Connect with us

Köşe Yazıları

Yeniden Düşünmek-II, Perdeyi Aralamak: Bizi Ne Bekliyor?

Yayınlanma:

-

Alman filozof Walter Benjamin enformasyonu “anlık bir süreç içinde tüketilen, deneyimden yoksun veri” olarak tanımlar. Sürekli “online” olmaya alışık dünyamız için bu tanım,  iletişimle birlikte bilginin evrimini de ortaya koyar. Üstelik enformasyon bir “maruz bırakılma” durumu olmanın ötesinde günümüz için bir dayatmadır. Bu açıdan sürekli “online” kalmak, sosyal medya araçları ve giyilebilir akıllı teknolojileri deneyimlemek artık kaçamadığımız çağdaşlaşma durumları haline geldi.

Teknoloji, iletişim, enformasyon ve bilgi arasındaki “aşırı güçlendirilmiş” bu bağ, aynı zamanda modern ve modern sonrası dünyada değişimin genel karakterine dair de ipuçları veriyor. Sürekli iletişim ve bunun sonucunda sınırsız gözetleme, alıştığımız konforun korunarak daha verimli hale gelmesi için zorunlu bir durum. Üstelik tüm bu ilerlemenin devam edebilmesinin ön koşulu her bireyin gönüllü olarak “saydamlaşmasını”, sisteme veri sağlayan bir kaynak olarak online kalmasını gerektiriyor. Elbette bu durumu her zaman memnuniyetle kabul etmiyoruz. Değişime ve ağın dışında kalma girişimlerine karşı yükselen homurtular (henüz) cezalandırılmasa da bunun yerine “veri iletmeyi kestiğimizde” konforumuzdan “yoksun bırakılma” sürecini yaşıyoruz. Teknolojinin alıştırdığı konfor duygusunun kesintiye uğraması ise bir süre sonra “network”ümüzdeki diğer insanların üstü kapalı tepkilerine neden oluyor. “Neden sosyal ağlarda değilsin?”, “Niye mesajlaşma uygulaması veya akıllı telefon kullanmıyorsun?” gibi sorular bizi şu gerçekle yüzleştiriyor: Konforsuz bir yaşamı tercih etmek modern dünyanın içinde aynı zamanda uyumsuz bir birey olmak anlamını da kazanmaya başladı.

Aslında teknoloji ile “zorunda bırakıldığımız” online kalmak ve uyumlu olmak konusundaki ilişkiyi uzun zamandır tartışıyoruz. Hatta hemen her modernizm eleştirisinin etrafında benzer başlıklar üzerinden detaylı değerlendirmeler okunabilir. Transistörlerden çiplere, programlardan yapay zekaya, ‘big data’dan giyilebilir teknolojiye kadar hepsi teknolojinin çıktısı olan ama ürünleri açısından tüketici konumuna indirgendiğimiz birçok yeni gelişmeyi bu tartışmalara dahil edebiliriz.

Dahası alt alta sıralandığında bilim alanıyla sınırlandırılabilir gibi görünen bu tartışmaların felsefi uzantıları da fazlasıyla dikkat çekicidir. Michel Foucault’nun 1976-77 yıllarındaki ders notlarını içeren “Security, Territory, Population” kitabı[1] felsefe ve bilim arasındaki simbiyotik ilişkiye dikkatleri çeker. Foucault’nun popülerleştirdiği “biyopolitika” ve yönetimsellik konusu temelde “devlet”in altındaki başlıklardır ancak modernizmin kurumsal ve kuramsal karşılığı da (yeni haliyle) “devlet”tir. Sonuçta her şeyin “endüstrileşmesi”ne dayalı modernliğin bir açıdan bilimi de araçsallaştırdığını söylemek yanlış olmaz. İlk bakışta iletişim araçları olan teknolojilerin, daha derinlemesine değerlendirildiğinde iktidar ve yönetim konusunda da düşündüğümüzün ötesinde beceriler kazandığını görebiliriz. Zaman zaman “gizlilik” üzerine itirazları veya “veri milliyetçiliği” ile ilgili tartışmaları bu bağlamda düşünebiliriz.

Teknoloji ve iletişim tartışmaları iktidar ve politika bağlamında yapılmaya başlandığı anda gelecekle ilgili kaygılı kehanetlerin sayısı artar. Konforla eş zamanlı gelişen “denetlenme” duygusu geride “Kim tarafından gözetleniyoruz?” sorusunun rahatsız ediciliğini de barındırır. Elbette tüm bu tartışmaların detaylandıkça yeni kapılar açacağı muhakkak. Ancak bu yazının daha fazla alt başlıklara yoğunlaşmasını engellemek için konuyu bir noktada odaklayalım: “Giderek daha çok izlendiğimiz, iletişime zorunda bırakıldığımız bir dünyanın geleceği nasıl şekillenecek; nasıl bir gelecek bizi bekliyor?” Sonuçta her biri fazlasıyla dikkat çekici olan modernlik, bilim, teknoloji konuları üzerine tartışmalar günün sonunda hepimizi içten içe korkutuyor. Üstelik bu korkuyu sadece, modernizm ile arası bozuk, daha temel nedenlerden dolayı yıldızı bir türlü barışmayan “muhalifler” taşımıyor. İnsanı bir algoritma olarak tanımlamaya son derece yakın duran fütüristler bu konuda çok daha kaygılı. Başlı başına bir “inanç eleştirisi” olan Homo Deus’un yazarı Harari, kitabının son sayfalarında görülmedik bir totaliter dünyanın biyoteknoloji ve bilgisayar algoritmaları ile geleceğini söyleyerek ekler: Geleceğin dünyası insanın “gereksizleşerek” özgürlüğünü bütünüyle kaybedebileceği bir distopya olabilir.[2]

Gelecekteki dünyanın -teknoloji hızını azaltmaz ve konforlu alışkanlıklarımız aynı hızla artmaya devam ederse- bir yeryüzü cennetine dönüşmeyeceği konusunda hemen hemen herkes hemfikir. Hollywood’daki senaristler, modernizmi savunan ya da eleştiren birçok düşünür, çocuğunun bilgisayarı ile ne yaptığını anlayamayan ebeveyn, sokaktaki bakkal, okuldaki öğretmen… Bir taraftan birçoğumuz teknolojinin sağladığı aparatlardan fazlasıyla yararlanıyoruz: Akıllı tahtayı kullanırken, internet üzerinden satış yaparken, gelişmiş görüntüleme teknolojisi ile teşhis koyarken… Bilgiye erişim ve tasnif, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar verimli hale gelmişken teknoloji ve modernliğin insana “eklediği” özellikler fazlasıyla olumlu görünür. Ancak diğer taraftan insanın yerini algoritmalar aldıkça öğretmen, bakkal hatta doktor giderek gereksizleşeceği/ihtiyaç fazlasına dönüşeceği kaygısını da duyumsarız.

Teknolojinin doldurduğu geleceğin “daha iyi” olabileceğine dair inancımız, gündelik konforumuzla ters orantılı olarak bir hayli zayıf. Edebiyat ve sinemada bilim-kurgu türünün hemen hemen tüm yapıtlarında geleceğin bir distopik öykü etrafında şekillenmesi de karamsarlığımızın bir göstergesi olsa gerek.

Peki gelecekte her şey daha kötüye gidecekse bu “ilerleyişi durdurmak” ve nostaljik bir “eski güzel günlere dönüş mümkün mü?” Bu soruya dair tartışmalardan birini Sartre’ın öğrencisi Andre Gorz, Erich Hörl ile “hayat, doğa ve teknik” üzerine yaptığı mülakatında arar: “Bugünkü medeniyetten bu kopuşu kim, nasıl mümkün kılacak? Öncü çöküş tahmin edilebilmiş midir? Bu çöküşü arzu ediyor muyuz? Sanayiciliğin, ekonomizmin, kapitalist üretim ilişkilerinin aşılması tam da bilişim devriminin imkanlarından biri ve fiiliyata geçmesi için ele geçirmek gereken bir imkan olarak bu devrime dahil olmayacaksa eğer, bu durum, her ihtimalde Mad Max tarzı barbarlıklara sebep olmayacak mıdır?”[3] Modernliğin içinde gözlerini açmış insanın geriye dönmek ve kalmak arasındaki temel çelişkisi işte bu sorgulayışta gizli olabilir.

Bu konuyu anlaşılır kılacak bir örneği “ev” üzerinden verebiliriz. Konforla birlikte çağdaş insan için şehirleşmenin en bağımlı yaşam formlarından birini ürettiğini biliyoruz. Bu bağımlılığın korkutucu bir tarafı var: Şehirle, şebekeyle, sistemle etkileşimi koruyan olanaklar ve kanallar kesildiğinde modern ev, ev olmaktan kolaylıkla çıkıverir. Bu, artık “rahatlık”tan ya da lüksten vazgeçme durumu değildir. Rusya – Ukrayna savaşının başlarında işgal edilen bölgelerden birinde yaşayan bir ailenin mağduriyetini tarifi gündelik yaşantımızın ne denli bağımlılıklar üzerinde kurulu olduğunu çarpıcı biçimde göstermişti. Bir tv programına telefonla katılan baba şöyle diyordu: “Evimizde savaşa rağmen yaşamaya çalışıyorduk. Ancak su, elektrik ve doğalgaz kesildiğinde yaşayamayacağımızı anladık.” Sistemle, şebeke ile iletişim kesildiğinde modern ev bir barınak olmaktan kolayca çıkıverir. Daha sarsıcı bir hikayeyi Svetlana Aleksiyeviç, “Çernobil Duası” kitabında adeta nükleer kışı yaşayan Pripyat kenti sakinleri üzerinden aktarır.[4] Pripyat’ta hiçbir ev yıkılmamış, hiçbir bina bombalanmamış, hiçbir tarım arazisi yakılmamıştır. Yine de “yıkım” korkunçtur. Her şey sessizleşir, terkedilir ve gömülür. Pripyat’ta toprak bile gömülmüştür. Eski dünyanın savaşları, bütün kıyıcılığına rağmen saklanmayı mümkün kılan bir alan bırakır. Kaçabilir, terk edebilir, korunmaya çalışabilirsiniz. Ancak tam anlamıyla nükleer/teknolojik bir felakette her şeyin imkânsızlaştığını biliyoruz. Saklanacak yer yok, korunamıyorsunuz, kaçamıyorsunuz, yerin altına da girseniz, gökyüzüne de çıksanız yıkım sizi takip ediyor. Benzer bir hikayeyi yakın tarihte Hiroşima, Nagazaki ve Halepçe’den hatırlıyoruz. Bu travmatik örneklere varmadan sadece “şebeke”lerle bağı koparılmış bir şehir bile bir anda ayakta duracak, yaşamını sürdürecek becerilerini yitirir. Teknolojinin bir taraftan ürettiği bağımlılıkları, diğer taraftan nükleer felaketler gibi kaçmayı imkansız kılacak yıkım gücü hafızalardaki son derece trajik anılar ile birleşince insanın geleceğe dair korkularını sürekli diri tutar.

Öte yandan modernizmin “dünyada cennet” vaadinin de başlı başına bir çelişki ile biçimlendiğini unutmayalım. Mükemmel bir hayat hayali pazarlanırken gerçekler daha çok kaos, mahremiyeti yerle bir edilmiş toplu yaşam alanları, daha fazla psikolojik sorunlar, daha yoğun gelecek kaygısı ve anlam boşluğu olarak beliriyor. Nietzsche bu çelişkiyi şöyle betimler: “Huzur eksikliğinden dolayı uygarlığımız yeni bir barbarlığa doğru gidiyor. Aktif, yani huzursuz insanlar hiçbir çağda bu kadar revaçta değildi.” “Mükemmellik” vurgusu arttıkça bununla ters orantılı olarak sorunlar daha görünürleşir, gelecekte daha karmaşık bir dünyanın yükünü sırtlanacağımız hissini daha yoğun duyumsarız.

Andre Gorz’un akıl yürütmesine geri dönelim: “Her şeye rağmen bugünkü medeniyetten kopuşu ve tam bir çöküşü arzuluyor muyuz?” Bu sorunun bir diğer versiyonu da şu olabilir: “Daha iyi bir gelecek için tam bir çöküş gerçekten zorunlu mu?” Her şeyi sıfırlayacak ve hepimizi tarihin bize göre en makul yılına geri döndürecek bir zaman makinemiz olsa sorunlarımızı çözebilir miyiz? Tam bir çöküşle medeniyet yeniden sıfır noktasına gelse, insanlık bir başka geleceği deneyimleyebilir mi? Bu soruların cevapları spekülasyonlardan kaçamayacaktır fakat madalyonun öteki yüzüne bakabilmek için bu konu üzerine düşünmeliyiz. Modernizmi, endüstri çağını ve geleceği korkulu bir distopya ilan ederek şeytanlaştırmak kolay ama geriye dönmeyi düşlediğimiz yer tam olarak neresi?

Daha bir buçuk asır önce insanın ortalama ömrü kırk yıl bile değildi. Küresel salgınlar ve yaygın hastalıkların en muhtemel sonucu ölümdü. Düşündüğümüzün aksine dünyada ortalama refah birkaç yüzyıl öncesinde sadece toplumun üst katmanları için makul seviyedeydi. Dünyanın yüzde doksanı, açlıkla ölümü hep çok yakından duyumsuyordu. Bilgiye erişim, teknolojinin gelişiminden önce fazlasıyla ayrıcalıklı bir konuydu. Okuma-yazma oranları dünyanın farklı bölgelerinde ayrı süreçler olarak gelişmiş olsa da bilgiye erişim konusundaki kıtlık herkesin ortak kaderiydi. Modern dönemi savaşlar yüzyılı olarak düşünebiliriz ancak modern öncesi dünyanın savaşlar konusunda sicili çok daha kabarıktı. Sanayi devriminin başında bir işçi olsanız da, daha gerilerde bir çiftçi olarak doğsanız da kazanç ve emek arasındaki uçurum bugünle kıyas edilemeyecek derecede dramatikti. Sosyal sınıflar, toplumsal katmanlar arasındaki etkileşim ve geçirgenlik çok daha azdı. Doğudan batıya dek nerede olursanız olun; din, mezhep ya da sosyal statünüzü değiştirmek istediğinizde ayrımcılığın çok daha acıtıcı sonuçlarıyla yüzyüzeydiniz. Diyelim ki Amerika kıtasının kolonize edilmeden önceki ihtişamlı Maya uygarlığında doğdunuz. Seçkin bir sınıfın üyesi değilseniz toplumdaki yeriniz “uinikoob” yani küçük insanlar/ayak takımı olacaktı. Kölelikle muhtemelen Kristof Kolomb’dan önce tanışacaktınız. Afrikada Zulu, Küçük Asyada Spartalıların egemenliğinde bir Helot olmanın da kaderi çok farklı değildi. İnsan hakları, özgürlük ve daha birçok konuda seçkinlerden değilseniz bugüne göre daha zor ve zahmetli bir yaşam sizi bekliyor olacaktı. Tüm bu örnekler ve tarihin -biraz da ayıklayarak- dramatik bir kolajını modernizmi aklamak için yapmıyoruz ancak modernliği ve onu hem doğuran, hem de sürekli yenileyen değişime dair eleştirilerimiz tek yönlü geliştiğinde geriye doğru dönmeyi saplantıya dönüştüren bir ruh hâli inşa ediyoruz. Fakat bu bakış, tarihinde “daha özgür”, “daha müreffeh” ve “daha adil” bir asr-ı saadet devrini aradığında neyle karşılaşacak? Nasıl ki mükemmelliği pazarlayan modernizm günün sonunda kaygıları derinleştiriyorsa, geçmişi ütopyalaştıran nostalji de eşit derecede kurgusaldır.

Elbette hem geçmiş hem gelecek değerlendirmelerini bir bütün olarak “iyimserlik”ya da “karamsarlık” başlığı altında toplayamayız. Geçmişte, insanın kendini daha iyi ifade ettiği; varoluşuna ve beklentilerine daha uygun anlar vardı ve belki de anımsadığımız gibi çoğunluktaydı. Aynı biçimde geleceğin de mutlak bir kötülük içinde şekilleneceğini söyleyebilecek durumda değiliz. Ancak arayışımız “yeryüzünde cenneti bulmak” ve orayı dondurmaksa bunun gerçek dışı olduğuna kendimizi alıştırmalıyız. Bir an için “en iyi zaman”da olmayı başarabilse bile insan; düşünmeye, duyumsamaya ve biriktirmeye (bilgi, deneyim, üretim) devam ettiği müddetçe bir başka belirsizliğe doğru yürüyüşü sürecektir. Bu nedenle geçmişle ilişkiyi ya da gelecekle ilgili beklentileri yönetmek zorundayız.

Geçmişe dönemiyor olmak onu yok saymayı gerektirmiyor. Her şeye rağmen insanın benliğini bugüne taşıyan milyonlarca yıllık varoluşunun birikimidir. Gelecekten kaçamadığı gibi bugünkü pozisyonunu inşa eden geçmişi de hafızasından bir bütün olarak silemez. Geçmişi sürekli hafızada tutmak; deneyimleri bir “bilgi”ye, bir “duygu”ya dönüştürerek bugünle irtibatlandırmak elbette kaçınılamayacak bir “canlılık alameti”dir. Sonuçta dünya ile etkileşimimizin en görünür tarafı insan elinin ürünleridir. Bu noktada insan başlı başına bir fenomen olarak “kendini bilmeye” ister istemez tarihini fark ederek erişir ve yaşama dair etkileşimi yeni bir boyut kazanır. İslami terminoloji açısından bu, ya “Rabbini bilme” olarak ya da ahlaki otonomi ile sonuçlanan bir müstağnilik ile biçimlenir.[5]

Sonuçta geleceğin nasıl biçimleneceği konusunu tartışmak ya da insan için en makul olanı aramak yine “kendini bilme” tartışmasına bizi götürüyor. Tarihin her döneminde popüler olan bu başlığa yeniden geri dönmek bir tekrar gibi algılanabilir. Ancak bu sorunun modernitenin içinde birçok şey gibi mutasyona uğradığını unutmamak gerekir. Bildiğimiz medeniyetler her zaman için antroposantrik/insan merkezli bir perspektifte bulunmuşlardı. Kadim Roma’nın pagan geleneklerinde, Hz. İbrahim’in, Hz. İsa’nın veya Hz. Muhammed’in söyleminde ya da aydınlanmanın ufkunda insan, belirleyici bir eksendeydi. Elbette her düşüncenin ya da inancın insan tanımında temel birtakım farkları okuyabiliriz. Bu farklar kimi zaman insanın dünyadaki durumuna dair hikmetli bir tevazuyu da içerecektir ancak bu, dünyayı anladığımız pencerenin, hukukun, ahlakın ve estetiğin insan için/insan odağında olduğu gerçeğini değiştirmez. Oysa endüstrileşme, teknoloji, yapay zeka tartışmaları arasında ilk kez “kendini bilme” tartışması insanın merkezde kalıp kalmaması konusunu düşünmeye hepimizi daha fazla zorluyor.

İnsanlığın geleceği olarak kabul ettiğimiz her şeyin günün birinde gerçekten yaşanıp yaşanmayacağını bilemiyoruz. Ancak insanlığın yürüyüşünde artık vâr oluşun insanın durumuna ve tanımına odaklandığını görüyoruz. Nasıl ki geçtiğimiz yüzyıllarda sömürgeciler için “batılı” ve batılı olmayan ayırımı insan olmanın belirleyicisi haline geldiyse bugünün postmodern anlayışı için de insan tanımı “gelecekteki insan” ve “ona uyum sağlayamayan” olarak güncelleniyor. Yapay zeka geliştikçe, modern dünyanın konforlu alışkanlıklarının çekimi arttıkça insanın nerede “insan” olarak kaldığını daha çok sormaya başlıyoruz. “Tür” olarak insanın geleceğin dünyasında yerinin olup olmadığı tartışması fazlasıyla distopik kalıyor olabilir ancak insanı benzersiz ve farklı kılan detaylar belirsizleştikçe tam olarak hangi niteliğimiz ile var kalabileceğimizi anlamakta zorlanıyoruz. Üstelik bu tartışma sadece modernliği gönülden kabul edenler için geçerli değil. Modernliğin ve modernlik sonrasında insanlığın yeni duraklarına maruz kalan her düşünce, inanç ve mensubiyetin bu tartışma içinde yerini alması gerekiyor.

(Yazının birinci bölümü: https://yenipencere.com/kose-yazilari/yeniden-dusunmek/)

[1] Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus – Michel Foucault, Çev: Ferhat Taylan, İstanbul Bilgi Üniv. Yayınları

[2] Homo Deus – Yuval Noah Harari – Kollektif Yay. Syf: 187

[3] Ekolojinin Kızıl Hattı – Andre Gorz, Sel Yay. Syf 50

[4] Çernobil Duası – Geleceğin Tarihi – Svetlana Aleksiyeviç – Kafka Kitap

[5] Medeniyet Meselesi – Tahsin Görgün, Endülüs Yay. Syf 86

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Köşe Yazıları

Eksik Öncülükler,  Yanlış Adresler

Yayınlanma:

-

Kamuoyu araştırmacısı Can Selçuki, Medyascope’ta Ruşen Çakır’a verdiği mülakatta (21 Mart 2023) bazı partilerin oy oranlarından bahsederken gençlerin siyasi parti ve liderlere teveccühünü tartıştı.

Selçuki’nin anlattıklarına bakılırsa oy oranları anlık değişiyor; deprem, işsizlik ve hayat pahalılığı, mültecilerin aktüel konum ve muhataplıkları gibi meseleler özellikle küçük partilere dönük ilgiyi arttırıyor.

Bu konuşmada öne çıkan parti ve “liderler” tahmin edebileceğiniz isimler: Zafer ve Memleket Partileri ile bu partilerin başkanları Ümit Özdağ ve Muharrem İnce.

Zafer Partisinin tek bir söylemi var: ırkçılık temelli bir mülteci karşıtlığı. Muharrem İnce’nin siyasetinde resmi ideoloji paralelinde ilerleyen, derinlikten yoksun duruşundan başka bir şey öne çıkmıyor.

Bu partilerin oy oranlarının gençler arasındaki iniş çıkışları Can Selçuki’nin dikkatini çekmiş. Bu tespitin, ülkedeki gençlerin siyasal hareketlilikleri bağlamında bizim de dikkatimizi çekmesi gerekiyor.

Farklı oranlarda sonuçlar çıksa da gençlerin neredeyse dörtte üçünün Türkiye dışında (elbette zengin batı ülkelerinde) yaşamak istediği anketlerin gösterdiği bir hakikat. Buna, gündelik hayatımızdaki gözlemlerimizde de tanık oluyoruz.

Yoksulluk, gelecek kaygısı, yaşam tarzı ve siyasal baskılara bağlı özgürlük tartışmaları ülke dışında bir yaşam arzusunu körüklüyor. Devrimci bir pozisyonla kötülüklerle kapışma niyeti ise pek belirgin değil. Küçük ölçekli siyaset yapan bazı sol partileri ve Kürt meselesi dolayımındaki siyasal pozisyonları dışarıda tutarsak geniş genç kitlelerin yöneldiği adres olarak yukarıda saydığımız ırkçı, resmi ideoloji yanlısı ve mülteci düşmanı partiler öne çıkıyor.

İslami hareketlerin çok büyük oranda dönüştürülüp imha edildiği bir aşamada gençlerin dikkatini çekecek güçlü, devrimci bir İslami hat da maalesef hâl-i hazırda vâr olmadığı için hakikatsizlik derinleşiyor; cahiliye, bulduğu boşluğa yuvalanıyor.

Genç kitlelerin heyecanından ve anlık değişen tutumlarının normal olduğundan falan bahsedilebilir elbette ama ben buna katılmıyorum. Programı olan ve futbol tribünlerine ya da Twitter mecrasına sıkışmayan nitelikli bir muhalefet, devrimci bir tutum her zaman mümkün olabilir, önceden de olmuştur.

Gördüğü siyasal ve ekonomik baskılardan yılgınlığa düşüp ülke dışına çıkmak bir genç için asla öncelikli bir seçenek olarak görülmemeli. Hiçbir ilkesellik bunu kabul etmez. Hangi ideolojik zaviyeden bakılırsa bakılsın bu yanlıştır.

Dünyayı tanımak, farklı coğrafya ve halklarla temas kurmak, başka direniş hareketleriyle ilişkilenmek bağlamında gerçekleştirilecek bir hareketliliğe kim hayır diyebilir! Tası tarağı toplayarak ilk hayal kırıklığında halkını terk edebilme tavrı, gidilen yerler için de müstakbel ve güvenilmez bir tavır olarak o kişilerle birlikte seyahat edecektir.

Ülke değiştiremeyenlerin önemli bir kısmı ise zulüm ve egemenlerle kapışmak yerine alttakileri hedef alıyor. Öfke ve çaresizliğinin hırsını mültecilerden çıkarmaya yelteniyor. Ülke, yeryüzü ve insanlık için zerre hayır üretmeyen siyasi partilere ve onların “liderler”ine bel bağlıyor!

Bu tabloyu kime fatura edeceksiniz?

Bu faturada herkesin payı var elbette. Örnek öncülük yapamayanlar da, “Öncülük örnekliği yok!” deyip süreç içinde sadece kendi kurtuluşuna yoğunlaşanlar da faturada pay sahibidir.

Edebiyattan yardım alarak meseleyi anlamaya çalışalım. İsmet Özel’in sosyalist çizgideyken yazdığı “Aynı Adam” şiiri bu meselelerde benim için kalıcı öğreticilikte olmuştur:

on beşinde bir arkadaş/ inancını savunurken yargıca/ anladı bulana durula akmakta olan şeyi.

On beş yaşında bir genç; öncülerin vâr ettiği, dinamik ve gerekçelerini tam olarak kavrayamadığı ama söylem ve duruşundan etkilendiği bir siyasal/toplumsal hareketliliğin rüzgârına kapılmış ve süreç içerisinde tutuklanarak yargılanmaya başlamış, daha önce layıkıyla ayırdına varamadığı egemen kurumsallığı o yargılama esnasında net bir durulukla tanıyıp kavramıştır.

Bu mısralarda ortak sorumluluklar işaretlenmiştir. Bugün mezkûr faturanın kim/ler/e kesileceğini bu mısralar vesilesiyle bir kez daha görmüş oluyoruz.

Din soslu egemen düzenin tasallutunda aktör olarak yer almamış nüveler biçiminde varlığını bir şekilde sürdürebilmiş küçük çevrelerin sorumlu oldukları tarihi rollerini üstlenememiş olmaları, bir taraf olarak bizim açımızdan temel ve esaslı bir yaradır.

Gençlerin öncü örnekliklere, öncülüklerin genç dinamizm ve enerjilere ihtiyaçları olduğu muhakkak ama bizde zincir kopmuş, dağılmış durumda. Dağılan parçaların bir kısmının Muharrem İnce ya da Ümit Özdağ menzilinde toplaşması ancak böyle mümkün olabiliyor.

Karşımıza çıkıp duran bu acınası gerçeklik karşısında hakikate davet, iki yönlü ilerleme kaydetmelidir. Hakikatin tebliği ile onun zorunlu örnekliği, entelektüel ilgiyle siyasal tavrı beraberinde getirmeli ise tüm ilgililerin ne yapması gerektiği aslında açığa çıkmış bulunuyor.

Bütün tarafların bu tarihsel sorumluluğa karşı alacakları tavır, sahte adreslerden kurtuluşa da vesile olacak bilinç ve dinamizmi üretecektir. O zamanki mülakatlarda neler konuşulacağını da şimdiden tahmin edebiliriz, değil mi?

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Rotayı Yeniden Hesaplamak İçin Pusula

Yayınlanma:

-

Modern kapitalist medeniyetin işleyişi bütün boyutlarıyla yıkıcıdır. Bunu birçok defa yeryüzünün farklı noktalarında görmüştük, Maraş depreminde tekrar tecrübe ettik. Büyük acıları beraberinde getiren yıkım bilip durduğumuz, görüp kavradığımız hakikati tekrar akıl almaz bir şekilde suratımıza çarpıverdi.

Söz konusu medeniyetin alâmet-i fârikası tabiata savaş açmaktır. Tabiata savaş açmak egemenlik iddiasının temel uygulama sahalarındandır. Tabiatın zapt u rapt altına alınması dolayısıyla şirkin açık tezahürlerinden biri olarak dikkat çeker. Sahte tanrısallığın bu göstereni yıkım ve felâket çevrimi sûretinde insanı mahkûm eder.

Disiplin toplumunun farklı veçheleri olduğunu artık bizzat yaşayarak, okuyup tartışarak iyice öğrendik. Biyopolitikadan psikopolitikaya uzanan kontrol ve tahakküm rejimlerinin inşa ettiği devasa panoptikon, uzayan bir Truman Show biçiminde arz-ı endâm ediyor. Bu hapishaneyi Trumanlar’a nasıl göstereceğiz?

Güçlü bir misal olarak Elazığ-Malatya hattında Rabbimizin vâr ettiği eşsiz tabiatın insan kalabalıklarını yutup duran bir beton cezaevine dönüşmesi üzerinde düşünülmelidir. Betonun tahakkümü insanı tutsak ederken tabiatı bir hançer gibi yaralamakta, ziraatı alabildiğine imkânsızlaştırmakta, börtü böceğe varana dek yine tabiatı katledip susturmaktadır.

Elazığ-Malatya hattı için söylediklerimizi depremde yıkılan-yıkılmayan bütün coğrafyalar için pekâlâ söyleyebiliriz, herkes bunu dillendiriyor zaten. Modern kapitalist medeniyete maruz kalıp da bunu görememek mümkün değildir. Bunu görüp onaylayanların ezen, maruz kalanların ezilen taraflarda yer aldığı da ehline malum olmalıdır. Bu kadar açık ve net bir hakikat karşısında kimin, nasıl pozisyon aldığı ya da alacağıdır aslolan.

Nasıl bir tavır alındı? Egemenlerin kurup idare ettiği dünyaya karşı fikrî/teorik ve fiilî hangi pozisyonda karar kılındı? İtiraz edildi mi, edildi ise hangi argüman ve araçlar öne çıkarıldı? Hangi düşünsel ve pratik direnişler örgütlendi? Bütün bunlar uzun erimli tartışmaları davet etmektedir, farkındayım ancak hem yüzleşmek hem de bu büyük kriz ânında ileriye doğru rotayı yeniden hesaplamak için bunu vakit yitirmeksizin yapmak zorundayız.

Rum Sûresi 41. ayette beyan olunan “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı!” tespiti şaşmaz pusula olarak müslümanlara sunulmuştur. Bu hakikatten, bu büyük tespitten yola çıkarak çağları okumak ve esaslı bir ıslah mücadelesi yürütmek gerekiyor. Rabbimiz bu sosyolojik ve ekolojik ifsada karşı insanları “Düzene konulduktan sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın!” (Araf, 56) uyarılarını sıklıkla tekrarlamıştır. Çünkü insan, şeytanın ayartmaları neticesinde hakikate pek çabuk sırt dönebilecek bir cehalet içine düşebilir, bu cehaletin zorunlu sonucu olarak hakikati gölgeleyecek karanlıklar üretebileceğinin farkına varamayabilir. (Ahzab, 72) Şaşmaz pusuladan uzak duruldukça insana isabet eden her musibet bu durumda kendisinin elleriyle kazandıkları dolayısıyladır. (Şûrâ, 30)

Türkiye özelinde konuşalım: Her ne kadar aydınlanmacı temelden hareket etseler de modern kapitalist medeniyetin yıkıcılığı karşısında ekolojik hassasiyetleri siyasetlerinin bir parçası yapmaya başlayan sol-sosyalist çevrelerin tabiatın talanına karşı HES protestolarıyla kendini gösteren, nükleer, maden ve turizm dolayımında gerçekleşen tabiat yıkımlarına karşı güçleri yettiğince verdikleri mücadeleye biz tanığız. Bu süreçte Karadeniz’deki yayla ve derelerle yaşayan halk kadını erkeğiyle bu çevreler tarafından harekete geçirilmiştir. Devlet-sermaye işbirliğinin tabiata, dolayısıyla kendi doğal yaşam alanlarına dönük yağma ve yıkıcılığını gören halk daha önce hayal bile edemeyeceği şekilde korkusuzca kolluk güçlerinin karşısına bile dikilebilmiştir. Aynı tecrübe ülkenin dört bir yanında, çok kez tekrar etmiştir.

İslamî hareketlerin, çok büyük oranlarda düzenle buluşup bütünleştiği yirmi yılı aşan son dönemde neoliberal yağma ve talan karşısında gösterdiği suskunluk ibretâmizdir. Bu meyanda eşsiz bir tablodur. Düşünsel sefaletleri bu gerçeği görmeye yetmemiş olmalıdır. Buna, bahse mevzu yılları bizzat yaşayıp gözlemleyerek tanık olmanın bahtsızlığı içindeyim. Düzenle buluşan İslami çevrelerin nispeten ve aşamalı olarak dışında kalan irili ufaklı yapıların da maalesef bu çerçevede kafa yorduklarını, tabiatın yağma ve talanına karşı koyan açık siyaset yürüttüklerini de pek söyleyemiyoruz doğrusu.

Teorik hazırlığı olmayıp pratiği de belli ezberlerin dışına çıkaramayan bu iradenin ürettiği yetersizlik elbette modern kapitalist medeniyetin sahaya doğrudan yansıyan boyutlarını kavrayıp püskürtmeye niyet edemez hatta onları yararlı bile görebilirdi. Ne acı!

Bu tablonun dışına çıkmaya çalışan, küresel ölçekte doludizgin ilerleyen neoliberal faşizmi Türkiye’yi de saran uzantılarıyla kavrayıp onunla hesaplaşmaya çalışan cılız da olsa karşı çıkışlar oldu. Bu, hakiki bir umut ışığı, gidilecek yolu gösteren işaret fişeğiydi ancak İslami çevrelerce görmezden gelindi, yalnız bırakılarak serpilip boy vermesine katkıda bulunulmadı. Bu da tarihi bir hata ve benzersiz bir yanlış olarak kayda geçmiştir.

Mera alanlarıyla orman ve zeytinliklerin sermayeye devrine, binlerce HES’le ırmak ve derelere kelepçe vurmaya; maden aramalarıyla dağı taşı zehirleyip imha etmeye; yapılaşma izinleriyle ziraat alanlarını beton ve asfalta teslim etmeye; şeker ve sigara fabrikalarının satılıp sermaye ve yapılaşmaya devredilmesiyle çiftçiliğin sona erdirilmesine; nükleer santrallerle geleceği ipotek altın almaya; rantsal dönüşümlerle 2-B kurnazlıklarına varan geniş bir yelpazede ilerleyen, tabiata ve halkın ortak kullanım alanlarına açılan savaşa dikkat çeken az sayıdaki karşı çıkışları ve tartışma faaliyetlerini örneklemek bu evrede kaçınılmaz hâle geldi. Böylece mümkün yol haritası/kaçırılan alternatif hat görünür olacaktır. Bu paragrafa bir demet örneklik bırakıyorum:

HES protestoları:

https://www.dailymotion.com/video/xevq8k

https://www.egitimilkesen.org/istanbulda-zile-ve-niksardaki-hes-direnisine-destek/

Nükleer protestoları:

https://www.haksozhaber.net/tokatta-nukleer-protestosu-23068h.htm

Ormanların maden arama faaliyetleriyle yok edilmesine karşı çıkan eylemler:

https://www.egitimilkesen.org/ikizdereden-marmaraya-deniz-ve-ormanlardan-kanal-istanbula-ekolojik-ifsada-hayir/

Şeker fabrikalarının satılarak şekerpancarı tarımının bitirilmesini protesto eylemleri:

https://www.saglikilkesen.org/eylemler/cargille-zehire-somuruye-hayir/

https://www.tokad.org/2018/03/04/seker-fabrikalari-halkindir-satilamaz/

2-B düzenlemesiyle orman alanlarının yok edilmesine karşı eylemler:

https://www.haberler.com/guncel/tokat-ta-2-b-yasasi-iptal-edilsin-eylemi-3856819-haberi/

Ekoloji meselesini tevhid bağlamında tartışan program:

https://www.ozguryazarlarbirligi.org/2019/12/09/mizan-ve-fitrat-ekseninde-ekoloji-ve-tevhid/

İfsad – mücadele aralığında ekolojiyi işleyen faaliyet:

https://yenipencere.com/videolar/ifsad-mucadele-ekseninde-ekoloji-murat-muratoglu/

Tarımda yaşanan çöküş ve çözümü tartışan etkinlik:

https://www.egitimilkesen.org/endustriyel-tarim-aclik-ve-kitliga-goturur/

Burada örneklemeye çalıştığım etkinlik ve eylemlilikler bugün yerel ve küresel ölçekte yaşadığımız yıkım tablosunun öncelikli bir mücadele alanı olduğunu işaretliyor. İslami hareket Kürt sorunundan ekolojik ifsada, her türlü kapitalist sömürü biçimine, emperyalist müdahalelere, ideolojik baskı ve tahakkümlere, emeğin yağmalanmasına, yeryüzünün mültecilere yasaklanmasına uzanan geniş bir yelpazede tavır alıp teklif üreten bütünlüklü bir yapı arz edemezse siyasal bir hat olarak vâr olamaz. Maraş depreminde yerle bir olan şehirlerin tekrar ayağa kaldırılması bağlamında zihinsel ve siyasal hazırlığı olmayan İslami çevrelerin büyük bir telâşla devleti, TOKİ’yi çağırması; başta İstanbul özelinde olmak üzere büyük bir kentsel dönüşüm için feryat etmesi yaşananlardan ders almadığını, betona ve devlete hayranlığından bir şey eksilmediğini açık bir şekilde gösteriyor. Bu çerçevede Murat Kurtuldu’nun yazısını muhakkak okumalısınız.

Tabiatın kucağında, onu hiç incitmeyen bir uyumla başka bir yaşamı kurmaya dönük mesafe ve hakikati kavrayışsızlık Müslümanların bu mevzulardaki geniş zihinsel hazırsızlıklarına işaret etmekte, bağlantılı olarak da siyasal çıkmazlarının derinliğini yakıcı bir şekilde göstermektedir.

Yaşadığımız acı tecrübe yeni yollar için çıkış noktası olabilir, olmalıdır. Yardım faaliyetlerinde gösterilen her türlü takdirin üzerindeki çaba ve fedakârlık, israf edilmeyen bir bilinç enerjisi biçiminde yeni rotaya yoğunlaşmalıdır. Aksi bir durum çok daha büyük bir kayıp hâlinde karşımıza dikilecektir.

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Enkazda Kim Kaldı: “Nerede Bu Devlet?” Sorusunun Sosyopolitiği

Yayınlanma:

-

Genelde büyük afetlerde felâketin düzeyi gün geçtikçe anlaşılır. Ancak 6 Şubat depremi öylesine büyük oldu ki neredeyse ilk günden itibaren her şeyden haberdar olmaya başladık. Sosyal medyanın gücü, iletişimin farklı kanalları ile yıkımın her boyutunu herkes yaşamış oldu.

Bir bakıma hepimiz artık bir depremzedeyiz. Göçüğün eziciliğini, yıkıntıların arasında şehirlerin soğuğunu ve karanlığı her birimiz yaşıyoruz artık. Belki de bundan dolayı Anadolu’nun her köşesi adeta deprem bölgelerine tüm gücüyle aktı. Görülmedik bir acının aynı ölçüde eşi benzeri görülmemiş bir dayanışma ile bölüşülmesinin arkasında galiba bu ortak travma var. Gerçi her felâketin ardından hesapsız el uzatışın örneklerini sayısız defa gördük. Depremlerden sel felâketlerine, yangınlardan savaşlara kadar kimin acısını öğrendiysek paylaştık, paylaşmayı denedik. Galiba bu coğrafyadaki insanların ortak yazgısı da bu: felaketlerde birleşmek! Tatsız kimi olayları bir kenara bırakırsak merhamet duygusunun sarmalayıcı hissini hepimiz duyumsadık.

Bir coğrafyayı bütün olarak etkileyen, on binlerce kişinin ölümüne yol açan felâketin ardından birçok konuyu konuşmak için fazlasıyla erken ancak yine de insani âciliyetler yavaş yavaş azaldıkça afetin gündemini daha sağlıklı bir zihinle yeniden düşünecek bir fırsat yakalıyoruz. Hemen her felâketin ardından neredeyse klişeleşmiş soruların cevaplarını aramaya şimdilik girmeyelim. Depremi, depreme karşı önceden alınması gereken önlemleri şu an konuşmak ne yazık ki “çaresizlik” hissini daha da güçlendiriyor fakat farkındalığımızı daha sağlıklı kullanabileceğimiz -en azından- bir çözümün altlığı olabilecek konular olduğu gibi giderek köpüren ve adaleti körelten yoğun duygusallıklara karşı şimdi konuşmamız daha doğru olabilir.

“Nerede bu devlet?”

Depremin ilk günlerinde bu cümleyi bir “Türkiye klasiği” olarak çok duyduk. Adıyaman’da bir depremzede “Adıyaman’ı unuttular!” derken hesap sormak için değil sahiden acısını katmerleştiren çaresizlik hissiyle bu cümleyi kurmuştu. 1999 depreminde, Soma maden faciasında ve hemen hemen her âfette bu cümlenin farklı yorumlarını işittik. Diğer taraftan yine bu dönemlerde “devletin işin başında” olduğunu, “ilk dakikadan itibaren kontrolün ele alındığını” neredeyse ispatlamaya çalışan bürokratlar ya da böyle olduğunu düşünenler de vardı. İlk bakışta devleti “burada olmamakla” suçlamak ile “devletimiz burada” demek arasında kesin bir çatışma olduğu düşünülebilir fakat “beklentiler” açısından düşünürsek her iki tutumun da talebi açıktır: Devleti çağırır!

Bu beklentinin gayet haklı olduğunu düşündürtecek gerekçelerimiz var. Modern dönemde kentler, kentlerdeki evler kamu gücünün birikimi ile örgütlenebilecek “şebeke”lere bağlılar. Bu bağ koptuğu anda, büyük megapollere dönüşmüş kentlerde yaşamak neredeyse imkânsızlaşıyor. Yolların yarıldığı, elektrik, su ve doğal gazın verilemediği olağan dışı durumlarda evlerimizin ev olmaktan çıktığını çok iyi anladık. Depremden hiç zarar görmemiş bile olsanız yine de yaşamınızı sürdürecek asgari koşulların kolayca kaybolduğunu görüyorsunuz. Bu açıdan kamunun örgütlü gücüne duyulan ihtiyaç tarihin hiçbir döneminde olmadığı bir düzeye yükseldi. “Devlete bağımlılığımız” artık yoksunluğu durumunda sahiden varoluşumuzu doğrudan etkileyecek düzeyde! Elbette bu durumun bir gerçeklik mi yoksa “öğrenilmiş bir çaresizlik” mi olduğu da bir başka tartışma konusu. Yani devletin olmadığı bir toplumsallık denenebilir mi, varlığını koruyabilir mi, bilmiyoruz!

Fakat hiç değilse devletin bugünkü biçiminin bir “zorunluluk” olmadığını biliyoruz. Bunu kuramsal bir teorinin tezi olarak düşünmeyelim. Özellikle afet durumlarının olağanüstü koşulları devletin “düşündüğümüz kadar güçlü olmadığını” gösterdiği gibi toplumsal dayanışmanın sandığımız kadar “zayıf ve dağınık” olmadığını da ispatlıyor. Üstelik sadece Türkiye’de değil örneğin Almanya’da 2021 yılında gerçekleşen sel felaketinde de toplumsal dayanışmanın daha aksiyoner olduğunu biliyoruz. Türkiye’de ise 99 depreminden bugüne afetlerin boyutu büyüdükçe devletin yetersizlikleri ortaya çıkarken dayanışma ruhu güçleniyor, yaraların sarılmasında öncü oluyor.

Devlet ve Sivil Toplum

Devlet, sivil toplum ve iktidar gibi kavramlar, tarih içinde çoğu zaman dağılıp saçılır ve sürekli yeniden inşa edilir. Toplum, coğrafya ve kültürün içinde farklı anlamlar kazanan bu kavramları tek bir tanıma indirgediğinizde kavramın onun dışında aldığı biçimleri veya değişimleri görmezden gelme eğiliminde oluruz. Oysa kavramı bir tanımın içine sıkıştırmak ve genel bir çerçeve çizmek yerine “bugün ne anlam ifade ettiğine” odaklanmak daha gerçekçi olacaktır. Elbette bu yöntemin tüm kavramlar için geçerli bir “usul” olmadığının altını çizmeliyiz. Fakat sözünü ettiğimiz “devlet” gibi fazlasıyla değişken bir kavramsa onun “bugün ve bu coğrafyadaki” karşılığına odaklanmak daha anlamlı olacaktır.

Konunun teorik tartışmalarına girmeden afet gündeminin içinde öne çıkan iki habere bakmak devletin bugünkü biçimine dair önemli ipuçlarını bize verebilir. Birinci haber, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 14 Şubat günü yaptığı açıklamadan. Şöyle diyor Bahçeli: “Devletin yapamadığı ne vardır da ‘ahbap’çılar, ‘babala’cılar akbaba gibi kanat çırpmaktadır! Bu sahtekârların Türk televizyonlarında artık yer almaması lazımdır.” [1] İkinci haber ise depremin üzerinden henüz 48 saat geçmemişken yani telefon iletişiminin çok zor sağlandığı ve internet üzerinden haberleşmenin yoğun olarak kullanıldığı kritik günlerdeki Twitter engeliydi.[2] BTK’nın bu kısıtlama için gerekçesi ise dezenformasyon ve yalan paylaşımların artması. Depremin ilk gününden itibaren artan düzeyde “Kontrol ediyoruz.” algısına yönelik daha birçok açıklama hafızalarımızda yerini koruyor. Hatta 99 depreminde hükümetin içinde yer alan Mesut Yılmaz’ın özeleştiri kabilinden demeçleri yerine yetersizliklere ilişkin eleştirilere son derece sert biçimde açıklamalar ile cevap verilmesi[3] “devlet aklının” bugünkü evrimine dair önemli bir gösterge.

Tüm bu açıklamaları ve adımları semptomatik bir okuma ile anlamaya çalışalım. Althusser’in Marksizm için kullandığı “semptomatik okuma”da amaç metnin öncelikli mesajının ötesinde derinine inerek “fısıldadıklarını” duymaya çalışmaktır. Bu tür “titiz” bir okumanın bütün bilgileri ve veri kalıntılarını dikkatle bir araya getirmesi gerekir. Ancak biz, tartışmayı daha sınırlı bir bağlamda; “devletin kendisini konumladığı yer” üzerinde bırakacağız.

Öncelikle devletin, aurasındaki pek çok kavram gibi tarih içinde bir “evrimsel” değişimden daha çok “devrimci “ bir kopuş, bir sıçrama yaşadığının altını çizelim. Aydınlanma ile birlikte değerler dünyasındaki hem devrimci hem de dramatik değişim Avrupa’da Padovalı Marsilius ile başlayan bir devlet tartışmasının neredeyse beş asır süren bir olgunlaşma sürecinin sonunda yer alır. Doğru ya da yanlış bugünün Avrupa’sında devlet ve toplum arasındaki ilişkinin bu hafızayla kuvvetli bağları varken, modern devlete “birden” maruz kalmış Anadolu coğrafyası için durum tam bir sıçrayıştır. Dolayısıyla bu coğrafya için devletin değişimindeki kopuş daha hissedilir olduğu gibi aynı zamanda çok daha kırılgandır. Belki de bu nedenle devlet, ideolojik aygıtlardan daha görünür biçimde baskı aygıtlarını kullanır. Depremin daha ikinci gününde kontrolün sosyal medyada kaybolduğunu gören “devlet aklı” yıkım ve enkaz altındaki insanların birbiriyle iletişim kurduğu bir sistemi sınırlandırmakta bu nedenle tereddüt etmedi. İşte bu noktada Althusser’in modern devletin mekaniğini anlamamızı kolaylaştıracak yaklaşımından yararlanabiliriz. Althusser eleştirilerini ve tezini Marksist gelenek üzerinden geliştirse de söz konusu ettiği devlet modern devletin ta kendisidir. Ona göre devlet amaçları doğrultusunda iki aygıtı kullanmaktan çekinmez: Baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar.[4]  Baskı aygıtları devletin öteden beri “zor” yoluyla kurduğu tüm araçları ifade eder.  Kolluk kuvvetleri ve mahkemeler gibi görünür baskı aygıtlarının yanı sıra devletle ilişkisi karanlık, paramiliter bir boyut da kazanabilir. Bugün için örneğin “medya trolleri” de bir tür baskı aygıtıdır.  Hedef gösteren, bireyi toplumdan atıp “homo sacer”e dönüştürmeye çalışarak linci örgütleyen trollerin deprem sırasında bile mesailerine ara vermediklerini biliyoruz.

Devletin ideolojik aygıtları ise toplumun gündelik yaşamı içinde “görünür” çerçeveyi belirler. Milliyet, ulus ve vatan kavramlarını kutsayan, devletin çıkarlarını bütün etik kaygıların önüne çıkaran bu algı kendine referans veren bir dil kullanır. Modernleşerek gelenek ve dinin sınırlayıcı bağlarından kurtulan devlet, “özne”yi şekillendirmek için din ve geleneği de araçsallaştırır. Türkiye için düşünürsek “ideolojik” mottonun son yirmi yıl içinde “yerlilik ve millilik” üzerinden biçimlendiğini işte bu araçsallaştırma üzerinden okuyabiliriz.[5] Althusser bu noktada ideoloji kavramının akışkanlığına da dikkat çeker. “İdeolojinin tarihi yoktur.” derken dinsel, ahlaki, hukuki ya da siyasal bir tanımın içinde anlaşılamayacak / sığdırılamayacak bu kavramın temelde bir “gerçeklik tasarımı”na odaklandığını vurgular. Gerçekte öyle olmayan ama böyle yorumlanırsa “devlet”in bekası için anlam taşıyacak her kavram ve deneyim “ideolojik” karışımın mayasında yeniden anlam kazanır.  Devlet, baskı aygıtları ile kontrol etmeyi umduğu kitleleri “gönüllü destekçileri”ne dönüştürmek için ideolojik aygıtları yoğun olarak kullanır. İşte bu noktada ideolojik aygıtlar sonuç verirse Gramsci’nin tanımındaki hegemonya doğmuş olur. Hegemonya, fiziki güç ile gelişen “zorlama”nın yanı sıra bir tür “rıza”yı da içerir.[6]  Böylece sosyo-politik bir boyut kazanan hegemonik ortamda muhalefet bile egemenin argümanları içinde dilini kurar ve hegemonik değerleri bir tür ön koşul olarak görür. Türkiye özelinde siyasetin iktidarından muhalefetine hep aynı kavramlar etrafında şekillenmesini de bu hegemonik etkiyle okuyabiliriz.

Semptomatik okumaya geri dönersek modernleşmiş devlet aklının, kendisi ya da “akredite olmamış” stklar aracılığı ile gelişen her tür inisiyatifi niye bir tehdit olarak algıladığını daha açık anlayabiliriz. Hegemonyayı; yani rıza ile gelişen “gönüllü” itaati zayıflatacak, devletin “yüceliğine” ilişkin şüpheleri artıracak her girişimin tehdit tanımının içinde değerlendirilmesi kaçınılmaz olacaktır. Diğer taraftan ideolojik aygıtların yoğun olarak pompaladığı “tasarlanmış gerçekliğin” vicdani bir aşınmaya da neden olduğunu görüyoruz. Örneğin depremin “sınır ötesi”ndeki etkilerini sadece 4-5 saat uzaklıktaki “kardeşlerimiz” olarak değil, yabancı bir ülkenin vatandaşları olarak görme eğilimindeyiz. Artık “biz” tanımını farkında olmadan devletin sınırları ile çiziyoruz. Bu durumun devletin son yirmi yıldaki gelişen dış politika dili ile değiştiğini düşünebiliriz fakat yine de kendini merkeze alan ve çevresini “Osmanlı’nın kendine kalan bakiyesi / mirası” olarak gören bir üstten bakış ile şekillendiğini ve “ulus” kavramının içselleştirildiğini unutmayalım.

Peki ama böylesine “âfet” durumlarında devlet çağırılmamalı mı? Bu soru aslında kendi içinde bir paradoks taşıyor. Modern dönemde devletin sızmadığı, yönetip biçimlendirmeye çalışmadığı bir alan kalmadı. Dolayısıyla devlet, siz çağırmasanız da burada! Diğer taraftan “Devlet nerede?” diyen âfet mağdurlarının “terk edilmişlik” hissi de son derece gerçekçi ancak devleti toplumun kendisinden ayrıştırarak katı bir kurumsallık içinde tutmanın “sorumluları” flulaştırıcı bir etkisi var. Bir mekanizma olarak devlet “batıl / tâğutî” bile olsa yapısal olarak toplumdan bütünüyle ayrıştırılarak steril bir kurumsallık içinde düşünülemez.  Günün sonunda kamu gücünün örgütlülüğüne dayanan devlet, özellikle bu tür afet durumlarında aynı gücü kimler yönetiyorsa onlarla doğrudan ilişkilidir.

Kurumsallığa odaklanmanın flulaştırıcı etkisine en açık örneklerden birini depremden kısa bir süre sonra açıklama yapan eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez vermiş oldu. Görmez, deprem konusunda yaptığı çağrıda “Artık binaya girmenin adabından önce bina yapmanın farzlarını konuşalım. Şehre girme duasından önce şehirler kurulurken işlenen haramları anlatalım.” dedi.[7] Sorumlulara, sorumlu makamlara yani depremin daha yıkıcı ve yaralayıcı olmasının sebebi olanlara herhangi bir atıfta bulunmayan konuşma, devletin kurumsallığına (yasalarına, yönetmeliklerine)  ve toplumsal ödevlere odaklanmakla yetiniyor. Bu yaklaşım günün sonunda “gerçek sorumlular” yerine “adi hırsızların” linç edilmesine ve suçlu psikolojisi ile sorumluluğun toplumda olduğu duygusunun güçlenmesine yol açıyor. 40 bin insanın öldüğü, on binlerce binanın yıkıldığı ve sayısız acıların hepimizin vicdanında bir yangına dönüştüğü bir ortamda “tek bir istifa haberi”ni bile duymayışımız, üstelik bunu duymamayı “garipsemeyişimiz”in arkasında da sanırım bu yatıyor.

 

Son not: “Necip halkım, küçük hırsıza ceza kesmeyi çok iyi bilir!”

Depremle birlikte hep beraber bir “algılama travması” da yaşıyoruz. Fazlasıyla politize edilince ve “gerçek sorumlular” devletin kurumsallığının arkasına saklanınca topluca hıncımızı “adi hırsızlar”dan alıyoruz. Bunun çarpıcı bir örneğini İlyas Salman veriyor. Salman, yaptığı paylaşımda bir yağmacı ile müteahhidi yan yana koymuş.[8] Görüntüdeki Mehmet Yaşar Coşkun, depremde çöken Hatay’ın en lüks rezidanslarından birinin müteahhidi. Onlarca kişinin ölümüne, yaralanmasına yol açan müteahhit, bir dayak görüntüsü olmaksızın hava limanında kaçmak üzereyken gözaltına alınırken deprem bölgelerinden birbirinden korkunç işkence videolarını izledik.

Elbette böylesine büyük bir afette “yağmacılık” gibi iğrenç bir suça iştirak etmenin affedilir bir tarafı yok. Diğer taraftan bölge insanın bu tür kişilere karşı giriştiği eylemler de bir yere kadar anlaşılabilir ancak sosyal medyada paylaşılan görüntülerin hiçbir tepkiyle karşılaşmadan büyük bir iştahla yayılmasının yine savaş gibi olağanüstü durumlara ait bir basiret bağlanması olarak görmek gerekiyor. Suçlunun -ölüm dahil- cezalandırılmasının vicdanlarda bir karşılığı varken “işkence” ve daha ötesi “linç ederek katletmek” bir başka korkunç suçtur. Bu durumun “işkence”yi, “Demek ki bazı durumlarda gerekliymiş!” algısına neden olup normalleştireceği gerçeği bir yana arada suçsuz insanların da bu ağır tutumla karşılaştıklarını ne yazık ki biliyoruz.[9]

Enkazı yağmalayan, insanların erzaklarına, gönderilen yardımlara el koyanların işledikleri suçun büyüklüğü tartışılmaz ancak diğer taraftan on binlerce kişinin ölümünde payı olanların karşısına dikilmek, modern kentleri yönetilemez yığınlar halinde birer beton denizine dönüştürenlerin hesabını sormamak ne yazık ki soruları “doğru sor(a)madığımızı” gösteriyor.

 

[1] https://www.dunya.com/gundem/devlet-bahceliden-ahbap-ve-babala-tepkisi-haberi-685706

[2] https://shiftdelete.net/twitter-erisimi-neden-engellendi-resmi-aciklama

[3] https://www.sabah.com.tr/gundem/2023/02/08/son-dakika-baskan-erdogandan-deprem-bolgelerinde-asker-yok-iftirasina-yanit

[4] Althusser, Louis, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. Çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları

[5] Konuyla ilgili detaylı bir makale: Millilik-yerlilik: Tarihi toplumun afyonu yapmak, Abdurrahman Arslan, Birikim Dergisi Sayı 404 – Aralık 2022

[6] Okur, Mehmet Akif, “Gramsci, Cox ve Hegemonya: Yerelden Küresele, İktidarın Sosyolojisi Üzerine”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 12, Sayı 46, s. 131-151.

[7] https://www.karar.com/guncel-haberler/eski-diyanet-isleri-baskani-artik-binaya-girmenin-adabindan-once-bina-1729598

[8] https://twitter.com/ilyassalmansm/status/1624497589616799744

[9] https://www.dogrulukpayi.com/dogruluk-kontrolu/otobanda-darp-edilen-kamuflajli-iki-kisi-yagmaci-degil

Devamını Okuyun

GÜNDEM