Connect with us

Köşe Yazıları

Kumar Bağımlısı İle Röportaj

Yayınlanma:

-

Geçen ay bağımlılıklarla ilgili bir saha raporu yayınlandı. Hazırlayan Osman Atalay, yayınlan İHH İnsani Yardım Vakfı idi. Rapora göre internet sayesinde yaygınlaşan kumar, tehlikeli boyutlara ulaşmış. Türkiye’de 2 milyon sanal kumar bağımlısı var. Evet, dile kolay, iki milyon. Kumar sanal ama yol açtığı yıkım, kararttığı insanlar ve hayatlar gerçek.

İsveçli sanal kumar şirketlerinin gelirlerinin 1/4’ünü Türkiye’den elde ettiği biliniyor. Aynı şekilde, dünyadaki 5 milyar dolarlık kumar gelirinin %2.5’i de Türkiye’den elde ediliyor.”

Genç nüfusu ile 82 milyonluk Türkiye ulusal ve uluslararası kumar şirketlerinin ağzını sulandırıyor. Haram olduğu ve insanları mahvettiği şüphesiz bir illet kumar. Türkiye’de meşruluğu ve kolay ulaşılırlığı ile büyük bir tuzak olarak önümüze serilmiş bir halde 7/24 kurbanları bekliyor.

İleri düzeyde bir ihmal ve vahamet söz konusu. 8 yılını kumar bağımlısı olarak debelenmekle geçirmiş, dibine kadar “batmış” bir insanın yaşadıklarını okuyacağınız bu röportaj tehlikenin yakınlığını, boyutlarını ve olası neticelerini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Halen “böyle şeyler benim ve çocuğumun başına gelmez nasıl olsa” düşüncesinde olanlar varsa sıkı dursunlar! (zira bu da bir kumar.)

Anlatılanlar bu ülkede geçen, bizim çocuklarımızın, arkadaşlarımızın, evlatlarımızın yaşadığı, pekala yaşayabileceği, yıkım dolu hikayeler.

Röportaj, sizi okumaya değil ibret almaya ve harekete geçmeye çağırıyor.

Kumara ilk ne zaman, nasıl başladınız?

Çevresi tarafından örnek gösterilen, az çok tanıyan herkes tarafından en yalın hali ile ‘iyi, dürüst’ insandır diye bahsedilen ‘ben’den, patolojik kumar bağımlısı teşhisi konulan ‘ben’e giden bu talihsiz yolun sonunda ben de durup derin bir muhasebe yaparak bu soruyu kendime sormuştum: ’Sen bu illete nasıl bulaştın? Nasıl bu hallere düştün?”

Hiç kimse sabah kalktığında bir anda kumarbaz olarak uyanmaz. Uçuruma giden bu ateşli yolun taşlarını yavaş yavaş sen ve çevren birlikte döşersiniz. Küçücük bir taş, bunu atsam ne olacak, derken dönüp baktığında arkanda kocaman bir yol inşa etmişsin. İşte tüm bu muhasebeleri yaparken fark ettim ki, o zamanlar her ne kadar masumane bir eylem olarak gözükse de ben kumara çocuklukta başlamışım.

Çocukken çok hırslı olduğumu hatırlıyorum. Mutlaka kazanmalıydım. Mahalle maçlarında, uzun eşekte, miskette, tasoda mutlaka kazanmalıydım. Tadında hırs iyidir ama aşırısı ileride başına ne işler açar, tahmin edemezsin.

Masumane çocuk oyunlarımızı kumara çevirmişiz, haberimiz yok o zamanlar. Çocukluğumuzun meşhur sporcu kağıtlarını bilirsiniz. Parayla alıp biriktirirdik. Sonra mahalledeki çocuklarla ‘kalmasına’ oynardık. Yenen tüm kağıtları alırdı. Bazen herkesi yener, ceplerim fışkırırcasına sporcu kağıtları dolu şekilde eve gelirdim. Benden mutlusu yoktu. Tabi bazen de cepler bomboş gelirdik, üzüntüden ağlayarak. Aynı yöntemi misketler ile yapardık. Şimdi düşününce birisi de çıkıp ‘bu yaptığınız çok yanlıştır çocuklar’ demeliydi. Kimse bir şey söylemedi. Kolasına maçlar kıran kırana geçerdi. Kaybeden kolayı alırdı.

Ergenlikten sonra kahve hayatı. Okey oynamalar. Masasına. Kaybeden masadaki hesabı öderdi. İşler ilerleyince sigarasına falan… O zamanlar basit bir eylem gibi gelirdi ancak şuan baktığım yerden, bunlar kumarın kralıymış meğer.

İşte bunlar kumar bağımlığına giden yolda döşediğim küçük taşlardı. ‘Resmi’ anlamda kumara başlamam çoğu insan gibi iddaa ile oldu. Maç sonuçlarını tahmin ederek para kazanma ve büyük çoğunlukla para kaybetme. Bir liralık kupon, beş liralık kupon, on liralık kupon derken, binlerce liralık kuponlara uzanan bir yol. Esas tam anlamı ile kumarbaz olduğum dönem yasadışı diye tabir edilen siteler ile tanışmam oldu. Orada kumarın her türlüsü vardı. Canlı casinolarda sınırsızca para yatırıp dakikalar içinde büyük miktarlar kazanıp kaybedebiliyordun. Hayatımı tersyüz eden de bunlar oldu.

Başlarken nasıl bir duygu ve düşünceye sahiptiniz, hatırlıyor musunuz?

İnsan, hayatında büyük sevinçler yaşayabilir ama bu genelde çok seyrek olur. Yani her gün büyük sevinçler yaşamazsınız. Ya da büyük heyecanlar, acılar, heyecanlar, üzüntüler, mutluluklar… Bir müddet sonra kumarı para için oynamadığımı fark ettim zira yüksek miktarlar kazansam bile parayı çekmiyor daha yüksek miktarlar oynayarak heyecanı katlamak istiyordum. İyi sayılabilecek bir gelirim de vardı. Kendi yağımda kavruluyordum. Ben kumarı tüm bu duyguları yaşamak için oynuyordum daha çok. Saniyeler içinde büyük heyecanlar, sevinçler, mutluluklar, üzüntüler, acılar yaşayabiliyordun. Dakikalar içinde bu kadar farklı duyguları bir arada yaşayan beyin bir süre sonra sınırı aşarak doyumsuzluğa doğru ilerler ve hata vermeye başlar. Artık mutlu olmam için kumar oynamam gerekiyordur ya da acı çekmek için. Gülmek için, ağlamak için…

Bağımlı olduğunuzu fark etme, bunu kabullenme süreci nasıldı?

Uzunca bir süre bağımlı olduğumu düşünmedim, kabul etmedim. Nihayetinde kendi isteğimle oynuyordum. Bunu bırakamayacak ne vardı ki? Kumarla dolu dolu geçen 8 senenin sonunda şöyle bir durup arkamda bıraktığım enkazın farkına varınca, dahası farkındaydım ama acısını iyiden iyiye içimde yaşayınca durumun vahameti ayan beyan ortaya çıktı. Geride büyük bir yıkım bırakmıştım.

-Kumara harcanan yüzbinlerce TL para

-Her genç kız gibi nice hayallerle evlenen, benim yüzümden hayatı tarumar olan, gün aşırı gözyaşı döken, bir umut, kurtulacak bu işten diye bekleyen vefakar bir eş

-Baba, baba diye haykırarak boynuma dolanan, 7 ve 4 yaşlarında dünyalar güzeli, masum kızım ve oğlum.

-Her telefon çalışında “acaba oğlumdan yine kötü bir haber mi geldi, yine mi kumar oynadı” diye yüreği mütemadiyen pır pır atan, gözündeki yaş artık kalıcı makyajı olmuş, yine de “oğlum, oğlum” diye feryat eden bir ana.

-Kendi babasının ölümünde dahi ağlamayan, yapmış olduğu onca rezilliğe rağmen “oğlumu kurtarın” diye gözünden yaşlar akıtan bir baba.

-Kahramanları olan abilerinin düştüğü durumdan bitap olmuş kardeşler

-Türlü sözler, türlü yeminlerden sonra aynı pisliğe bulanan ben

-Yerle bir olmuş itibar, güven, saygı

-Türlü türlü rezillikler

Nasıl oldu da bu devasa acıları hem kendim yaşayıp hem çevreme yaşatırken hâlâ ‘ben’ olarak kalabilmiştim?

Bu rezillikleri bastırmak için çeşitli reçetesiz antidepresanlar kullanıyordum. Bu da yaşadığım acıyı, pişmanlıkları sözde hafifletiyordu. Artık yeter deyip kullandığım reçetesiz ilaçları kesince, işte geride bıraktığım tüm bu enkazın acısını iliklerime kadar hissedebildim. Hissedebildim diyorum çünkü kullandığım ilaçlar bana bunları hissettirmiyordu. 14 gün ölüm döşeğindeki yatalak bir hasta gibi yataktan çıkamadım. Her an bunları düşündüm.

Sizdeki değişim her geçen gün farkında olmasanız da etrafınıza yayılmıştır. Çevrenizdeki insanlardan nasıl tepkiler aldınız?

Kumar bağımlılığı sizi tam anlamı ile bir zombiye dönüştürüyor. Normalde çevremizdeki insanlardan görüyoruzdur, küçük şeylerle büyük mutluluk yaşayanlar… Doğa gezisine çıkar, kuşlar, böcekler, ağaçları müşahede eder, içini bir huzur, sevinç kaplar. Kitap okur. Okuduğu kitap üzerine derin düşüncelere dalar, mutlu olur. Resim yapar, içini bir mutluluk kaplar. Bir yazı yayınlar, tarifsiz bir heyecan yaşar. Spor yapar, sağlıklı yaşar, sevinç duyar.

Bu ve benzerleri ‘olağan’ insana bahşedilmiş nimetler. Kumar bağımlısı olarak bizler bu nimetlerden men edilmiş gibiyizdir. Yasak elmayı yedik ve cennetten kovulduk. Küçük, basit, masrafsız işlerle mutlu, mesut, sevinç içinde yaşama cennetinden…

Tüm bu duyguları yaşayabilmek için kumara başvurmak kadar lanetlenmiş başka bir eylem yoktur. Daha önce söylediğim gibi, onlarca insanın abisi, kahramanı iken, aynı insanların sana acıyan gözlerle bakması kadar elem verici ne vardır?

Mutlu mesut, şen şakrak olarak bilinen ben, kumardan sonra nemrut, aksi, içine kapanık bir insana dönüştüm. Bağımlılığın kaçınılmaz dostu yalan… Yalan üstüne yalan…. Yalancının teki olup çıkıyorsunuz. En yakın dostunuza dahi yalan söylüyorsunuz. Ne acı bir yere çakılma!

Tüm bunlara rağmen hala yanınızda size yardımcı olmaya çalışan 1-2 dost varsa size ne mutlu. Onlara dört elle sarılmalı. Ben yine de bu konuda şanslı sayılarım. Tüm bu olanlara rağmen 3-5 yakın dostum ve ailem benden asla yüz çevirmedi. Dostlarım beni anlayışla karşıladı ve kurtulabilmem için ne gerekiyorsa yapmaya çalıştılar.

Bağımlılıktan kurtulmak için ne gibi yollara başvurdunuz?

İlk başlarda tek başınıza kurtulmaya çalışıyorsunuz ama nafile. Kumardan kurtulmak tek başınıza üstesinden gelebileceğiniz bir durum değil. Çok kez söz verdim, kutsallarım üzerine ant içtim ancak olmadı. Yine oynadım. Eşim, “ayrılırım” dedi, yine oynadım. Annem “yeter artık öldüreceksin beni” dedi yine oynadım. Babam, ömründe ilk kez benim için ağladı yine oynadım. Çoluğun çocuğunu düşün dediler, yine oynadım. Öyle sessiz feryatlar, çığlıklar kopuyordu ki içimden; sesimi duyan yok mu? Kurtarın beni?

Akif’in dediği gibi; ‘Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum/ Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”

Aile, yakın dostlar insanın yurdudur. Ben de yurda başvurdum. Ailem zaten durumu biliyordu. Dostlarıma gittim tek tek. Durumumu anlattım. Her şeyi itiraf ettim. “Ben çok ağır kumar bağımlısıyım” dedim. İtiraf edince öyle rahatlıyordu ki insan… Kimse sizi dışlamıyor, dışlamayacak. Herkes yardım elini sonuna kadar uzatacaktır. Bizim mayamızda bu var.

Kalktım İstanbul’a gittim. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıklarına bağlı BADEM (Bağımlılık Danışma Ve Eğitim Merkezi) var. Oraya başvurdum. Bizler gibi onlarca kumar bağımlısının başvurduğu bir merkez. Psikolog ve psikiyatrları ile size yardımcı olmak için elinden geleni yapmaya hazır olan doktorların olduğu bir merkez. Mutlaka başvurmalısınız. Hangi ilde olursanız olun. Uzaktan video görüşme ile de terapi yapıyorlar. Psikoloğum, ailem, dostlarım ile kuvvetli bir cephe oluşturduk ve halen mücadelemiz devam ediyor.

Bir rivayete göre Türkiye’de kumar yasak. Öte yandan kumarı Milli bir kimliğe bürüyen Milli Piyango var, at yarışları var, online kumar oynama imkanı artık akıllı telefonlarla 7/24 gençlerin, çocuk yaştaki insanların elinin altında. Futbol gibi devasa bir endüstri kumar şirketleri ile adeta sarmaş dolaş. Kumar denen illetle yıllarca mücadele etmiş biri olarak ülkenin içinde bulunduğu bu hali nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bildiğim kadarıyla Türkiye’de kumarhaneler 1998 yılında tamamen yasaklandı ve kapatıldı. Bu kararın alınmasında kumar yüzünden sönen gençlikler, yıkılan yuvalar, mafyalaşan kumarhaneciler arası cinayetlerin yoğun bir kamuoyu baskısı oluşturması önemli bir rol oynadı. Ama bir yandan da milli piyango, spor toto, at yarışları ve son dönemlerde artan spor bahisleri faaliyetlerine resmi olarak ve aralıksız bir şekilde rağbet devam etti.

Teknolojinin gelişmesi ile de kumarhaneler olduğu gibi internet ortamına taşındı ve telefonundan rahatlıkla girip para yatırarak canlı casinolarda dilediğince vakit geçirebileceğin sanal mekanlara dönüştü. Bu gibi yerler yasadışı yerler olarak adlandırılıyor. Bu yasadışı siteler mantar gibi çoğalarak milyar dolarların döndüğü dev bir endüstriye dönüştü. Devlet bunlarla mücadele ediyor ama yetersiz. Bir türlü önü alınamıyor. Detaylı olarak yazmak isterim ancak uzatmak da istemiyorum.

Burada devletin mücadelesi kumar ile değil. Kumardan kaynaklanan devasa bütçenin devletin kasasına girmemesiyle ilgili. Yakın zamanda milli piyango özelleşti ve kurumu iktidara yakın Demirören grubu aldı. Derhal piyango çekilişlerini neredeyse haftanın her gününe yaydılar. Alımlı sunucularla çekilişleri canlı yayın prime time da yayınlamaya başlayarak bu durumu milletin gözüne soktular. Esas, daha da vahimi, tamamen yasak olan casino slot oyunlarını, kazı kazan adı altında oynatmaya başlamaları. Buralarda saatlerce vakit geçirip sınırsız şekilde para harcayabiliyorsun.

Muhafazakar olarak adlandırılan medyadan çıt çıkmadı. Kimse iki kelam edemedi. Nihayet geçenlerde Hıncal Uluç, Sabah’taki köşesinde durumu gözler önüne serdi ve sert bir şekilde eleştirebildi. Merak edenler Google’dan araştırabilir.

Sanki kumardan binlerce aile perişan olmamış, gençler diri diri mezara girmemiş gibi, bizler ne kadar uzaklaşmaya çalışsak da, her türlü reklamla beyinlerimiz saldırıya uğruyor. En yüksek perdeden isyan etmesi gerekenler susuyor çünkü kumarı oynatanlar ‘bizden’. Sigara, uyuşturucu, alkol karşıtlığının kırıntısı kumara karşı gösterilmiyor. Sebep, sektörde dönen devasa para.

‘Paranın rengi, dini olmaz’ demişti Cumhurbaşkanımız. Dindar medya bu haberi sitelerinde ‘paranın rengi olmaz’ diye verdi. ‘Dini’ kısmını haber başlığında sansürlediler. Benim bildiğim, Müslüman için paranın dini olurdu. Haram para ve helal para.

Her türlü kumar ayaklarımın altındadır, lanet olsun oradan gelecek paraya, denilerek, kumar bu topraklardan silinip atılmalıdır.

Bu röportaj vesilesiyle sesinizi duyacak insanlara neler tavsiye edersiniz?

İlk sözüm anne babalara… Çocuğunuzun davranışlarını gözetim altında tutunuz. Bağımlılığa giden yolda ilk tohumlar belki de çocuklukta atılıyor. Önemsemediğiniz çocuk davranışlarının ileride hangi çığlara dönüşebileceğini tahmin bile edemezsiniz.

Bahis, kumara giren her türlü eylem, büyük küçük demeden, anında ciddi bir şekilde müdahale edilmesi gereken konulardır.

Kumar bağımlısına “sen bu işten kurtulmak istiyor musun” diye sorulmaz. Zira, karşında alevler içinde yanan bir insan gördüğünde, “heyy kurtulmak istiyor musun” diye sormazsın. Derhal müdahale için atılırsın. Kumar da aynen böyledir.

Bir TL’lik kupon yapan bir genç gördüğümüzde, sorgusuz sualsiz atılmalıyız ve yaptığının ne kadar büyük bir hata olduğunu vurgulamalıyız. Geldiğim noktada benim için kumarın büyüğü küçüğü yok. Var mısın iddaya, şu kazanacak gibi masum görülen eylem dahi benim için kocaman bir canavar. İşin hangi boyutlara varabileceğini yaşayarak gördüm çünkü.

Asla kendinizi yalnız hissetmeyin. Binlerce insan bizim gibi bu illetten kurtulma peşinde. Bu yolda beraber yürüyebiliriz. Benimle şuradan (kumarsizyasam@gmail.com) iletişim kurarsanız daha detaylı tavsiyelerde bulunabilir ve sizlere günlük reçete verebilirim.

Tüm arkadaş, dost, aile, çevrenizi durumunuzdan haberdar edin. Büyük destek göreceksiniz.

Aynı hayatı yaşayarak farklı sonuçlara ulaşamazsınız. Hayatınızda köklü değişikler yapın. Yeni hobiler edinin. Kesinlikle kumar oynayan bir çevreniz varsa bunlarla iletişimi tamamen kesin. Size bir şeyler katabilecek arkadaşlarınız ile daha fazla vakit geçirin ve asla içinize kapanmayın.

Kumar borcunu kumar ile kapatmaya çalışmayın. Olan oldu, giden gitti. Bu gün bıraktığın anda kâra geçmeye başlayacaksın. Bankaya çok borcunuz varsa yapılandırın. Gerekirse bir süre ödemeyin. Kara listeye girin. İnanın bu durum kumardan daha hayırlıdır!

Kumar bağımlısı bir yakınınız dostunuz varsa kesinlikle nakit para vermeyin. Ona kötülük yapmış olursunuz zira verdiğiniz para ile ya kaybettiklerini kazanmaya çalışacak ya da eski bir borcunu kapatarak yeniden borçlanabilmenin önünü açacaktır.

Kültürel, sanatsal etkinliklere zaman ayırın. Bir kitap kulübüne üye olun, gidin okuduğunuz kitabı tahlil edin. Çok büyük bir terapi.

Unutmayın, içinizdeki bu canavar belki de hiç ölmeyecek ancak bizler derince bir mezar kazıp bu canavarı oraya gömeceğiz. Çıkmaya çalıştıkça üzerine toprak atacağız. Yukarıda bahsettiğim her bir eylem bir kürek topraktır. Mezarda canlanmaya çalıştıkça, siz her gün üzerine toprağı atacaksınız ta ki iyice boğulup hareketsiz kalsın ve “ben asla buradan çıkamayacağım galiba” deyip ölüm uykusuna yatsın.

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Ulus Devlet Kiminle Barışır?

Yayınlanma:

-

Tarihi anlara tanık olduğumuzu düşünmüyorum. Silahların epik bir sinema sahnesindeki gibi yakılışı; barış sürecinin devletin muktedirlerince coşkulu karşılanması şunu unutturuyor: Hâlâ bir ulus devlet gerçeğini yaşıyoruz.

Üstelik bu gerçekliği, modernliği aşarak ulaştığımızı düşündüğümüz bir zamanda, postmodernliğin eşiğinde yaşıyoruz. Bir yanda “ulus”ların da dahil olduğu bütün o eski ve büyük anlatılar parçalanırken diğer taraftan da iktidarlar için en önemli “noble lie”1 olma özelliğini koruyor.

Bu, yalnızca modernlikten postmodernliğe geçişin karakteristik özelliği olan birçok ideolojik ve toplumsal gerçekliğin aynı anda ve çelişkili biçimde yaşanmasına, yani bir tür süperpozisyon hâline işaret etmiyor. Aynı zamanda, ulus-devletin gerektiğinde kahredici gücünü kullanabilirken yeri geldiğinde ise bir süreliğine geriye itilebildiği bir siyaseti normalleştiriyor.

Türkiyelilik…

Bu durum şu gerçeği ortaya koyuyor: Artık yalnızca -Orwell’in 1984 romanındaki gibi- geçmişin, siyasi pozisyonlara göre yeniden kurgulanmasına tanık olmuyoruz. Bugünün gerçekliği de değişken, kaygan ve sürekli yeniden kuruluyor. Bunun tipik bir örneği var: “Türkiyelilik”.

Türkiyelilik ifadesini ilk kez kullananlardan Jöntürk Tunalı Hilmi.

1900’lerin başında bir Jöntürk olan Tunalı Hilmi, “Türkiyeliliği” imparatorluk içinde “Türkçü bir öz” ve ötekinden ayrışma amacıyla kullanmıştı. “Türkiyelilik” kültürel karışımların çok yoğun, üst kimliğin ise din mensubiyetiyle tanımlandığı bir vasattan “ulus” yaratmanın zihinsel hazırlığıydı.

Türkiyeliliği sıklıkla Osmanlılıkla birlikte kullansa da Tunalı Hilmi, iktidarın merkezini bu kavramla belirlemekten kaçınmaz: “Osmanlılık bir kazandır. Onda kaynayan Türkiyeliler değildir; onların haklarıdır. Fakat onu kaynatan ‘Osmanlılık’ ateşidir; onun közcüsü Türkiyeliliktir, Osmanlılıktır; …Türkiye ise Türkiyelilerindir. Nitekim ocağa harç getiren onlardır.”2 Onun bu yaklaşımı, Osmanlıcılık vurgularına rağmen iktidar kaynağı olarak konumlandırdığı Türkiyelilik aracılığıyla bir tür ulus-devlet fikrine odaklıdır.

Fakat aynı kavram 2000’lerin başında artık ulus kimliğinin bir inşacısı olarak değil aksine onu parçalayan bir tanımlama içinde hatırlandı. 2011’de devrin başbakanı Erdoğan “Türkiyeli olmaktan rahatsız değilim!” diyerek eleştirilere yanıt vermek zorunda kalmıştı.3 AB ile görüşmeler ve çözüm sürecinin ilk denemeleri arasında ulus devletin “Türklük”ü sürekli hatırlatıyor olmasına da “Türkiyelilik” kavramıyla çözüm bulundu.

Oysa ne Türkiyelilik ulus devlete ilişkin temel bir tartışmayı içeriyordu ne de Türk devletinin ulus anlatısından vazgeçmek gibi bir derdi vardı! Amaçlanan, ulus devletin kurumsal varlığını bütün gücüyle korurken aynı zamanda daha az görünür olmasını sağlamaktı, öyle de oldu.

Ulus Devlet Barışır mı?

Ulus devletin egemenlik alanı içinde kimseyle iktidarını gönüllü paylaşmayacağını anlamak için kısaca “modern” ve “modern öncesi” ayrımını yeniden düşünmek gerekiyor. Bu tartışmanın devlet tarafındaki ayırıcı farkı, meşruiyetin kaynağı ile ilişkili. Devlet ve birey arasındaki sorumluluk tanımının “modernite” ile birlikte devlet lehine baş döndürücü değişimi, düzene bugünkü boyutunu kazandırdı. Bütün kurumları ve mensubiyetleri yerinden eden yeni devlet düzeninde ‘eski’ye ait ne varsa -özellikle de din- merkezi durumunu kaybetti.

Fransız devrimiyle belirginleşen modern devlet, meşruiyetin kaynağını da içselleştirmiş oldu. İşte Platon’dan Rousseau’ya dek uzanan “kutsal yalan” (noble lie) ya da “sivil din” o günlerde yeniden gündeme gelmesi rastlantı değil. Bugün için düşünecek olursak “sivil din”in işlevini en iyi Rousseau’nun özetlediğini söyleyebiliriz.4 Rousseau, Fransız devriminin ardından “dinsiz bir devlet” olamayacağına ve Kilise’ye de güvenilemeyeceğine göre yeni bir din inşa edilmesi gerektiğinden söz eder. Kilise’ye ilişkin güvensizliğin nedeni iradenin ve iktidarın parçalanmasıdır. Her şey dünyevileşmeli, merkezileşmeli, iktidar bir başka meşruiyet kaynağına ihtiyaç duymamalıdır.5

Kısacası ulus devlet, kadim dinleri tasfiye ettiyse toplumun kılcallarına kadar nüfuz edecek yeni bir anlatıya ihtiyaç, çok daha güçlü biçimde belirir. Küreselleşmenin bütün büyük anlatıları (ulus anlatısını da elbette) yerle bir etmesine rağmen devlet, yapısal olarak varlığını koruduğu için ulus kimliği bu nedenle hâlâ bitiştirici unsur olma vazifesini üstlenmeyi sürdürüyor.

Modernden postmoderne doğru sıçrayışlar, küreselleşmenin bütün insanlığın geleceği için transhümanist bir ufuk içinde gelişimi… Hiçbiri doğumu ve genetik mirası modernliğin içinden gelen devletin var olduğu gerçeğini değiştirmiyor ve evet; eğer devlet varsa yapısal bütünlüğünü modern paradigma içinde koruyorsa ulus-kimlik dışında bir anlatıya dayanması mümkün görünmüyor. Klasiğin, dini mensubiyetlerine dönemeyeceğine ve postmodernliğin devleti, bireyle birlikte ‘gereksizleştiren’ geleceğine şimdiden teslim olamayacağına göre geriye yalnızca tek bir seçenek kalıyor: Ulus kimliği ve ondan sâdır olan ulus devleti korumak.

Seküler Kürt Aklı ve Ulus Devlet

Toplumsal kalkışmaları tek düze ve yekpare bir bakış içinde tanımlamak kolay değil. Genelleme yaptığınızda ise bütün farklılıkları yok sayan, ortak hafızanın tümünü bir bakış açısında sabitleyen kavrayış eksikliği gelişiyor. Ancak yine de özellikle Türkiye’de DEM Parti’nin siyaset pratiğini düşündüğümüzde burada da “seküler ulus aklının” varlığı yadsınamaz.

Modern olmanın bedeli, yeni bir devlet/iktidar olma hikâyesinde ulus bilincini merkeze koymayı gerektiriyor. Günün sonunda eleştirdiğine dönüşme potansiyelini yüklenmiş ulus kimlikler -iktidar ya da değil- aynı ülküyü paylaşıyor.

Modern/ulus devletin en büyük zaferi de burada: kendisine karşı mücadele edenleri de ulus mantığı içinde örgütlenmeye zorlaması! DEM’in temsil ettiği Kürt hareketini de bu noktadan değerlendirmek yanlış değil. Daha doğrusu mücadelesini seküler ve ulus kimlik içinden büyütmek günün sonunda yeni bir ulus devlet dışında bir şey önermiyor. Bu da “barış süreci”nin aslında iki farklı dünya görüşünün birlikte yaşama arayışı değil, aynı paradigmanın içinde iki farklı ulus anlatısının kırılgan bir mutabakat aradığını ortaya koyuyor.

Bu noktada “barış süreci”nin “Türkiyelilik” gibi yanıltıcı olduğunu düşünebiliriz. Ne Tunalı Hilmi’nin ne de Erdoğan’ın Türkiyeliliği, ulus fikrini aşan bir ortak yaşam vaat ediyordu! Osmanlıcılık, Anadoluculuk ve benzeri kavramsallaştırmalar Türk ulus kimliğinin merkezi pozisyonunu değiştirmedi. Hemen hepsinde Türk, “büyük ağabey” olarak yer aldı.

Bugün de olup biten, farklı değil. “Barış süreci” düzenin kendi içinde yeniden dengelenmesi, egemenlik alanlarının paylaşılması ya da en azından bu paylaşımın vaat edildiği bir gelecek kurgusunu içeriyor. Ulus devlet ufku içinde kalmanın ise modern ve ontolojik olarak seküler kalmak zorunda olan devleti tahkim etmek dışında bir anlamı yok.

Ulus devleti aşmadan, ulus kimliğin bir iktidar aygıtı olarak korunduğu vasatta toplumsal barış kazanılamaz. Egemen olanla birlikte iktidara taşınan ulus söylemi ise yalnızca sistemin -farklı ulus kimlikler üzerinden bile olsa- kendini tekrar tekrar üretmesi sonucunu doğuracaktır.

Dipnotlar

1- Noble lie/asil yalan. Platon’dan Rousseau’ya kadar devletin meşruiyetinin inşa edildiği kurgusal bir aldatmacadır.

2- Bir Jöntürk Olarak Tunalı Hilmi ve Siyasi Düşüncesi (Tez), Can Ulusoy, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/44734.pdf

3- https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d24/c001/tbmm24001007.pdf

4- Bu konuda tafsilatlı bir çalışma: Sivil Din, Kemal Ataman, Sentez Yay.

5- J.J. Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” (1762) isimli çalışmasında bu konuda kimi zaman muğlaklaşsa da dinin yeniden inşası ve dünyevileşme konusunda son derece nettir.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti

Yayınlanma:

-

Yazar ve aktivist Harun Özkarakaş’ı Aksa Tufanı sürecinde Ankara’daki Filistin eylemlerinin organize edilmesinde emek veren biri olarak tanıdım. İnsanlar onun eylem alanlarındaki etkili doğaçlama konuşmalarından övgüyle bahsediyorlardı. Direniş Çadırı’nın tüm illerden katılımcılarla Ankara’da BOTAŞ önündeki tarihi eyleminde bizzat buna şahitlik etmiş ve bu tecrübeyi nerede, ne ara edindiğine şaşırmıştım. Bilenler bilir, eylem alanları bazen gerilimlidir. Hele Ankara polisi gibi sert ve yer yer eylemcileri tahrik eden sivil polislerin arasında işiniz pek kolay sayılmaz.

Harun Özkarakaş burada bir kısmını okuyacağınız düşüncelerini Hertaraf’’tan sonra, şimdilerde İslamianaliz haber sitesindeki köşesinde okurlarla paylaşıyor. Sorularıma cevap verirken “gizli” güçlerini (son fotoğrafta da görüleceği üzere) açık etmiş oldu!

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Filistinlilerin meşru müdâfaa hakkını kullanmasına Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Öncelikle sorunun giriş bölümünde bahsetmiş olduğunuz kırılmalar ciddi bir önem taşıyor. Burada yaşanan kırılmaya sahada gerçekçi mücadele veren Filistin dostlarını dahil etmediğimi belirtmek isterim. Düşünce dünyası ve eylemselliği paralel olan kişiler için bir kırılmadan ziyade kararlılık ve ihlasın arttığını düşünüyorum. Geriye kalan, zulmün apaçık hale geldiği bir dönemde kendi bireysel bencillikleriyle hayatına devam eden kişi ve kurumlar için kırılmalardan bahsedebiliriz.

Bilginin küreselleştiği bu çağda kimse “Gazze’den haberim yok” deme lüksüne sahip değil. Bu çerçevede “ben insan olma erdemine sahibim” diyen bir kimsenin, zulmün bu kadar görünür hale geldiği bir dönemde sessizliğe bürünmesi, kitabi veya seküler temelde inandığı hangi hakikat varsa artık ona yabancılaşması anlamına gelir. Aynı şekilde, varoluşunun küresel ortak değerlere dayandığını iddia eden kurumların da etkisizliği hem bağlayıcılık hem de anlamlılık açısından, başta BM olmak üzere bir çok kurumu boşa düşürmüştür.

Nihai olarak bu durum insanın varoluşsal anlamda hayatını anlamlı kılan birçok değerin sorgulanmasıyla ya yeni bir arayışa ya da arayışı da anlamsız görerek tamamen değersiz mekanik bir yığına dönüşmesine neden olacaktır. Belki bu süreçte Filistin dostları olarak ayrı bir sorumluluk da bu alanda üzerimize düşecektir.

Soykırım tablosuna baktığımda ne hissediyorum sorusuyla ilgili de düşüncelerimi belirtmek isterim. Sürecin erken dönemleri için farklı hissiyatlar vardı. Herkesin üzerine düşeni yapması için beklentiler içerisindeydim. Şimdi aradan geçen 20 aylık süreç böyle mi olmalıydı sorusunu akla getiriyor.

7 Ekim başlığı her açıldığında ilk şu cümleyi duyarız: süreci 7 Ekim den başlatmak doğru değildir. Benzeri yorumu tarih belirtmenin dışında diğer konularla ilgili de yapabiliriz. Mesela işgali yalnızca Gazze’den tanımlamamalıyız. Coğrafyada görülen edilgenlik esasında başka bir işgali bize gösteriyor. Siyasi iradesizlik bir başka işgali. Nihayetinde sömürü her yanımızı sarmışken muhatap olduğumuz kutuplaşmalar bir başka işgali. Gazze’nin etrafını saran duvarlardan bahsediyoruz. Belki bu duvarlardan daha uzun soluklu ve geçilmez hale geleni coğrafyamızdaki mezhepçi-ulusçu-kutuplaştırıcı duvarlardır.

Bugün Gazze’deki soykırım ve işgali sürdürebilir kılan etkenlerin hiçbirisi Gazze kaynaklı değildir. Bilakis orada buna karşı kolektif bir mücadele bulunmakta. Soykırım ve işgali bölgenin geri kalanında görmüş olduğumuz edilgenlik, kutuplaşmalar sürdürülebilir hale getiriyor.

Ak Parti iktidarı sonrası Türkiye’de adeta “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” patlaması yaşandı. Bu minvalde sayısız STK kuruldu. Geniş mi geniş imkân ve insan kalabalığına sahip bu yapılar Gazze’de soykırım olurken iyi bir imtihan veremediler ne yazık ki. Bunu bekliyor muydunuz? Sebepleri üzerine neler söylemek istersiniz?

STK kavramının açılımında ilk kavram sivil kavramıdır. Bahsi geçen çoğu yapının bu sivilliği tartışmalıdır. Toplumsal alandaki çalışmalarda, kamu iştiraki veya yarı özel şirket gibi iktisadi alanda devletin dahlini belirten kavramlar doğrudan bulunmuyor. Ancak iktisadi alandaki devlet ortaklığından fazlası bahsi geçen STK’larda bulunuyor diyebiliriz.

Mesela Türkiye’nin etki kurmak istediği, hinterland haline getirmek istediği coğrafyalara bakalım… Buralarda belki birçok devlet kurumundan önce Türkiye’de kitlelere hitap edebilen soruda bahsi geçen geniş imkanlara sahip STK’ları görürüz.

Ülke dışında bu yapılar doğrudan devlet için kamu diplomasisi süreçlerini yürütür ve devletin anlatılarıyla hareket eder. Gazze meselesini de yine devletin anlatılarıyla ele alan bu yapılar elbette ki iyi bir imtihan veremezler. Açıkçası soykırımın ilk günlerinde de bu durumu görünür kılan birçok örneklik yaşandı. İsrail’e yaptırım ve kurulan ilişkilerin kesilmesinden çok, tıpkı hükümetin yaptığı gibi hamasi bir söyleme hapsettiler eylemselliklerini.

Bu yapılar yurt dışında olduğu gibi yurt içinde de bağımsız anlatı ve varoluşa sahip olmadığından hükümetin arzusu ve beklentisi dışına çıkma iradesini göstermediler/gösteremediler. Ondan dolayı Filistin dostları bu tip yapılardan yüzlerini çevirip kendi insiyatifleriyle çaba içerisinde olmalılar.

Belki bu konuda İslami camianın sözüne kıymet verdiği bir kesim hocayı da konuşmamız gerekiyor. Haklarını teslim etmemiz gereken elbette hocalar vardı bu süreçte, onları ayrı tutarak bir eleştiri sunmak istiyorum. Hitap ettikleri kitlelere yıllarca “Filistin davamız”, “Kudüs kıblemiz” diyerek motivasyon oluşturan hocaların devlete karşı “İsrail’e yaptırım” konusunu dile getirmede ne kadar düşük motivasyona sahip olduklarını gördük.

Bugüne dair yapılacak işleri terk edip, “Kudüs’e bayrak dikeceğiz” masallarıyla kitlelerini uyutmaya devam ettiler. Alimliğin en önemli vasfı cesaret ve hakikati dile getirmek iken burada ana roller terk edilip korkaklık ve masal anlatıcılığı rolüne büründüler. Türkiye de Filistin konusunda gerekli sınavın verilmemesinde yarı özel STK’ların rolü olduğu kadar bu hocaların da bir rolü olduğunu düşünüyorum.

Bu süreçte ortaya çıkıp insiyatif alan birçok yeni, küçük oluşumun adını duydu Türkiye. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’nın en başından beri içindesiniz. Direniş Çadırı nasıl doğdu? Görev bölümü içinde siz nasıl bir gayreti sırtlandınız?

Direniş çadırı esasında şu ana kadar bahsi geçen eleştirilerin çoğunu yapan kişilerin çıkış yolu olarak ortaya koyduğu bir anonim çağrı. Direniş Çadırı’nın 30’dan fazla şehirde eylemsellik üretme süreci tahmin edilenin tersine herhangi bir zorluk barındırmadı. Var olan irade bir bütünlük oluşturularak daha görünür hale geldi.

Karizma siyaseti kaygısıyla var olan çalışmaların büyütülerek efsun oluşturulmaya çalışılmasını şahsen doğru bulmuyorum. Bu ve benzeri çabaların ortaya konması önünde engelleyici olabilecek bir yaklaşım. Direniş Çadırı çok basit bir şekilde doğdu ve devamlılığını sağladı. Olması gereken de buydu. Kıymetli olan Direniş Çadırı’ndan çok, Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iradedir. Bu irade bugün bir isme yarın başka bir isme sahip olabilir. Önemli olan bu iradenin toplumsal tabanda yaygınlaşmasıdır.

Direniş Çadırı’nın ilk eyleme çağrı süreciyle ilgili küçük bir hatıramı paylaşmak isterim. Bir kısmı da şu anda Direniş Çadırı’nda koşturan arkadaşlarımızla “İslami camia Gazze için daha fazla ne yapabilir? Bizler bu süreçte direnişe nasıl bir destek sağlarız?” kaygısıyla istişarelerde bulunurken, bu süreçten haberdar olan bir abimiz aramıştı. Aron Bushnel’i örnek vererek bir şeyler yapılması gerektiğini dile getirmişti. Esasında yakınarak, adam kendisini feda etti bizler de bari yaşadığımız ülkeden devam eden ticaretin durdurulması için elimizden geleni yapalım demişti. Bu çerçevede o günlerde açıktan devam eden İsrail’le ticaret meselesine karşı kitlesel bir eylemi organize etme teklifinde bulundu. Bu teklifin geldiği günlerde bir başka abim de “Kocaeli’nde eyleme çıkacağız siz de Ankara da çıksanız, İstanbul’da da eyleme çıkan arkadaşlarımız var” demişti.

Bu diyaloglar neticesinde bir şehirde toplanıp kitlesel eylem yaparak devamlılığı zor olan bir sürece girmektense sürekli şekilde birçok şehirde eşzamanlı eylem yapılması fikrine varıldı. Esasında yaptırım eylemleri için yeni bir fikir üretilmedi. Bu fikir birçok şehirde birçok kişi için belirgin hale gelmiş ancak kıvılcım bekleyen bir meseleydi.

10 Mart’ta çağrıya çıkalım, sizler de müsait misiniz” sorusu esasında bu kıvılcımın kendisi oldu. “Biz de eyleme çıkacağız” diyen her kişi bir başka şehirdeki arkadaşını arayarak bu sürece dahil etti. Belki Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iki kritik meseleden bahsedecek olursak; biri Aron Bushnel’dir, diğeri “biz Kocaeli’nde yaptırım temalı eyleme çıkıyoruz siz de çıkabilir misiniz” diyen iradedir.

Görev bölümü kısmıyla ilgili şunu söyleyebilirim. Direniş Çadırı’nda herhangi bir görev dağılımı bulunmamakta. Merkezi bir yapısı da olmadığından işler istişare ile yürür. Yer yer eylem duyuruları için bir arkadaş şehirleri arar bir diğer arkadaş da duyuru çalışmasını yapar. Direniş Çadırının var olma süreci ve işleyiş süreci yatay yapıdadır.

7 Ekim 2023 ila Direniş Çadırı olarak ilk eylemi gerçekleştirdiğiniz 10 Mart 2024 arasında geçen 6 ayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Heba veya israf edilmiş bir zaman mı Filistin Mücadeleniz içinde?

Bu 6 aylık süreçte Ankara’daki farklı eylem süreçlerine dahil olmakla birlikte kendi arkadaş çevremizle de İsrail diplomatların istenmeyen kişi ilan edilmesi ve ticaretin kesilmesi için birkaç eylem yapmıştık. Pek görünürlüğü olmamakla birlikte daha sonraki eylem süreçlerimiz için bizlere tecrübe sağladı. Kendi kişisel hikayemde ayrıca Gazze temasıyla eylemlerin içeriği ve yapısı üzerine, Türkiye de sivil toplum ve İslamcılık üzerine yazılar kaleme almıştım. Tüm bu süreçler şu anda hala devamlılığı olan Direniş Çadırı eylemleri için kendi tecrübemde hazırlık boyutu taşıdı aslında. Bu eylemsellikler olmasaydı israf edilmiş veya heba edilmiş olarak değil de eksikliği olan bir sürecin içerisinde olduğumu hissederdim. Direniş Çadırı tecrübesi bu eksikliği doldurdu.

Sizce Türkiye’deki Filistin Mücadelesinin bu süreçte elde ettiği kazanımlar oldu mu? Baktığınızda, limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık halen. İsrail ile ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye halen. Daha geniş bakacak olursak, sizce Aksa Tufanı sürecinde Türkiye’de kazanan ve kaybedenler kimler?

Devam eden bir sürecin içerisindeyiz. Şu ana kadar en büyük kaybı yıllarca tabanına “Filistin’in hamisiyiz” söylemini kuran hükümet yaşadı. Önemli bir durum olarak anlatıları boşa düştü. Hemen yanında diğer büyük kaybeden de ana muhalefet oldu. Soykırımın göbeğinde olan halkı konuşmak yerine Hamas’a terörist ithamında bulunmak ve bunu tekraren dile getirmek ana muhalefetin en büyük hatasıydı. Birçok yaptırım başlığında -hiç konuşmadılar demiyorum- gerekli iradeyi gösteremediler.

Ekonomik alandaysa sosyal sorumluluk projeleriyle kendilerini şirin gösteren birçok şirketin soykırımla ısrarlı bir şekilde nasıl ilişkisine devam ettiğini gördük. Yarın çıkıp, herhangi bir duyarlılık açıklaması yapsalar ne kadar inandırıcı olur? Başta SOCAR olmak üzere tüm işbirlikçi şirketler kaybettiler. Daha da kaybedecekler.

Toplumsal alanda kaybedenler için daha önceki sorularda bahsi geçen STK’ları dile getirebiliriz. Kendi tabanları dahi hamasi söylemlerinden bıkıp farklı insiyatiflerin eylemlerine katılmaya başladılar. Aradan bir yıl geçtikten sonra soykırıma petrol satan ülkeyi söyleyip, petrolü taşıyan kendi ülkesine tek laf edemeyen STK başkanı ve benzer yapıdaki kişiler kaybettiler.

Bu süreçte kazananlar belli: Kısıtlı imkana ve her türlü baskıya rağmen direnişin sesi olan ve Filistin mücadelesini hamasete kurban ettirmeyen Filistin dostları. Bugün Türkiye’de Filistin’i konuşan herkes biliyor ki Türkiye’de İsrail’e kendimizi aradık diyen ABD ve Nato’ya ait 30 civarı üs ve depo var, limanlara siyonizme tedarik sağlayan ve siyonist misyona hizmet eden gemiler yanaşıyor, ticaret ve petrol sevkiyatı örtülü olarak devam ediyor.

Topluma bu bilgileri yayma ve hamaseti yıkma işini az sayıda insan başardı. Yıllardır ahtapot gibi ülkeyi saran emperyalizme ve siyonizme karşı nihai zaferi elde etmek zaman isteyen bir süreç. İnşallah hamaseti yıkanlar, siyonizmi ve emperyalizmi de coğrafyamızdan kovacaklar.

Sahada aktif bir eylemlilik halindeki Filistin Dostlarının hedef ve gayretlerini değerlendirdiğinizde, eleştiri veya özeleştirileriniz var mı?

Bu sorular bana ulaştığında Madleen gemisi yola çıkmıştı. Cevap verme sürecindeyse aktivistler esir alınmıştı. Bu süreci farkındalığı yüksek Filistin dostları gerektiği şekilde dile getirip esir alınan aktivistlere gereken desteği sağladılar. Ancak ne yazık ki bir kesim Greta’nın şortuna, gemideki cesur aktivistlerin inancına odaklandı. Bu olayı tüm meseleyi özetleyecek konu olması hasebiyle dile getiriyorum. Bizler eylem alanlarında en çok “yaşasın küresel intifada” sloganını atarız.

Küresel intifada yalnızca aynı giyinen, aynı düşünen, aynı inanca ve düşünceye sahip insanlarla mümkün olmaz. Öyle olsa küresellik iddiası temelsiz olurdu. Hayatını ortaya koyan insanların cesaretini ve fedakarlığını görmeyen bir akıl ortalıkta dolaşıyor. Ne yazık ki 20 aylık süreçte bu aklı yeterince saf dışı edemedik. Belki bir eleştiri buna yapmak gerekir.

Küresel intifada şiarının bir gereği olarak bu meseleyi Türkiye’de her kesimin sırtlanması adına daha fazla diyalog ve temasa ihtiyacımız var. Müslümanlar olarak daha önce yapmakta zayıf kaldığımız mahallenin dışına çıkma refleksini kuvvetlendirip farklı ideolojik gruplarla teması artırmalıyız. Yer yer ortak eylemsellikler içerisinde olmalıyız. Filistin yalnızca bizim meselemiz değildir ve Türkiye’de yalnızca bizler yaşamıyoruz. Yaptırım talebimiz varsa bunu mümkün kılmak için bu mücadeleyi toplumun her kesimine anlatmak ve mücadeleyi ortak şekilde örgütlemek zorundayız. Bu eksikliğimizde bir eleştiri başlığı olmalı.

Yaklaşık 20 aydır çok yoğun bir tempoda çalışıyorsunuz. Mecliste görüşmeler yapmaktan, çeşitli eylem noktalarında ve illerde sayısız eylem organize etmeye, görüşmeler, toplantılar, konuşmalar yapmaya, yazılar yazmaya günlerce, haftalarca vakit ayırdınız. Bu süreç size neler kattı? Tecrübelerinizi paylaşır mısınız?

Bahsettiğiniz sürecin gerçekleşmesinde bana en çok desteği veren eşime teşekkür etmek istiyorum. Gözaltına da alınsam, nöbette de kalsam onun desteğini hep yanımda hissettim. Kendisinin de ortaya koyduğu fedakarlık olmasa bu mücadele içerisinde daha kısıtlı bir yerde duruyor olurdum.

Bu süreç öncelikle duyarlılık seviyesi ve politik bilinci yüksek olan birçok kişiyle tanışmama vesile oldu. Tanıştığım her kişi yeni bir farkındalık kazandırdı. Farklı ideolojik gruplardan birçok arkadaş edindim. Filistin mücadelesi içerisinde olmak insanın ufkunu genişletiyor. Bu çerçevede yine soykırıma maruz kaldığı halde katkının büyüğünü Filistin’in bizlere sağladığını düşünüyorum.

Hayatı yalnızca idealler anlamlı kılmıyor, aynı zamanda bu idealler için mücadele de gerekiyor. Filistin bize bu mücadele alanını açtı. Mücadele de şüphesiz dayanışmayla mümkün oluyor. Bahsettiğiniz ziyaret ve organizasyonların arka planında çabalayan arkadaşlarımızın emeği söylediğimiz sözü daha doğru ve etkili kıldı. Meclise rapor sunmak için ziyarette bulunursunuz veya bir yayına çıkarsınız. Ama arka planda bu raporu hazırlayan veya yayında size doğru bilgiyi ulaştıran dostlarınız vardır. Esas emek onlara aittir.

Tüm eylemleriniz hukuka uygun ve barışçıl diye biliyorum. Buna rağmen hakkınızda açılmış herhangi bir dava var mı?

Eylemlerin devamlılığı açısından barışçıl niteliği önemli. Alanda bulunan kolluk eylem güvenliği görevinin dışına çıkıp ideolojik davranmadığı sürece Filistin dostları olarak bizler müzakere süreçlerimizi hep açık tutuyoruz. Birçok hukuksuz müdahaleye maruz kaldık. BOTAŞ varlık fonu üzerinden Cumhurbaşkanlığına bağlı bir kurum olduğundan petrol kesilmesi talebiyle Beştepe’de gerçekleşen nöbetimize iki defa sert müdahalede bulunuldu. Bizler de aynı yere üçüncü kez gitme iradesinde bulunmuştuk. Bu konuda bir dava açılabilir. Bir de SOCAR önünden AKP genel merkezine yürüyüş yapacağımız eyleme hukuksuz müdahale olmuş ve bir gece nezarette kalmıştım. Bununla ilgili açılan davam düştü. Soykırıma birileri petrol satıyor ve ödüllendiriliyor buna karşı çıkanlar ise yargılanıyor. Hukuk açısından fecaat bir durum.

Bu süreçte sizi olumlu ve olumsuz anlamda şaşırtan bir olayı paylaşır mısınız bizimle?

Beni olumlu anlamda şaşırtan bir olay olarak; 10 Mart’ta 3-5 şehir eyleme çıkalım düşüncesindeyken, Van’dan Tekirdağ’a tanıdığımız-tanımadığımız birçok kişiyle eş zamanlı 32 şehirde eyleme çıkmaktı.

Dışardan bakınca şaşırtıcı bir durum. İçeriden bakınca da pek farklı değil. Bu Filistin mücadelesinin bereketiydi.

Olumsuz anlamda şaşırtan güncel bir konu olarak; dünyada birçok ülke İsrail’le olan ilişkisini en azından el altından yürütecek utanca sahipken, Azerbaycan bürokratlarının açıktan İsrail’le olan dostluğunu tekraren dile getirip yeni ortaklıklar kurması ve buna Türkiye siyasetinde yeterli tepkinin gösterilmemesidir.

 

Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız:

Muammer Bilgiç:

Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuresel-bir-direnis-hatti-olusturmaliyiz/

Şeyma Yıldırım:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Gülşah Eldemir:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Mücahit Gültekin:

Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti”

https://yenipencere.com/soylesiler/aksa-tufani-her-seyi-altust-etti/

Murat Kurtuldu:

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

https://yenipencere.com/soylesiler/umitvar-olmanin-tam-zamani/

Salih Ulusal:

Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuran-bir-vadide-onlar-baska-bir-vadide/ 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Nevzat Güngör: Köroğlu Değil Körünoğlu Geldi!

Yayınlanma:

-

“Gencin biri Köroğlu gibi namlı bir yiğit olmak ve halk tarafından sevilip sayılmak istediğinden gece gündüz demeden hep düşünüyormuş. Sonunda kendince bir yol bulmuş ve tutup babasının gözlerini kör etmiş. Böylelikle de halk arasında Körünoğlu olarak anılmaya başlamış.”

Koskoca romanlar bazen bir söz, bir koku, bir hatıra üzerine kurar otağını uçsuz bucaksız düzlüklere. Körünoğlu da bu kısacık mesele yaslıyor sırtını.

Roman başlı başına koskoca değildir elbette. Yazarlar, geniş-derinlikli evrende bir düzenek kurarlar. Şayet bu düzenek işlerse, roman “olur”. Kurmaca düzenek iyi işler, üstüne bir de zamanın sınamasından geçer ve evrenselleşirse, bu defa koca, dahası koskoca bir roman çıkar ortaya.

1972 doğumlu yazar Nevzat Güngör’ün geçen ay yayınlanmış ikinci romanı Körünoğlu okura 389 sayfa boyunca doludizgin giden bir macera sunuyor. Hızlı başlıyor, hızlı devam ediyor ve okurunu açık uçlu bir sonda kendi yoluna gitmek üzere yolcu ediyor. Yanında pek çok soru ve sorgulamayla birlikte.

Bu, bir olayı çözmeye ayarlanmış, gizem ve merakla çerçevelenmiş edebiyatla sınırlı bir kitap değil. Çok daha fazlasını vaad eden okumalara açık.

Bölüm başlıkları, başımızı eğip hangi kemerlerin altından geçeceğimize dair işaretler veriyor. Hoşuma giden birkaçı şunlar:

  1. Bölüm: Hakikat ile yalanın gölgesi ortak mıdır?
  2. Bölüm: Kâinat, Tanrının görmekte olduğu kâbusun adı mıdır?
  3. Bölüm: İnsan, doğanın zamana yayılmış intiharı mıdır?
  4. Bölüm: Aşk insanlığın yeni afyonu mudur?
  5. Bölüm: Dünya bir yalansa, bu yalanı kim, kime ve niye söylemiş?
  6. Bölüm: Cehalet mutluluk mudur?

Hikâye gayet sıradan bir aile içinde başlıyor. Kırk yaşındaki Ahmet, okumayı çok seven, kitaplara gömülmüş bir edebiyat öğretmenidir. On altı yıldır evli olduğu eşi Nurgül ve iki çocukları ile mutlu mesut bir hayatın içinde yaşayıp gidiyorken bir olay cereyan eder.

Yazar sanki Tolstoy’a selam ederek açılışı yapıyor. Anna Karanina’nın çokça alıntılanan o ilk cümlesini gömmüş ruhuna: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Erlend Loe, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” adını vermişti romanına. Nevzat Güngör ise sık sık örselediği kahramanı Ahmet ile bildiğimiz dünyanın dışına çıkıyor ve okuru her şeye farklı gözle bakmak üzere peşinden sürüklüyor. Onun peşinden, içine düştüğümüz “yeni dünya”da olan biten tuhaflıkları garipserken esasında düşünce kaslarımızı kuvvetlendiriyoruz ister istemez.

Kısa cümlelerle tempolu bir koşu tutturmuş yazar. Kitabı eline alana “yarına bırakma” imkanı vermemek için tüm mazeretleri ortadan kaldırıyor. Çocuklar için yazan biri olarak ben de bu yöntemi mecburen kullanıyorum. Hemencecik sıkılıp kitabı bir kenara atacak zamane çocuklarının elini bırakmadan hoplayıp zıplayarak kitabın sonuna varmak kolay mı?

Roman boyunca bir Allah’ın kulu ile özdeşlik kuramıyoruz. Kimseye kendimizi yakın hissetmemiz pek mümkün görünmüyor. Bilhassa yabancılaştırılmış bir evrende, her şeyle ve herkesle mesafelenerek yürümeye yazgılıyız. Burası dünya ve alışmamız istenmiyor. Deplasmanın da deplasmanındayız.

Nevzat Güngör’ün Körünoğlu’dan önce yayınlanmış üç öykü kitabı var. Bu kitabın niteliği hakkında sizde bir önyargı oluşturmak adına bir önceki romanının künyesinden bahsedebilirim. 2014 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ilk romanı “Özgür Ölüler” Ömer Türkeş gibi bir duayenin editörlüğünde Ahmet Büke gibi saygın bir yazar tarafından yayına hazırlandı.

Buradan hareketle Körünoğlu’nun tek “kusur”unu da dile getirmiş oldum: Kitap büyük bir yayınevinin etiketini taşımıyor!

Nevzat Güngör keşfedilmeyi bekleyen (kimseyi beklemeden, has edebiyat ürünü eserlerini birbiri ardına okurla buluşturmaya hazır) büyük bir yazar. Kendisini Türk Edebiyatına tanıtmak gibi bir vazife (kamu hizmeti!) ifa edersem memnun olacağım.

Kapak tasarımı, özgün işlerin işçisi Murat Kurtuldu’ya ait. Bu vesileyle kendisini de anmış olalım.

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x