Connect with us

Videolar

Demokrasiden Medine Sözleşmesi’ne Yeni Bir Yönetim Modeli Arayışı 

Yayınlanma:

-

Özgür Yazarlar Birliği’nin pandemi arasından sonra düzenlediği ilk etkinliğin konuşmacısı “Demokrasiden Medine Sözleşmesine Yeni Bir Yönetim Modeli Arayışı” başlığı ile Ali Bulaç’tı.

Programdan notlar şu şekilde:

*Müslüman Dünyanın Krizi:
-Bütün Müslüman dünyası derece farkıyla da olsa bir kriz içinde. Bu İslam’ın değil Müslümanların krizi. Entelektüel, ahlaki ve sosyo-politik krizler…
-Fikri ve entelektüel krizi hikmet ile aşmak mümkün.
-Takvayı yeniden tanımlamakla ahlaki krizi aşmak mümkündür.
-Aslında sadece İslam dünyası değil tüm insanlar küresel bir kriz içinde: nüfus artışı, gıda, enerji kullanımı krizi… Ülkelerin anlaşmazlığı gibi bir sonuçla tüm dünyayı yok edecek bir nükleer tehdit söz konusu.
-Çin doktrinine göre tüm halkın refah içinde yaşaması mümkün değil. Belli bir kısmı refah içinde yaşar, geri kalan köledir.
-Taoizm’in temelinde sükûn vardır. Hâlbuki ekonomiye dayalı (iktisadi düzen) bir düzen durmaksızın bir hareketi ister. Budizm’de de ıstıraba dayalı bir düzen vardır. Bu da reddedilir.
-Tüketim, gösteriş ve teşhir kültürü baskın durumda. Yalancı mesih ve mehdiler ortaya çıkıyor. Dünyada 64 bin mesih ve peygamber var tımarhanelerde.
-Nüfusu durdurmaya çalışıyorlar: LGBT, ev hayvanları…
-Dünya nüfusu: %3 düşünen/tasarlayan, %13 yönetiyor, gerisi yalnızca yaşıyor (Ne Sosyalizm, ne Komünizm çözüm…)
-İslam dünyası 1 milyar 600/800 milyon. 56 ülke.
Siyasi rejimler:
*Dini monarşi
*Diktatörlükler
*Otokrat rejimler
Özgürlükler kısıtlı, kuvvetler birliği, bağımlı-güdümlü, yönetici ölünceye kadar başta…
-İslam dünyasının sosyal hayatı kutuplaşma hâlinde… Nepotizm yaygın. Ahlaki yozlaşma her şeyi içten içe çürütüyor. Kitleleri mahveden bir siyasi rejim… Çalışmaya bağlı olmayan zenginlik (petrol ülkeleri)… Hiçbiri tek başına ayakta kalabilecek durumda değil/dışarıya muhtaç. Ulusal mücadeleler had safhada(İran-Irak/Yemen)… Ülkeler küresel gücün himayesi altında, ancak böyle ayakta kalabiliyor.
-Eğer bir ülke İslami yönergelerle yönetilse kim daha İslami?
*Yeni Zelanda, İsveç, Hollanda, Kanada, Almanya, İngiltere… Arabistan, Türkiye son sıralarda.
-İslam dünyasında çatışmalar had safhada. Mezhepsel, etnik, yöneten-yönetilen, yoksul-zengin, laik-anti laik, kadın-erkek, mülteci-ulusal çatışmalar. Bunların elbette sebepleri var. Hakikatin tevellüdü (her grup hakikati kendi safhasına çekiyor, kendisinde biliyor: Vatan sevgisi) mutlakiyetçilik doğuruyor. Bunun sonucunda birbirimizle bile konuşamıyoruz, müzakere edemiyoruz. Dolayısıyla kendi aramızda sözleşme de yapamıyoruz. (Irak Saddam örneği. Kürt-Arap, Şii-Sünni) Ancak bizi bir tiran/bir mutlak ayakta tutabilir, o durumdayız.
-Gündelik dilimizde fark etmediğimiz kavramlar var. -> İmam-ı Azam Ebu Hanife, Şeyhul Ekber, Bediüzzaman Said Nursi vs.
Küçümsemek için değil fakat bizim onlara yüklediğimiz sıfatlarla onları mutlaklaştırıyoruz. Dolayısıyla kendimizi de.
-1789 Fransız “İhtilali” / Bolşevik “İhtilali” / İran’da “Devrim” -> halk devrimi
Fakat orada da mutlak bekleniyor. Verili şeyler aşılamıyor. “Milyonlarca insan orada “Kahrolsun Amerika!” diye bağırıyor. Fakat korkma. Çünkü Peugeot, Sony hâlâ yerinde.” Bu devrimde Şii (mezhep-milli) bir tarafa da çekilmek zorunda kalındı.
-(Müslüman buysa, ben yokum.) Deist-agnostik bir temayül oluştu. Hâkim sahne yüzünden. Bu çatışma derinleştikçe İslam’ın ortak düşmanıyla anlaşma yapılıyor. İran meselesinde Arabistan’ın İsrail tarafında yer alması gibi.
-Temel prensip iyilik ve takva olması gerekirken kötülük ve düşmanlık üzerine yaşıyor Müslümanlar.
-Müslümanlar yenilebilir, mağlup olabilir. Hz. Nuh “Mağlup oldum Allah’ım!” der. Bu yenilgi devanın çürük olduğu anlamına gelmez.
-Moğol ve Haçlılar karşısında iki büyük yenilgi yaşanıyor. Yeniden ayağa kalkıldı.
-Üçüncü büyük yenilgi 19. yüzyıl. Fakat bu sefer “Bu yenilginin sebebi dinimdir.” dediler, “Allah’ın izniyle ayağa kalkacağız!” denmedi.
-Sovyet sonrası pek çok ülke belli bir seviyeye gelirken sekiz İslam ülkesi hâlâ mafyatik davranıyor.

-Bu krizin sebebi, 56 ülkenin ortak suçu Müslümanlıktan mı kaynaklanıyor? Yoksa din anlayışından mı? Tarihi mirasımızdan mı kaynaklı? Muazzam bir batı uygarlığıyla karşı karşıya olduğumuz ve meydan okuyamadığımızdan mı kaynaklı? Ya da hepsinden biraz biraz. Fakat kesin olan şu ki bu durum devam ettirilemez!
-> Bu konuda neler yapılabilir?
*Kaynak birden fazla olsa bile çözüm tek, siyasettir.
Pozitif-> Kanuni
Negatif-> Terör, silahlanma
-Bizim için söz konusu olan pozitif siyasettir.
-Bazıları çıkış yolunu demokrasi olarak belirtiyor.
-Sünni ve Şii kaynaklar yardımcı olmuyor. Çünkü ikisi de ehlibeyt-Kureyş etnik meseleye indirgiyor. (halife-sultan-padişah-şah)
-Önemli bir bölümü demokrasi ile uzlaştırmalıyız diyor. Laik çevreler dini tamamen ortadan kaldıran bir anlayış sunuyor. Dindar muhafazakârlar ise ancak rejimi yozlaştırıyor. Ne İslami ne demokratik.
-Müslüman dünyası homojen değil. Müslüman müşrikler(uzlaşanlar)/mümin müslümanlar ayrımı yapıyor peygamber. (Hucurat Suresi/Bedeviler dediler ki biz iman ettik. Siz iman ettik demeyin…)

TESEV araştırmasına göre Türkiye’de ancak %20’lik kesim şeriat istiyor. (hırsızın eli kesilsin deyince %4’e iniyor.)
-Bir de gayrimüslimler var. Onlar ise zımni olmayı reddediyor.
-İmam arıyoruz.
-Pragmatik-dogmatik sünni sistem.-> fiili durum: kim başta olursa imam odur (kılıçla olunur).
-Sünnilere göre ortalama olsun yeter.(namaz vs)
-Yöneticinin referansı kimdir? zümre, sınıf, çoğunluk, toplum, üst hukuk…
-Demokrasiyi eleştirenler “demokrasi kötüdür ama en az kötü olanıdır” diyorlar. Eleştiri en temel haktır fakat totaliter rejimlere pas vermemek gerekiyor. Demokrasinin kavramlarını alıp ileriye taşımak gerek. Aksi halde havada kalır ve amacından çıkar.
-Niçin yönetim? İnsan medenidir, bir arada yaşar dolayısıyla yönetim gereklidir. Resulullah seyahatte 3 kişinin 1’i yönetici olsun, diyor.
-Toplumun ve insanların önündeki engelleri kaldıran şey olarak demokrasiyi kabul etmek gerekir. Her halükarda bir din ya da yaşama biçimi değildir.
-Kim yönetecek, nasıl yönetecek?
1. Parlamento
2. Siyasi partiler
3. Anayasa (İngiltere-örfi hukuk)
4. Sivil toplum kuruluşları
5. Kolluk kuvvetleri

Bunlar demokrasiyi oluşturur.
-Ancak demokrasi bir araç olduğu halde (özellikle sol ve laik kesim tarafından) bir din/yaşama biçimi olarak algılanıp amaç haline getiriliyor.
-Müslümanların siyasette yapamadığını batı yaptı.
1. İktidar şiddet kullanılmadan değiştirildi. (Halife öldürüldü/öldü/isyan çıkarıldı)
2. Kuvvetler ayrılığı ilkesi getirildi. (Yargı-yürütme-yasama ayrı. Bir arada olursa otokrasi olur/bu da yetmez ittifak kurulabilir.)
(28 Şubat’ta iş birliği yapıldı mesela)

Buna engel olarak da kamuoyunu bilgilendirecek BASIN, “dördüncü kuvvet” olarak kabul edildi. Basın ifade özgürlüğünün teminat altına alınmasıdır.
-Bütün bunların bizimle ilgisi ne?
Tunus ve Osmanlı’da anayasa meseleleri…
“Demokrasi denen halk yönetiminin İslam’la alakası olamaz.” deniyor. (Abdülhamid’e sunulan rapor)
-Demokrasi konusunda da muhtelif tartışmalar hep olmuş. Bazıları cevap veriyor fakat katılımın mümkün olmayacağını söylüyor mesela. Bazıları direkt karşı çıkıyor.
-Şii ve Sünni doktrinler tarihsel birer gerçek olabilir yalınca.
-Malik b. Nebi “Demokrasi köle ile despot arasında dengedir. İslam ne köle ruhunu ne tiranı tasvip ediyor. Demokrasinin İslam’da var olup olmadığını Müslümanlara bakıp anlayamayız.
Kur’an’a ve tatbikata bakmak lazım”
-Kimileri demokrasi yerine hilafeti koyuyorlar. Kimileri (Selefiler) demokrasiyi seküler-din dışı bulur. Merkeze halkı koyar. Çoğunluk yönetimi gibi gözükse de kararları azınlık verir. Hele katılım az olduğunda bu daha da açık olur. Baskı ve çıkar grupları partileri finanse ediyor. Anayasa kime-neye göre hazırlanıyor? İçsel inanç ve özgürlük şahsi özgürlüktür demokraside, bu da İslam’da yoktur, diyorlar. İstişare caiz fakat vacip değil diyorlar. Yönetici kayd-ı hayat şartıyla seçilir, ölene kadar. Yönetici namaz kılsın, zulüm etse bile sıkıntı yoktur.
-İslam adına demokrasiyi eleştirenleri 3 noktada toplayabiliriz.
1. Din dışı-seküler
2. Kanun yapma hakkı Allah’ındır
3. Çoğunluğu esas alır
-Yerine önerdikleri şey şûra. Fakat bunun mekanizması nedir?
Ebubekir seçildi, Ömer işaret edili-seçildi, Osman ve Ali seçildi fakat bize mekanizma
bırakılmadı.
-Kanuni’nin Fermanı: Padişah Allah’a karşı sorumludur. Hukuk (hangi durumda nasıl) ihlal edilirse alaşağı edilmeli ama bunu kim yapacak?
-İslam fıkhının bir kanun hukuku (ceza, vergi, devletler -> saltanat) yok. Muaviye’den bu yana saltanat rejimleri olduğu için. Bugüne söyleyeceği imam nasıl seçilir, dışında herhangi bir şey yok.
-Kur’an’dan hareket edersek bir kamu hukuku oluşturabilir miyiz?
-Din dışı-seküler eleştirisi:

Avrupa’da tek bir demokrasi yok.
“özgürlük”  “kardeşlik”  “eşitlik”  “laiklik”  (kıta Avrupası)
-Bir demokrasinin iyi olabilmesi için yalnızca siyasi değil içtimai bir şeyin olması gerekir. (Amerika örneği)

Fransa din dışı-laik
Almanya seküler
İngiltere kral-kraliçe

ABD serbest

Hollanda teokratik

Çin modeli (kalkınmayı özgürlüklerin önüne geçiriyor, grev-eylem hakkı bu modelle elden alınır.)
-Eğer biz Müslüman olarak yeni bir şey söyleyeceksek iktidar kavramından başlamalıyız.
-Demokrasilerin çok büyük bir zaafı var. Göbeğinde bir anlam/amaç/emel yok. Anlamdan ve amaçtan yoksun bir siyaset oluşur. Din de ayrıldığı zaman siyaset vahşileşir. O halde başarmak için her şey mübah haline gelir. Çünkü önemli olan başarıdır.
NİÇİN SİYASET?
Demokrasinin Problemleri
-Demokrasilerde en büyük problemi siyasi çoğulculuğa açık olduğu halde sosyokültürel çoğulculuğa açık değildir. Halkı kolayca manipüle etmek mümkün. Farabi hiçbir zaman demokrasiyi değil erdemli yönetimi istiyor.
1. tiran
2. demokrat
3. erdemli
-Siyasi partiler var fakat onlar sentetiktir, doğal değildir. Çok partili sistemin sıkıntısı %51 alan bir parti iktidarı ele alınca diğer partiler aslında bu yönetimin (yasa yapma, iktisadi ve beşeri paylaşım) dışında kalıyor. Az oylu partiler iktidar şartı olduğu için istediklerini/haklarını asla alamayacaklar.
-Bireyin esas alınması. Felsefi değil siyasi olarak insanın birey olarak adlandırılması… (Felsefi olarak da büyük sıkıntı. Birey tanrıyı, halkı tanımaz özerktir.) İnsan gözünü topluluğun içinde açıyor. Bir yanda birey, bir yanda devlet var. Demokrasi bunları karşı karşıya getiriyor. Bireyin tek başına devlete karşı çıkma imkânı yok. Birey ile devleti birleştiren grup hakkı (cemaat, stk, topluluk) olmalıdır.
-Parti “parça” demek. Rekabette bir grubu yukarıya taşır. Ayrıştırır, çatıştırır bunlar onun için en iyi şeylerdir. Hâlbuki İslam’da toplum mümkün mertebe bölünmez. Musa, Harun’un perçeminden tuttuğunda Harun’un savunması da “Kavmin bölünmesinden korktum!”dur.
-Siyasi partiler muhalefet ediyorlar. Fakat iktidara gelince unutuluyor. Eski iktidarların yaptıklarının aynısını yapıyorlar. Monolitik yapıyı çoğulculaştırmak lazım. Modern ulus devletin kendinden gelen bir problem bu.
-Siyasi partiler kendi fikirlerini mutlaklaştırıyor.
-Vekili tayin ediyoruz.
-Toplum, topluluklardan ibarettir. (aşiret–>kabile–>kavim–>coğrafya ortak paydadır.)
-Ümmet (müslüman birlikteliği & grup)
-Medine’nin sınırları bellidir. Sonrasında nüfus sayımı. Toplamı ümmettir.
-Sentetik partiler olmaya devam etsin fakat organik topluluklar kendi adaylarını koymalılar. Adayları bu mevcut sistemde halk tanımıyor.
-Demokrasi: Allah’ın insana bahşettiği beşeri potansiyeli ortaya koyabilmesi için özgür bir ortamda yetilerini sunduğu sosyopolitik bir yöntemdir.
-Neden yaratıldık? (Amel bakımından daha iyi olanı ortaya çıkarmak için…)
-Dinde zorlama yoktur.
-Artık dileyen inansın dileyen inkâr etsin.

-Allah dileseydi hepsi inanırdı.
-Allah dileseydi bir ümmet olarak yaratılırdık. Renk rengiz.
-Selefiler: Kanun yapma hakkı Allah’ındır.

-Temel prensipleri va’z etmek Allah’a, pratikteki yasa Allah’a aykırı olmayacak şekilde insana aittir. (Hükmün kaynağı Allah, kanun yapma insana aittir.)
-Halk istediği yasayı yapar demokraside. Yanlıştır. Evrensel insan hakları beyannamesi anayasanın üstündedir. Dolayısıyla sonsuz bir şeye sahip değildir. Müslüman da Kur’an’a aykırı yasa/anayasa yapamaz.
-Peki, Allah’ın iradesi nerede tecelli eder?
Devlet elle tutulmaz, gözle görülmez.
İnsanın takvasında tecelli eder.
(Vahiy + müçtehitlerin yaptığı içtihatlar)
-Demokrasi (batılı felsefe içinde gelişimi durdu, yeni bir kültürde zenginleşmesine ihtiyaç var) gelişen, değişen, zenginleşen, siyasi rejimdir.
-Sözleşme insanlar arasındaki ilişkileri inşa eden tek şeydir. Ticaret, seçim, biat hepsi sözleşmedir.
-Önce toplumsal sözleşme sonra anayasa.
Toplumsal sözleşme:
1. Muarefe (tanıma ama tanımlama değil) toplumsal gruplar müzakere eder, hukukçular teknik bilgiye döker. (Anlamaktır, tanımlamak değil. Tanımlamak müdahale etmektir.)
2. Müzakere (pazarlık/hatırlatma/alışveriş)
3. Muahede-sözleşme (Peygamber herkesin tek tek kimliğini tanıyor. Anlaştıkları maddelerde sıkıntı yokken anlaşamadıklarında birbirlerine kılıç çekmiyorlar. Bekleyerek konuşuyorlar. Peygamber kimseyi zımmî sınıfa almadı hepsi siyasi ortaktı.)
-Az kişiyle yapılmış bir sözleşmeyi bu nüfusa taşımak mümkün değil fakat temel kaideleri alabiliriz.
-Azınlık–>toplumun çoğunluğuna göre az sayıda olduğu için mazlûmiyet maruz kalır. Bu İslam’da yoktur.
-İslam imamın vazifeleri dışındakileri sivile bırakır. Despotça her şeye müdahale etmez.
-Mezarlık ve mescit dışında her kamusal alan herkese ortak açıktır. Mardin örneği.
-Ortak iyi ve ortak çıkar, sözleşmenin zemini temsil eder.
-Her grubun ismi zikredilir. Bir kazanda eritilir gibi kimse homojenleştirilmez.
-İslamcılığın 5 şartı:
1. Herkese özgürlük
2. Ahlak
3. Hukuk ve adalet
4. İhtiram (sosyolojik, dini, etnik)(saygı)
5. Toplum sözleşmesi
-Halk kimdir? Demokraside hem yönetilen hem yönetendir. Peki, halkın manipüle edilmesi dolayısıyla bu ikisi mümkün müdür?
-II. Akabe biatinde Resulullah “Aranızdan nakip seçin, onlarla muhatap olayım.” diyor. Bu seçilen temsilciler organiktir. Sıkıntı olursa topluluk tarafından değiştirilir.
-Peygambere sözleşme konusunda yapılan eleştiri şuydu: “Peygamber ‘zayıfken’ iktidar olana kadar anlaşma yaptı, güçlü hale gelince de diğerlerini kovdu!” Oysa peygamber bunu geçici olarak düşünmedi, bir ideal sistem olarak tasarlamıştı.
-Medine’de müslümanlar rahat rahat namaz bile kılamıyordu. Peygamber alkışlarla karşılanmadı. Evs-Hazreç Arapları çatışıyor, Yahudiler kendi aralarında çatışıyor. 120 senedir süren kaos hali var Medine’de. Tıpkı bugünkü gibi. Hatta bir yönetici arıyorlardı. Peygamber bu çatışmayı ve anlaşmazlığı ortak iyi ve ortak çıkar ile çözmeye çalıştı. Maruf ve münker… “Sizin için de, benim için de iyi ve güzel.”

Medine’nin sınırları belirleniyor önce. Ahali belirleniyor, dâhil olmak istemeyenler gidiyor. Sonra egemenlik. Peygamber hâkim değil hakem. Yahudiler de Araplar da hakemliğini kabul ediyor. Dışarıdan geliyor yani kavgada taraf değil. Çözüm üretiyor. Her ne söylüyorsa doğru söylüyor. O kaotik durum Allah’ın peygamberine lütfuydu.
-Avrupa kendine demokrat.
-Batı demokrasisinin kaynağı Magna Carta’dır. İmzalayan kral birkaç yıl sonra iptal ettirdi. Oysa Medine Sözleşmesi peygamber ölene kadar ayakta kaldı. Batı, Magna Carta’dan muazzam bir demokrasi çıkardı da biz Medine Sözleşmesinden mi yeni bir siyasi model öneremeyeceğiz?

Notlar: Nazlı Nesibe Kılıçoğlu

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Videolar

TOKAD’dan 15. Dünya Vicdan Haftası Etkinliği

Yayınlanma:

-

TOKAD (Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği) 15. Dünya Vicdan Haftası (16-22 Mart) münasebetiyle bir program düzenledi.

Programda aynı haftaya denk gelen mühim hadiseler (Rachel Corrie’nin şehadeti-16 Mart 2003, Halepçe katliamı-16 Mart 1988, Irak işgali-20 Mart 2003, Şeyh Ahmet Yasin’in şehadeti-22 Mart 2004) vesilesiyle Filistin’de İsrail işgalinin ve direnişin geldiği boyut, ABD’nin Irak işgali sonrası Ortadoğu ve küresel bir boyut kazanan Kürt meselesi Selim Sezer, İslam Özkan ve Mehmet Alkış tarafından tartışıldı.

Programdan notlar şu şekilde:

Selim Sezer: Cenin ve Nablus şu anda Filistin’in yeni direnişinin kalbi olma yolunda ilerliyor.”

  • Rachel Corrie, 2003 yılı Gazze’deydi, yoğun saldırıların yaşandığı bir dönemde.
  • Filistin’in içinde bulunduğu güncel saldırılar ve gelişmekte olan direniş hareketlerini ele alacağım ama tarihe dönme ihtiyacı görüyorum. Birikerek ilerleyen bir tarih… Pek çok temanın ve durumun yinelendiğini görüyoruz. Belli başlı birkaç temanın kendisini tekrar ettiğini vurgulamak gerekiyor.
  • Dönemsel farklılıklar olmakla birlikte, devamlı bir geriye gidiş süreci oldu Filistinliler için maalesef.
  • 1948’de yaşanan Nekbe süreci… 750 bin kişinin yaşadığı yerden çıkarılması ve mülklerine el konulması. Aslında bu, o zaman yaşanmış bitmiş bir süreç değil. İsrail’in aynı yöntemleri kullanmaya devam ettiğini görüyoruz. Sistematik olarak devam ediyor bu mülksüzleştirme süreci. Arap nüfusunu boşaltma süreci.
  • İsrail’in hedeflediği şey: Kudüs’ün yüzde yüz Yahudi şehrine dönüşmesi. Filistinlilerden arındırılması.
  • Şeyh Cerrah mahallesinde yaşanan süreçler… Sekiz ailenin buradan çıkarılmasının bir yolunu buldu. Direniş sebebiyle kısmen durdu.
  • Bir yerleşimci diyor ki: “Sizin evinizi biz almasak bile başkası alacak.”
  • Bu Arapsızlaştırma meselesi öyle boyutlara ulaşmış ki, mezarlıkların bile boşaltılma durumu var. İnsanların kemikleri çıkartılıyor ve boşaltılıyor. Geçmişi silmek için.
  • Filistinlilerin günden güne daha yalnızlaşması… 48’lerde daha çok devleti buluyordu yanında. 1948’de Ürdün, yardım ediyor gibi görünüyor ama alttan da İsrail’le anlaşma yapıyor. 67 savaşı zaten malum… Sonrasında, savaşmak bir yana, söylem ve fiili duruşlarıyla Arap devletlerinin İsrail yanına gittiğini görüyoruz. 2020 sonrası özellikle, normalleşme süreçlerini görüyoruz. Barış diye sunulan bu süreçler, bir dizi anlaşmayı beraberinde getiriyor.
  • Bu tarih, Filistinlilerin yalnızlaştığı bir tarih.
  • Yerel direniş unsurlarını daha öne çıkardığını görüyoruz Filistin’in bu süreçte.
  • 67-68 Filistin direnişinin yükseldiği bir tarih. Diğer Arap devletlerine bel bağlamadan. Kendi direniş dinamiklerini sürekli artırdıklarını görüyoruz.
  • İntifada’nın başlaması ve beş yıl içinde önemli gelişmeler elde etmesi…
  • Kendi başına bırakıldığı koşullarda yeniden taban örgütlenmesine gittiğini görüyoruz.
  • Gazze’yi gördük genelde ama son dönemlerde Batı Şeria’da da görmeye başladık bunu. Tabandan insanların katılmasıyla. Kim bunlar? Oslo’dan sonra dünyaya gelmiş genç insanlar.
  • Yerleşimcilerin gerçekleştirdiği saldırılar…
  • Korkunç saldırılar:
  • 48 saatte 250 zeytin ağacı kesildi. Evler, dükkânlar, arabalar yakıldı daha yeni.
  • Batı Şeria’da yaşayan insanlar işgalin nasıl bir şey olduğunu kendi gözleriyle görüyorlar yani.
  • “Biz her gün ölüyoruz, o zaman bari direniş yolunda ölelim!” anlayışı gelişti.
  • Cenin ve Nablus şu anda Filistin’in yeni direnişinin kalbi olma yolunda ilerliyor.
  • Farklı farklı Filistinli hareketlerin tabanlarındaki insanların oluşturduğu insanlar.
  • Resmi olarak 3. İntifada yaşanıyor denmiyor ama ağır çekim bir intifada süreci diyebiliriz.
  • Peki, ne bekleniyor? Ne yapılması gerekir? Devletler tarafından yalnız bırakılmış, yüz yıl boyunca kendi toprağından çok şey kaybetmiş bir halk var. Kendisine ait olanı alabilmesi iki yoldan geçiyor: içerideki direnişin büyütülmesi, ki böyle şu an. Dışarıda ise, Filistin’i destekleyen halkların, genel geçer bir dayanışmadan ziyade, doğrudan İsrail’e zarar verecek bir yaptırım sürecine girilmesi: BDS hareketi örneğinde olduğu gibi… Alışılagelmiş ürün boykotu haricinde, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi için hükümetlere baskı yapılması, İsrail’le ortaklığı bulunan markaların boykot edilmesi, İsrail’le ilişkileri meşrulaştıracak her türlü ilişkiye karşı çıkılması. Örneğin, İsrail’de gerçekleştirilecek konserlere vs katılmayın çağrıları… Kültürel etkinlikler, İsrail’in kendisini aklayacağı şeyler. Dolayısıyla bunlara karşı durmak gerek.
  • Birçoğumuz için Filistin meselesinin çok özel bir yeri var. Ama Filistin bir metafor aslında. Ezen-ezilen ilişkisinin çok saf bir şekilde tecelli ettiği bir durum. Gerçek anlamda Filistin yanında bir tutum alacaksak, bütün Filistinlilerin yanında durmamız gerekiyor. Rachel Corrie’nin dediği gibi, “zulüm bizdense ben bizden değilim.” demek gerekiyor.

  • İslam Özkan: Mezhepçilik fitnesinin Irak işgaliyle beraber başladığını görüyoruz.”
  • Irak işgalinden hemen önce meydana gelen 11 Eylül olaylarında, emperyalist yayılmacı bir mantık Amerika’da neşet etmeye başlamıştı. “Gerekirse güç kullanarak demokrasiyi yaymalıyız!” mantığı işgal öncesinde çıkmaya başlamıştı yani.
  • Bush’un iktidara gelmesi, farklı çevrelerin kullanmasına müsait birinin iktidara gelmesi, süreci kolaylaştırdı.
  • Öncesindeki teorik süreçler, Bush’un iktidarıyla önü açıldı, bunların istediklerini yapmalarını sağlayan 11 Eylül olayları süreci tamamladı. Arkasından da Irak ve Afganistan olayları.
  • Emperyalizm bizim acizliğimizi gizleyen bir unsur olmamalı. (Malik bin Nebi – sömürüye müsait olma durumu) Siz sömürüye müsait olduğunuz sürece, halkınızı düşünmediğiniz sürece, emperyalizm sizi her zaman rahatlıkla işgal edebilir, kullanabilir. Malik bin Nebi, bu kavramı, Cezayir’in sömürgeye direnişe çok geç başlaması bağlamında tartışır. İslam dünyasında sömürgeciliğin bazı durumlarda geç başlaması, acziyeti gösteriyor. Emperyalizm kavramı anti-emperyalist yapılar tarafından çok kullanılıyor. Ama çok sık kullanarak içini boşaltmamak gerekir. Kendi acizliğimizi örterek, suçu başkalarına atmak doğru değil.
  • (Deprem mevzusu: NATO zaten içimizde mesela. Amerika’nın gemi göndermesine gerek yok yani.)
  • Komplo teorilerle kavramlarının içini boşaltmamız yanlış.
  • Müslümanların kurum inşa etmedeki zayıflığı, halkların emperyalizme karşı durmadaki acizliği. Bunları da görmemiz gerekiyor.
  • Mezhepçiliğin ve taifeciliğin yaygınlaştığını görüyoruz. Mezhepçilik o kadar kurumsallaşmış ki, günlük hayatın parçası haline gelmiş. Ama Irak işgaliyle baktığımızda, Lübnan dediğimiz küçük bölgede, doğu halklarına örnek olamayacak işleyiş Irakla beraber gerçek olan bir şey olmaya başladı.
  • Mezhepçi düşünce, Irak üzerinden bölgeye pompalanmış oldu. Bunun Amerika tarafından bilerek yapılmış olması çok muhtemel bir şey.
  • Aslında siyasal içerikli çatışmalar, mezhepsel çatışmalar gibi gösterilmeye başlandı. Suriye meselesi… Dış dünyayla ilişkiler, nasıl yönetilecek vs gibi konularda olan bir çatışma normalde. Ama sonra, sanki Şiiler ile Sünniler arasındaki bir savaş gibi sunulmaya başlandı.
  • Bu tür mezhebi şeyler kullanmak, işlerini kolaylaştırdı.
  • Muhalefetin düşüncelerinin ancak böyle mezhebi bir yaklaşımla gerçekleştirilebileceği düşünüldü.
  • Irak işgaliyle beraber başladığını görüyoruz mezhepçilik fitnesinin.
  • İşgalden sonra, ordu dağıtılacaksa bile, Irak’taki bütün kurumları yok etti ABD.
  • Yaratıcı kaos: Sistematik olarak bir kaos yaratalım, deniz dalgalanmadan durulmaz, dediler ve bu süreçten sonra bir şey durulmadı.
  • 2008’den itibaren başlayan süreçte Irak askerleri çekildi.
  • Bağdat’taki Amerikan büyükelçiliği en büyük büyükelçilik dünyadaki. Vatikan büyüklüğünde bir yer. Sıradan diplomatların burada çalıştırıldığı yalanına inanmak zor. 5 ila 10 bin askerin bulunduğu biliniyor. 15-30 bin diplomat var.
  • Irak işgalinin sadece Irak’ı düzeltmek, bölge ülkelerine çeki düzen vermek için değil, onların itibarını vs. sistematik olarak yok etmek için araçsallaştırıldığını görüyoruz.
  • 1 Mart tezkeresi olayı, Türkiye’ye Arap dünyasında bir itibar kazandırmıştır. Dışarıda karşıymış gibi gözükse de AKP hükümeti, alttan alta Irak işgalini destekleyen bir ülke olarak ortaya çıktı.
  • Türkiye şu anda neyden şikâyet ediyorsa, o zamanki kendi aksiyonlarının sonucu olduğunu görüyoruz.

 

  • Mehmet Alkış: Eğer devletler ırkçıysa bu sorun çözülmez.”
  • Halepçe’de kimyasal silahlarla saldırdılar. Elma kokusu buradan geliyor. Elma kokan silahlarla öldürmüşler.
  • Arap dediğiniz zaman akla Müslüman geliyor, Kürt, Türk, İranlı dediğiniz de de. Bu dört milletten birinin devleti yok: Kürtlerin.
  • Milli Mücadele denilen süreçte Osmanlı sistemi devam edecekti verilen karara göre, buna uyulmadı
  • Misak-ı Milli sınırlarından taviz verilmeyecek deniyor. Batı buna karşı çıkıyor.
  • Lozan kabul edilince Kürdistan dediğimiz bölge dörde bölünüyor.
  • Söze göre birlikte yaşanacaktı. Kürtler asli unsurdu. Ama batı aksini istedi ve bundan vazgeçilmiş oldu.
  • Kürtlere niye devlet vermediler? Onlar bu süreci yaşamaya mahkûm edildi. Arapların, Türklerin, İranlıların kontrolü altında yaşamaya mahkûm edildi.
  • Batı’nın gelmiş geçmiş en büyük projesi ırkçılıktır, milliyetçiliktir. İslam dünyasından önce diğer topraklarda geçerli oldu, buraya geç geldi ama geldi.
  • Fransız ihtilali sürecinden beri herkes birbirinin düşmanı, etnik ve dini unsurlar birbirinin düşmanı oldu. Durum böyle şimdi.
  • Seküler ırk teorisine göre en gelişmiş ırklar ayakta kalır, diğerleri ölür. Bu düşünceden dolayı Batı, bütün dünyayı sömürme hakkını kendinde görüyor.
  • Lozan’da Misak-ı Milli gayesi tam olarak değişiyor ve Türklerin devleti kurulmuş oluyor, Osmanlı sistemi terk ediliyor.
  • Başlangıçta Kürtlerin devlet sahibi olmasını engelleyenler İngilizler. ABD ise Kürtleri sahiplenmeye başladı. Kürtlerin kazanımlarının hepsi ABD’ye borçlu. Aynı şeyi Suriye’de yapıyorlar şimdi de. Önce onları mahkûm eden bir politika, sonra da sahiplenen bir politika. Tabii kendi çıkarları için yapıyorlar bunları.
  • Temel mesele Kürt meselesi değil. Temel mesele ırkçılık, milliyetçilik. Dünyadaki bütün toplumların kılcal damarlara kadar işlemiş bir zihin.
  • Osmanlı’da da sorunları vardı Kürtlerin tamam ama ırkçılık teorisinin yaygın hale gelmesiyle aynı problemler değildi.
  • Eğer devletler ırkçıysa, çözülmez bu sorun.
  • Müslümanlar yok bu işlerde. Kendi teorilerine uygun bir paradigmaya sahip çıkmadılar. Başkaları yönetti, emperyalistler yönetti, Müslümanlar da tabi oldu bunlara.

Notlar: Melike Belkıs Örs

Devamını Okuyun

Videolar

M. Ali Başaran’la Hukuk, Edebiyat ve Şehir Üzerine

Yayınlanma:

-

Yeni Pencere yazar ve editörlerinden Ahmet Örs ve Mehmet Ali Başaran söyleşisini ilginize sunuyoruz.

Devamını Okuyun

Videolar

Dilaver Demirağ: Doğadan Koptuğumuz İçin Onun Göstergelerini Okuyamıyoruz

Yayınlanma:

-

Özgür Yazarlar Birliği seminerlerinde 05 Mart 2023 pazar günü Dilaver Demirağ, “Afet, Şov ve Sürünen Devrim” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi. Programdan notlar şu şekilde:

  • Konuya sosyal teori ekseninden bakmaya çalıştım.
  • Felaket, yıkım, afet… Bize bakan yönü böyle. Ama doğa için yenileşme, gençleşme imkânı… Depremler olmasa doğadaki besin döngüsü kendini koruyamayacak. Mesela madenler, maden suları vs. depremler sayesinde ortaya çıkan şeyler.
  • Mesele kent dediğimiz şeye geldiğinde… İnsanların toplandığı mekânlar, konutlar inşa ediliyor çünkü buralarda. Betonla birlikte depremler büyük bir yıkım haline geliyor.
  • Can kaybı önceden bu kadar çok değildi, eskiden de depremler olmasına rağmen.
  • Ahşaptan yığma taşa geçince yıkıcı sonuçlar ortaya çıkmaya başlıyor depremlerde.
  • Kentlerde afet dediğimiz olguyla karşı karşıyayız.
  • Bilim, bilgide bir tekel inşa ettiği için yerel bilgiyi dışarıda bırakıyor. Örneğin, gören göz için, deneyimlerden bir şeyin yaklaşmakta olduğu anlaşılabiliyor. Yerel bilgi kaynağı, doğaya bakarak oluşturulabiliyor.
  • Biz doğadan koptuğumuz için doğanın göstergelerini okuyamıyoruz.
  • Paradigma meselesi de var. Aykırı bir şeyin kendini kabul ettirmesi zaman alıyor.
  • Gökyüzündeki varlıkların yeri, etkisi, manyetik etkiler vs. Bunlara bakmıyoruz.
  • Belli refah toplumlarında önlemlerle zarar minimuma indiriliyor. Ama bizim gibi ülkelerde bu yapılmıyor.
  • Felsefe ve ahlak boyutu…
  • Acı ile karşılaşınca sükût devreye giriyor. Sessizlik nedir? Konuşmanın bittiği yer, diye düşünürüz. Ama konuşmaya ara verilen bir dönemdir aslında. Yani konuşmanın bir parçası.
  • İmajın, sözün yerini aldığı bir çağda, sükûta katılarak insanların yaralarına eşlik ediyoruz.
  • Ama imajlarla birlikte, sözün hâkim olduğu bir yerde, tamamen seyirciye dönüştürülmeye başlandık.
  • Afet pornosu: medyanın afetleri sunuş şekli. Belli seçili görüntüler oluşturuluyor, acılı vs. müzikler ekleniyor. “Reality Show” dediğimiz şey gibi. Mahremiyet ortadan kayboluyor, kameralar çekiyor insanları enkazdan çıkarken.
  • Yani, seyirciye dönüşmeye başladığımız bu noktada, röntgenciye dönüşüyoruz, acıya eşlik etmekten ziyade.
  • Duygu durumu da nötrleşiyor bir süre sonra. Hâlbuki bir duyguyu sindirebilmek ve hesaplaşabilmek için zamana, mesafeye ihtiyaç vardır. Ama medyatik süreçte o zaman oluşmuyor.
  • Gösteri kavramı. Guy Debord… İmajların birikiminden oluşan bir olgu.
  • Yardım eden insanlar, bir örgüt misal, onun fotoğrafını yayımlıyor. Bu, imajinatif bir şey haline dönüşmesini sağlıyor. Bir tür başa kakma halini alıyor yani. Bit tür siyasi kazanca tahvil etmeye başlıyor. Gösteri haline geliyor yapılan iş. Siyasi bir şov halini alıyor.
  • Dayanışmanın hakikatini, bu gösteri, şov haline getirmeye ve araçsallaştırmaya başlıyor. Niyetiniz böyle olma bile!
  • “İyilik yap, denize at; balık bilmezse Hâlik bilir!” mantığı ortadan kaybolup siyasi örgütlerin siyasi propagandasına dönüşüyor bu yardım.
  • Dinin araçsallaşması… Muhafazakârlık anlayışı bunu üretmeye başladı. Siyasi meşruiyet aracına dönüştüğü için din, asıl hakikatini kaybetti ve siyasi araç haline geldi.
  • Siyasi idealizm de, ahlaki, dini idealizm de ortadan kalkarak yapılan her şey şov halini almaya başlıyor.
  • Hakikatın erozyona uğradığı bir çağ…
  • Teknomodernizm, ölüm siyaseti… Teknomodernizm, İslami hareket içinde eski bir tartışma. Batı’nın fennini alalım, ahlakını almayalım! Ama bu böyle değil. Aracın bir ahlakı, kültürü var.
  • Muhafazakâr kesimlerde görülen bir olay… Teknolojik başarılar, bir tür siyasi meşruiyet araçlarına dönüşüyor.
  • Örneğin, mevcut iktidarın övündüğü şey: SİHA. Ölüm siyaseti. Ezen, kahreden eski devlet geleneğini baz aldığını gösterdi bize.
  • Foucault – Biyopolitika’nın zıddı gibi. Biyopolitika à Hayatın biyolojik süreçlerinin iktidarın konusu haline gelmesi. İnsanları yaşatma üzerinden kurulması iktidarın. Bizde ise bu yok. Yaşamı, yaşatmayı merkezde tutan bir politika yok. Aksine, askeri geçit törenlerinin benzeri olan, teknofestlerde gördüğümüz silah araçları var.
  • Biyopolitik bir iktidarda ölüm, iktidarın çaresizliğini gösteriyor.
  • Nekropolitika, iktidarın konusunun artık ölüm haline gelmesi. Kimin yaşayacağına ve öleceğine onun karar vermesi.
  • Askeri araçlarla övünülürken, yaşatma araçları üretmeyip onunla övünülmemesi çok ilginç.
  • Modernlik iddiası güden bir devletin kaynağı genelde şuna dayanıyor: insanların felaketlere hazırlıklı olması. Ama bizim gibi siyasi iktidarların olduğu bir toplumda böyle bir çaba yok.
  • Gösterilen acz durumu, siyasi dönüşümlerin kendini belli ettiği bir yer.
  • Kamusal araç olmaktan çıkıyor yardım kısmı. Kamusal alandan çıkması, her türlü örgütün kendine rakip olarak görülmesi, yardımın da devlet tekelinde olmasına sebep oluyor.
  • Her şeyin piyasalaştırılması, afet yönetimini de etkileyen bir olgu halini aldı.
  • Örneğin, yangınları söndürmek için yapılan seferlerden şirketler para kazandı. Kamu uçakları ortada yoktu.
  • Kalkınma mantığı: insanların yaşam alanlarının ekonomik bir unsura dönüştürülmesi. Maden kazaları, depremde olan olaylar, Kızılay’ın ticari bir mantıkla hareket ediyor olması… Bunlar kalkınma sürecinin bir parçası.
  • Hayatı ekonomikleştirdiğiniz oranda, insanları kırılgan ve her türlü olumsuzluğa açık hale getirmiş oluyorsunuz.
  • Teknomuhafazakârlıkla ilgili soru üzerine: Teknoloji ile sergilediği davranışlarda modernist, belli bir toplumsal sınıfın çıkarlarını ve kentlerin ticari bir marka haline getirilmesini esas alan bir mantık. Aynı zamanda da kültürel olarak muhafazakâr… Din de meşruiyet kaynağı.
  • Depremler de Allah’ın koyduğu kanunların neticesi. Ama Allah’ın ceza verici bir despotmuş gibi algılanması, bu devletin politikalarının sonucunda böyle oluyor.
  • Depremlerin, sellerin olması kader evet. Ama bunların felakete dönüşmesi kader değil.
  • Sürünen devrim, kökten bir dönüşüm ama patlama halinde gördüğümüz olgular.
  • Devlet dışı bir organizasyon sahası inşa etmeye başlıyor insanlar imece usulüyle. Kendi korunaklı alanlarını kendileri inşa ediyor. Burada da devletin dışarıda kaldığı bir alan inşa ediliyor. Bu bir süreç. Emekleye emekleye yapılıyor. Yavaş yavaş oluşan bir şey.
  • Devrimin gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor.
  • Bütün bu felaketler, kendi saçını kendi kesen bir halde olabileceğimizi gösteriyor. Devlet olmadan da yaşayabileceğimizi gösteriyor.
  • Çevik olan devlet değil, toplum. Toplumda emir zinciri yok. Vicdani bir yükümlülükle hareket ediyoruz.

Notlar: Melike Belkıs Örs

Devamını Okuyun

GÜNDEM