Connect with us

Köşe Yazıları

Demokrasiye Mecbur muyuz?

Yayınlanma:

-

Bu soruya “hayır” cevabı vermenin giderek zorlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Elbette bunun nedeni sadece demokrasinin bir model olarak güçlenmesi ya da dünyanın görece artan refahının demokrasi ile gerekçelendirilmesi değil. Aynı zamanda demokrasinin bugünün dünyasının tabu kavramları arasında yerini almasının da büyük payı var. Demokrasinin içinde bir modeli, bir demokrasi yorumunu konuşmaya izin verenler, kavramın kendisine dair her tartışmayı bir şiddet eylemi görme eğiliminde.

Özellikle şu an yaşadığımız seçim dönemlerindeki gibi demokrasinin kutsandığı anlarda aykırı her ses sanki “bugün icat edilmiş” gibi karşılanıyor. Oy vermeyi reddetmek, demokratik süreçlerin dışında bir siyasallık üretmeye çalışmak iktidar açısından “hainlik”, muhalefet açısından “işbirlikçilik” ile kolayca suçlanıyor. Bu durum bize, demokrasi ve aurasındaki diğer kavramlar üzerinden bir tür hegemonyanın kurulduğunu gösteriyor. Hegemonya -Gramsci’nin tarifi ile- fiziki güç ile gelişen “zorlama”nın yanı sıra bir tür “rıza”yı da içerir. Böylece sosyo-politik bir boyut kazanan hegemonik ortamda eleştiriler bile egemenin argümanları içinde dilini kurar ve hegemonik değerleri bir tür ön koşul olarak görür.

Demokrasi tartışmalarına göz attığımızda bir hegemonik yapılandırmanın içinde kaldığını, tartışmaların demokrasinin değerleri içinden geliştirilmeye çalışıldığını söylemek yanlış olmaz. Sanki adil ve özgürlükçü her söylem verili olarak demokrasinin içinde gelişebilir gibi sunuluyor. Oysa demokrasiye dair tartışmalar, en az kavramın kendisi kadar eski. Örneğin Milattan önce 200’lerde Polibios -yani bundan yaklaşık 2000 yıl önce- demokrasiyi “oklokrasi” kavramı üzerinden eleştirir. Ona göre demokrasi, ileri evrelerinde popülizmden bağımsız düşünülemez. Aynı kavramı Rousseau bir “yozlaşma” olarak tanımlasa da Polibios’un eleştirileri daha çok demokrasinin zorunlu sonuçlarına ilişkin bir öngörüdür. Polibios’a göre problem, toplumun büyük parçasının desteği ile yönetimi eline alan siyasetçilerin popülizmi bir yöntem olarak belirlemesidir. Toplum, manipülasyona ve duygusal uyarımlara ne kadar açıksa popülizm o kadar sahici dönüşlerle politik süreci belirler. Polibios, bu durumu toplumun nüfusunun artması ve geniş yığınların eğitimsizliği ile irtibatlandırmıştır. Aslında eleştirinin kilit noktası “kalabalık”ların egemenliğin merkezine kendi kütlesini koymasının zorunlu sonuçlarıdır. Polibios, popülizmden meşruiyet devşirerek bir “ahlaki resesyon” yaratan “oklokrasi”yi de bir evre olarak görür. Günün sonunda popülizm, silahlarını doğrudan doğruya kendini var kılan kitleye de yöneltir ve gücü bir çetenin elinde konsolide eder. Popülizmin caydırıcı ve korkutucu sloganları, önce çetenin, sonra da tiranın iktidarda kalmasını bir beka söylemi etrafında böylece birleştirmiş olur. Tanıdık geldi mi?

Polibios’un Atina’nın siyasi atmosferi içinde gerçekleştirdiği eleştirilerin biraz da kendi toplumunun demografik değişiminden kaynaklandığını düşünebiliriz. Aslında Polibios bu yeni kavramsallaştırmada bozulmanın katalizör etkenini de keşfetmiştir: kitle! Polibios’tan binlerce yıl sonra demokrasinin yeniden siyasetin görünür yüzü olmaya başladığında “kitle” kavramına dair tartışmalar da alevlenir. Sanayileşmenin artması, büyük kentleşme hareketleri ve iş bölümüne dayalı yüksek düzeyde uzmanlaşma kitle toplumunun modern karakteridir. Elbette bu toplum aynı zamanda demokratik bir kültürü de içerecektir. Horkheimer ve Adorno gibi modernite eleştirileri yapan düşünürler kitle toplumunda bireyin edilgen, ilgisiz ve ezici biçimde atomize olduğuna vurgu yaparlar. Geleneksel bağlardan, dinsel kimliklerden kopan birey için toplumsallaşma artık başka bir evreye geçmiştir.

Kitle toplumu geliştikçe toplumsal etkileşim dışarıdan müdahaleye ve yönlendirmeye daha açık hale gelir. Her şeyi ile birbirine benzeyen kitle, özgünlüğünü yitirip sıradanlaşan birey için yeni bir dönemi başlatır. Polibios’un öngörüsünde “kitle”nin tehlikeli ve yozlaştırıcı olması ile onun “eğitimsizliği” arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ancak modern dünya için kitlenin mensupları eğitimin endüstriyel süreçlerini tamamlamış, verili kit bilgileri almış bireyleridir. Polibios’un öngöremediği “hiçbir konudan yeterince haberdar olmamanın” popülizmin karşısındaki savunmasızlığını “temel bir kavramsal formatlamadan geçmiş modern birey” için de geçerli olduğudur. Bu, bazen güvenlik ve ulus kimliği üzerinden kendini gösterirken kimi zaman da modern batılı referanslar üzerinden gelişir. Türkiye örneğinde “yerlilik ve millilik” söyleminin toplumun bir parçasındaki etkisi ile diğer kesimin Batının değer yargılarını ulaşılması gereken medeniyet seviyesi olarak görme konusundaki heyecanı birbirinden çok farklı şekillenmez. Her ikisi de popülist politikalara cevap verir.

Bu yönüyle popülizm aslında bütünüyle anti-demokratik değildir. Yakın zamanda bu konuyu inceleyen Cass Mudde, popülizmi özünde demokratik bulur. Popülizm çoğu zaman doğru bir tepkisellik ve haklı sorularla başlar. Ancak sıradan bireylerin inisiyatif alma konusundaki isteksizlikleri günün sonunda etkili bir çeteyi ve daha etkili bir tiranı doğurur. Bu açıdan popülizm güç istencinin kitlesel bir halüsinasyonudur. Üstelik demokrasi içinde gelişen popülist politikaların iktidar aygıtlarını elinde tutabilmek için gösterdiği manevralar başlardaki görünümü de bozar. Haklı sorularla başlayan muhafazakâr popülizm günün sonunda neo-kemalist bir görünüme pekâlâ evrilebilir.

Demokrasi tartışmaları açısından popülizm, yadsıyamayacağımız bir konu. Hatta demokrasinin tanımının eklektik ve tarih içinde biçimlenen akışkan yapısını dikkate aldığımızda popülizmin modern demokrasiye ruhunu üfleyen kavram olduğunu söyleyebiliriz. Hepimize dayatılan demokrasi kavramının içindeyse popülizmin esamisi okunmaz. Demokrasiyi bugünün kutsalları arasında belirleyen bakış bize adeta bir güzelleme potpurisi yaptırtır: Hürriyet, eşitlik, katılımcı, üretken… diye devam eden bir dizi kavramın tümünün demokrasi ile bütünleştiği konusunda genel bir kanı tanım olarak dayatılır. Oysa bu tanım -bütün hatalarından önce- yine indirgemecidir, bağlamları ve pratiği büyük ölçüde yok sayar.

Popülizm ve demokrasi ilişkisini tartışmak bir anlamda bu kavramın “akredite tanımının” dışında konuşulması gerektiğini de hatırlatacaktır. Genelde Türkiye’deki demokrasiye dair tartışmaların ya çok sığ ve yine popülist bir bağlam üzerinden ya da sürekli kendine referans veren bir dil üzerinden geliştiğini biliyoruz. Oysa demokrasi tartışmaları öncelikle demokrasinin kendi içindeki tutarsızlık ve çelişkilerine odaklanmalıydı. Tüm dünyada örneğin “radikal demokrasi” veya anarşist itirazlar gibi tartışmaların bunu merkeze alan başlıklar açmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bu açıdan demokrasinin popülist karakterinin modernliğin içinde zaten fazlasıyla aşındırılmış bireyin giderek belirsiz ve etkisiz hale gelmesi konuşmalı. Oy vererek, bir siyasi hareketin arkasında durarak toplumsal düzeni ve iktidar aygıtlarını topyekûn değiştirebileceğine dair inanç aslında şeyhinin kendisini cennete taşıyacağına inanan müridin saf temennisi ile eş değer ölçülerde biçimlenir. Her ikisinde de birey, kişisel inisiyatiflerini değersizleştirir, etkisizleştirir ve tebaa olmaya hazır bir bilinç düzeyindedir.

Elbette günün sonunda demokrasinin kendisini tek ve alternatifsiz gördüğü bir dünyada başka bir siyasetin nasıl mümkün olacağı sorusu devasa bir büyüklük olarak beliriyor. Bu sorunun çözümsüz görünümünün arkasında “öğrenilmiş çaresizlik” hissinin yattığını düşündürtecek sebeplerimiz var: Bireyin flulaştığı modernlik, devletin modern yapılanmasına tam oturacak bir aparat haline getirilmiş demokrasiyi “devlet”ten ayrı düşünmek, demokrasi tartışmalarını başlamadan bitirecek yanlış çıkışlara neden oluyor. Ancak yine de demokrasiyi “içeriden” bir tartışma ile değil “dışarıdan” ve yapısal bir tartışma ile değerlendirmeye çalışmak ezberleri bozmak için yerinde bir adım olabilir.

KAYNAKÇA

Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, İletişim Yay.

Cas Mudde, Cristobal Rovira Kaltwasser, Popülizm: Kısa Bir Giriş, Nika Yay.

Elias Canetti, Kitle ve İktidar, Ayrıntı Yay.

Platon, Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Metis Yay.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kötürümleşmeye Tuz Biber

Yayınlanma:

-

Birçok talihsiz aşamalardan geçmişti İslamcılığımız, belki kavramın kendisinden başlanarak sıralanabilir bunlar. Kolay olmadığını da kabul etmek gerekir bu sıralama faaliyetinin, kolay olan hiçbir şey yok.

Uzun asırlar boyunca kötürümleştirilmiş bir Müslüman tipolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmuyorduk aslında ama en azından tevhîdî/Kur’ânî süreçle tanışanların yaşadığı dönüşümü de tam kestirememiş olmakla suçlanabiliriz, kabul.

Halkın tabanda, dinî/manevi takviye ile mücehhez merkezî devlet/otorite güçlerine karşı örgütsüz kalmasının faturalarını modern dönem tanıkları olarak iki farklı biçimde tecrübe ettik. Dayatmacı/zorba modern süreçlerle de, nihayet önemli oranlarda onunla iç içe geçmiş sözüm ona dinî görünümlü süreçle de dindar halkın her karşılaşması bu kötürümleşmenin ürettiği düşük yoğunluklu tepkinin örneği olarak tarihe kayıtlanmıştır.

Bu ne kadar değiştirilebilir ya da değiştirilebilir mi, bundan emin değilim.

Tevhidle buluşma serüvenimizde tüm iyi niyetli çabalara rağmen Kur’an’la temasımızın tarihsel ön yargıları aşarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. İslam dünyasından yapılan özenli-özensiz çevirilerin de bu yetersizlikte elbette payı büyüktür.

Kur’an’ın özellikle siyasal kavram haritasının tüm gayretlere rağmen lâyıkıyla kavranılamadığını cesaretle savunmalıyız. “Salât”tan başlayarak “zekât”a, “şûrâ”dan “mescid-i haram”a, “dâru’s-selâm”dan “infak”a, “sabır”dan “teslimiyet”e uzanan ve oradan resullerin pratik örnekliğine varan çemberde sahih bir Kur’an kavrayışından mahrum kaldığımızı bugünkü tıkanıklığın sebeplerini irdelerken görebiliyoruz.

Az evvel değindiğimiz Müslüman kitlelerin kötürümleştirilme bahsine geri dönelim: Kur’an vurgusuyla yola çıkanların siyasal kavrayışlarındaki eksiklik ve zaafiyetlerle yüzleşmenin vakti çoktan gelip geçmiştir. Hem de çokça geçmiş durumdadır.

Geniş kalabalıklardaki kötürümleşmenin kalıcı olması hatta bu kötürümleşmenin güçlenerek Kur’ânî söylemi öne çıkaranları yutması karşısında en çarpıcı, can alıcı muhasebeyi yapma zorunluluğumuz var. Bunu yapmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.

İmparatorluklardan/ulus devlet otoriterliklerinden sıyrılabilmiş bir İslami siyasi perspektifimizin/söylemimizin olamaması, bir yandan Kur’an’ın ve resullerin örnekliğinin lâyıkıyla kavranılmadığını; diğer yandan da egemen dünya düzenini ve onu doğuran fikriyatı çözümlemede yetersiz kalındığını bize açıkça gösteriyor.

Buradaki her bir iddiayı açmak gerekecektir, bunun farkındayım. Esasen pek çok yazı ve pratikle bunun yapıldığını da savunabilirim. Kur’an ve siyerin örnek öğreticiliğini kavramaya niyet etmiş, mütekâmil bir seviyeyi tutturamamış olmakla birlikte epeyce yol almış ancak bir şekilde az ya da çok AKP ile yolunu kesiştirmiş tevhîdî çizgi mensuplarının yarattığı tahribat da bütün bu yetersizliklere tuz biber ekerek kötürümleşmeyi zirveye taşımıştır.

Zulme karşı adalet cephesinden yana olmanın ancak sağlam bir kavrayışla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu kavrayışın gereklerinden yeterince bahsettik. Eksik olan şey, bu kavrayışların tabii sonucu olarak boy vermesi gereken pratiktir.

Burada durup durup geri dönerek aynı soruları sorabiliriz hatta sormalıyız da!

Kötürümleştirici mezkûr süreçlerin gadrine uğramış kavramların algılanışlarını nasıl oldu da kurtaramadık; hem de onca tevhîdîlik iddialarına rağmen! Kurtarabildiklerimize ya da bizim dışımızda da seyreden fıtrî-vicdanî tecrübelere sırtımızı nasıl dönebildik!

Bu kısa yazı, 7 Ekim 2023’le başlayan Aksâ Tûfânı sürecindeki genel tutum alışlardaki zaafiyetlerin de köküne inme çabası olarak okunabilir. Belli bir yerden sonra adalet cephesinde rüzgâr/lar yaratma çağrılarına cevap vermeye tenezzül etmeyerek kötürümleşmede ısrarcı olan cenâhın yarattığı helâk aşaması da mümkün olabilir tabii; sünnetullahın tecellisi tarihsel bir bilgi değilse şayet!

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM