak- bakış açısını “yeniden düşünme” eylemine hazırlayabilir. “Yeniden düşünme”yi bir modern zamanların kişisel gelişim mottosu olarak basitleştiremeyiz. Yeniden düşünmek, yaşamı sadece belirli karşıtlıklar üzerinden ve bize göre “ayıklayarak” anlamaya, görmeye çalışmanın acıtıcı sonuçlarını yeniden tartışabilme becerisini kazanmaktır. Söz gelimi düşünmenin bir eylem olarak özgünlüğünü yitirdiği bir dünyada “düşünce özgürlüğü” tartışması ne kadar anlamlı olabilir? İnsanın gündelik rutini onu birey olmaktan çıkarıp bir sürünün ya da kontrol grubunun parçası haline getirmişken daha refah ve konforlu bir yaşam için mücadele ne denli doğru bir tartışma noktasıdır? Devletin kendisine ait tartışmalar bir kez es geçildikten sonra demokrasi, diktatörlük ya da bir başka tartışma sadece devletin nimetlerinden yararlanamayanlar için rasyonel olarak geçerli bir önerme haline gelmez mi?

Değişimin hemen yarın değişmeye başlayacak çıktıları üzerine tartışmalara katılmak her şeyi her zaman kaçırmayı, geride kalmayı ve her “yeni oluş”u anlamaya çalışma sonsuz döngüsünün içinden çıkamamaya neden olur. Gerçek simulark tam olarak bu anda belirir. Sonuçları, sadece görüş alanımızdakini ya da sadece kendi tezimizle ilgili olanı tartışırken gerçek ile referans unutulur. Cioran’ın dediği gibi “özgürlüğü değil özgürlüğün görünüşlerini” talep etmeye başlarız.

Bu yapışıp kalan durumdan nasıl kurtulabiliriz?

Bu sorunun sayısız farklı teze ait başka cevapları olabilir. Ancak bir düğüm noktası arıyorsak, “değişim”i önce bir bütün olarak görmeyi denemeliyiz. Değişimin kendini dayattığı iletişim, uyum gibi alanların üzerinden kendini gösteren yapısına karşı vâr olmanın başka boyutlarını nasıl mümkün kılacağımızı tartışmalıyız. Böylece değişimin sonuçları arasında sıçrayışlar yaşamak yerine bu momentumun kendisini fark edecek bir içgörü/hikmete ulaşabiliriz.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Erem Şentürk Neden Mahkemeye Gelmiyor?

Yayınlanma:

-

Erem Şentürk

Ben, Erem Şentürk adını, kendisi Filistin dostlarına hakaret edene dek hiç duymamıştım.

Açıkçası ağır eleştirilerde bulunmakla yetinse, haddi aşıp hakaret etmese hiç umursamazdım. Ciddiye alınacak bir insan olduğunu düşünmüyorum.

Kendisini gazeteci olarak tanıtan nice insanın sosyal medya hesapları üzerinden ne amaçlarla, neler yaptıkları akıl ve vicdan sahibi herkesin malumudur.

Bu şahıs, yaklaşık yarım milyon takipçi üzerinden kamuoyuna kişisel yargılarını boca ederken Filistin dostlarına fotoğrafta görüldüğü üzere iftira ve hakaret etti.

Elbette kötü söz sahibine aittir. İki defa, yani ısrarla hakaret ettiği için şikâyetçi olundu ve kendisi hakkında Trabzon 7. Asliye Ceza Mahkemesi’nde “hakaret” suçunu işlediği gerekçesiyle dava açıldı.

Özür dilemedi, uzlaşmaya yanaşmadı, hakaret ve iftira içerikli paylaşımlarını da hâlâ silmedi.

Böylesi “dik duruşlu”(!) bir arkadaştan ne beklersiniz?

Mahkemeye gelmesini, savcının hazırladığı iddianameye katılmadığını, kimseye hakaret etmediğini, dolayısıyla suçsuz olduğunu beyan etmesini; öyle değil mi?

Öyle olmadı, olmuyor.

Niyeyse, nasılsa Erem Şentürk’e ulaşılamıyor.

İki duruşma geçti, kendisi ortalarda yok. Hâkim, savcı, müşteki ve vekili de dâhil mahkeme heyeti iki duruşmadır bekliyor.

Savcı, müşteki ve vekili, yaptığı paylaşımın hakaret suçunu oluşturduğunu biliyor.

Bilgisayar başından kalkıp sanık kürsüsüne geçmesi ve kimin “kahpe” olduğunu izah etmesi gerekiyor.

3. duruşma, 8 Temmuz saat 09.35’te.

İnsan merak ediyor: Koskoca Asliye Ceza Mahkemesi iki duruşma geçmiş, aylardır Erem Şentürk’e neden ulaşamıyor?

Yoksa kendisi tebligatı almaktan mı kaçınıyor?

Yoksa kendisi resmi yollardan ulaşılmaya kapalı mı?

Yoksa sosyal medya üzerinden mi tebligat bekliyor?

Mahkemeye dilekçe verdik ve “adresinin tespit edilebilmesi, çağrı yapılabilmesi ve yargılamanın ilerleyebilmesi için ifadesi alınmak üzere sanık hakkında yakalama kararı çıkartılmasını” talep ettik.

Bekliyoruz.

Ne Olmuştu?

7 Ekim 2023 tarihinde, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük trajedilerinden biri ve birincisi, Filistin’de yaşanmaya başlandı: Gazze Soykırımı. Türkiye, soykırımı durdurmak için elindeki imkânları neredeyse hiçbir şekilde kullanmaya yanaşmayınca 10 Mart 2024 tarihinde Direniş Çadırı çağrısı ile Türkiye’nin 25 ilinde toplanan insanlar, iktidardan somut adım talebinde bulunan basın açıklamaları yaptı. Gazze’de soykırım olanca vahşetiyle devam ederken, Direniş Çadırı, iki hafta sonra çağrısını büyüterek 30 ilde sokağa çıktı. Göstericiler “İsrail’le Ticaret İnsanlığa İhanet” sloganı ile seslerini yetkililere duyurdular.

Erem Şentürk Ne Demişti?

erem şentürk

Erem Şentürk, Direniş Çadırı’nın “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla yaptığı protesto gösterilerinde bulunan Filistin dostlarına hakaret etmişti.

Erem Şentürk, Direniş Çadırı çağrısını takipçilerine duyuran Daily Islamist adlı hesabın, “Yarın 30 ilde eşzamanlı olarak “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla protesto gösterileri düzenlenecek.” paylaşımı üzerine aşağıdaki twiti attı.

“Hiç lafı eğip bükmeden söyliyeyim: Bu kahpeler yine her zamanki gibi Filistin maskesiyle Müslümanlara saldırmayı, başa bela olmayı fitne fesat çıkarmayı planlıyorlar. 28 Şubat belası yaşanırken Nurettin Şirin, “Kudüs Gecesi” gecesi diye bir operasyon çekmişti. Sokağa tanklar davet edilmişti ve vesayetçi hainler Türkiye işgal provası yapmıştı, Daha sonra “Sincan Belediye Başkanı Refah Partili Bekir Yıldız yaptırdı” demişti. Aşağıda Filistin destek maskeli fitne fesat işini yine Nurettin Şirin organize ediyor.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Filistin Dostlarına Gözaltında Çıplak Arama

Yayınlanma:

-

Bu yazının  fotoğrafında gördüğünüz kısa basın açıklaması, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi (x) hesabından 10.04.2025 tarihinde çıplak arama iddialarına ilişkin olarak kamuoyuna duyuruldu.

Bu, kurumsal ağırlıktan yoksun, parmak sallayan “atarlı giderli” açıklamada bahsi geçen hususların gerçekliğini irdelemek istiyorum.

“TRT World Forum” adlı programda Cumhurbaşkanına soru sormaya çalışırken engellenip yaka paça salondan çıkartılan ve aynı zaman dilimi içinde Kongre Merkezi önünde yine barışçıl protesto gösterisinde bulunan Filistin dostlarından 9’u gözaltına alınmış, tutuklanıp hapse atılmıştı.

Bu 9 kişinden 7’si kadındı ve gürültü, bu suçsuz kadınların önce Emniyet Müdürlüğü’nde, ardından sevk edildikleri Silivri Cezaevi’nde çıplak arama adlı işkenceye maruz kaldıklarının duyulmasıyla koptu!

2012-2020 yılları arasında Türkiye’de pek çok F Tipi Cezaevinde farklı siyasi davalardan mahpus onlarca insanı ziyaret etmiş bir avukat olarak cezaevinde çıplak arama uygulamasının rutin bir aşağılama yöntemi olarak yaygın biçimde uygulandığını biliyordum.

Bu satırları kaleme almadan önce cezaevinde çok uzun yıllar kalmış bir mahpusu aradım, ona da sordum. Bana iki yıl öncesine kadar bunun standart bir uygulama olduğunu aktardı. İlk girişte ve çeşitli sebeplerle farklı cezaevlerine her nakilde mahpuslar çıplak aramaya maruz bırakılıyorlar. Hatta 2005 yılında Kocaeli 2 Nolu F Tipi Cezaevi’ne nakledildiğinde yaşadığı bir olayı anlattı.

Gardiyan kendisini çıplak arama boyunca kameraya almış. O da bu “katmerli aşağılama çabası”nı protesto amacıyla zafer işareti yapınca aralarında hırgür yaşanmış.

Cezaevlerinde bu işkence son iki yıla kadar kesinlikle rutin bir uygulama! (İki yıl içinde insan hakları açısından devrim niteliğinde bir gelişme yaşansa sanırım haberim olurdu!) Bu kısmı geçiyorum.

Peki, Emniyet Müdürlüklerinin nezarethanelerinde bu tür işkenceler yapılıyor mu?

AKP iktidar olduğunda işkenceye karşı sıfır tolerans politikası ile ciddi bir iyileşme yaşanmıştı. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında bu kazanımlarda kesin ve keskin zayiatlar yaşandığı bilinen bir gerçek. Düşmanlaştırılan, kamuoyu önünde aşağılanan insanlara gözaltında çok kötü muameleler yapıldı ne yazık ki! OHAL içindeydik. (O halden çıkıldı mı sahiden?)

Kadınlara, kızlarımıza gözaltında çıplak arama neden infial yarattı peki? Buna kendimce şöyle bir cevap kotarıyorum:

  1. Bu insanlar Gazze’de soykırım yaşanırken silahsız, saldırısız, barışçıl yöntemlerle iktidardan adım atmasını talep ettiler. Tümüyle suçsuz ve masum olmakla birlikte kendi menfaatleri için değil, topluca yok edilmek istenen bir halk adına, Allah rızası için öne atılmışlardı.
  2. İktidar içeride ve dışarıda Filistin davasının hâmisi pozları keserken Filistin dostlarını (Cumhurbaşkanı korumaları marifetiyle) haksız yere darp ettiriyor, gözaltına aldırıyor ve o hışımla bu göstericiler hem emniyette hem de bir hafta kalmadan salıverilecekleri cezaevinde çıplak aramaya maruz kalıyorlardı. Yargılanmış ve suçlu bulunmuş değillerdi, ki böyle olsa bile çıplak arama, insanın onurunu kırmak için yapılan, tasarlanmış bir aşağılama yöntemi, bir işkence! (İstisna olarak uygulanmasının özel şartları ayrı bir yazının konusu.)

Emniyette ve cezaevinde sistematik olarak çıplak aramaya maruz kalmış 7 kadın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına 09.12.2024 tarihinde dört avukatın imzasıyla sunulmuş 21 sayfalık suç duyurusu dilekçesinde yaşadıklarını ayrıntılı olarak anlattılar.

Yazıyı, İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nde yaşanan çıplak arama işkencesinin aktarıldığı o pasajı doğrudan alıntılayarak bitireceğim; siz okuyucularımızı gerçeklerle baş başa bırakarak!

ciplak-arama-roportaji

Gözaltına alınan Filistin dostlarının yaşadıkları çıplak arama ve kötü muamele ile ilgili verdiği röportaj, Emniyet Genel Müdürlüğünün talebi üzerine geçtiğimiz günlerde yayından kaldırılmıştı.

Öncesinde yanıtlanması gereken büyük bir soru var:

Emniyette işkence gerçekse bunun iftira olduğunu öfkeli bir dille beyan eden Emniyet Genel Müdürlüğü, müfteri durumuna düşmüyor mu?

Kararı okuyucuya bırakıyorum.

Ben bu davanın avukatlarından biri olan Adem Bingöl’ü aradım ve ona şunu sordum:

“Filistin dostları nezarethane çıplak aramaya maruz kalmışlarsa avukatları huzurunda alınan ifadelerinde bu iddiaları neden dile getirmediler?”

Cevabı şu oldu:

“Olayın şoku vardı. Korku ve baskı altındaydılar. İlkin gelen avukatlar erkekti ve bunun da etkisiyle anlatmaya çekindiler.”

Filistin dostlarının İstanbul Emniyet Müdürlüğünde ve Silivri Cezaevinde maruz kaldıkları hukuksuzluklara ilişkin bahsini ettiğim suç duyurusunda sıralanan suçlar şunlar:

İşkence, Nitelikli Kasten Yaralama, Cinsel Taciz, Hakaret, Tehdit, Kamu Görevlisinin Suçu Bildirmemesi ve Görevi Kötüye Kullanma!

Bu suçların soruşturulacağına inanan kaç saftrik var bu ülkede?

İşkence ve Cinsel Taciz Boyutunda Çıplak Arama

EGM, öfkeli bir dille algı oluşturmaya dönük yalan yanlış beyanla “kamuoyuna saygıyla duyursa” da çıplak aramaya ilişkin gerçekler, yüzleşmek isteyenler için ortada duruyor:

“Müvekkiller, nezarethaneye girişleri yapılmadan önce ilk olarak aynı katta bulunan camlı küçük bir odaya alınmışlardır. Odada bulunan üç kadın polis memuru, müvekkillerin başörtülerini ve kabanlarını çıkartmalarını söylemiştir. Üstlerinde tişörtleri ve pantolonları kalan müvekkillerin burada üst araması yapılmış, saçları açılarak aranmış ve ayakkabı bağcıkları alınmıştır.

Devamında nezarethane bölümüne girişi yapılan müvekkiller burada bir bölümü perde ile kapatılmış küçük bir odaya teker teker alınmıştır. Küçük oda içerisinde bulunan sarışın, 1,65 – 1,68 boylarında, saçları omuz hizasında, hafif kabarık saçlı, ön dişleri belirgin, hafif kilolu bir kadın polis memuru müvekkillerin kıyafetlerini tamamen çıkarmalarını söylemiştir.

Vücutlarının belden aşağı kısımlarında tayt ve külotlu çorapları, vücutlarının üst kısmında ise yalnızca iç çamaşırları kalacak şekilde kıyafetleri çıkartılan müvekkillere dokunmak suretiyle üst araması yapılmaya başlanmıştır.

İlgili polis memuru müvekkillerin alt ve üst iç çamaşırlarının içerisine iki elini birden sokmak ve gezdirmek suretiyle dokunarak arama işlemi gerçekleştirmiştir.

Müvekkiller ısrarla işbu uygulamaya itiraz etmiş fakat ilgili polis memurunun aşağılayıcı, onur kırıcı sözlerine maruz kalan müvekkillerin itirazları karşılıksız bırakılarak zorla çıplak arama işlemi yapılmıştır.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Bir Hak mıdır?

Yayınlanma:

-

10 Nisan Duruşma Eylemi

“Bu nasıl bir soru böyle, elbette ki haktır!” diyeceksiniz.

Doğru, haktır. Hatta anayasal güvence altındaki bir haktır. Gel de bunu polislere, polislere talimat verenlere anlat!

O kadar sık ve hoyratça ihlal ediliyor ki bu hak, işte bu yazı ile isyan ediyorum bu apaçık zulme.

— Direniş Çadırı (@direniscadiri) April 10, 2025

Dün, 10 Nisan’da Ankara Adliyesi’nde bu hakkı ihlal edilen göstericiler, uyduruk sebepler gerekçe gösterilerek yargılandıkları davanın ilk duruşmasına katıldılar.

Duruşma Salonu Önünde Filistin Dostları

Haksız yere yargılanan Filistin dostlarıyla dayanışmak için duruşma salonu önündeydik.

Ardından Mısır Konsolosluğu önünde bir basın açıklaması ve protesto yapmak istediler.

Mısır devletinin, Refah Sınır Kapısını açarak Gazze’de soykırım ve açlık ile imtihan olan insanlar için gönderilen yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırması çağrısında bulunuyorlardı.

Sertliği ile bilinen Ankara polisi yine göstericileri kasıtlı olarak gerdi, taciz etti, darp etti ve gözaltına aldı.

Bunun adı sertlik değil sadece, ayrıca serserilik de!

“Arkadaşlar, süpürün bunları!”

Görüntülerde, yine barışçıl gösteri hakkını kullanan, çoğu kadınlardan oluşan küçük bir gruba haksız ve hukuksuz olarak müdahale eden polisleri görüyoruz. Bir polis, eline megafonu almış, kaldırıma sıkışmış kadınlar için arkadaşına hiddetle sesleniyor: “Arkadaşlar, süpürün bunları!”

Polise bak! Allah rızası için işini gücünü bırakmış, açlıktan ölen çocuklar için çabalayan, barışçıl gösteri yapan, savunmasız kadınlar için, “Süpürün bunları!” diye talimat veriyor.

Yazıklar olsun senin insanlığına! Ellerinde pankartlarla mazlumlar için çare arayan bu insanlar haşere mi? Sen kimsin ve neyi, kimi süpürüyorsun? Aklınca o insanları aşağıladığını sanıyorsun. Bu iğrenç üslup ve yaklaşımla aşağıladığını sandığın o insanlar, senin kendi ülkenin vatandaşları!

Kirli dil ve üslubunla, zorba tavrınla aslında kendi karakterin hakkında kameralar önünde kanaatini beyan ediyorsun, haberin yok!

Bir Allah’ın kulu bu şikâyetimi Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne ulaştırırsa sevinirim. Memurlarınızı çirkefleşmemeleri, edepli, ahlaklı, birazcık nazik olmaları konusunda uyarır mısınız?

İnsan sormadan edemiyor: Herkesin içinde kadınlarımız, kızlarımız için “Süpürün bunları!” talimatı veren polis, onlara kuytuda neler yapmaz? Nasıl emin olacağız? Mesela kuytuda bir yerde bir polis amiri gaza gelmiş erkek polislere “mıncıklayın bunları” şeklinde talimat verse, bu tacizin nerede ve ne şekilde sona ereceğinden nasıl emin olacağız?

Ankara polisi sertliği ile meşhurmuş. Aman ne güzel bir nam!

Bu işin Ankara’sı, İstanbul’u yok!

Hak ve hukuk var!

10 Nisan Duruşma Eylemi

Barışçıl toplantı ve gösteri hakkı anayasal güvence altındadır, engellenemez.

2911 Sayılı Kanun Neyi Düzenliyor?

Anayasa, madde 34 açık: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

2911 sayılı kanun, bu anayasal hak ışığında düzenlenmiş. Ne var ki bu kanuna, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu‘na, göstericilerden çok daha fazla yerde, çok daha fazla kere polislerin muhalefet ettiğine şahit oluyoruz.

Bu yasaya aykırı davranan onlar, gelin görün ki darp edilen, gözaltına alınan ve tutuklanıp yargılanan çoğu zaman mağdur göstericiler oluyor. Böylece halka gözdağı veriyorlar: “Sakın ha, haklarınız için sokağa çıkmayın. Zulme uğradığınızla kalın! Yıllar sonra bir sandık gelirse önünüze, oy verirsiniz!”

(Oylar geçersiz sayılmaz, çalınmaz, seçimler iptal edilmezse, yönetim değişirse, ölme eşeğim ölme!)

Direnişi Değil Soykırımcıları Yargıla

“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü” ifade özgürlüğü hakkının ayrılmaz bir parçasıdır.

Barışçıl gösteri hakkı, ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor.

Polis, gösteri düzenleyenlerin güvenliğini sağlayacağı yerde onları taciz ediyor, engelliyor!

mevzuat

“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nun 3. maddesi

Madde 3 – Herkes, önceden izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılacağını önceden emniyete bildirmek, izin talebi anlamına gelmiyor. Bunun anlamı şu: Biz; şu gün, şurada, şu saatte bir eylem/protesto/yürüyüş/basın açıklaması yapacağız. Siz de bu hakkımızı kullanmamıza engel olunmaması için gerekli tedbirleri alın!

Gazze'de çocuklar ölürken susamayız

Toplantı ve gösteri sırasında emniyet mensuplarının görevi eylemcilerin güvenliğini sağlamaktır.

Bu hakkı kullanmak isteyenlere polisin yaptığı sistematik hukuksuzluk şöyle oluyor genelde:

Yüzde yüz hakkı olan bir eylemde bulunmak isteyen göstericilere polis, öyle bir tavır takınıyor ki, haklarından habersiz biri şöyle düşünebilir pekâlâ:

“Burada göstericiler yüzde yüz haksız bir iş yapıyorlar da iyi niyetli polis, göstericilere kendi belirlediği bir yerde, kendi belirlediği bir şekilde, uygun gördüğü bir süre için seslerini duyursunlar diye lütfediyor, hak tanıyor!”

Oysaki 2911 sayılı kanun bunun tam tersini söylüyor: Gösteri silahsız ve saldırısız olduktan sonra polise düşen görev, gösterinin sağ salim yapılabilmesi için bu hakkı kullananlara yardımcı olmaktır!

Türkiye’de bu hakkın kullanımında devletin öyle sistematik ve yoğun hak ihlâlleri var ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sayısız kez hak ihlali kararı verdi. Anayasa Mahkemesinin de çok sayıda örnek kararı var bu konuda.

Evet, Türkiye’de hakkı en çok yenen haklardan biridir bu: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x