Connect with us

Köşe Yazıları

Hicret: Kuş Uçmaz Kervan Geçmez Mıntıkalar İçin Yol Haritası

Yayınlanma:

-

Hz. İbrahim’in kuş uçmaz, kervan geçmez bir noktada Rabbinin yönlendirmesiyle bir “ev” (Kur’an’da ‘beyt’ diye ifade olunur.) inşa etmesinin anlam/lar/ı nedir?

O zaman Biz Mâbed’i/Evi insanların tekrar tekrar yöneleceği bir hedef ve bir kutsal sığınak yapmıştık: Öyleyse İbrahim için vaktiyle belirlenen yeri ibadet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrahim ve İsmail’e emrettik: “Mâbedimi/Evimi, onu tavaf edecekler için, onun yakınında tefekküre dalacaklar için ve rukû ve secde edecekler için temiz tutun.” (Bakara, 125)

Nemrut’un müesses nizamından çıkan Hz. İbrahim, başka bir noktada, yeni bir model inşa etmeyi hedefler.  Kendini ekonomik, siyasi, ahlakî, dinî birtakım kayıtlarla çevreyelen; ağır, mütehakkim bir yapı inşa eden kurulu düzeni yıkmak/dönüştürmek mümkün olamadığında hicretin ikinci aşaması kaçınılmaz oluyordu.

Egemen şirk ve zulüm düzenini reddederek gerçekleşen birinci hicret bulunduğu mekânsallıkta devrimi tamamlayamayınca başka bir mekâna sıçramak durumunda kalacaktır. Tarihî akış bu minvaldedir.

Nemrut’un egemenlik alanı ağır bir düşünsel ve bürokratik geleneğin, işleyişin kuşatması altındadır. Halkın, geniş kitlelerin, mazlumların kıpırdayacak hâli yoktur. Orta sınıflar, göbeklerinden bağlı oldukları sistemi aşamayan bir ufuksuzluğa mahkûm etmişlerdir kendilerini. Ali Şeriatî’nin dördüncü zindanının tutsağıdırlar.

Bugün özellikle metropollere yığılmış, dijital takip aygıtlarıyla zincirlenmiş, merkezî bürokratik araç ve unsurlarla zihinsel ve fiilî kontrole tâbî kılınmış insanlar olarak İbrahim’in halkını çok iyi anlıyoruz. Büyük bir korku ve endişe hâli içerisinde, bütün hürriyetlerinden yoksun kitlelerin özgür tercihte bulunabilmelerinin imkânı kalmamıştır ama “Rabbi, İbrahim’i buyrukları ile sınadığında ve İbrahim de bunları yerine getirdiğinde ona “Seni insanlara önder yapacağım!” demişti.” (Bakara, 124)

Kendi toplumsallığında, bulunduğu ağır siyasal, dinî ve bürokratik baskılama mekânizmalarının ortasında dar bir alana hapsedilen İbrâhim, acaba insanlara nasıl önder olacaktı?

Daha önceki yazılarımızda tâğutu reddedip sadece Âlemleri Rabbi Allah’a teslim olduklarını ilan edenlerin gerçekleştirdiği birinci hicret Mısır’da evler edinilerek, bağımsız farklı lokal alanlar oluşturularak sürdürülmüş, Firavun rejiminin alt edilmesi için çalışılmıştı ancak Nemrut’un düzeni için anlattığımız vasıflar Firavun düzeni için de geçerli olduğundan inkılâp nihayete eremeyince kitlesel kopuşu gerekseyen ikinci hicret zorunlu hâle gelmişti. İsrailoğullarını bir gece yarısı yanına alıp yola çıkan Musa Peygamber “medeniyet”in dışına doğru bir yürüyüş başlatmıştı. Bu, dehşetengiz bir karar ve eylemliliktir, sonuçları bakımından sarsıcı süreçleri tetikleme potansiyeline sahiptir.

Son Peygamber de arkadaşlarıyla beraber, Nemrut ve Firavun düzenleri kadar olmasa da, Kâbe’nin varlığı nedeniyle onlardan daha meşhur, dolayısıyla manevî/dinî baskısı daha güçlü kabul edilebilecek bir yapıyla benzer bir karşılaşma yaşamıştı.

Hareketin tıkandığı aşamalarda Allah Resulü başka merkezler oluşturmaya çalışmıştır. Siyasal açılım için bu zorunludur aksi taktirde hareketin kendini tekrar ederek yeni güç ve manevra imkânlarına ulaşamama ve zamanla yok olup gitme tehlikesi vardır.  Habeşistan hicreti, Taif girişimi bu kâbil açılım stratejilerinin somut karşılıklarıydı. Gelin görün ki ilâhî bir tecelli ile bu merkezlere hicret mümkün olmamıştır; çünkü bu merkezler güçlü dinî, siyasî, bürokratik mekanizmalara sahiptiler, bu yönleriyle elbette Nemrut ve Firavun düzenleriyle benzeşiyorlardı.

Yesrib’in (sonradan Medine) kabîle savaşları, dinî grupların çekişmeleri ile süregiden yapısı merkezîlikten uzak bir görünüm arz etmekteydi. Hz. Peygamber ve arkadaşları için belki de en önemli sıçrama mevzii ancak burası olabilirdi. Katı merkeziyetçiliğin yokluğu ve geleceğin belirsizliğinde, öncü Müslümanların çağrılarına uyan çok sayıda Yesribli, müslüman olarak Resul ve arkadaşlarına ön açmışlardı.

Rabbimiz, Musa Peygamberin önderliğinde Kızıldeniz’i aşarak çok boyutlu merkezîlik çemberini kıran İsrailoğullarına Firavun’un çekip aldığı bütün güzellikleri zaman içinde yeniden nasip etmiştir. (Şuarâ, 59)

İbrâhim Peygamber, en başta da söylediğimiz gibi, “kuş uçmaz, kervan geçmez” bir mıntıkada yeni bir modele kollarını sıvamıştır. Beyt/ev/mescid/mabed olarak vurgulanan çekirdek oluşum insanlığın kurtuluşu için nadide bir misal/cevher/öz olarak müthiş kıymetlidir. Tağûtî düzenlerin tahakküm ve ağırlığından sıyrılmış, son derece sade, arı-duru bir söylemle harcı karılmıştır bu modelin. Tevhid inancı sahte tanrısallıkları redderek insanları aynı hat hizasına çeker. Güvence ve huzur temel teminattır. (Mescidin harem oluşunun anlamları hakkındaki yazımıza bakınız.)

İbrâhim’in, Musa’nın ve Muhammed’in sırasıyla takip ettikleri 1. ve 2. hicret aşamaları bugüne nasıl taşınmalıdır?

Dünyada neredeyse takip ve gözetimden uzak bir noktanın olmadığı (Bilmiyoruz, belki de bu propagandaya maruz kaldığımızdan öyle düşünüyoruzdur.)  bir dönemde bu ne kadar mümkün olabilecektir? Sanırım bu aşamada öne çıkan soru budur.

Mutlak bir mıntıkadan bahsetmeden de bu kopuşun yöneleceği mekânsallıklar oluşturulabilir. Yaşadığımız çağ, birçok yönü itibariyle buna imkân vermektedir ayrıca hâlâ (ve bundan sonra da sürecek bir gerçeklik olarak) egemen tahakkümün etkilerinden nispeten arınmış mekânlar vardır. Bu her iki mekânsallık türünün rafine biçimlerinin üretilebilme imkânlarına odaklanılmalıdır.

Bütün insanlığın, hatta varlık âleminin diyelim, tepesine çöreklenen ve panoptikon, biyopolitika, psikopolitika derken farklı biçem ve usullerle anlaşılmaya çalışılan mütehakkim azgınlık, içerde kalınarak ıslah edilemediyse, (Islah edilmesi için yeterince uğraşılıp uğraşılmadığı karara bağlanmalıdır.) ikinci hicret aşamasına geçilmeli ve bu azgınlığın dışına çıkılmalıdır. Bu çıkış yerel ve küresel ölçeklerde sistemi boşaltmak sûretiyle gerçekleşebilir ancak muhakkak sûrette kurucu bir paradigmaya sahip olmalı ve Âlemlerin Rabbine dayanmalıdır, O’nun gaybî yardımına bel bağlamalıdır.

Mütehakkim azgınlığın sonuna yaklaşıldığına dâir alametler fazlaca belirmiştir. Metropoller, neredeyse irili-ufaklı bütün kent türleri her türlü yaşam enerjisini emip yok etmiş, kapitalist üretim-tüketim ilişkileri insanı ve diğer varlıkları çoktan idam sehpasına çıkarmıştır. Sistem kendi kendini yok etme aşamasına gelmiştir. Kendi depremlerini tetiklemek için çok uğraşıyorlar, ürettikleri onca şeyle birlikte imhâ olmaları işten bile değildir. İmi timi kaybolanlardan olacaklardır. Yok oluşu yaklaşan çevrimden örgütlü ve programlı çıkış mü’minler için öncelikli örnekliktir:

Derken, bir deprem onların işini bitirdi: kendi evlerinde cansız olarak yere serilip kaldılar. Onlar ki Şuayb’ı yalancı çıkarmak isteyen kimselerdi: Sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular. Onlar ki, Şuayb’ı yalancı çıkarmak isteyen kimselerdi: Kendileri kaybeden kimseler oldular! (Araf, 91-92)

Mütehakkim alanın dışında İbrâhim, Musa ve Muhammed gibi yeni bir enerjiyle başka paradigmaları modelleştirebilenlere ne mutlu!

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kötürümleşmeye Tuz Biber

Yayınlanma:

-

Birçok talihsiz aşamalardan geçmişti İslamcılığımız, belki kavramın kendisinden başlanarak sıralanabilir bunlar. Kolay olmadığını da kabul etmek gerekir bu sıralama faaliyetinin, kolay olan hiçbir şey yok.

Uzun asırlar boyunca kötürümleştirilmiş bir Müslüman tipolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmuyorduk aslında ama en azından tevhîdî/Kur’ânî süreçle tanışanların yaşadığı dönüşümü de tam kestirememiş olmakla suçlanabiliriz, kabul.

Halkın tabanda, dinî/manevi takviye ile mücehhez merkezî devlet/otorite güçlerine karşı örgütsüz kalmasının faturalarını modern dönem tanıkları olarak iki farklı biçimde tecrübe ettik. Dayatmacı/zorba modern süreçlerle de, nihayet önemli oranlarda onunla iç içe geçmiş sözüm ona dinî görünümlü süreçle de dindar halkın her karşılaşması bu kötürümleşmenin ürettiği düşük yoğunluklu tepkinin örneği olarak tarihe kayıtlanmıştır.

Bu ne kadar değiştirilebilir ya da değiştirilebilir mi, bundan emin değilim.

Tevhidle buluşma serüvenimizde tüm iyi niyetli çabalara rağmen Kur’an’la temasımızın tarihsel ön yargıları aşarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. İslam dünyasından yapılan özenli-özensiz çevirilerin de bu yetersizlikte elbette payı büyüktür.

Kur’an’ın özellikle siyasal kavram haritasının tüm gayretlere rağmen lâyıkıyla kavranılamadığını cesaretle savunmalıyız. “Salât”tan başlayarak “zekât”a, “şûrâ”dan “mescid-i haram”a, “dâru’s-selâm”dan “infak”a, “sabır”dan “teslimiyet”e uzanan ve oradan resullerin pratik örnekliğine varan çemberde sahih bir Kur’an kavrayışından mahrum kaldığımızı bugünkü tıkanıklığın sebeplerini irdelerken görebiliyoruz.

Az evvel değindiğimiz Müslüman kitlelerin kötürümleştirilme bahsine geri dönelim: Kur’an vurgusuyla yola çıkanların siyasal kavrayışlarındaki eksiklik ve zaafiyetlerle yüzleşmenin vakti çoktan gelip geçmiştir. Hem de çokça geçmiş durumdadır.

Geniş kalabalıklardaki kötürümleşmenin kalıcı olması hatta bu kötürümleşmenin güçlenerek Kur’ânî söylemi öne çıkaranları yutması karşısında en çarpıcı, can alıcı muhasebeyi yapma zorunluluğumuz var. Bunu yapmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.

İmparatorluklardan/ulus devlet otoriterliklerinden sıyrılabilmiş bir İslami siyasi perspektifimizin/söylemimizin olamaması, bir yandan Kur’an’ın ve resullerin örnekliğinin lâyıkıyla kavranılmadığını; diğer yandan da egemen dünya düzenini ve onu doğuran fikriyatı çözümlemede yetersiz kalındığını bize açıkça gösteriyor.

Buradaki her bir iddiayı açmak gerekecektir, bunun farkındayım. Esasen pek çok yazı ve pratikle bunun yapıldığını da savunabilirim. Kur’an ve siyerin örnek öğreticiliğini kavramaya niyet etmiş, mütekâmil bir seviyeyi tutturamamış olmakla birlikte epeyce yol almış ancak bir şekilde az ya da çok AKP ile yolunu kesiştirmiş tevhîdî çizgi mensuplarının yarattığı tahribat da bütün bu yetersizliklere tuz biber ekerek kötürümleşmeyi zirveye taşımıştır.

Zulme karşı adalet cephesinden yana olmanın ancak sağlam bir kavrayışla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu kavrayışın gereklerinden yeterince bahsettik. Eksik olan şey, bu kavrayışların tabii sonucu olarak boy vermesi gereken pratiktir.

Burada durup durup geri dönerek aynı soruları sorabiliriz hatta sormalıyız da!

Kötürümleştirici mezkûr süreçlerin gadrine uğramış kavramların algılanışlarını nasıl oldu da kurtaramadık; hem de onca tevhîdîlik iddialarına rağmen! Kurtarabildiklerimize ya da bizim dışımızda da seyreden fıtrî-vicdanî tecrübelere sırtımızı nasıl dönebildik!

Bu kısa yazı, 7 Ekim 2023’le başlayan Aksâ Tûfânı sürecindeki genel tutum alışlardaki zaafiyetlerin de köküne inme çabası olarak okunabilir. Belli bir yerden sonra adalet cephesinde rüzgâr/lar yaratma çağrılarına cevap vermeye tenezzül etmeyerek kötürümleşmede ısrarcı olan cenâhın yarattığı helâk aşaması da mümkün olabilir tabii; sünnetullahın tecellisi tarihsel bir bilgi değilse şayet!

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM