Connect with us

Köşe Yazıları

Yeniden Düşünmek-II, Perdeyi Aralamak: Bizi Ne Bekliyor?

Yayınlanma:

-

Alman filozof Walter Benjamin enformasyonu “anlık bir süreç içinde tüketilen, deneyimden yoksun veri” olarak tanımlar. Sürekli “online” olmaya alışık dünyamız için bu tanım,  iletişimle birlikte bilginin evrimini de ortaya koyar. Üstelik enformasyon bir “maruz bırakılma” durumu olmanın ötesinde günümüz için bir dayatmadır. Bu açıdan sürekli “online” kalmak, sosyal medya araçları ve giyilebilir akıllı teknolojileri deneyimlemek artık kaçamadığımız çağdaşlaşma durumları haline geldi.

Teknoloji, iletişim, enformasyon ve bilgi arasındaki “aşırı güçlendirilmiş” bu bağ, aynı zamanda modern ve modern sonrası dünyada değişimin genel karakterine dair de ipuçları veriyor. Sürekli iletişim ve bunun sonucunda sınırsız gözetleme, alıştığımız konforun korunarak daha verimli hale gelmesi için zorunlu bir durum. Üstelik tüm bu ilerlemenin devam edebilmesinin ön koşulu her bireyin gönüllü olarak “saydamlaşmasını”, sisteme veri sağlayan bir kaynak olarak online kalmasını gerektiriyor. Elbette bu durumu her zaman memnuniyetle kabul etmiyoruz. Değişime ve ağın dışında kalma girişimlerine karşı yükselen homurtular (henüz) cezalandırılmasa da bunun yerine “veri iletmeyi kestiğimizde” konforumuzdan “yoksun bırakılma” sürecini yaşıyoruz. Teknolojinin alıştırdığı konfor duygusunun kesintiye uğraması ise bir süre sonra “network”ümüzdeki diğer insanların üstü kapalı tepkilerine neden oluyor. “Neden sosyal ağlarda değilsin?”, “Niye mesajlaşma uygulaması veya akıllı telefon kullanmıyorsun?” gibi sorular bizi şu gerçekle yüzleştiriyor: Konforsuz bir yaşamı tercih etmek modern dünyanın içinde aynı zamanda uyumsuz bir birey olmak anlamını da kazanmaya başladı.

Aslında teknoloji ile “zorunda bırakıldığımız” online kalmak ve uyumlu olmak konusundaki ilişkiyi uzun zamandır tartışıyoruz. Hatta hemen her modernizm eleştirisinin etrafında benzer başlıklar üzerinden detaylı değerlendirmeler okunabilir. Transistörlerden çiplere, programlardan yapay zekaya, ‘big data’dan giyilebilir teknolojiye kadar hepsi teknolojinin çıktısı olan ama ürünleri açısından tüketici konumuna indirgendiğimiz birçok yeni gelişmeyi bu tartışmalara dahil edebiliriz.

Dahası alt alta sıralandığında bilim alanıyla sınırlandırılabilir gibi görünen bu tartışmaların felsefi uzantıları da fazlasıyla dikkat çekicidir. Michel Foucault’nun 1976-77 yıllarındaki ders notlarını içeren “Security, Territory, Population” kitabı[1] felsefe ve bilim arasındaki simbiyotik ilişkiye dikkatleri çeker. Foucault’nun popülerleştirdiği “biyopolitika” ve yönetimsellik konusu temelde “devlet”in altındaki başlıklardır ancak modernizmin kurumsal ve kuramsal karşılığı da (yeni haliyle) “devlet”tir. Sonuçta her şeyin “endüstrileşmesi”ne dayalı modernliğin bir açıdan bilimi de araçsallaştırdığını söylemek yanlış olmaz. İlk bakışta iletişim araçları olan teknolojilerin, daha derinlemesine değerlendirildiğinde iktidar ve yönetim konusunda da düşündüğümüzün ötesinde beceriler kazandığını görebiliriz. Zaman zaman “gizlilik” üzerine itirazları veya “veri milliyetçiliği” ile ilgili tartışmaları bu bağlamda düşünebiliriz.

Teknoloji ve iletişim tartışmaları iktidar ve politika bağlamında yapılmaya başlandığı anda gelecekle ilgili kaygılı kehanetlerin sayısı artar. Konforla eş zamanlı gelişen “denetlenme” duygusu geride “Kim tarafından gözetleniyoruz?” sorusunun rahatsız ediciliğini de barındırır. Elbette tüm bu tartışmaların detaylandıkça yeni kapılar açacağı muhakkak. Ancak bu yazının daha fazla alt başlıklara yoğunlaşmasını engellemek için konuyu bir noktada odaklayalım: “Giderek daha çok izlendiğimiz, iletişime zorunda bırakıldığımız bir dünyanın geleceği nasıl şekillenecek; nasıl bir gelecek bizi bekliyor?” Sonuçta her biri fazlasıyla dikkat çekici olan modernlik, bilim, teknoloji konuları üzerine tartışmalar günün sonunda hepimizi içten içe korkutuyor. Üstelik bu korkuyu sadece, modernizm ile arası bozuk, daha temel nedenlerden dolayı yıldızı bir türlü barışmayan “muhalifler” taşımıyor. İnsanı bir algoritma olarak tanımlamaya son derece yakın duran fütüristler bu konuda çok daha kaygılı. Başlı başına bir “inanç eleştirisi” olan Homo Deus’un yazarı Harari, kitabının son sayfalarında görülmedik bir totaliter dünyanın biyoteknoloji ve bilgisayar algoritmaları ile geleceğini söyleyerek ekler: Geleceğin dünyası insanın “gereksizleşerek” özgürlüğünü bütünüyle kaybedebileceği bir distopya olabilir.[2]

Gelecekteki dünyanın -teknoloji hızını azaltmaz ve konforlu alışkanlıklarımız aynı hızla artmaya devam ederse- bir yeryüzü cennetine dönüşmeyeceği konusunda hemen hemen herkes hemfikir. Hollywood’daki senaristler, modernizmi savunan ya da eleştiren birçok düşünür, çocuğunun bilgisayarı ile ne yaptığını anlayamayan ebeveyn, sokaktaki bakkal, okuldaki öğretmen… Bir taraftan birçoğumuz teknolojinin sağladığı aparatlardan fazlasıyla yararlanıyoruz: Akıllı tahtayı kullanırken, internet üzerinden satış yaparken, gelişmiş görüntüleme teknolojisi ile teşhis koyarken… Bilgiye erişim ve tasnif, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar verimli hale gelmişken teknoloji ve modernliğin insana “eklediği” özellikler fazlasıyla olumlu görünür. Ancak diğer taraftan insanın yerini algoritmalar aldıkça öğretmen, bakkal hatta doktor giderek gereksizleşeceği/ihtiyaç fazlasına dönüşeceği kaygısını da duyumsarız.

Teknolojinin doldurduğu geleceğin “daha iyi” olabileceğine dair inancımız, gündelik konforumuzla ters orantılı olarak bir hayli zayıf. Edebiyat ve sinemada bilim-kurgu türünün hemen hemen tüm yapıtlarında geleceğin bir distopik öykü etrafında şekillenmesi de karamsarlığımızın bir göstergesi olsa gerek.

Peki gelecekte her şey daha kötüye gidecekse bu “ilerleyişi durdurmak” ve nostaljik bir “eski güzel günlere dönüş mümkün mü?” Bu soruya dair tartışmalardan birini Sartre’ın öğrencisi Andre Gorz, Erich Hörl ile “hayat, doğa ve teknik” üzerine yaptığı mülakatında arar: “Bugünkü medeniyetten bu kopuşu kim, nasıl mümkün kılacak? Öncü çöküş tahmin edilebilmiş midir? Bu çöküşü arzu ediyor muyuz? Sanayiciliğin, ekonomizmin, kapitalist üretim ilişkilerinin aşılması tam da bilişim devriminin imkanlarından biri ve fiiliyata geçmesi için ele geçirmek gereken bir imkan olarak bu devrime dahil olmayacaksa eğer, bu durum, her ihtimalde Mad Max tarzı barbarlıklara sebep olmayacak mıdır?”[3] Modernliğin içinde gözlerini açmış insanın geriye dönmek ve kalmak arasındaki temel çelişkisi işte bu sorgulayışta gizli olabilir.

Bu konuyu anlaşılır kılacak bir örneği “ev” üzerinden verebiliriz. Konforla birlikte çağdaş insan için şehirleşmenin en bağımlı yaşam formlarından birini ürettiğini biliyoruz. Bu bağımlılığın korkutucu bir tarafı var: Şehirle, şebekeyle, sistemle etkileşimi koruyan olanaklar ve kanallar kesildiğinde modern ev, ev olmaktan kolaylıkla çıkıverir. Bu, artık “rahatlık”tan ya da lüksten vazgeçme durumu değildir. Rusya – Ukrayna savaşının başlarında işgal edilen bölgelerden birinde yaşayan bir ailenin mağduriyetini tarifi gündelik yaşantımızın ne denli bağımlılıklar üzerinde kurulu olduğunu çarpıcı biçimde göstermişti. Bir tv programına telefonla katılan baba şöyle diyordu: “Evimizde savaşa rağmen yaşamaya çalışıyorduk. Ancak su, elektrik ve doğalgaz kesildiğinde yaşayamayacağımızı anladık.” Sistemle, şebeke ile iletişim kesildiğinde modern ev bir barınak olmaktan kolayca çıkıverir. Daha sarsıcı bir hikayeyi Svetlana Aleksiyeviç, “Çernobil Duası” kitabında adeta nükleer kışı yaşayan Pripyat kenti sakinleri üzerinden aktarır.[4] Pripyat’ta hiçbir ev yıkılmamış, hiçbir bina bombalanmamış, hiçbir tarım arazisi yakılmamıştır. Yine de “yıkım” korkunçtur. Her şey sessizleşir, terkedilir ve gömülür. Pripyat’ta toprak bile gömülmüştür. Eski dünyanın savaşları, bütün kıyıcılığına rağmen saklanmayı mümkün kılan bir alan bırakır. Kaçabilir, terk edebilir, korunmaya çalışabilirsiniz. Ancak tam anlamıyla nükleer/teknolojik bir felakette her şeyin imkânsızlaştığını biliyoruz. Saklanacak yer yok, korunamıyorsunuz, kaçamıyorsunuz, yerin altına da girseniz, gökyüzüne de çıksanız yıkım sizi takip ediyor. Benzer bir hikayeyi yakın tarihte Hiroşima, Nagazaki ve Halepçe’den hatırlıyoruz. Bu travmatik örneklere varmadan sadece “şebeke”lerle bağı koparılmış bir şehir bile bir anda ayakta duracak, yaşamını sürdürecek becerilerini yitirir. Teknolojinin bir taraftan ürettiği bağımlılıkları, diğer taraftan nükleer felaketler gibi kaçmayı imkansız kılacak yıkım gücü hafızalardaki son derece trajik anılar ile birleşince insanın geleceğe dair korkularını sürekli diri tutar.

Öte yandan modernizmin “dünyada cennet” vaadinin de başlı başına bir çelişki ile biçimlendiğini unutmayalım. Mükemmel bir hayat hayali pazarlanırken gerçekler daha çok kaos, mahremiyeti yerle bir edilmiş toplu yaşam alanları, daha fazla psikolojik sorunlar, daha yoğun gelecek kaygısı ve anlam boşluğu olarak beliriyor. Nietzsche bu çelişkiyi şöyle betimler: “Huzur eksikliğinden dolayı uygarlığımız yeni bir barbarlığa doğru gidiyor. Aktif, yani huzursuz insanlar hiçbir çağda bu kadar revaçta değildi.” “Mükemmellik” vurgusu arttıkça bununla ters orantılı olarak sorunlar daha görünürleşir, gelecekte daha karmaşık bir dünyanın yükünü sırtlanacağımız hissini daha yoğun duyumsarız.

Andre Gorz’un akıl yürütmesine geri dönelim: “Her şeye rağmen bugünkü medeniyetten kopuşu ve tam bir çöküşü arzuluyor muyuz?” Bu sorunun bir diğer versiyonu da şu olabilir: “Daha iyi bir gelecek için tam bir çöküş gerçekten zorunlu mu?” Her şeyi sıfırlayacak ve hepimizi tarihin bize göre en makul yılına geri döndürecek bir zaman makinemiz olsa sorunlarımızı çözebilir miyiz? Tam bir çöküşle medeniyet yeniden sıfır noktasına gelse, insanlık bir başka geleceği deneyimleyebilir mi? Bu soruların cevapları spekülasyonlardan kaçamayacaktır fakat madalyonun öteki yüzüne bakabilmek için bu konu üzerine düşünmeliyiz. Modernizmi, endüstri çağını ve geleceği korkulu bir distopya ilan ederek şeytanlaştırmak kolay ama geriye dönmeyi düşlediğimiz yer tam olarak neresi?

Daha bir buçuk asır önce insanın ortalama ömrü kırk yıl bile değildi. Küresel salgınlar ve yaygın hastalıkların en muhtemel sonucu ölümdü. Düşündüğümüzün aksine dünyada ortalama refah birkaç yüzyıl öncesinde sadece toplumun üst katmanları için makul seviyedeydi. Dünyanın yüzde doksanı, açlıkla ölümü hep çok yakından duyumsuyordu. Bilgiye erişim, teknolojinin gelişiminden önce fazlasıyla ayrıcalıklı bir konuydu. Okuma-yazma oranları dünyanın farklı bölgelerinde ayrı süreçler olarak gelişmiş olsa da bilgiye erişim konusundaki kıtlık herkesin ortak kaderiydi. Modern dönemi savaşlar yüzyılı olarak düşünebiliriz ancak modern öncesi dünyanın savaşlar konusunda sicili çok daha kabarıktı. Sanayi devriminin başında bir işçi olsanız da, daha gerilerde bir çiftçi olarak doğsanız da kazanç ve emek arasındaki uçurum bugünle kıyas edilemeyecek derecede dramatikti. Sosyal sınıflar, toplumsal katmanlar arasındaki etkileşim ve geçirgenlik çok daha azdı. Doğudan batıya dek nerede olursanız olun; din, mezhep ya da sosyal statünüzü değiştirmek istediğinizde ayrımcılığın çok daha acıtıcı sonuçlarıyla yüzyüzeydiniz. Diyelim ki Amerika kıtasının kolonize edilmeden önceki ihtişamlı Maya uygarlığında doğdunuz. Seçkin bir sınıfın üyesi değilseniz toplumdaki yeriniz “uinikoob” yani küçük insanlar/ayak takımı olacaktı. Kölelikle muhtemelen Kristof Kolomb’dan önce tanışacaktınız. Afrikada Zulu, Küçük Asyada Spartalıların egemenliğinde bir Helot olmanın da kaderi çok farklı değildi. İnsan hakları, özgürlük ve daha birçok konuda seçkinlerden değilseniz bugüne göre daha zor ve zahmetli bir yaşam sizi bekliyor olacaktı. Tüm bu örnekler ve tarihin -biraz da ayıklayarak- dramatik bir kolajını modernizmi aklamak için yapmıyoruz ancak modernliği ve onu hem doğuran, hem de sürekli yenileyen değişime dair eleştirilerimiz tek yönlü geliştiğinde geriye doğru dönmeyi saplantıya dönüştüren bir ruh hâli inşa ediyoruz. Fakat bu bakış, tarihinde “daha özgür”, “daha müreffeh” ve “daha adil” bir asr-ı saadet devrini aradığında neyle karşılaşacak? Nasıl ki mükemmelliği pazarlayan modernizm günün sonunda kaygıları derinleştiriyorsa, geçmişi ütopyalaştıran nostalji de eşit derecede kurgusaldır.

Elbette hem geçmiş hem gelecek değerlendirmelerini bir bütün olarak “iyimserlik”ya da “karamsarlık” başlığı altında toplayamayız. Geçmişte, insanın kendini daha iyi ifade ettiği; varoluşuna ve beklentilerine daha uygun anlar vardı ve belki de anımsadığımız gibi çoğunluktaydı. Aynı biçimde geleceğin de mutlak bir kötülük içinde şekilleneceğini söyleyebilecek durumda değiliz. Ancak arayışımız “yeryüzünde cenneti bulmak” ve orayı dondurmaksa bunun gerçek dışı olduğuna kendimizi alıştırmalıyız. Bir an için “en iyi zaman”da olmayı başarabilse bile insan; düşünmeye, duyumsamaya ve biriktirmeye (bilgi, deneyim, üretim) devam ettiği müddetçe bir başka belirsizliğe doğru yürüyüşü sürecektir. Bu nedenle geçmişle ilişkiyi ya da gelecekle ilgili beklentileri yönetmek zorundayız.

Geçmişe dönemiyor olmak onu yok saymayı gerektirmiyor. Her şeye rağmen insanın benliğini bugüne taşıyan milyonlarca yıllık varoluşunun birikimidir. Gelecekten kaçamadığı gibi bugünkü pozisyonunu inşa eden geçmişi de hafızasından bir bütün olarak silemez. Geçmişi sürekli hafızada tutmak; deneyimleri bir “bilgi”ye, bir “duygu”ya dönüştürerek bugünle irtibatlandırmak elbette kaçınılamayacak bir “canlılık alameti”dir. Sonuçta dünya ile etkileşimimizin en görünür tarafı insan elinin ürünleridir. Bu noktada insan başlı başına bir fenomen olarak “kendini bilmeye” ister istemez tarihini fark ederek erişir ve yaşama dair etkileşimi yeni bir boyut kazanır. İslami terminoloji açısından bu, ya “Rabbini bilme” olarak ya da ahlaki otonomi ile sonuçlanan bir müstağnilik ile biçimlenir.[5]

Sonuçta geleceğin nasıl biçimleneceği konusunu tartışmak ya da insan için en makul olanı aramak yine “kendini bilme” tartışmasına bizi götürüyor. Tarihin her döneminde popüler olan bu başlığa yeniden geri dönmek bir tekrar gibi algılanabilir. Ancak bu sorunun modernitenin içinde birçok şey gibi mutasyona uğradığını unutmamak gerekir. Bildiğimiz medeniyetler her zaman için antroposantrik/insan merkezli bir perspektifte bulunmuşlardı. Kadim Roma’nın pagan geleneklerinde, Hz. İbrahim’in, Hz. İsa’nın veya Hz. Muhammed’in söyleminde ya da aydınlanmanın ufkunda insan, belirleyici bir eksendeydi. Elbette her düşüncenin ya da inancın insan tanımında temel birtakım farkları okuyabiliriz. Bu farklar kimi zaman insanın dünyadaki durumuna dair hikmetli bir tevazuyu da içerecektir ancak bu, dünyayı anladığımız pencerenin, hukukun, ahlakın ve estetiğin insan için/insan odağında olduğu gerçeğini değiştirmez. Oysa endüstrileşme, teknoloji, yapay zeka tartışmaları arasında ilk kez “kendini bilme” tartışması insanın merkezde kalıp kalmaması konusunu düşünmeye hepimizi daha fazla zorluyor.

İnsanlığın geleceği olarak kabul ettiğimiz her şeyin günün birinde gerçekten yaşanıp yaşanmayacağını bilemiyoruz. Ancak insanlığın yürüyüşünde artık vâr oluşun insanın durumuna ve tanımına odaklandığını görüyoruz. Nasıl ki geçtiğimiz yüzyıllarda sömürgeciler için “batılı” ve batılı olmayan ayırımı insan olmanın belirleyicisi haline geldiyse bugünün postmodern anlayışı için de insan tanımı “gelecekteki insan” ve “ona uyum sağlayamayan” olarak güncelleniyor. Yapay zeka geliştikçe, modern dünyanın konforlu alışkanlıklarının çekimi arttıkça insanın nerede “insan” olarak kaldığını daha çok sormaya başlıyoruz. “Tür” olarak insanın geleceğin dünyasında yerinin olup olmadığı tartışması fazlasıyla distopik kalıyor olabilir ancak insanı benzersiz ve farklı kılan detaylar belirsizleştikçe tam olarak hangi niteliğimiz ile var kalabileceğimizi anlamakta zorlanıyoruz. Üstelik bu tartışma sadece modernliği gönülden kabul edenler için geçerli değil. Modernliğin ve modernlik sonrasında insanlığın yeni duraklarına maruz kalan her düşünce, inanç ve mensubiyetin bu tartışma içinde yerini alması gerekiyor.

(Yazının birinci bölümü: https://yenipencere.com/kose-yazilari/yeniden-dusunmek/)

[1] Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus – Michel Foucault, Çev: Ferhat Taylan, İstanbul Bilgi Üniv. Yayınları

[2] Homo Deus – Yuval Noah Harari – Kollektif Yay. Syf: 187

[3] Ekolojinin Kızıl Hattı – Andre Gorz, Sel Yay. Syf 50

[4] Çernobil Duası – Geleceğin Tarihi – Svetlana Aleksiyeviç – Kafka Kitap

[5] Medeniyet Meselesi – Tahsin Görgün, Endülüs Yay. Syf 86

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

E’nin Esrarengiz Ölümü

Yayınlanma:

-

En sevdiğim şiirine şöyle başlamış Cahit Zarifoğlu:

“Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim”

Ünlemler uçuşuyor adının başında E.  Belki de budur başını döndüren.

Başın döndü ve düştün. Buna inanıyorum.

İntihar ettiğine veya cinayete kurban gittiğine inanmak istemiyorum. Ne var ki bir avukat olarak inanmakla, temenni etmekle yetinemem. Olayın aydınlatılması için çalışmam lazım. Çünkü sen bir garip mültecisin. 16 yaşındasın ve daha uzuun yıllar 16 yaşında kalacaksın.

Çocuksun sen. Şairin dediği gibi:

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil”

Bir Türk vatandaşı bile olmadığın için dosyan rahatlıkla ihmale gelebilir. Nitekim geliyordu da. (Bekle biraz, o konuya geleceğim.)

26 Şubat’ta annen ve baban gelip bana vekalet verdi. Olayı onların zaviyesinden dinledim.

Keşke seni de dinleyebilseydim. Oysa ki büroma çok yakın bir yerde çalışıyordun. Oradan alışveriş yapmıştım. Trabzon’da birden fazla şubesi bulunan bir AVM. Nerdeyse her şeyin satıldığı o büyük mağazalardan biri. Farkında olmadan rastlaşmış bile olabiliriz.

Yine de buna pek ihtimal vermiyorum. Sen, anadilin Arapça kadar olmasa da iyi Türkçe konuşuyordun. Biraz da bu sebeple işe alındın.

Hafta içi beş gün saat 13 ila 22 arası, günde 9 saat çalışıyordun. Cumartesi okula gidiyordun. Aldığın son maaş 9 Bin liraydı. Baban gösterdi, paran onun hesabına yatırılıyordu.

Hesapladım, net bir kölelik olan “asgari ücret” seviyesinde para kazanabilmen için, (ayda 17 Bin lira için) okula gitmeyip cumartesileri dahil haftanın 6 günü, günde 15 saat çalışman gerekiyordu.

Bu durum seni bunaltmış olabilir. Hikâyendeki en kırılgan yer tam da buraya iliştirilen yabancılığın… Son yıllarda ırkçılık dalgası Türkiye’de çok kabardı. Bundan dolayı aşağılanmış, hakarete uğramış, fazladan ayrımcılığa uğramış, değersiz hissettirilmiş olabilirsin. Bunlar sadece tahminim.

Ablan da senin kadar olmasa da Türkçe konuşabiliyor. Ona sorular sordum, hakkında bilgi topladım.

Herhangi bir hastalığın, ruhsal sorunun yoktu. İlaç kullanmıyordun. Bir erkek arkadaşın, sevgilin, sorun yaşadığın biri yoktu.

Buradan, şimdi oturmuş sana bu mektubu yazdığım büromun önünden yürüyerek 5-6 dakikada işyerine gidiyordun. Hayatın şaşılacak kadar sade ve plânlıydı. Cep telefonunu evde bırakıyor, her gün aynı güzergâhı kullanıp işe gidiyor, aynı şekilde dönüyordun.

15 Şubat’ta da aynı şekilde gitmiş, çoğu zaman olduğu gibi işten çıkışta kendine bir tavuk döner almıştın. Seni çok iyi tanıdığı için lokantada çalışanlar, babana kamera kayıtlarını gösterdiler.

Saat tam 22.01’de içeri giriyor, 22.03’te yemeğini almış, çıkıyorsun. Ama kucağında bir pelüş oyuncak ayı var.

Trabzon’un en ışıltılı yeri. Maraş Caddesi. Baban her zaman olduğu gibi seni 22.15 gibi evde bekliyor. Lokantadan sağ tarafa, eve doğru döneceğine neden sola döndün?

Baban sen her zamanki saatte eve gelmeyince endişeye kapıldı hâliyle. Gecikmen de normal değildi. Tam seni aramak için polise veya iş yerine gidecekti ki -kararsızdı- telefonu çaldı. Saat 22.48. Arayan polisti. Kayalıklara bıraktığın eşyalardan kimliğine ulaşılmış.

Lokantanın tam önünden süre tutup yürüdüm. Ortalama 8 dakikada o caddeyi bitirip sola, Gazipaşa Caddesi’nden aşağıya, Ganita sahiline iniliyor.

Kayalık bölgeye kadar her yerde kamera var. Tek kör nokta kayalıklar ve senin o kör noktadan kendini denize attığın, yani intihar ettiğin iddia ediliyor. Kayıtlara öyle geçmiş. Ama ölümün şüpheli görüldü ve otopsi raporu için Adli Tıp’a gönderildin. Sonrası rutin prosedür.

Bedenin, işgal ve talan edilmiş ülkene gönderildi, orada toprağa verildin. Allah rahmet eylesin. Çok üzgünüm.

Minik bedenin, kuş kadar tüketiminle 8 milyar insanın yaşadığı bu devasa dünyaya pekâlâ, pekâlâ sığabilir, cıvıltılar içinde yaşayabilirdin. Hayattan pek bir şey istediğini sanmıyorum. Yaşamak, bir ağaç gibi, yaprak gibi, çok değil.

Sen de duymuşsundur belki, bu ülkedeki büyüklerin dilinden düşmezdi, biz “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”. Şimdi ise, “bir garip ölmüş diyeler.”

Otopsi raporun henüz çıkmadı. Bir iki ayda gönderilir, deniyor.

27 Şubat’ta anne babanı ve de ablanı alıp Trabzon Adliyesi’ne gittim. Senin dosyanla ilgilenen savcıyla görüşmek istedim. Savcı kâtibi “Avukat bey, ben önden bir görüşeyim kendisiyle.” diyerek odasına girdi. Ben kapıda bekledim. Savcı bey talebimi kabul etmedi. Kapısından çevirdi. Yanlış anlamanı istemem, şahsımla ilgili bir durum değil, kimin geldiğinden bağımsız, savcı beyin bir prensibiymiş. Her neyse…

Dosyanı inceledim. Savcı, şehrin göbeğinde onlarca işyerinin önünden geçip gittiğin saat aralığına ilişkin kamera kayıtlarını Emniyet’ten talep etmemiş. Öyle ya, nereye gittin, yanında biri var mıydı, kız başına, çocuk olarak kış vakti, o soğukta o karanlık kayalıklara nasıl gittin, arkandan biri geldi mi, insan merak eder değil mi?

Savcı bey unutmuş olmalıydı iş yoğunluğundan. Ben bir talep dilekçesi verdim bunun için. Sağ olsun, savcı, Emniyet Müdürlüğü’ne talimat verdi.

Çok merak ettiğimiz bir husus daha var. Neden montunu, çantanı, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp, kayaların üzerine bıraktın?

Kışın hava soğuk, Karadeniz dalgalı olur. Islak ve karanlık ve yamuk yumuk kayaların üzerinden seke seke 10 metre kadar yürümen gerekmiş olmalı. Çıplak ayaklarla kayıp düşmekten korkmadın mı? Bunlar 16 yaşında bir ana kuzusunun yapacağı şeyler mi, bilemedim.

Dünyada milyonlarca mülteci var. Sen, şanslılar arasında bile sayılırsın aslında. Anne baban ve 3 kardeşinle birlikte, sıkı aile bağları içinde yaşıyordun burada.

Henüz çocuk yaştaydın, ki çocukların yaşama enerji ve iştiyakı fıtraten yüksektir. Kendine yemek alman ve az önce yemen doğal olarak yaşama isteğine delalet ediyor.

Kucağında taşıdığın oyuncak ayının anlamı neydi peki?

Hayır, ailene teslim edilen eşyalar arasında yoktu o. En son lokantadan çıkarken kucağındaydı. Onu ne yaptın? Birine hediye etmek için mi aldın yoksa yanında mı götürdün?

Ha, az kalsın unutuyordum. Ablan söyledi. 16 şubat öğle saatlerinde polis senin eşyalarını ailene bir poşet içinde teslim etmiş. Bunlar delil niteliğinde eşyalar olduğu için muhafaza altında tutulmalıydı.

Anlaşılan polis ve savcı seninle ilgili peşinen hüküm vermiştiler, gerisi prosedürdü.

İntihar ettiğine ilişkin somut bir delil yok, cansız bedeninin bir saat sonra soğuk sulardan çıkartılmasından başka.

Savcılığa dilekçe verdim, geride bıraktığın eşyalar muhafaza altına alınsın diye. İçin rahat olsun, olayın aydınlatılması için elimden geleni yapıyorum. Olayı eşimle dostumla istişare ediyorum, arkadaşlara danışıyorum, atladığım bir nokta var mıdır diye soruyorum.

Telefonunda bir mesajlaşma, sıra dışı bir konuşma yok. Çantandan küçük bir seccade, bir tespih bir de  üç aylara girdiğimiz için okunacak bir duayı yazdığın mahzun bir kağıt parçası çıkmış. Başka da bir şey yok. Ser verip sır vermemişsin. Açıkçası, ketum bir çocuksun! Geride bir bilmece bıraktın. Bilmeceler de bilinemez genelde, ilkokul düzeyi değilse.

Üzerine yersiz yurtsuzluğun, göçebeliğin, mülteciliğin, sürgünlüğün kokusu mu sinmiş ne?

“Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyor şair, öyle mi yani?

Hayat bir serap.

Bakalım, göreceğiz.

Dosyanın akıbeti hakkında seni haberdar edeceğim.

Rabbim muhafaza buyursun.

Mehmet Ali Başaran

Not: E’nin ölümüyle ilgili öngörüsü, düşüncesi, eleştiri veya tavsiyesi, bir okuma veya seyretme önerisi olanlar m.ali.b@hotmail.com adresine yazarak benimle paylaşabilirler. 

Devamını Okuyun

GÜNDEM