Connect with us

Köşe Yazıları

İslamcılık ve Olgunlaşmayan Siyaseti İlan Edemeyiş Üzerine

Yayınlanma:

-

Ana Hatlarıyla İslamcılığın Türkiye Seyri

İslamcılığı yerli dertlerle Yeni Osmanlılar ile başlatanlar var. Afgani ve Abduh ile başlatıp ona modern etiketi yapıştıranlar var. İslamcılığı son iki yüzyıla hapsetmeyip ıslah geleneğinin devamı olarak görenler de var. Sonuncusu bana daha makûl geliyor.

İslamcılık geleneksel din anlayışına, emperyalizme, kapitalizme, modernizme karşı İslam’ın savunusudur. İnsanî yorum olup müslümanların pasif konumdan kurucu irade hâline gelmesini amaçlar. İslamın siyasi, toplumsal, iktisadî, fikrî, ahlakî velhâsıl hayatın bütününe hâkim kılınma çabasıdır.

Osmanlı’da 19. yüzyılda Fransız usûlü mahkemeler var. İçtihad pek işletilmediği için şeriat mahkemeleri hantal durumda. 1850 tarihli Ticaret Kanunnamesi ile 1858 tarihli Ceza Kanunnamesi dönemin laik uygulamaları. Yeni Osmanlılar şeriat harici bu kanunlara, Tanzimat ile Islahat fermanlarına karşı çıkıyor.

İslamcılık, emperyalistlere karşı Osmanlı’nın sosyal ve siyasi bütünlüğü için gayret göstermiş, Abdulhamit’in baskılarına karşı ses çıkarmıştır. O dönem İslamcılığın gündemini cihad, içtihad, Kur’ân ve sünnete dönüş oluşturuyor.

Osmanlı çökerken kurtuluşu fen alanında görenler var. Devleti kurtarmak ve ulus inşa etmek için el üstü tutulan sosyolojinin o dönemde fenn-i içtima olarak adlandırılması manidârdır.

Ece Ayhan, Osmanlı ile Cumhuriyeti iç içe geçmiş iki kaşık diye betimler. Osmanlı ile Cumhuriyet arasında kopuştan çok süreklilik mi söz konusu? Kemalist modernleşme Osmanlı modernleşmesinin devamı mı? İkisi arasında sürekliliğe ve kopuşa dair birkaç örnek sayalım.

Şeriat dışı mahkemeler Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmıştı. Osmanlı’da ulemâ devletin denetimindeyken Cumhuriyet ile daraltılmış hâliyle diyanetin emrindedir. Eğitim alanında modernizasyon Abdulhamit döneminde had safhadadır. Bu saydıklarımız sürekliliğe dair örnekleri oluşturuyor.

Cumhuriyetle şeriatın kaldırılması, hilâfetin ve saltanatın kaldırılması, ulus devlet(devlet ulus aslında), milliyetçilik ve laiklik Osmanlı’dan büyük kopuşa işarettir. Bu kopuş-süreklilik tartışmasını uzatıp da konudan sapmayalım.

İslamcılığın Türkiye seyrine baktığımızda cumhuriyetin kurulmasıyla 1950’ye kadar bir sessizlik yaşadığını görürüz. Cumhuriyetle islamî kesim sindirilmiş, dinî faaliyetler diyanetin kontrolüne verilmiştir. Kur’ân öğretme faaliyetleri gizlice devam eder. Burada Ahmet Örs’ün “Kamyon” isimli öyküsünü analım.* Öykü, yasaklar ve baskınlar sebebiyle şehirler arası yollarda kamyon kasasında Kur’ân öğrenimini konu edinir.

Demokrat Parti ile İslami camiada bir hareketlilik başlar. İslamcılık o dönem milliyetçilik ve muhafazakârlık ile iç içedir. Nakşibendîler, Nurcular 1950-70 arasında Demokrat Parti ile Adalet Partisi içinde yer alır. 1969 yılında diğer partilere nazaran dinî dozu yüksek MNP kurulur. 1979 yılında İran’da devrim olur. 1980’li yıllarda Türkiye’de Şeriati’nin çokça okunduğunu görürüz. Özal ile neoliberal piyasaya ısındırma turları atılır ve 90’larda müslüman kesim neoliberalizme uyum sağlamaya başlar. 2000 sonrası neoliberalizme eklemlenmiştir artık. Tabi, bütün müslümanları dahil etmeyip baskın eğilimin bu olduğunu söylüyorum.

27 Mayıs sonrası çeviri furyası başlar. Seyyid Kutup ile Mevdudi çevrilir. İslamcılık milliyetçi ve muhazakâr hâlden kopup daha netleşmeye başlar.

1960 yılı çevirilerinde sosyal adalet vurgusu, kapitalizm eleştirileri çokça vardı. Soğuk Savaş döneminde olunduğundan sosyalizme alternatif olarak bunların çeviri değil de adaptasyon olduğunu, proje olduğunu söyleyenler oldu.

İslamcılığın Bazı Artı ve Eksileri

Osmanlı Devleti’ni batının istilâsından ve müslümanları bulundukları acziyetten kurtarmak için o dönemler sanayi, teknoloji, güç arzusu ön plândadır. Devlet çökerken o dönem aydınlar hâliyle aciliyet içerisinde olduğundan eklektik ve pragmatik davrandılar.

İslam dairesinden çıkmaksızın batıdan güçlü olma niyetiyle düşmanın silahıyla silahlanma fikri ön plandaydı. Batının tekniğini, bilimini alırken bunların batıya ait düşünüş, inanç, ahlâk, kültür ve yaşam tarzından ayrı olamayacağı üzerine düşülmez. Teknik ile kültür arasında ontolojik bağ ya görülmez ya da görmezden gelinir.

1960’larda  bu güç/iktidar söylemi devam etti. MNP’nin  “makine yapan makineler, fabrika yapan fabrikalar” söylemini hatırlayalım. “Ağır sanayi hamlesi” baş tacıydı.

Akif’in çalışma vurgusu Erbakan’da devam etti. Necip Fazıl’dan mülhem manevi kalkınma hayalleri zirvedeydi.

İçerisinde bulunulan durum güç istencini öne çıkartıyordu. “Japonlara müslüman demek için eksiği ancak tevhid” diyordu Akif. Batı medeniyetine karşılık İslam medeniyeti söylemi öne çıkarıldı. İsmet Özel, İbn Halduncu etkiyle eleştirdi medeniyeti.

Mevdudi, Kutup ve Şeriati ile emperyalizm, kapitalizm, aydınlanma, batılılaşma, modernleşme, milliyetçilik, resmî ulemâ, geleneksel dini anlayış eleştiriye tutulur.

İslamcılığın hümanizm eleştirisi mühimdir. İnsanın Allah’ın halifesi olarak görülmesini, eşref-i mahlûkât hususunu hümanizmin hanesine yazabiliriz. Ümit Aktaş, insanın halifeliği meselesi üzerine yazılar kaleme aldı.

Tek tip olmayıp İslamcılıklar söz konusu olsa da şimdiden razı olmama durumu gelecekle ilgili tasavvuruyla ütopya(olmayan yer) tuzağına düşürür mü? Asr-ı Saadet vurgusuyla da nostaljiye itebilir mi? Nostalji, Yunanca nostos (eve dönüş) ve algia (özlem) kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur. Yenilip dağılmışlık, Asr-ı Saadeti en yüce zaman dilimi olarak kurgulayıp idealize edebilmektedir.

Aliya İzzetbegoviç, ütopyadan değil dramdan yani hayattan yanadır. Gelecek, hayat öngörülemez. Gaybî müdahale kurguyu, projeyi, tasarımı yani ütopyayı iptal eder. Ütopya totaliterdir ve şahsiyetin inkârıdır. İslamcılık, olmayan bir yer(ütopya) ile olmayan bir zaman dilimi(nostalji) değildir.

90’larda Ali Bulaç yazılarıyla Medine Vesikası üzerine tartışmaları ateşler. Çok hukukluluk, çok kültürlülük, bir arada yaşama, anayasa vb. bir sürü başlık açılır. Vesikada ihtilafa düşülenler konusunda son mercii olarak peygamberin işaret edilmesini müslümanların iktidarda olduğuna dair yorumlayanlar oldu.

Ercüment Özkan’ın arı duru İslam vurgusu, Kürşad Atalar’ın “orijinal İslamî dile vukûfiyet” söylemi mühim.

Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı?

Muhaliflikle toplumu dönüştürmek mümkün mü yoksa iktidarda olup tepeden mi dönüştürmeli? Yüz yıllardır İslam içre olan halkta sosyalizmin tutunamamasına anlam vermek daha kolayken İslamcılığın çok karşılık bulmamasını nasıl ele almalı? Temsiliyet hakkı devredilemez modunda eşit katılımcı, liderin olmadığı İslamî bir oluşum mümkün mü? Adaleti, dini kendi tekeline almadan, kendi yorumunu hakikat görüp bunu iktidar kılmadan olabilecek bir yönetim mümkün müdür? İslamcılar metin merkezliyken muhafazakâr halk hayat koşullarıyla içli dışlı. Metin ile bu hayat koşullarını nasıl buluşturmalı? Sorular, sorunlar…

Muhaliflik sağlam kalmaya kefilmiş gibi “Aman iktidar olmayalım, iktidar bozar çürütür.” düşüncesi yaygındır. Tabi, konforlu eleştiri gayet tatlıdır. Dürüstlük ile samimiyet çoğunlukla karıştırılır. Samimice eleştirenler ne kadar dürüst?

Marksizmi, sosyalizmi akademikleştirme praksisin uzağına düşerebiliyor. Bu pandemi sürecinde kapitalizmin felaketlerine sosyalizmin yeniden reçete edildiğini gördük. Rosa Luxemburg’un “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı yinelenip durdu.

Kur’ân-ı Kerim’i akademikleştirenlere ve kendi mahfillerinde cesurca tartışanlara gelelim. Sayısız zulüm ortadayken akademi esas olanı alenî tartışamamakta, tali konuları konuşmaktadır. Dışarıya kapalı mahfillerdeyse esas olanı dile getirenler bunu eyleme çeşitli sebeplerle dökemeyip pasifliklerini kalıcılaştırmaktadır.

Kapalı yapıların olgunlaşmamış hâlini siyaset dışı kabul edelim. Peki, siyasetini olgunlaştırıp alenî işler yürüten müslüman yapıların hâli nicedir?

Toprağın altında ve üstünde ne varsa sermayenin insafına terk edileli her yerde birbirinden bağımsız öbekler itirazlarını yükseltmiş durumda. Bunca huzursuzluğu çıkaranlar bir iken onca rahatsızlık duyanların ayrı ayrı durması garabettir. Müslüman, huzursuzluk duyanları birbirine eklemenin yollarını siyaseten ne zaman arayacak?

Açık siyaset yürüten, kendini tek hakikat olarak görmeyen öncü kadro/lar şart. Eylemlilikler içinde olan bu kadro/lar kendileri olabiliyorsa entelektüel olmalı. Bu yeterli değilse entelektüel grubunu oluşturmalıdır. Her alanda okumalar yaparak fikir yürüten bu grup siyasetin önünü açmada danışman rolünü üstlenmelidir.

Konu çok, tartışmaya devam edeceğiz. Misal, müslümanın siyasî dili nasıl olmalı? Eğitim İlke-Sen’in bir pankartında yazan cümleyi analım: “Yeryüzü Allah’ındır, mültecilere yasaklanamaz!”

* Ahmet Örs, Kar Kesilen, s. 91. Tasfiye Kitaplığı

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kötürümleşmeye Tuz Biber

Yayınlanma:

-

Birçok talihsiz aşamalardan geçmişti İslamcılığımız, belki kavramın kendisinden başlanarak sıralanabilir bunlar. Kolay olmadığını da kabul etmek gerekir bu sıralama faaliyetinin, kolay olan hiçbir şey yok.

Uzun asırlar boyunca kötürümleştirilmiş bir Müslüman tipolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmuyorduk aslında ama en azından tevhîdî/Kur’ânî süreçle tanışanların yaşadığı dönüşümü de tam kestirememiş olmakla suçlanabiliriz, kabul.

Halkın tabanda, dinî/manevi takviye ile mücehhez merkezî devlet/otorite güçlerine karşı örgütsüz kalmasının faturalarını modern dönem tanıkları olarak iki farklı biçimde tecrübe ettik. Dayatmacı/zorba modern süreçlerle de, nihayet önemli oranlarda onunla iç içe geçmiş sözüm ona dinî görünümlü süreçle de dindar halkın her karşılaşması bu kötürümleşmenin ürettiği düşük yoğunluklu tepkinin örneği olarak tarihe kayıtlanmıştır.

Bu ne kadar değiştirilebilir ya da değiştirilebilir mi, bundan emin değilim.

Tevhidle buluşma serüvenimizde tüm iyi niyetli çabalara rağmen Kur’an’la temasımızın tarihsel ön yargıları aşarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. İslam dünyasından yapılan özenli-özensiz çevirilerin de bu yetersizlikte elbette payı büyüktür.

Kur’an’ın özellikle siyasal kavram haritasının tüm gayretlere rağmen lâyıkıyla kavranılamadığını cesaretle savunmalıyız. “Salât”tan başlayarak “zekât”a, “şûrâ”dan “mescid-i haram”a, “dâru’s-selâm”dan “infak”a, “sabır”dan “teslimiyet”e uzanan ve oradan resullerin pratik örnekliğine varan çemberde sahih bir Kur’an kavrayışından mahrum kaldığımızı bugünkü tıkanıklığın sebeplerini irdelerken görebiliyoruz.

Az evvel değindiğimiz Müslüman kitlelerin kötürümleştirilme bahsine geri dönelim: Kur’an vurgusuyla yola çıkanların siyasal kavrayışlarındaki eksiklik ve zaafiyetlerle yüzleşmenin vakti çoktan gelip geçmiştir. Hem de çokça geçmiş durumdadır.

Geniş kalabalıklardaki kötürümleşmenin kalıcı olması hatta bu kötürümleşmenin güçlenerek Kur’ânî söylemi öne çıkaranları yutması karşısında en çarpıcı, can alıcı muhasebeyi yapma zorunluluğumuz var. Bunu yapmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.

İmparatorluklardan/ulus devlet otoriterliklerinden sıyrılabilmiş bir İslami siyasi perspektifimizin/söylemimizin olamaması, bir yandan Kur’an’ın ve resullerin örnekliğinin lâyıkıyla kavranılmadığını; diğer yandan da egemen dünya düzenini ve onu doğuran fikriyatı çözümlemede yetersiz kalındığını bize açıkça gösteriyor.

Buradaki her bir iddiayı açmak gerekecektir, bunun farkındayım. Esasen pek çok yazı ve pratikle bunun yapıldığını da savunabilirim. Kur’an ve siyerin örnek öğreticiliğini kavramaya niyet etmiş, mütekâmil bir seviyeyi tutturamamış olmakla birlikte epeyce yol almış ancak bir şekilde az ya da çok AKP ile yolunu kesiştirmiş tevhîdî çizgi mensuplarının yarattığı tahribat da bütün bu yetersizliklere tuz biber ekerek kötürümleşmeyi zirveye taşımıştır.

Zulme karşı adalet cephesinden yana olmanın ancak sağlam bir kavrayışla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu kavrayışın gereklerinden yeterince bahsettik. Eksik olan şey, bu kavrayışların tabii sonucu olarak boy vermesi gereken pratiktir.

Burada durup durup geri dönerek aynı soruları sorabiliriz hatta sormalıyız da!

Kötürümleştirici mezkûr süreçlerin gadrine uğramış kavramların algılanışlarını nasıl oldu da kurtaramadık; hem de onca tevhîdîlik iddialarına rağmen! Kurtarabildiklerimize ya da bizim dışımızda da seyreden fıtrî-vicdanî tecrübelere sırtımızı nasıl dönebildik!

Bu kısa yazı, 7 Ekim 2023’le başlayan Aksâ Tûfânı sürecindeki genel tutum alışlardaki zaafiyetlerin de köküne inme çabası olarak okunabilir. Belli bir yerden sonra adalet cephesinde rüzgâr/lar yaratma çağrılarına cevap vermeye tenezzül etmeyerek kötürümleşmede ısrarcı olan cenâhın yarattığı helâk aşaması da mümkün olabilir tabii; sünnetullahın tecellisi tarihsel bir bilgi değilse şayet!

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM