Connect with us

Köşe Yazıları

Filistin’e Edebiyatla Bakmak

Yayınlanma:

-

Nedir ruhu renklerinden mahrum bırakan?
İsabet eden o şey neydi bedene,
işgalcinin kurşunları dışında?
(Mourid Barghouti)

 

1.

Filistin Edebiyatı üzerine kısa bir konuşma yapmam söz konusu olduğunda Peren Birsaygılı Mut’un “Zeytin Ağaçlarının Arasında” adlı kitabı masamın üzerinden bana bakıyordu.

Kitap, “Filistin Direniş Edebiyatından Portreler” alt başlığını taşıyor ve Gassan Kanafani, Mahmud Derviş, Semih el-Kasım, Naci el-Ali ve Fedva Tukan’ı hayatı ve eserleriyle okura tanıtıyor.

Titiz bir araştırma, dahası tutkulu bir çalışmanın ürünü olan kitap, yazar ve mimar Cihan Aktaş ile Akka/Filistin doğumlu edebiyat eleştirmeni Antuan Şalhat’dan birer değerlendirmeyle açılıyor.

 

2.

Konuşmam için bu yazıya da konuveren başlığı seçtim. Direniş kelimesini Filistin’e veya Filistin’e dair herhangi bir şeye eklemeye gerek görmedim zira bu kelime görebildiğim kadarıyla zaten Filistinli olan her şeye sinmiş; ona rengini, ruhunu vermiş. Cümle âlem son bir yılda Gazze’ye bakıp hayretler içinde buna, hiç değilse bir kez olsun şahitlik etmiştir.

Filistin’e haberlerle, işgal ve terör görüntüleriyle, siyasi gelişmelerle, uzaktan, hızlıca, şöyle bir bakmayı değil; edebiyatla, yavaşlayarak, odaklanarak, yakından, derinlemesine, seyreyleyerek bakmayı ve bakakalmayı teklif ediyorum.

 

3.

Filistin Edebiyatını, Filistin’in kaderinden ve kederinden, tarihinden ve talihinden ayrı düşünmek mümkün olmaz.

Filistin Edebiyatını inceleyenler, bu edebiyatın tarihi gelişmeler ışığında belirdiğini ve belli evrelerden geçerek günümüze değin üretkenlik içinde geldiğini belirtiyorlar.

Filistin halen Osmanlı Devleti’nin idaresi altındayken, İngiltere 1917 yılında Balfour Deklarasyonu olarak bilinen resmi bir belge yayımladı. Bu belge ile İngilizler, Filistin’de “Yahudiler için ulusal bir yurt” vaadinde bulundular.

Birinci Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’nun bölüşüldüğü bir anlaşma ile 1920 yılında Filistin’de İngiliz mandası fiilen kuruldu.

Filistinlilerin 1936-1939 yılları arasında İngiliz sömürgeci rejimine karşı ‘Büyük Ayaklanma’sı ağır biçimde bastırıldı. Filistinliler, Nekbe (Nakba) diye tabir edilen ‘Büyük Felaket’ten sonra en ağır kayıpları bu dönemde yaşadılar.

1948 yılının Nisan ayında Siyonist terör çeteleri Kudüs yakınlarındaki Deyr Yassin köyünde yüzden fazla Filistinliyi katletti. Filistinlilerin mülteci konumuna düşürülmesinin başlangıcı bu hadisedir.

1948 yılı Mayıs ayında ‘Büyük Felaket’ (Nekbe) gerçekleşti ve Filistin’de resmen bir İsrail devleti kuruldu. Filistinlerin yüzde 80’inin yerlerinden edildiği süreç başladı.

1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu.

1967 yılı Haziran ayında Altı Gün Savaşı gerçekleşti. İsrail, altı gün içinde Ürdün, Mısır ve Suriye ordularını yenerek Gazze, Batı Şeria, Doğu Kudüs, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ni işgal etti. 19 yıl sonra felaket nüksettiği için 67 Haziran’ı “Nekse” olarak da adlandırılır.

1987 yılı Aralık ayında Birinci İntifada başladı. İşgal altında yaşayan Filistin halkının zulme karşı taş ve sopalarla topyekûn ayaklanması olarak bilinen süreç 1993 yılına kadar devam etti.

1993 yılı Eylül ayında FKÖ lideri Arafat ile İsrail başbakanı Izak Rabin arasında Oslo Barış Anlaşması imzalandı. Siyonist rejim, karakteri gereği, her zamanki gibi anlaşmaya uymadı.

Eylül 2000’de İkinci İntifada patlak verdi.

Nihayet 7 Ekim 2023 tarihinde Filistin direnişi, esareti kırmak, ablukayı yarmak için Aksa Tufanı operasyonunu başlattı. Peşi sıra İsrail’in Gazze’de başladığı soykırım tüm dünyanın gözü önünde halen devam ediyor ne yazık ki.

İsrail Devleti, Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırım suçu işlediği için sanık sandalyesine oturtulmuş durumda. Mahkeme’nin yargılaması devam etmekle birlikte dünyanın dört bir yanında halklar soykırımın sona ermesi için ayağa kalktı. Milyonlarca insan aylarca sokaklarda, üniversitelerde protesto gösterileriyle hükümetlerini, soykırımı durdurmak için İsrail’le işbirliklerini sonlandırmaya davet etti, etmeye devam ediyor.

 

4.

İngiliz ve siyonist manda yönetimlerinden önce modern anlamda bir Filistinli kimliğinden, dolayısıyla bir Filistin Edebiyatından bahsetmek pek mümkün değil. Arap kimliğinden ve Arap edebiyatı içinde bir edebiyattan bahsedebiliriz.

Filistin’in İngilizlerin eline geçmesi (1920) ila İsrail’in oldubittiye getirilerek kurulması (1948) arasını, “Nekbe Öncesi Dönem” olarak değerlendirebiliriz.

“Nekbe Sonrası Dönem’i ise Oslo (1993) Öncesi ve Sonrası olarak ikiye ayırmak mümkün.

Nekbe öncesi Filistin Edebiyatı yalnızca Filistin’de ve Arapça üretilirken, sonrasında, diasporada, başta Lübnan (Beyrut), Mısır (Kahire), Suriye (Şam) ve Kuveyt olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde, başka dillerde de üretilmeye başlandı.

Yenilgiler, kayıplar, travmalar, hayal kırıklıkları, sürgünler, kurtuluş örgütleri, farklı veçheleriyle direnişler, umutlar, bekleyiş ve beklentiler Filistinlileri türlü ruh hallerine bürümüş, Filistin Edebiyatını da bu minval üzere büyütmüştür.

Nekbe sonrasında dünyaya açılan, başka coğrafya ve kültürlerle iletişime geçen Filistinliler, karşılaşmaların açtığı kapılardan geçerek Filistin Edebiyatını daha yüksek bir niteliğe ve giderek dünya edebiyat sahnesine taşıdılar.

 

5.

Filistin Edebiyatından dilimize en çok eseri kazandırmış isim olan Mehmet Hakkı Suçin, Arapça dışındaki dillerde üretilen Filistin Edebiyatının izini sürmüş ve İbranice, İngilizce, İspanyolca, Danca ve İtalyanca eserler üretmiş yazar ve şairlere ulaşmıştır. Arap dünyasında dahi tanınmayan isimlere, eserlere biz Türkçe okurların ilgisizliği ne yazık ki şaşırtıcı da yeni de değil! Buz dağının görünen kısmının ancak küçük bir kısmı henüz Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

Bazı kitaplarınsa baskıları bulunmuyor. Kitaplar ilgi görmediği içindir ki yayıncılar yeni baskılar için adım atmıyorlar.

“Gazze Cevap Yazıyor / Gazzeli Genç Yazarlardan Kısa Hikâyeler” adlı kitap bunlardan biri. Bu nitelikli derleme Rifat el-Arîr tarafından hazırlanmış. Ne acı ki pek çoğumuz bu Filistinli aktivist, şair, yazar ve akademisyeni 7 Aralık 2023 tarihinde İsrail tarafından katledildiğinde tanıdık. Ondan, ölümünden kısa bir süre önce X hesabında paylaştığı son şiiriyle haberdar olduk.

Gazze İslam Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyat profesörü olarak çalışan 44 yaşındaki şair, İsrail’in Gazze’ye kara harekâtından birkaç gün sonra “Gazze’den ayrılmayı reddettiğini” açıklamıştı. “If I Must Die” adlı son şiirini Ömer Madra “Ölmeliysem, Bir Mesel Olsun bu Ölüm” adıyla Türkçe’ye çevirdi:


“Eğer ölmeliysem ben
Sen yaşamalısın benim hikâyemi anlatmak için
Eşyamı satıp savıp
Bir parça kumaş satın almak için
Biraz da ip
(beyaz olsun, uzun da bir kuyruğu)
Ki Gazze’de bir yerlerde bir çocuk
Cennetin gözünün içine dalıp gitmiş,
Babasını beklerken –
Hani kimseye, kendi tenine ve bedenine bile
Elveda bile demeden gitmiş babasını beklerken –
Uçurtmayı görüversin birden o çocuk
Yukarılarda bir yerde
Benim uçurtmamı, hani o senin yaptığın
İşte onu
Ve bir an için sansın ki bir melek var orda
Sevgiyi yeryüzüne geri getiren
Eğer ölmeliysem ben
Bırak umut getirsin bu ölüm
Bırak bir mesel olsun”

Ölümünün ardından geride kalan bir yılda yazdığı, derlediği hikayeleri Türkçe’de “anlatacak” yayıncının çıkmadığına şaşmamalı.

Vasiyetler konusunda sınıfta kaldığımız bilinen bir gerçek. Tekerlekli sandalyesiyle camiden çıkarken İsrail’in hava saldırısı sonucu 2004 yılında Gazze’de şehit edilen Şeyh Ahmed Yasin’in, ümmetin halklarına ve liderlerine seslenişi halen hafızalarda: “Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! Allah aşkına, bari aleyhimize olmayın!”

 

6.

Filistinli edebiyatçı, sanatçı denildiğinde Türkiye’de akla ancak bir iki isim geleceği yönünde bir genelleme yapmak bugün için yanlış olmaz sanırım. Ve 7 Ekim 2023 tarihli Aksa Tufanı’nı küresel ve kültürel bir intifada için milat kabul edersek şayet, bizi vasatın epey altına düşüren böylesi bir genelleme de tez zamanda yanlışlanacaktır umarım.

 

7.

İlkin, dünyaca ünlü Filistinli şair Mahmud Derviş’in (1941-2008) adını telaffuz ederiz. Şu meşhur “kimlik kartı” şiirinin şairi. Arapçadan ve Filistin’den dünyaya armağan şair. Tozuyla toprağıyla, sürgünüyle filiziyle, yaşamıyla ölümüyle, tümüyle Filistin dolan, Filistin kokan, Filistin tarihinin her köşesinde misafir ve ev sahibi olan bir isim Mahmud Derviş.

Bana Filistin’in resmini yapabilir misin Abidin, diye sorsak, cevap belli, yapılmışı var.

“Gözleriyle Filistin,

Kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,

Adıyla sanıyla Filistin.

Düşlerin Filistin’i ve acıların,

Ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,

Sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i

Ve çığlıkların.”

“Filistinli Sevgili” şiirinden jilet gibi bir parçayı biliriz:

“Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var…” deriz.

Okuduklarıyla, dokuduklarıyla bir deryadır Mahmud Derviş.

Son dönemde “Mural” (Kırmızı Yayınları, 2015), “Bu Şiirin Bitmesini İstemiyorum” (YKY, 2016), “Atı Neden Yalnız Bıraktın” (Ayrıntı Yayınları, 2017) ve “Badem Çiçeği Gibi Yahut Daha Ötesi” (Everest Yayınları, 2020) adlı kitapları Arapçadan tercüme edilmiştir.

Hazır, şiir kitaplarından bahis açmışken bir antolojiyi de anmadan geçmeyeyim.

Baskısı bulunmadığı için ikinci elden, kargo fiyatının yarısına satın aldığım “Filistin Şiiri” adlı kitabın ilk baskısı Türkiye için erken sayılacak bir dönemde, 1974 yılında yapıldı.

Filistin direniş şiirlerinden bir seçki niteliği taşıyan kitapta 14 şaire yer verilmiş. Çeviriler A. Kadir – Afşar Timuçin ikilisine ait. Öncü bir çaba olarak takdiri hak ettiğini düşünüyorum.

Okura Semih el Kasım, Tevfik el Zeyyat, Fedva Tukan, İbrahim Tukan, Salim Jabran, Yabra İbrahim Yabra gibi Filistin direniş ve edebiyatı için önemli isimleri tanıtıyor. Çevirmenler, birer değerlendirme yazısı ile o yıllardaki edebiyat ortamının resmini de çekmişler.

Bugünlerde Gazze’de, görenleri hayretler içinde bırakan muazzam direnişin kökleri, şiirin tesirinde ve Filistin şiirinde bulunuyor.

Direniş edebiyatının öncü isimlerinden sayılan Tevfik el Zeyyat’ın “Gitmeyeceğiz Buradan” adlı şiiri şöyle başlıyor:

“Bin kez daha kolay, daha olanaklı

geçirmek bir iğne deliğinden

bir kocaman fili,

balık avlamak göklerde,

toprak sürmek denizlerde sabanla, traktörle,

zır zır konuşturmak bir timsahı

bin kez daha kolay, daha olanaklı.

Ama zorbalığınıza, baskılarınıza güvenip

düşünme gücünün ışığını söndürmek

ve kendimize çizmiş olduğumuz yoldan

ayırmak halkımızı bir kıl payı,

işte bu olanaksız.”

 

8.

İkinci olarak, yine dünyaca ünlü Filistinli karikatürist Naci el Ali’nin (1938-1987) adını veririz. Onu “Hanzala”sı ile biliriz.

Hanzala, sırtı izleyiciye dönük yoksul bir çocuktur.

1936’da Filistin’de dünyaya gelen, 1948 yılında İsrail terörü sebebiyle mecburen ülkesini terk eden Naci el Ali, Filistin özgülük mücadelesinin sembolü haline gelen Hanzala karakteri ile dikkatleri üzerine çekmiş, büyük beğeni toplamıştı. Siyonazilerin susturmaya çalıştığı sanatçı, tehditlere rağmen üretmeye devam etmiş, 1987 yılında Londra’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetmişti.

Naci el Ali, bir televizyon programında “çocuğu” Hanzala hakkında konuşurken şu sözleri söylemişti:

“Etrafımdakiler ben Kuveyt’e geldiğimde, bana Kuveyt halkının lüksü seven bir halk olduğunu, benim de zaman içinde bozulacağımı söylediler. Ben şahsi olarak toplumun doğasına karşı kendimi korumaya alırım. Çünkü arabaydı vs. bunlar olunca da büyük meselelerden uzaklaşabilirdim. Dolayısıyla ben de bu Filistinli çocuğu çizip zihnimde kalmasını sağladım. Her gün çizerek onunla iletişimde kaldım.”

Oğlu Halid el Ali, Anadolu Ajansına verdiği bir demeçte babasının sözünü nakletmiştir:

“Babam, Hanzala’nın Filistin’e döndüğü zaman büyüyeceğini söylerdi”

Hanzala hiç büyümedi, hep çocuk kaldı. / Bırakmadılar ki büyüsün!

Sadece Hanzala mı? Filistin de büyüyemedi, çelimsiz, kara kuru bir çocuk olarak hep garip ve yetim kaldı.

 

9.

Mourid Barghouti (1944-2021) Filistinli bir şair.

1967’deki Arap-İsrail savaşı nedeniyle sürgün edildiği yurduna, yurdunun da sadece Batı Şeria kısmına, ancak 30 yıl sonra dönebildi.

İşgal altında ve sürgünde yaşadıklarını 1997 yılında yayınladığı ve aynı yıl Necip Mahfuz Ödülü’ne layık görülen kitabında anlattı. Edward Said’in önsözüyle yayınlanan ve Arap dünyasında büyük bir coşku ile karşılanan bu usta işi şiirsel hatırat 2004 yılında dilimize Klasik Yayınları tarafından ‘Şairin Filistin’i adıyla kazandırıldı.

Kitabın orijinal dilindeki adı “Ra’aytu Ramallah”. İngilizce’ye “I Saw Ramallah” (‘Ramallah’ı Gördüm’) olarak tercüme edilmiş. Hâl böyleyken neden hedef dil Türkçe iken serbest bir çeviri tercih edilmiş olabilir?

“Böyle çeviri olmaz, yanlıştır!” demek istemiyorum, altta yatan saiki merakla, soruyorum. Muhtemelen daha isabetli bir tercihtir, kitabın dikkat çekip okunmasına da katkı yapmıştır ki Küre Yayınlarında geçen yıl ilk baskısını, bu yıl da ikinci baskısını yapmış! (Kolay okunan, harika bir hatırat için 27 yılda 3 baskı. Filistin Edebiyatı’na olan ilgimize bir örnek sadece.)

Yayıncı, Ramallah’ı başlığa çekersek Türkiye’de ilgi görmez, diye mi düşünmüş?

(Ramallah neresi, ne işimiz olur bizim Ramallah’la!)

Kudüs’ün sadece 10 km uzağında bir şehir Ramallah.

Kaderin cilvesine bakın ki Aksa Tufanı’ndan sonra Mourid Barghouti’nin bir şiiri sosyal medyada şu başlıkla dolaşıma sokuldu ve çokça paylaşıldı, yeniden ve yeniden seslendirildi, kliplendirildi: “Filistinli Bir Şairin Şiiri”

(Önemli olan iyi şiir olması, şairin de Filistinli olması. Şairin adı yok! Kim tanır ki onu! Tanımıyoruz.)

Barghouti, kitabında, yakın arkadaşı Naci el Ali ile bir hatırasını naklediyor.

“Çocukları, otelin yüzme havuzunda oynarken, şöyle demiştim Naci’ye: ‘Şu çocuklar sen onları dünyada yalnız bırakabilecek kadar büyüyünceye kadar bekleseler bari.’”

Küçük kızı, İsrail’in bir saldırısında vurulan karikatürist, fizik tedavi için ailesini alıp şairin yanına, Budapeşte’ye gitmiş.

Havuzun kenarında oturuyorlarken şöyle tasvir etmiş Naci’yi.

“Üzerinde şortu vardı, göğsündeki kemikleri sayabilirdiniz.”

Havuzun sularından hüzün sıçrayabilir kitabın sayfalarına. (Her gün çizerek Hanzala ile ‘iletişim’de kaldığına inanmıştık, kemiklerin şehadetine gerek yoktu ey şair!)

“Biliyor musun Mourid, ben de bunun üzerine düşündüm. Ama sorun değil. Kendime sordum, ne bıraktı babam bana öldüğünde? Hiçbir şey. Yine de hayatta kalmayı becerdim ve kendimi yetiştirdim. Onlar da başlarının çaresine bakacaklardır.” (s. 157)

Yakın arkadaşı Naci el Ali, 49 yaşında sokakta silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Bir diğer yakın arkadaşı Gassan Kanafani 36 yaşında, evinin önünde aracına konulan bombanın patlaması sonucu… Cani İsrail’in, uzun yıllara yayılmış istila ve terörü ve binlerce ölümün arasında sürgüne mahkûm bir şair yazmasın da kim yazsın bu dizeleri:

“Yataklarımızda ölmek de iyidir
temiz bir yastıkta
ve arkadaşlarımızın arasında.
Bir kez olsun
ellerimiz göğsümüze kapanmış,
boş ve solgun,
çiziksiz, zincirsiz, bantsız
ve belgesiz ölmek iyidir.
Temiz bir ölümle ölmek iyidir,
gömleğimizde deliksiz
ve kaburgalarımızda delilsiz.
Yanağımızın altında kaldırım taşı değil, beyaz bir yastıkla,
ellerimiz sevdiklerimizin elleri arasında,
çaresiz doktorlar ve hemşireler etrafımızda,
arkamızda zarif bir vedadan başka hiçbir şey bırakmadan,
tarihe aldırmadan,
dünyayı öylece bırakarak,
bir gün bir başkası onu değiştirir diye umarak
ölmek iyidir.”

(Mourid Barghouti, Midnight and Other Poems – 2009)
(İngilizceden Çev. Zeynep Nur Ayanoğlu – 2021)

 

10.

Şair, otuz yılın ardından Filistin’e döndüğünde “dışarıdan” bir gözle çok sayıda kritik tespitte bulunuyor:

“Nereye gitsem, Filistin dışında basılmış kitapların bulunamamasından, halkın Arap ve dünya kültüründen izole edilişinden, dışarıdaki Arap yazarlarla irtibat kurabilme fırsatlarının yokluğundan dert yandı bana insanlar.”

İsrail’in sistematik işgal politikalarının edebiyata yansımaları pek gündeme gelmiyor. Oysa ki İsrail, bir yandan hızlıca “ilerlerken” öte yandan, Filistin’in her anlamda geri kalması için elinden geleni ardına koymuyor.

İsrail, kendi işgal, terör, talan ve yalan düzenini ifşa edecek, geriletecek her sesi, her soluğu kesmek için her yolu deniyor. Gazze’de son bir yıl içinde bilinçli olarak bebekleri, çocukları, kadınları, gazetecileri hedef aldığı gibi yazarları, şairleri, sanatçıları da hedef aldı, katletti.

Bunlar edebiyat dünyasının gündemine gelmedi fakat geçen yıl Ekim ayında Frankfurt Kitap Fuarı’nda ortaya çıkan skandal pek çok kesimden tepki çekti.

Filistinli yazar Adania Shibli’ye (1974), “Küçük Bir Ayrıntı” adlı romanı ile kazandığı ödülü takdim için düzenlenecek tören Frankfurt Kitap Fuarı yönetimince iptal edildi.

Gerekçe mi? Gerek var mı? Hamas bir terör örgütü ve İsrailli sivilleri öldürmüşken bir Filistinliyi, üstelik yazarı, üstelik de bir kadını, dünyanın en büyük kitap fuarında ödüllendirecek değiller.

Ne acı ki Filistin gibi işgal ve abluka altında yaşamayan bizler Arap (veya Fars) dünyasının edebiyat ve sanatına son derece uzak ve yabancıyız. Oysa ki ilim Çin’de de olsa gidip almaktan bahsedenleriz. Komşuluk hukuku bir yana, aynı inanç ve coğrafyanın, ortak değer yargılarının evlatları olarak bizler de dar sınırlara hapsetmişiz kendimizi. Karşılıklı bir hakir görme, kadir kıymet bilmeme hali içinde gözümüzü batıya dikmiş, sabitlemişiz.

 

11.

Otuz yıllık bir sürgünden, deli bir hasretle dönen şairin, kalemini duygularına biraz fazla bandırmasını bekleyebilirsiniz. Öyle olmamış. Şairin Filistini romantik bir kitap değil.

Düşen bir yurdu, kopup da baş üstü düşen tespih taneleri gibi dünyaya saçılmış yurttaşları motive etmeyi amaçlamıyor. Sert gerçekleri özeleştiriyi sakınmadan, hüzünle yoğurup seriyor okurun gözleri önüne:

“Ve şimdi sürgünümden dönüyorum… onların vatanına? Benim vatanıma? Batı Şeria ve Gazze‘ye? İşgal Edilmiş Topraklara? O bölgelere? Yahuda ve Samarya‘ya? Özerk hükümete? İsrail‘e? Filistin‘e? İsimleriyle bu derece akıl karıştıran bir başka memleket biliyor musunuz siz? Geçen sefer her şey netti, ben de nettim. Şimdi muğlâk ve belirsizim. Her şey muğlâk ve belirsiz.

Bu kipalı asker belirsiz değil. En azından silahı çok parıltılı. Silahı benim şahsi tarihimdir. Benim vatanımdan olmamın tarihidir. Silahı bizi şiirin memleketinden kopardı ve ardında bize memleket şiirini bıraktı. Ellerinde dünyayı tutuyor, bizse ellerimizde bir serap tutuyoruz.”

Şiirin memleketi hüzünlü portakallar yurduna dönüştü ve üzerinden bir savaş makinesinden ibaret İsrail’le özdeşleşen araçlar: buldozerler geçti.

 

12.

Gassan Kanafani’nin “Güneşteki Adamlar” romanı ile Adania Shibli’nin “Küçük Bir Ayrıntı” romanını peşi sıra okumak, mukayese etmek bereketli bir eylem olacaktır.

Her iki roman da kısa, derinlikli ve sarsıcı. Kanafani 1963’te, Shibli ise 2017’de yayınlamış eserini. Türkçe’de nitelikli yayıncıların (Metis ve Can) elinden, işinin ehli bir çevirmenin dilinden okura ulaştırılıyorlar.

Klasikler arasında yerini almış her iki kitap da hafızalardan silinmeyecek, üzerinde uzun uzun konuşulacak anlam kapıları açan sonlara sahip.

“Küçük Bir Ayrıntı” yazım tekniği birbirinden epey farklı iki bölümden oluşuyor. İki bölümü birbirine bağlayan olaysa İsrail askerleri için sıradan, küçük bir ayrıntı: 1949 yazında İsrail askerleri Necef Çölü’nde devriye gezerken rastladıkları bir grup bedeviyi develeriyle birlikte oracıkta katlederler. Nasılsa genç bir kadın sağ ele geçirilir. Kadını yanlarına alırlar. Bir süre sonra ona tecavüz eder, nihayet onu katleder ve çöle gömerler.

İkinci bölüm günümüze yakın bir dönemde Ramallah’ta geçer, Şairin Filistini’nde!

Şhibli, bizi genç bir kadının yanında bu olayı araştırmaya gönderiyor ve biz okurlar, İsrail’in dehşet verici işgal politikasının haritası içinde kendimizi kaybediyor buluyoruz. Kontrol noktaları, duvarlar, duvarlar, kontrol noktaları…

“Olay yeri ve onu belgeleyen müzeler ile arşivler, ülkenin ordusunun taksimine göre C Bölgesi dışında yer alıyor. Sadece dışında yer almıyor, aynı zamanda çok da uzağında, Mısır sınırına yakın bulunuyor. Oysa A Bölgesi’nden olduğumu gösteren yeşil kartımla gidebileceğim en uzun mesafe, evimden yeni işyerime kadar olan mesafe. Yasal olarak A Bölgesi’nden olan herkes, siyasi ve askeri istisnai koşullar yoksa B Bölgesi’ne gidebilir. Fakat bu istisnai koşullar o kadar çoğaldı ki hepsi kural haline geldi. Artık A Bölgesi’nden olan pek çok kişi B Bölgesi’ne gitmeyi aklına bile getiremiyor.”

 

13.

Filistin Edebiyatının öykü ve kısa roman (novella) türüyle öne çıkmış önemli ismi Gassan Kanafani’nin “Güneşteki Adamlar” kadar çarpıcı bir diğer romanı “Hayfa’ya Dönüş”, Otonom Yayıncılık tarafından Türkçe’ye kazandırılan “Filistin’in Çocukları” adlı kitapta, hikayelerinin sonunda yer bulmuş kendine.

Ali Çakmak, 2020 yılında Zoomkitap’tan yayınlanan özgün eseri “Düşmanlıklar Zamanı”nda bu iki romanı merkeze alarak Kanafani ve Filistin Direniş Edebiyatı başlığını teferruatlıca incelemiş.

Kanafani’nin adı güzel kendi güzel 2. öykü kitabı “Hüzünlü Portakallar Yurdu” beş kitaplık serinin parçası olarak Loras Yayınları tarafından 2020 yılında Türkçe okurun ilgisine sunulmuş.

 

14.

100 yıldır haritadan silinmek istenen bir ülkeyi ve tümüyle görmezden gelinip yok edilmek istenen bir toplumu hakkıyla tanımak ve anlamak istiyorsak onun edebiyatıyla hemhâl olmamız elzemdir.

Edebiyat bir bellek, bir tutanaktır. Egemenler, sakıncalı gördükleri Edebiyat’ı “hakim”lerin kürsüsüne çıkartmasalar da, o bir şekilde “yargılama”ya dahil olur. Yeri gelir “davalı” yeri gelir “davacı” veya “müşteki” olur. Hiç değilse “tanık” sıfatıyla dinlenir. Bu da olmadı; Edebiyat, “mahkeme salonu”na, hatta “adliye”ye dahi alınmadı mı? Gider, adliyenin önünde açıklama yapar!

Gün geldi, hakkında “yakalama kararı” mı çıkartıldı?  O, gizliden gizliye, elden ele, kalpten kalbe dolaşır, zamanla kol kola, geri gelir ve hükmünü verir!

 

15.

Geçenlerde “Beyaz Atlar Zamanı” adlı kitabı Türkçe’ye de tercüme edilmiş Filistinli şair, yazar, ressam İbrahim Nasrallah’la yapılan bir söyleşiyi seyrediyordum. Şu cümleleri dikkatimi çekti, not aldım:

“Yazmak, özgürleştirmektir. Bir yerle alakalı yazdığında o yeri düşmanın elinden koparıyorsun. Bir şehit hakkında yazdığında o şehidi mezarından çıkartıp diriltiyorsun.”

 

16.

Filistinli şair Necvan Derviş ile virgül koyalım:

“Bizi mezarlıkta değil sözcüklerde arasınlar.”

 

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Gazze Direnişine Bir Tanıklık Süreci: Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide

Yayınlanma:

-

Filistin mücadelesi, üzerimizdeki ölü toprağını kısmen de olsa atmamız sonucunu doğuran bir berekete sahip. Bir yandan, “Yaşasın küresel intifada” sloganının hayat bulduğunu görmenin mutluluğunu yaşarken öte yandan yeni insanlar, yeni yol arkadaşları tanıyoruz. Salih Ulusal da Aksa Tufanı sürecinde tanıdığımız o “sıra dışı” insanlardan biri. “Tanımamız, Tanışmamız Gereken Filistin Dostları” adlı bir liste hazırlansa, bana göre o listede yer alması elzem bir isim. Tanıyalım, tanış olalım diye okurların dikkatine sunuyorum bu kısa röportajı. Gerisi size kalıyor.

Nerede, nasıl bir ailede doğdunuz? Nasıl bir çocukluk geçirdiğinizden kısaca bahseder misiniz?

Trabzon’un Of ilçesinde doğdum. Çocukluğum kışın ilçe merkezinde yazın ise Ballıca (Melnoz) köyünde geçerdi. Of’ta oturduğumuz bina da bir aile binası idi. Babam ve amcalarımla hep birlikte o çatı altında huzurlu bir geniş aile içinde yetiştik. İslam’ın emirlerine son derece iltizam eden bir aile içinde büyüdüm. Babamlar beş vakit namazlarını camide eda eder, nerde bir vaaz ve irşad meclisi varsa oraya giderler, bizleri de çoğu zaman yanlarında götürürlerdi. Ortaokul eğitimim zamanlarında okuldan çıktıktan sonra Büyük Camii imamının evine gidip Kur’an-ı Kerim ve Dini Bilgiler eğitimi alıyorduk. O zamanlar aile olarak büyüklerimiz siyasi olarak Refah Partisi teşkilatlarında aktif çalıştıkları için siyasi olarak da bir bilinç oluşuyordu toy zihinlerimizde. Hatta okulda bir öğretmenimiz beni tahtaya şarkı söylemem için çıkartmış ben de televizyonumuz olmadığı için (aile binamızda televizyon hoş karşılanmaz) şarkı bilmediğimi söylemiştim. Öğretmenimiz ısrar edince nameli bir şekilde ‘”Refah gelecek zulüm bitecek’’ diye söylenmeye başlayınca yerime oturtulmuştum:) Daha sonra ortaokul eğitiminin ardından şu an yöneticisi olarak görev yapmakta olduğum Cumapazarı Merkez Kur’an Kursuna başlayıp hafızlık eğitimimi (2002-2004) tamamladım.

İslam dünyasını takip ediyor, Arapça konuşulan coğrafyalarla irtibatlar kuruyorsunuz. İslami ilimlere dair tahsilinizi ilerletip Arapça okur-yazarlığa geçişinizin hikâyesini anlatır mısınız?

Hafızlıktan sonra elhamdülillah benim için en önemli geçiş noktası Arapça ve İslami ilimler tahsiline geçiş yapmam oldu. Of’ta bulunan ve İsmailağa Cemaatine bağlı olan bir medresede eğitime başladım. Hayatımda en verimli yıllar o medresede geçirdiğim zamanlar olmuştu. İslam coğrafyasına olan ilgim bu yıllarımda daha da artmıştı. Çeçenistan, Irak, Keşmir, Bosna-Hersek, Yemen ve Filistin gibi mazlum coğrafyalarda cereyan eden olaylar benim yüreğimde ağır yer ediniyor, duygu ve düşünce yapımı şekillendiriyordu. Öyle ki Arapça ders kitaplarımın kenar boşluklarına o coğrafyalara duyduğum ilgimi yansıttığım sözler ve şiirler yazardım.

Daha sonra Arapça temel eğitimimi tamamlayıp Diyanette de göreve başladığım zamanlar eski baskı Arapça bir kitabı bilgisayar hattına geçirme çalışması yapmaya başlamıştım. O zaman ilk olarak aklıma gelmişti, sosyal medya aracılığı ile Arap coğrafyasındaki, özellikle Filistin’deki kardeşlerimizle irtibata geçmek. Hem Arapça biliyor olmak hem de bilgisayarımın olmasını fırsata çevirip 2010 yıllından bugüne nice arkadaşlıklar edindim. Hâliyle özellikle Filistin konusundaki ilgim ve ihtimamım daha çok arttı. Özellikle Gazze konusunda araştırmalar yapıyor, Arapça kaynaklardan bilgiler ediniyordum. Bu konuda Arapça hazırlanmış videolar buluyor onlara Türkçe altyazı ekleyerek çeşitli mecralarda yayımlıyordum. Artık öyle hâl aldım ki, yıllarımı verdiğim tefsir, hadis, fıkıh gibi İslami ilimlerle olan ilgim azalıp tamamen ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’mızın işgal altında olup Müslümanların çeşitli zulümlere maruz kaldığı Filistin meselesine yoğunlaştım.

Oralardan edindiğim arkadaşlarla çeşitli araştırma gruplarına katıldım. Bunlardan biri de ‘”özgürlük meşaleleri’’ adı ile işgal hapishanelerindeki Filistinli esirlerin durumlarını araştırdığımız grubumuz idi. Bu vesileyle Ürdün’de bulunan ‘”Mülteciler Eğitim Akademisi’’nde online ‘”Beyt’ül Makdis Tarihi Dersleri’’ akademisine katılıp oradan sertifika aldım. Bu eğitim bana gerek Filistin tarihi hakkında ve gerekse devam eden işgalin boyutları hakkında çok şey katmıştı. Bir yandan da Filistinli esirler hakkında daha fazla araştırmalar yapma merakını sağlamıştı. Ürdün’de yapılan ve şu an işgal hapishanelerinde 67 kez  müebbet hapis cezasına mahkum edilmiş esir komutan Abdullah Galip Bergusi’nin ‘”Kan Kokulu Güller’’ isimli kitabının tanıtım programına ve Tunus’ta esirler hakkında yapılan bir konferansa çevrimiçi konuşmacı olarak katıldım.

Bütün bu merhaleler beni Filistin meselesinde hem duygusal anlamda hem de bilgi noktasında daha çok derinleştirdi. Yalnız pişmanlığını çektiğim en önemli husus; bugüne kadar yaptığım araştırmaları sosyal medya paylaşımlarında yazdığım makaleleri arşivlemedim ve kapatılan hesaplarım ile eskiye dayalı o çalışmaların çoğu silindi gitti. Yine de geriye dönüp baktığımda “elhamdülillah” diyorum, Filistin meselesi beni anlamlı bir gündeme bağladı ve futbol, dizi vb. boş meşgalelerle vakit kaybetmekten korudu. Rabbim bana zamanlarımı Peygamber Efendimiz (sav)’in mesragahı Mescid-i Aksa’nın uzaktan da olsa bir murabıtı olarak geçirme nimetini bahşetti. Medrese hayatımdan beri Filistin meselesiyle bu şekilde ilgilenmem arkadaşlarım arasında “mukavim” yani “direnişçi” lakabıyla anılmama da vesile oldu.

7 Ekim Aksa Tufanı sonrası sokaklarda eylemlilik hâlindeki ekiplerle tanışmanız nasıl oldu?

Aksa Tufanı başladıktan sonra tabii ki her çevrede bir hareketlilik bir eylemlilik başlamıştı. Mitingler, basın açıklamaları, sınır konvoyları vs. yapılıyor biz de onlara katılıyorduk ancak içimde bu eylemlere yönelik bir eksiklik hissediyordum, asla tatmin olmuyordum. STK öncüsü hocalarımıza, ağabeylerimize devamlı olarak bu eylemlerin yetersiz olduğunu, somut eylemler, netice odaklı eylemler ortaya koymamız gerektiğini dile getiriyordum. Bir gün sosyal medyada İstanbul ve Ankara başta olmak üzere ‘’Direniş Çadırı’’ adı ile bazı kimselerin Türkiye-İsrail arasındaki ticari ilişkilerin kesilmesine, İncirlik ve Kürecik üslerinin kapatılmasına yönelik söylemleri dile getirdiklerini gördüm. Takip etmeye, sosyal medyada destek olmaya başladım. Daha sonra Trabzon’da da bu eylemin yapıldığını fark edince onlarla irtibata geçtim ve eylemlerine katılmaya başladım. Kendilerini daha önce tanımıyor olmama rağmen onlarla kısa sürece kaynaştım, ünsiyet kurdum çünkü derdimiz ve davamız aynı idi.

Gazze’deki soykırımı durdurmak için bir yılı aşkın süredir sayıca küçük bir grup Filistin Dostu ile ısrarla eylemlilik hâlindesiniz. Bu süreç sizin için zorlayıcı oldu mu? Artıları eksileri ile değerlendirir misiniz?

Evet, 1 yılı aşkın süredir genelde Direniş Çadırı, özelde ise Trabzon ekibi olarak beraber eylemlerimizi sürdürüyoruz. Öncelikle şunu söyleyeyim: ‘Gazzeli kardeşlerimizin canını vererek bedel ödediği bir davada biz karşılaşacağımız zorluklara aldırış etmemeliyiz!’, düşüncesinde olduk. Karşımıza birtakım zorluklar çıktı çünkü azınlık idik, rüzgâr arkamızdan esmiyor aksine karşımızdan esiyordu. Söylemlerimiz koltuklardakileri ve onların el pençe durduğu kitleleri rahatsız ediyordu. Sonuç odaklı somut adımlar getirecek eylemler yapmaya devam ettik ancak ticaretin sözde kısıtlanması veya sözde durdurulması dışında herhangi bir sonuca ulaşamadık. Ancak biliyoruz ki biz seferden sorumluyuz, zaferden değil! Allah’ın huzurunda vereceğimiz hesabımız en azından hafif olsun diye pes etmedik, yılmadık. Artılarını icraat olarak görmedik lâkin inanıyoruz ki Rabbimiz bizleri çoğunluğun zillet suskunluğuna büründüğü bir zamanda izzetli haykırışı yapanlar olarak, hak sözün sedasını yükseltenler olarak haşr edecektir. Bu eylemleri yaptığımız için bizlere atılan çirkin iftiraları, hadsiz yaftaları ve görevlerimizde ayaklarımıza konulan taşları Aksa Tufanı’nın bir parçası olarak kabul edecek ve o şekilde mükâfatlandıracaktır.

Küçük bir şehrin kasabasında sizi içinde bulunduğunuz toplumsal yapıdan ve meslektaşlarınızdan böylesine bariz şekilde ayrıştıran ne oldu?

Aslında tek kelime ile Filistin diyebilirim. Hayatın karşıma çıkardığı her yapıyı ve bireyi Filistin süzgecinden geçirdim. Çünkü Filistin benim için her zaman Ebu Ubeyde’nin dediği gibi insanların gerçek yüzünü er ya da geç ortaya çıkaran bir turnusol kâğıdı niteliğinde olmuştur. Filistin’in çeşitli bölgelerinde özellikle ilk kıblemiz Peygamberimiz (sav)’in miraç toprağı olan Mescid-i Aksa’mızda işgalciler zulümlerini baskılarını sürdürürken, işgal boyutlarına boyut katarken, zamansal ve mekânsal bölünme plânlarını her geçen gün uygulamaya devam ederken maalesef içinde bulunduğum ve yetiştiğim toplumsal yapıların bunca olanlara duyarsız kalmaları, meslektaşlarımın miraç kandillerinde edebiyatını yaptıkları toprakların işgaline kör ve sağır kesilmeleri beni o davada daha çok yoğunlaşıp çalışmaya sevk etmiştir. Çünkü Filistin bir coğrafi mesele değil bir inanç meselesidir. Orası bizlere İslam’ın ilk kıblesi, peygamberimizin emaneti olarak sahip çıkmamız gereken bir kutsal olarak kalmıştır.

Aksa Tufanı, Filistin konusunda duyarlı her Müslüman’ın hatta vicdan sahibi her insanın hayatında az çok bir kırılmaya yol açtı. Dediğiniz gibi, bir turnusol kâğıdı işlevi gördü.  On dokuz ayın ardından dönüp baktığınızda Aksa Tufanı sizin için nasıl bir muhasebeye tekabül ediyor?

Başlaması açısından benim için öncekilerden farklı değildi Aksa Tufanı. Zira ‘Kudüs Kılıcı’ savaşı, ‘Çiğnenmiş Ekinler’ savaşı, ‘Pişmiş Taşlar’’ savaşı gibi Gazze yine İslam’ın onuru ve mukaddesatı için kendisini ateş çemberinin içine atmıştı. Ancak elbette ki Aksa Tufanı’ndan beklentiler farklı idi. Bütün İslam ümmetinde gerçek anlamda kırılmaların yaşanması, zincirlerin kırılması ve izzetli bir cihadın baş gösterip Siyonist işgalin son bulması beklentilerini boşa çıkarmıştı her geçen zaman. Nihayetinde 19 aylık uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen İslam ümmetinden beklenen bu kırılma gerçekleşmedi ve “Küresel İntifada” olması beklenen tufan, Gazze’de sıkışıp kaldı. Vicdanlı azınlıkların dışında maalesef yeterli desteği göremedi. Aksa Tufanı bizlere vicdan ve iman muhasebesini yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini hatırlattı. Ne kadar insanız? Ne kadar Müslümanız? Gayrimüslimlerin bile vicdan dürtüleri ile ayaklandığını gördük ancak maalesef biz Müslümanlar, din kardeşi olmanın gereği olarak ‘’Müslüman, Müslüman kardeşine zulmetmez, onu zulme terk etmez!’’ hadisi gereğince onlara sahip çıkamadık.

Aksa Tufanı, aynı zamanda içinde bulunduğumuz din olgusunu da sorgulamamız gerektiğini bizlere hatırlattı. Bu noktada Gazze halkının din anlayışı ile dünya üzerindeki diğer Müslüman nüfusun din anlayışının çok farklı olduğunu fark ettik. Onlarda Allah’a eğilen başlar başka hiçbir güç karşısında eğilmezken bizde “baş”lar; makam karşısında eğiliyor, para karşısında eğiliyor, akademik kariyer karşısında eğiliyor. Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen bir hadiste bildirilen ‘’Kur’an bir vadide, onlar başka bir vadide olacaklar!’’ zamanı sanki bu zaman. Kur’an ile hemhâl olan Gazze halkı bir vadide, yeryüzündeki diğer âlem-i İslam başka bir vadidedir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Erem Şentürk Neden Mahkemeye Gelmiyor?

Yayınlanma:

-

Erem Şentürk

Ben, Erem Şentürk adını, kendisi Filistin dostlarına hakaret edene dek hiç duymamıştım.

Açıkçası ağır eleştirilerde bulunmakla yetinse, haddi aşıp hakaret etmese hiç umursamazdım. Ciddiye alınacak bir insan olduğunu düşünmüyorum.

Kendisini gazeteci olarak tanıtan nice insanın sosyal medya hesapları üzerinden ne amaçlarla, neler yaptıkları akıl ve vicdan sahibi herkesin malumudur.

Bu şahıs, yaklaşık yarım milyon takipçi üzerinden kamuoyuna kişisel yargılarını boca ederken Filistin dostlarına fotoğrafta görüldüğü üzere iftira ve hakaret etti.

Elbette kötü söz sahibine aittir. İki defa, yani ısrarla hakaret ettiği için şikâyetçi olundu ve kendisi hakkında Trabzon 7. Asliye Ceza Mahkemesi’nde “hakaret” suçunu işlediği gerekçesiyle dava açıldı.

Özür dilemedi, uzlaşmaya yanaşmadı, hakaret ve iftira içerikli paylaşımlarını da hâlâ silmedi.

Böylesi “dik duruşlu”(!) bir arkadaştan ne beklersiniz?

Mahkemeye gelmesini, savcının hazırladığı iddianameye katılmadığını, kimseye hakaret etmediğini, dolayısıyla suçsuz olduğunu beyan etmesini; öyle değil mi?

Öyle olmadı, olmuyor.

Niyeyse, nasılsa Erem Şentürk’e ulaşılamıyor.

İki duruşma geçti, kendisi ortalarda yok. Hâkim, savcı, müşteki ve vekili de dâhil mahkeme heyeti iki duruşmadır bekliyor.

Savcı, müşteki ve vekili, yaptığı paylaşımın hakaret suçunu oluşturduğunu biliyor.

Bilgisayar başından kalkıp sanık kürsüsüne geçmesi ve kimin “kahpe” olduğunu izah etmesi gerekiyor.

3. duruşma, 8 Temmuz saat 09.35’te.

İnsan merak ediyor: Koskoca Asliye Ceza Mahkemesi iki duruşma geçmiş, aylardır Erem Şentürk’e neden ulaşamıyor?

Yoksa kendisi tebligatı almaktan mı kaçınıyor?

Yoksa kendisi resmi yollardan ulaşılmaya kapalı mı?

Yoksa sosyal medya üzerinden mi tebligat bekliyor?

Mahkemeye dilekçe verdik ve “adresinin tespit edilebilmesi, çağrı yapılabilmesi ve yargılamanın ilerleyebilmesi için ifadesi alınmak üzere sanık hakkında yakalama kararı çıkartılmasını” talep ettik.

Bekliyoruz.

Ne Olmuştu?

7 Ekim 2023 tarihinde, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük trajedilerinden biri ve birincisi, Filistin’de yaşanmaya başlandı: Gazze Soykırımı. Türkiye, soykırımı durdurmak için elindeki imkânları neredeyse hiçbir şekilde kullanmaya yanaşmayınca 10 Mart 2024 tarihinde Direniş Çadırı çağrısı ile Türkiye’nin 25 ilinde toplanan insanlar, iktidardan somut adım talebinde bulunan basın açıklamaları yaptı. Gazze’de soykırım olanca vahşetiyle devam ederken, Direniş Çadırı, iki hafta sonra çağrısını büyüterek 30 ilde sokağa çıktı. Göstericiler “İsrail’le Ticaret İnsanlığa İhanet” sloganı ile seslerini yetkililere duyurdular.

Erem Şentürk Ne Demişti?

erem şentürk

Erem Şentürk, Direniş Çadırı’nın “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla yaptığı protesto gösterilerinde bulunan Filistin dostlarına hakaret etmişti.

Erem Şentürk, Direniş Çadırı çağrısını takipçilerine duyuran Daily Islamist adlı hesabın, “Yarın 30 ilde eşzamanlı olarak “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla protesto gösterileri düzenlenecek.” paylaşımı üzerine aşağıdaki twiti attı.

“Hiç lafı eğip bükmeden söyliyeyim: Bu kahpeler yine her zamanki gibi Filistin maskesiyle Müslümanlara saldırmayı, başa bela olmayı fitne fesat çıkarmayı planlıyorlar. 28 Şubat belası yaşanırken Nurettin Şirin, “Kudüs Gecesi” gecesi diye bir operasyon çekmişti. Sokağa tanklar davet edilmişti ve vesayetçi hainler Türkiye işgal provası yapmıştı, Daha sonra “Sincan Belediye Başkanı Refah Partili Bekir Yıldız yaptırdı” demişti. Aşağıda Filistin destek maskeli fitne fesat işini yine Nurettin Şirin organize ediyor.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Filistin Dostlarına Gözaltında Çıplak Arama

Yayınlanma:

-

Bu yazının  fotoğrafında gördüğünüz kısa basın açıklaması, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi (x) hesabından 10.04.2025 tarihinde çıplak arama iddialarına ilişkin olarak kamuoyuna duyuruldu.

Bu, kurumsal ağırlıktan yoksun, parmak sallayan “atarlı giderli” açıklamada bahsi geçen hususların gerçekliğini irdelemek istiyorum.

“TRT World Forum” adlı programda Cumhurbaşkanına soru sormaya çalışırken engellenip yaka paça salondan çıkartılan ve aynı zaman dilimi içinde Kongre Merkezi önünde yine barışçıl protesto gösterisinde bulunan Filistin dostlarından 9’u gözaltına alınmış, tutuklanıp hapse atılmıştı.

Bu 9 kişinden 7’si kadındı ve gürültü, bu suçsuz kadınların önce Emniyet Müdürlüğü’nde, ardından sevk edildikleri Silivri Cezaevi’nde çıplak arama adlı işkenceye maruz kaldıklarının duyulmasıyla koptu!

2012-2020 yılları arasında Türkiye’de pek çok F Tipi Cezaevinde farklı siyasi davalardan mahpus onlarca insanı ziyaret etmiş bir avukat olarak cezaevinde çıplak arama uygulamasının rutin bir aşağılama yöntemi olarak yaygın biçimde uygulandığını biliyordum.

Bu satırları kaleme almadan önce cezaevinde çok uzun yıllar kalmış bir mahpusu aradım, ona da sordum. Bana iki yıl öncesine kadar bunun standart bir uygulama olduğunu aktardı. İlk girişte ve çeşitli sebeplerle farklı cezaevlerine her nakilde mahpuslar çıplak aramaya maruz bırakılıyorlar. Hatta 2005 yılında Kocaeli 2 Nolu F Tipi Cezaevi’ne nakledildiğinde yaşadığı bir olayı anlattı.

Gardiyan kendisini çıplak arama boyunca kameraya almış. O da bu “katmerli aşağılama çabası”nı protesto amacıyla zafer işareti yapınca aralarında hırgür yaşanmış.

Cezaevlerinde bu işkence son iki yıla kadar kesinlikle rutin bir uygulama! (İki yıl içinde insan hakları açısından devrim niteliğinde bir gelişme yaşansa sanırım haberim olurdu!) Bu kısmı geçiyorum.

Peki, Emniyet Müdürlüklerinin nezarethanelerinde bu tür işkenceler yapılıyor mu?

AKP iktidar olduğunda işkenceye karşı sıfır tolerans politikası ile ciddi bir iyileşme yaşanmıştı. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında bu kazanımlarda kesin ve keskin zayiatlar yaşandığı bilinen bir gerçek. Düşmanlaştırılan, kamuoyu önünde aşağılanan insanlara gözaltında çok kötü muameleler yapıldı ne yazık ki! OHAL içindeydik. (O halden çıkıldı mı sahiden?)

Kadınlara, kızlarımıza gözaltında çıplak arama neden infial yarattı peki? Buna kendimce şöyle bir cevap kotarıyorum:

  1. Bu insanlar Gazze’de soykırım yaşanırken silahsız, saldırısız, barışçıl yöntemlerle iktidardan adım atmasını talep ettiler. Tümüyle suçsuz ve masum olmakla birlikte kendi menfaatleri için değil, topluca yok edilmek istenen bir halk adına, Allah rızası için öne atılmışlardı.
  2. İktidar içeride ve dışarıda Filistin davasının hâmisi pozları keserken Filistin dostlarını (Cumhurbaşkanı korumaları marifetiyle) haksız yere darp ettiriyor, gözaltına aldırıyor ve o hışımla bu göstericiler hem emniyette hem de bir hafta kalmadan salıverilecekleri cezaevinde çıplak aramaya maruz kalıyorlardı. Yargılanmış ve suçlu bulunmuş değillerdi, ki böyle olsa bile çıplak arama, insanın onurunu kırmak için yapılan, tasarlanmış bir aşağılama yöntemi, bir işkence! (İstisna olarak uygulanmasının özel şartları ayrı bir yazının konusu.)

Emniyette ve cezaevinde sistematik olarak çıplak aramaya maruz kalmış 7 kadın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına 09.12.2024 tarihinde dört avukatın imzasıyla sunulmuş 21 sayfalık suç duyurusu dilekçesinde yaşadıklarını ayrıntılı olarak anlattılar.

Yazıyı, İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nde yaşanan çıplak arama işkencesinin aktarıldığı o pasajı doğrudan alıntılayarak bitireceğim; siz okuyucularımızı gerçeklerle baş başa bırakarak!

ciplak-arama-roportaji

Gözaltına alınan Filistin dostlarının yaşadıkları çıplak arama ve kötü muamele ile ilgili verdiği röportaj, Emniyet Genel Müdürlüğünün talebi üzerine geçtiğimiz günlerde yayından kaldırılmıştı.

Öncesinde yanıtlanması gereken büyük bir soru var:

Emniyette işkence gerçekse bunun iftira olduğunu öfkeli bir dille beyan eden Emniyet Genel Müdürlüğü, müfteri durumuna düşmüyor mu?

Kararı okuyucuya bırakıyorum.

Ben bu davanın avukatlarından biri olan Adem Bingöl’ü aradım ve ona şunu sordum:

“Filistin dostları nezarethane çıplak aramaya maruz kalmışlarsa avukatları huzurunda alınan ifadelerinde bu iddiaları neden dile getirmediler?”

Cevabı şu oldu:

“Olayın şoku vardı. Korku ve baskı altındaydılar. İlkin gelen avukatlar erkekti ve bunun da etkisiyle anlatmaya çekindiler.”

Filistin dostlarının İstanbul Emniyet Müdürlüğünde ve Silivri Cezaevinde maruz kaldıkları hukuksuzluklara ilişkin bahsini ettiğim suç duyurusunda sıralanan suçlar şunlar:

İşkence, Nitelikli Kasten Yaralama, Cinsel Taciz, Hakaret, Tehdit, Kamu Görevlisinin Suçu Bildirmemesi ve Görevi Kötüye Kullanma!

Bu suçların soruşturulacağına inanan kaç saftrik var bu ülkede?

İşkence ve Cinsel Taciz Boyutunda Çıplak Arama

EGM, öfkeli bir dille algı oluşturmaya dönük yalan yanlış beyanla “kamuoyuna saygıyla duyursa” da çıplak aramaya ilişkin gerçekler, yüzleşmek isteyenler için ortada duruyor:

“Müvekkiller, nezarethaneye girişleri yapılmadan önce ilk olarak aynı katta bulunan camlı küçük bir odaya alınmışlardır. Odada bulunan üç kadın polis memuru, müvekkillerin başörtülerini ve kabanlarını çıkartmalarını söylemiştir. Üstlerinde tişörtleri ve pantolonları kalan müvekkillerin burada üst araması yapılmış, saçları açılarak aranmış ve ayakkabı bağcıkları alınmıştır.

Devamında nezarethane bölümüne girişi yapılan müvekkiller burada bir bölümü perde ile kapatılmış küçük bir odaya teker teker alınmıştır. Küçük oda içerisinde bulunan sarışın, 1,65 – 1,68 boylarında, saçları omuz hizasında, hafif kabarık saçlı, ön dişleri belirgin, hafif kilolu bir kadın polis memuru müvekkillerin kıyafetlerini tamamen çıkarmalarını söylemiştir.

Vücutlarının belden aşağı kısımlarında tayt ve külotlu çorapları, vücutlarının üst kısmında ise yalnızca iç çamaşırları kalacak şekilde kıyafetleri çıkartılan müvekkillere dokunmak suretiyle üst araması yapılmaya başlanmıştır.

İlgili polis memuru müvekkillerin alt ve üst iç çamaşırlarının içerisine iki elini birden sokmak ve gezdirmek suretiyle dokunarak arama işlemi gerçekleştirmiştir.

Müvekkiller ısrarla işbu uygulamaya itiraz etmiş fakat ilgili polis memurunun aşağılayıcı, onur kırıcı sözlerine maruz kalan müvekkillerin itirazları karşılıksız bırakılarak zorla çıplak arama işlemi yapılmıştır.”

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x