Connect with us

Köşe Yazıları

Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat

Yayınlanma:

-

* 2013 yılında, yine bir sene-i devriye vesilesiyle yaptığım 28 Şubat süreci değerlendirmesini buraya almadan edemedim. Hem 28 Şubat’ın, hem de bu yazının üzerinden epeyce zaman geçti. Dolayısıyla buradan hareketle yeni değerlendirmeler yapılabilir. 

28 Şubat’ın doğru değerlendirilebilmesi için biraz zaman geçmesi gerekiyordu, o zaman sanırım objektif tahlillere yetecek kadar geçti.

Her şeyden önce 28 Şubatı tek başına değil de bir yandan darbeler silsilesinin devamı, diğer yandan da küresel ölçekteki benzerleriyle birlikte ele almak zorundayız.

28 Şubatı doğuran koşulları küresel hegemonyanın planlama ve adımlarından uzakta ele alacak her tahlil eksik kalacaktır. Küresel hegemonyanın Türkiye ayağının taşeron rolünü abartmak işleyişi kavramayı zorlaştıracaktır.

Bugün, üzerinden on altı yıl geçmesine rağmen İslamcı çevrelerin 28 Şubatı layıkıyla anladığından bahsedemeyiz. Bu çerçevede yazılan yazılar, yapılan konuşmalar, panel ve konferans gibi etkinlikler daha çok sürecin muhataplara yaşattığı acılara odaklanıyor. Özellikle başörtüsü yasağıyla sembolleşen ve zirveye çıkan 28 Şubat, İslami çevrelerin anlatımlarında küresel plan ve paralelliklerden uzak değerlendirmelerle tartışıldığı için gerçek konumuna oturtulamıyor.

Burada, öncelikle 28 Şubattan önce 12 Eylül darbesine bakmak icap ediyor. 12 Eylül, kapitalizmi tehdit eden sol hareketleri tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Bir yandan sol hareketi tasfiye ederek küresel kapitalist işleyişin Türkiye ayağını sağlama alan 12 Eylül darbesi diğer yandan da İran devriminde karşılığını bulan ve Türkiye’de de yükselme emareleri gösteren İslami hareketi Türk-İslam senteziyle yolundan saptırmak istemiş, bu suretle de resmi ideoloji dışındaki her türlü ideolojik hareketi tehdit olmaktan çıkarmıştı.

12 Eylülün ne istediği açıktır: Özal’ın müsteşarlık yaptığı sivil hükümetin ilan ettiği 24 Ocak neoliberal dönüşüm programını sıkı bir disiplin içerisinde uygulamak! 24 Ocak kararlarının istikrarsız siyasal ortamda gereği gibi uygulanamayacağına karar veren küresel hegemonya 12 Eylülün baş mimarıdır. Cuntanın vazifesi taşeronluktan öteye geçmez.

Küresel kapitalizmin, yaşadığı tıkanıklığı aşmak için yaşamın bütün alanlarını talan etme, kamusal varlıkları devletten/halktan tümüyle alıp sermayeye peşkeş çekme planı evvela Pinochet tecrübesiyle Şili’de, Reagan’ın ABD’sinde ve Thatcher’ın İngiltere’sinde ortaya çıkan ve birbirine yakın tarihlerde dünyanın uzak yakın birçok ülkesinde tekrarlanan bir süreçte tecrübe edilmiştir. 12 Eylül darbesi bu sürecin Türkiye taşeronluğudur.

28 Şubat, ancak bu zeminde ele alınabilirse bir anlam kazanacaktır. 12 Eylül rejiminin ifsad edici Türk-İslamcı sentezi her şeye rağmen egemenleri tatmin etmekten uzakta kalmıştır. Turgut Özal’la birlikte uygulanmaya konan neoliberal politikalar yükselen Refah Partisi ve radikal İslami söylemin tehdidiyle karşı karşıya kalınca egemenler bir terbiye operasyonunu daha gerekli görmüşlerdir.

Kapitalist işleyiş, ideolojik muhalefetleri bertaraf etmek zorundadır. Zora dayalı kapitalistleşme politikalarından ürün çeşitliliğine dayalı kapitalist evreye geçince göreli bir özgürlük ortamı, tüketimin güvenli bir iklimde var olabilmesi için gerçekleştirilmek zorundaydı. İşte 28 Şubat darbesi bu politikalara geçişin son operasyonudur.

28 Şubat’ın İslami kimlikle üretilebilme potansiyeline sahip muhalefeti ehlileştirmeyi amaçladığı bu çerçeveden açıkça görülebilir. Tasfiye edilen Erbakan iktidarı D-8 projesinden tutun muhtevası kâmilen kavranamasa da yerel ve küresel kapitalist işleyişi tedirgin eden ve İslami dille takviye edilen “Adil Düzen” söylemiyle “başka bir dünya” iddiasını dillendiriyor ve alenen Siyonizme, İsrail’e karşı çıkıyor, başta İran olmak üzere Batının istemediği yeni ittifaklar arıyordu. Batı kapitalizmi için bu arayış ve çabalar büyük bir tehditti. Erbakan iktidarının yanı sıra onu da aşan bir sertlikte yükselen ve kendisine biçimler arayan radikal tevhidi söylem ayrı bir baş ağrısı oluşturabilecek bir imkân ve potansiyele sahipti; önünün alınması gerekiyordu.

28 Şubat tam bir terbiye ve ehlileştirme sürecidir. Hareketlilikleri, yürütülen korku ve tedhiş politikaları ile kontrol edilen, sindirilen İslami çizgi içinden ılımlı İslam politikalarıyla uyumlu bir iktidarı çıkmıştır. Yerel ve küresel sistem karşısında örgütsel ve düşünsel olarak dağınık durumda bulunan Müslümanlar/İslami çevreler, büyük oranda çözülmüş ve direnişler örgütleyememiştir. İtiraz ve muhalefet çabaları olmuşsa da geniş çevreler tarafından sahiplenilmediğinden bu çabalar akim kalmıştır.

Artık İslamcı çevreler 28 Şubat’ın yaşattığı acıları çok fazla konuşmak yerine ürettiği yeni siyaseti, bünyelerinde oluşturduğu tahribatı ve yeniden nasıl derlenip toparlanacaklarını tartışmalıdır. Acılar üzerinden gerçekleşen 28 Şubat anlatıları bugünkü yanıltıcı siyasal/sosyal atmosferi fazlasıyla meşrulaştırmakta, sorgulamaların önünü kesmektedir.

28 Şubat her şeyden önce İslami çevrelerin siyasal iddialarını geri çektirmiştir. Siyasallık iddialarından uzaklaşan İslami çevreler aile ve çocuk eğitimiyle uğraşmaya başlamış, bugün için mağlup olduklarına iyice inanarak sorumluluğu, siyasal mücadeleyi gelecek kuşaklara havale etmiştir.

“Paranın dini imanı olmaz” söylemiyle ilk günden çılgınca neoliberal politikalar doğrultusunda politika yapmaya başlayan AKP iktidarı, 28 Şubatın doğurduğu en büyük proje olarak içinden geldiği İslami çevrelerin rızalarını sistemle bütünleştirme doğrultusunda büyük bir iş yapmıştır. Müslüman kitlelerin ne pahasına olursa olsun başta başörtüsü yasağı olmak üzere İslami kimliğe dönük yasakların ortadan kaldırılmasını istemesi küresel güçlerle ve sermaye çevreleriyle uyumlu AKP iktidarına karşı bir körlük yaratmıştır.

Irak işgali sürecinin birinci ayağında hükümetin ısrarla meclisten geçirmeye çalıştığı 1 Mart tezkeresi iktidarın NATO ve ABD ile ilişkilerinde nasıl bir tutum alacağını işaret etmişti. Bu işaret aradan geçen onca yılda hep aynı çizgiyi göstermiş; Türkiye o günden sonra Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Ortadoğu politikalarında hep emperyalist NATO ve ABD politikalarının yanında yer almıştır. 1 Mart tezkeresine önemli bir tepki gösteren İslami çevrelerin direnci zamanla kırılmış, hatta bazı kanaat önderleri ve aydınlar NATO’nun neredeyse bir hayır örgütü olduğuna dair yazılar kaleme almaya başlamışlardır.

 

28 Şubat, İslamcıların referanslarını da ciddi biçimde etkilemiştir. Vahiy yerine AB kriterleri öne çıkmış, bu süreçte hakikatle irtibatları sorunlu hale gelen Müslümanlar, demokratik ve liberal değerleri öne çıkarmışlar, hayati meseleleri o anlayışlara atıfta bulunarak tartışmaya başlamışlardır. Bu, darbe sürecinin belki de en önemli sonucudur. Zira zihinsel kırılma her şeyden önce gelir, bütün bir geleceği belirler.

Başörtüsü yasaklarıyla sembolleşen 28 Şubat darbe sürecine karşı İslami çevrelerde ortaya konulan direniş ve muhalefet süreç içerisinde hükümetten beklenen çözüm umutlarıyla sahipsiz bırakılmıştır. Bu meselede bugün şöyle bir tablo var: Ufak adımlarla sınırlı alanlarda getirilen başörtüsü serbestiyeti karşısında İslami çevrelerden sınırsız bir rıza alınmıştır. Bu rıza doğrultusunda hükümetin kapitalizmin, emperyalizmin taşeronluğunda büyük mesafeler alması görmezden gelinmiş ve bu süreç içerisinde Müslümanlar türlü yozlaşma ve çürüme tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardır.

Başörtüsü İslamla zalim sistem/ler arasında uzlaşılmaz bir çelişkinin işareti, devrimci bir mücadelenin sembolü olmaktan çık(arıl)mış; kapitalist politikaların, NATO ittifaklarının üzerini örtecek, onların görünmesini engelleyecek bir biçimde işlevselleş(tiril)miştir.

Cihan Tuğal’ın “İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” kitabında işlediği tez İslami çevrelerde süratle gerçekleşmiştir. Bu hızın baş döndürücü olduğu söylenmelidir. Mümtaz’er Türköne’nin “Doğumu ile Ölümü Arasında İslamcılık” kitabı da benzer bir tezi işlemektedir: “İslamcı söylem devletle bütünleşerek ortadan kaybolmuştur.” Her ne kadar Türköne’nin tespitleri temenni boyutlu olsa da bu tespitlerin gerçekleri önemli ölçüde ortaya koyduğu kabul edilmelidir. İslamcıların devletin bekasına hizmet ederek sistemin yaşadığı meşruiyet krizini aşmada yardımcı olduklarını söyleyen Türköne’ye göre İslamcıların büyük oranda eklemlendiği AKP iktidar süreci, İslamcı iddialardan vazgeçişin açık göstergesidir. Burada Ali Bulaç’ın AKP iktidarının İslamcı aydınları devlet memuru yaparak onların enerjilerini devlet adına emdiği tespitini de hatırlamakta fayda var.

Hızlı ve çılgın özelleştirmeler dindar insanların yönettiği iktidar sürecinde gerçekleşip emekçiler işsiz kalırken; AKP iktidar sürecinde on binden fazla işçi iş cinayetlerinde can verirken; milyonlarca işsizin yanında bir o kadar insan da asgari ücret koşullarında yaşama tutunmaya çalışırken; HES’lerle, 2-B ve kentsel dönüşümlerle tabiat ve şehirler kapitalist hırslar doğrultusunda yağmalanırken, terbiye edilen İslami çevrelerden adaleti Allah için ayakta tutacak etkili bir muhalefet olmamıştır. Bilakis “sınıf atlayan dindar çevre” tartışmaları faklı platformlarda sık sık yapılır olmuş, adalet ve özgürlük ışığı olacak İslami değerler, müntesiplerince bu rolünden uzaklaştırılmış; toplumsal öfkeyi üzerine çekecek bir odağa dönüşmeye başlamıştır.

12 Eylülün neoliberal dönüşüm politikalarının bir ucunda yer alan AKP iktidarının darbecilerle hesaplaşma söylemi de açık bir sahtecilik içermesine rağmen İslamcılar tarafından bu yeterince algılanamamıştır. Pinochet’ye benzeyen süreciyle Evren, uyguladığı çılgın neoliberal politikalarıyla aslında tam bir AKP’lidir. Hatta AKP, bu politikaları uygulamada Evren’den çok çok daha ileri gitmiştir. Evren’in üretmeye çalıştığı Türk-İslam sentezi de bu paralelde değerlendirilebilir.

28 Şubat süreci tam manasıyla bir yardım/hayır kurumlaşması dönemi olmuştur. Siyasi iddialarından vazgeçen İslami çevreler, çocuk ve aile eğitimine benzer bir usulle yardım faaliyetlerine odaklanmış; adaletsizlikler üreten kapitalist sistemi sorgulayıp kökten ortadan kaldırmak yerine yoksulların anlık ihtiyaçlarını gidermeye matuf çalışmalara yoğunlaşmış, sınıf farklılıklarını da tartışmaktan sakınmıştır. Bu çerçevede, yardım faaliyetleriyle sınıf oluşumları arasındaki çelişkileri masaya yatıran kişi ve çevrelere gösterilen tepkideki aşırılık manidar ve üzerinde düşünülmeye değerdir.

İslami çevrelerin yeni kuşaklara aktarabileceği entelektüel derinliğe sahip bir siyasal mücadele mirası olmayınca özellikle kariyer arzularının, mesleki itibar kaygılarının öne çıktığı, sadece kültürel ve salt inançsal düzlemde ve hayatı ıskalayan bir din eğitimiyle yetinerek oluşan bir genç kuşak var bugün karşımızda. Emevi siyasetine paralel biçimde İmam-Hatipler, Kur’an Kursları, Diyanet gibi kurumlar eliyle araçsallaştırılan İslam, devletin ikbal hesaplarıyla gençleri buluşturdu, bütün bir nesil tartışmalarını başka bir noktaya taşıyarak İslamcıların ufuklarını kapattı.

“Terörizmin Finansmanı Hakkındaki Kanun”la sessiz sedasız emperyalistlerle her hal ve şartta birlikte olacağına bir kez daha garanti veren hükümete dönük sınırsız destek, Müslüman zihinleri yeniden inşa edilen ve bekasına vurgu yapılan devlet dolayımında konumlandırmaya devam etmektedir. Küresel kapitalizmin jandarmalığını yapan NATO’nun İslam dünyasının geleceğini kuşatan füze radarına, patriotlarına, kara karargâhına ses etmeyen İslamcılık, terbiyeden nasibini fazlasıyla almış değil midir?

Akif Emre’nin içeride devrim yapamayan İslamcıların dışarıda devrim heveslisi olmasını izah etmeye çalıştığı gazete yazısı mühimdir. Özellikle Suriye meselesinde ABD-Suud-Katar çizgisinde konumlanan hükümetle büyük oranda paralelleşerek sınırsızca silahlı mücadele propagandası yapan İslamcı çevrelerin 28 Şubat darbe sürecinde herhangi bir etkili sivil direniş bile üretmekten aciz kaldığı düşünülürse garabet kendini çok daha iyi gösterecektir.

Türkiye İslamcı çevrelerinin yaşadığı zihinsel yoksulluk, siyasal ufuksuzluk 28 Şubat terbiye atmosferinde ziyadesiyle derinleşmiştir.

Ana damar İslamcılığın terbiye ve ehlileştirilme sürecinde devlet siyaset ve kadroları içinde küresel ve yerel kapitalizme uygun siyasetlere eklemlenerek yok olmasından sonra devrimci arayışlarını sürdüren İslamcı oluşumlar, siyasetler kıpırdanma aşamasındadır. 28 Şubatla hakiki manada yüzleşme bu kıpırdanmaların ete kemiğe bürünmesiyle olacaktır.

 platformhaber.net, tasfiyedergisi.net

 

 

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Ulus Devlet Kiminle Barışır?

Yayınlanma:

-

Tarihi anlara tanık olduğumuzu düşünmüyorum. Silahların epik bir sinema sahnesindeki gibi yakılışı; barış sürecinin devletin muktedirlerince coşkulu karşılanması şunu unutturuyor: Hâlâ bir ulus devlet gerçeğini yaşıyoruz.

Üstelik bu gerçekliği, modernliği aşarak ulaştığımızı düşündüğümüz bir zamanda, postmodernliğin eşiğinde yaşıyoruz. Bir yanda “ulus”ların da dahil olduğu bütün o eski ve büyük anlatılar parçalanırken diğer taraftan da iktidarlar için en önemli “noble lie”1 olma özelliğini koruyor.

Bu, yalnızca modernlikten postmodernliğe geçişin karakteristik özelliği olan birçok ideolojik ve toplumsal gerçekliğin aynı anda ve çelişkili biçimde yaşanmasına, yani bir tür süperpozisyon hâline işaret etmiyor. Aynı zamanda, ulus-devletin gerektiğinde kahredici gücünü kullanabilirken yeri geldiğinde ise bir süreliğine geriye itilebildiği bir siyaseti normalleştiriyor.

Türkiyelilik…

Bu durum şu gerçeği ortaya koyuyor: Artık yalnızca -Orwell’in 1984 romanındaki gibi- geçmişin, siyasi pozisyonlara göre yeniden kurgulanmasına tanık olmuyoruz. Bugünün gerçekliği de değişken, kaygan ve sürekli yeniden kuruluyor. Bunun tipik bir örneği var: “Türkiyelilik”.

Türkiyelilik ifadesini ilk kez kullananlardan Jöntürk Tunalı Hilmi.

1900’lerin başında bir Jöntürk olan Tunalı Hilmi, “Türkiyeliliği” imparatorluk içinde “Türkçü bir öz” ve ötekinden ayrışma amacıyla kullanmıştı. “Türkiyelilik” kültürel karışımların çok yoğun, üst kimliğin ise din mensubiyetiyle tanımlandığı bir vasattan “ulus” yaratmanın zihinsel hazırlığıydı.

Türkiyeliliği sıklıkla Osmanlılıkla birlikte kullansa da Tunalı Hilmi, iktidarın merkezini bu kavramla belirlemekten kaçınmaz: “Osmanlılık bir kazandır. Onda kaynayan Türkiyeliler değildir; onların haklarıdır. Fakat onu kaynatan ‘Osmanlılık’ ateşidir; onun közcüsü Türkiyeliliktir, Osmanlılıktır; …Türkiye ise Türkiyelilerindir. Nitekim ocağa harç getiren onlardır.”2 Onun bu yaklaşımı, Osmanlıcılık vurgularına rağmen iktidar kaynağı olarak konumlandırdığı Türkiyelilik aracılığıyla bir tür ulus-devlet fikrine odaklıdır.

Fakat aynı kavram 2000’lerin başında artık ulus kimliğinin bir inşacısı olarak değil aksine onu parçalayan bir tanımlama içinde hatırlandı. 2011’de devrin başbakanı Erdoğan “Türkiyeli olmaktan rahatsız değilim!” diyerek eleştirilere yanıt vermek zorunda kalmıştı.3 AB ile görüşmeler ve çözüm sürecinin ilk denemeleri arasında ulus devletin “Türklük”ü sürekli hatırlatıyor olmasına da “Türkiyelilik” kavramıyla çözüm bulundu.

Oysa ne Türkiyelilik ulus devlete ilişkin temel bir tartışmayı içeriyordu ne de Türk devletinin ulus anlatısından vazgeçmek gibi bir derdi vardı! Amaçlanan, ulus devletin kurumsal varlığını bütün gücüyle korurken aynı zamanda daha az görünür olmasını sağlamaktı, öyle de oldu.

Ulus Devlet Barışır mı?

Ulus devletin egemenlik alanı içinde kimseyle iktidarını gönüllü paylaşmayacağını anlamak için kısaca “modern” ve “modern öncesi” ayrımını yeniden düşünmek gerekiyor. Bu tartışmanın devlet tarafındaki ayırıcı farkı, meşruiyetin kaynağı ile ilişkili. Devlet ve birey arasındaki sorumluluk tanımının “modernite” ile birlikte devlet lehine baş döndürücü değişimi, düzene bugünkü boyutunu kazandırdı. Bütün kurumları ve mensubiyetleri yerinden eden yeni devlet düzeninde ‘eski’ye ait ne varsa -özellikle de din- merkezi durumunu kaybetti.

Fransız devrimiyle belirginleşen modern devlet, meşruiyetin kaynağını da içselleştirmiş oldu. İşte Platon’dan Rousseau’ya dek uzanan “kutsal yalan” (noble lie) ya da “sivil din” o günlerde yeniden gündeme gelmesi rastlantı değil. Bugün için düşünecek olursak “sivil din”in işlevini en iyi Rousseau’nun özetlediğini söyleyebiliriz.4 Rousseau, Fransız devriminin ardından “dinsiz bir devlet” olamayacağına ve Kilise’ye de güvenilemeyeceğine göre yeni bir din inşa edilmesi gerektiğinden söz eder. Kilise’ye ilişkin güvensizliğin nedeni iradenin ve iktidarın parçalanmasıdır. Her şey dünyevileşmeli, merkezileşmeli, iktidar bir başka meşruiyet kaynağına ihtiyaç duymamalıdır.5

Kısacası ulus devlet, kadim dinleri tasfiye ettiyse toplumun kılcallarına kadar nüfuz edecek yeni bir anlatıya ihtiyaç, çok daha güçlü biçimde belirir. Küreselleşmenin bütün büyük anlatıları (ulus anlatısını da elbette) yerle bir etmesine rağmen devlet, yapısal olarak varlığını koruduğu için ulus kimliği bu nedenle hâlâ bitiştirici unsur olma vazifesini üstlenmeyi sürdürüyor.

Modernden postmoderne doğru sıçrayışlar, küreselleşmenin bütün insanlığın geleceği için transhümanist bir ufuk içinde gelişimi… Hiçbiri doğumu ve genetik mirası modernliğin içinden gelen devletin var olduğu gerçeğini değiştirmiyor ve evet; eğer devlet varsa yapısal bütünlüğünü modern paradigma içinde koruyorsa ulus-kimlik dışında bir anlatıya dayanması mümkün görünmüyor. Klasiğin, dini mensubiyetlerine dönemeyeceğine ve postmodernliğin devleti, bireyle birlikte ‘gereksizleştiren’ geleceğine şimdiden teslim olamayacağına göre geriye yalnızca tek bir seçenek kalıyor: Ulus kimliği ve ondan sâdır olan ulus devleti korumak.

Seküler Kürt Aklı ve Ulus Devlet

Toplumsal kalkışmaları tek düze ve yekpare bir bakış içinde tanımlamak kolay değil. Genelleme yaptığınızda ise bütün farklılıkları yok sayan, ortak hafızanın tümünü bir bakış açısında sabitleyen kavrayış eksikliği gelişiyor. Ancak yine de özellikle Türkiye’de DEM Parti’nin siyaset pratiğini düşündüğümüzde burada da “seküler ulus aklının” varlığı yadsınamaz.

Modern olmanın bedeli, yeni bir devlet/iktidar olma hikâyesinde ulus bilincini merkeze koymayı gerektiriyor. Günün sonunda eleştirdiğine dönüşme potansiyelini yüklenmiş ulus kimlikler -iktidar ya da değil- aynı ülküyü paylaşıyor.

Modern/ulus devletin en büyük zaferi de burada: kendisine karşı mücadele edenleri de ulus mantığı içinde örgütlenmeye zorlaması! DEM’in temsil ettiği Kürt hareketini de bu noktadan değerlendirmek yanlış değil. Daha doğrusu mücadelesini seküler ve ulus kimlik içinden büyütmek günün sonunda yeni bir ulus devlet dışında bir şey önermiyor. Bu da “barış süreci”nin aslında iki farklı dünya görüşünün birlikte yaşama arayışı değil, aynı paradigmanın içinde iki farklı ulus anlatısının kırılgan bir mutabakat aradığını ortaya koyuyor.

Bu noktada “barış süreci”nin “Türkiyelilik” gibi yanıltıcı olduğunu düşünebiliriz. Ne Tunalı Hilmi’nin ne de Erdoğan’ın Türkiyeliliği, ulus fikrini aşan bir ortak yaşam vaat ediyordu! Osmanlıcılık, Anadoluculuk ve benzeri kavramsallaştırmalar Türk ulus kimliğinin merkezi pozisyonunu değiştirmedi. Hemen hepsinde Türk, “büyük ağabey” olarak yer aldı.

Bugün de olup biten, farklı değil. “Barış süreci” düzenin kendi içinde yeniden dengelenmesi, egemenlik alanlarının paylaşılması ya da en azından bu paylaşımın vaat edildiği bir gelecek kurgusunu içeriyor. Ulus devlet ufku içinde kalmanın ise modern ve ontolojik olarak seküler kalmak zorunda olan devleti tahkim etmek dışında bir anlamı yok.

Ulus devleti aşmadan, ulus kimliğin bir iktidar aygıtı olarak korunduğu vasatta toplumsal barış kazanılamaz. Egemen olanla birlikte iktidara taşınan ulus söylemi ise yalnızca sistemin -farklı ulus kimlikler üzerinden bile olsa- kendini tekrar tekrar üretmesi sonucunu doğuracaktır.

Dipnotlar

1- Noble lie/asil yalan. Platon’dan Rousseau’ya kadar devletin meşruiyetinin inşa edildiği kurgusal bir aldatmacadır.

2- Bir Jöntürk Olarak Tunalı Hilmi ve Siyasi Düşüncesi (Tez), Can Ulusoy, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/44734.pdf

3- https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d24/c001/tbmm24001007.pdf

4- Bu konuda tafsilatlı bir çalışma: Sivil Din, Kemal Ataman, Sentez Yay.

5- J.J. Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” (1762) isimli çalışmasında bu konuda kimi zaman muğlaklaşsa da dinin yeniden inşası ve dünyevileşme konusunda son derece nettir.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti

Yayınlanma:

-

Yazar ve aktivist Harun Özkarakaş’ı Aksa Tufanı sürecinde Ankara’daki Filistin eylemlerinin organize edilmesinde emek veren biri olarak tanıdım. İnsanlar onun eylem alanlarındaki etkili doğaçlama konuşmalarından övgüyle bahsediyorlardı. Direniş Çadırı’nın tüm illerden katılımcılarla Ankara’da BOTAŞ önündeki tarihi eyleminde bizzat buna şahitlik etmiş ve bu tecrübeyi nerede, ne ara edindiğine şaşırmıştım. Bilenler bilir, eylem alanları bazen gerilimlidir. Hele Ankara polisi gibi sert ve yer yer eylemcileri tahrik eden sivil polislerin arasında işiniz pek kolay sayılmaz.

Harun Özkarakaş burada bir kısmını okuyacağınız düşüncelerini Hertaraf’’tan sonra, şimdilerde İslamianaliz haber sitesindeki köşesinde okurlarla paylaşıyor. Sorularıma cevap verirken “gizli” güçlerini (son fotoğrafta da görüleceği üzere) açık etmiş oldu!

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Filistinlilerin meşru müdâfaa hakkını kullanmasına Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Öncelikle sorunun giriş bölümünde bahsetmiş olduğunuz kırılmalar ciddi bir önem taşıyor. Burada yaşanan kırılmaya sahada gerçekçi mücadele veren Filistin dostlarını dahil etmediğimi belirtmek isterim. Düşünce dünyası ve eylemselliği paralel olan kişiler için bir kırılmadan ziyade kararlılık ve ihlasın arttığını düşünüyorum. Geriye kalan, zulmün apaçık hale geldiği bir dönemde kendi bireysel bencillikleriyle hayatına devam eden kişi ve kurumlar için kırılmalardan bahsedebiliriz.

Bilginin küreselleştiği bu çağda kimse “Gazze’den haberim yok” deme lüksüne sahip değil. Bu çerçevede “ben insan olma erdemine sahibim” diyen bir kimsenin, zulmün bu kadar görünür hale geldiği bir dönemde sessizliğe bürünmesi, kitabi veya seküler temelde inandığı hangi hakikat varsa artık ona yabancılaşması anlamına gelir. Aynı şekilde, varoluşunun küresel ortak değerlere dayandığını iddia eden kurumların da etkisizliği hem bağlayıcılık hem de anlamlılık açısından, başta BM olmak üzere bir çok kurumu boşa düşürmüştür.

Nihai olarak bu durum insanın varoluşsal anlamda hayatını anlamlı kılan birçok değerin sorgulanmasıyla ya yeni bir arayışa ya da arayışı da anlamsız görerek tamamen değersiz mekanik bir yığına dönüşmesine neden olacaktır. Belki bu süreçte Filistin dostları olarak ayrı bir sorumluluk da bu alanda üzerimize düşecektir.

Soykırım tablosuna baktığımda ne hissediyorum sorusuyla ilgili de düşüncelerimi belirtmek isterim. Sürecin erken dönemleri için farklı hissiyatlar vardı. Herkesin üzerine düşeni yapması için beklentiler içerisindeydim. Şimdi aradan geçen 20 aylık süreç böyle mi olmalıydı sorusunu akla getiriyor.

7 Ekim başlığı her açıldığında ilk şu cümleyi duyarız: süreci 7 Ekim den başlatmak doğru değildir. Benzeri yorumu tarih belirtmenin dışında diğer konularla ilgili de yapabiliriz. Mesela işgali yalnızca Gazze’den tanımlamamalıyız. Coğrafyada görülen edilgenlik esasında başka bir işgali bize gösteriyor. Siyasi iradesizlik bir başka işgali. Nihayetinde sömürü her yanımızı sarmışken muhatap olduğumuz kutuplaşmalar bir başka işgali. Gazze’nin etrafını saran duvarlardan bahsediyoruz. Belki bu duvarlardan daha uzun soluklu ve geçilmez hale geleni coğrafyamızdaki mezhepçi-ulusçu-kutuplaştırıcı duvarlardır.

Bugün Gazze’deki soykırım ve işgali sürdürebilir kılan etkenlerin hiçbirisi Gazze kaynaklı değildir. Bilakis orada buna karşı kolektif bir mücadele bulunmakta. Soykırım ve işgali bölgenin geri kalanında görmüş olduğumuz edilgenlik, kutuplaşmalar sürdürülebilir hale getiriyor.

Ak Parti iktidarı sonrası Türkiye’de adeta “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” patlaması yaşandı. Bu minvalde sayısız STK kuruldu. Geniş mi geniş imkân ve insan kalabalığına sahip bu yapılar Gazze’de soykırım olurken iyi bir imtihan veremediler ne yazık ki. Bunu bekliyor muydunuz? Sebepleri üzerine neler söylemek istersiniz?

STK kavramının açılımında ilk kavram sivil kavramıdır. Bahsi geçen çoğu yapının bu sivilliği tartışmalıdır. Toplumsal alandaki çalışmalarda, kamu iştiraki veya yarı özel şirket gibi iktisadi alanda devletin dahlini belirten kavramlar doğrudan bulunmuyor. Ancak iktisadi alandaki devlet ortaklığından fazlası bahsi geçen STK’larda bulunuyor diyebiliriz.

Mesela Türkiye’nin etki kurmak istediği, hinterland haline getirmek istediği coğrafyalara bakalım… Buralarda belki birçok devlet kurumundan önce Türkiye’de kitlelere hitap edebilen soruda bahsi geçen geniş imkanlara sahip STK’ları görürüz.

Ülke dışında bu yapılar doğrudan devlet için kamu diplomasisi süreçlerini yürütür ve devletin anlatılarıyla hareket eder. Gazze meselesini de yine devletin anlatılarıyla ele alan bu yapılar elbette ki iyi bir imtihan veremezler. Açıkçası soykırımın ilk günlerinde de bu durumu görünür kılan birçok örneklik yaşandı. İsrail’e yaptırım ve kurulan ilişkilerin kesilmesinden çok, tıpkı hükümetin yaptığı gibi hamasi bir söyleme hapsettiler eylemselliklerini.

Bu yapılar yurt dışında olduğu gibi yurt içinde de bağımsız anlatı ve varoluşa sahip olmadığından hükümetin arzusu ve beklentisi dışına çıkma iradesini göstermediler/gösteremediler. Ondan dolayı Filistin dostları bu tip yapılardan yüzlerini çevirip kendi insiyatifleriyle çaba içerisinde olmalılar.

Belki bu konuda İslami camianın sözüne kıymet verdiği bir kesim hocayı da konuşmamız gerekiyor. Haklarını teslim etmemiz gereken elbette hocalar vardı bu süreçte, onları ayrı tutarak bir eleştiri sunmak istiyorum. Hitap ettikleri kitlelere yıllarca “Filistin davamız”, “Kudüs kıblemiz” diyerek motivasyon oluşturan hocaların devlete karşı “İsrail’e yaptırım” konusunu dile getirmede ne kadar düşük motivasyona sahip olduklarını gördük.

Bugüne dair yapılacak işleri terk edip, “Kudüs’e bayrak dikeceğiz” masallarıyla kitlelerini uyutmaya devam ettiler. Alimliğin en önemli vasfı cesaret ve hakikati dile getirmek iken burada ana roller terk edilip korkaklık ve masal anlatıcılığı rolüne büründüler. Türkiye de Filistin konusunda gerekli sınavın verilmemesinde yarı özel STK’ların rolü olduğu kadar bu hocaların da bir rolü olduğunu düşünüyorum.

Bu süreçte ortaya çıkıp insiyatif alan birçok yeni, küçük oluşumun adını duydu Türkiye. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’nın en başından beri içindesiniz. Direniş Çadırı nasıl doğdu? Görev bölümü içinde siz nasıl bir gayreti sırtlandınız?

Direniş çadırı esasında şu ana kadar bahsi geçen eleştirilerin çoğunu yapan kişilerin çıkış yolu olarak ortaya koyduğu bir anonim çağrı. Direniş Çadırı’nın 30’dan fazla şehirde eylemsellik üretme süreci tahmin edilenin tersine herhangi bir zorluk barındırmadı. Var olan irade bir bütünlük oluşturularak daha görünür hale geldi.

Karizma siyaseti kaygısıyla var olan çalışmaların büyütülerek efsun oluşturulmaya çalışılmasını şahsen doğru bulmuyorum. Bu ve benzeri çabaların ortaya konması önünde engelleyici olabilecek bir yaklaşım. Direniş Çadırı çok basit bir şekilde doğdu ve devamlılığını sağladı. Olması gereken de buydu. Kıymetli olan Direniş Çadırı’ndan çok, Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iradedir. Bu irade bugün bir isme yarın başka bir isme sahip olabilir. Önemli olan bu iradenin toplumsal tabanda yaygınlaşmasıdır.

Direniş Çadırı’nın ilk eyleme çağrı süreciyle ilgili küçük bir hatıramı paylaşmak isterim. Bir kısmı da şu anda Direniş Çadırı’nda koşturan arkadaşlarımızla “İslami camia Gazze için daha fazla ne yapabilir? Bizler bu süreçte direnişe nasıl bir destek sağlarız?” kaygısıyla istişarelerde bulunurken, bu süreçten haberdar olan bir abimiz aramıştı. Aron Bushnel’i örnek vererek bir şeyler yapılması gerektiğini dile getirmişti. Esasında yakınarak, adam kendisini feda etti bizler de bari yaşadığımız ülkeden devam eden ticaretin durdurulması için elimizden geleni yapalım demişti. Bu çerçevede o günlerde açıktan devam eden İsrail’le ticaret meselesine karşı kitlesel bir eylemi organize etme teklifinde bulundu. Bu teklifin geldiği günlerde bir başka abim de “Kocaeli’nde eyleme çıkacağız siz de Ankara da çıksanız, İstanbul’da da eyleme çıkan arkadaşlarımız var” demişti.

Bu diyaloglar neticesinde bir şehirde toplanıp kitlesel eylem yaparak devamlılığı zor olan bir sürece girmektense sürekli şekilde birçok şehirde eşzamanlı eylem yapılması fikrine varıldı. Esasında yaptırım eylemleri için yeni bir fikir üretilmedi. Bu fikir birçok şehirde birçok kişi için belirgin hale gelmiş ancak kıvılcım bekleyen bir meseleydi.

10 Mart’ta çağrıya çıkalım, sizler de müsait misiniz” sorusu esasında bu kıvılcımın kendisi oldu. “Biz de eyleme çıkacağız” diyen her kişi bir başka şehirdeki arkadaşını arayarak bu sürece dahil etti. Belki Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iki kritik meseleden bahsedecek olursak; biri Aron Bushnel’dir, diğeri “biz Kocaeli’nde yaptırım temalı eyleme çıkıyoruz siz de çıkabilir misiniz” diyen iradedir.

Görev bölümü kısmıyla ilgili şunu söyleyebilirim. Direniş Çadırı’nda herhangi bir görev dağılımı bulunmamakta. Merkezi bir yapısı da olmadığından işler istişare ile yürür. Yer yer eylem duyuruları için bir arkadaş şehirleri arar bir diğer arkadaş da duyuru çalışmasını yapar. Direniş Çadırının var olma süreci ve işleyiş süreci yatay yapıdadır.

7 Ekim 2023 ila Direniş Çadırı olarak ilk eylemi gerçekleştirdiğiniz 10 Mart 2024 arasında geçen 6 ayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Heba veya israf edilmiş bir zaman mı Filistin Mücadeleniz içinde?

Bu 6 aylık süreçte Ankara’daki farklı eylem süreçlerine dahil olmakla birlikte kendi arkadaş çevremizle de İsrail diplomatların istenmeyen kişi ilan edilmesi ve ticaretin kesilmesi için birkaç eylem yapmıştık. Pek görünürlüğü olmamakla birlikte daha sonraki eylem süreçlerimiz için bizlere tecrübe sağladı. Kendi kişisel hikayemde ayrıca Gazze temasıyla eylemlerin içeriği ve yapısı üzerine, Türkiye de sivil toplum ve İslamcılık üzerine yazılar kaleme almıştım. Tüm bu süreçler şu anda hala devamlılığı olan Direniş Çadırı eylemleri için kendi tecrübemde hazırlık boyutu taşıdı aslında. Bu eylemsellikler olmasaydı israf edilmiş veya heba edilmiş olarak değil de eksikliği olan bir sürecin içerisinde olduğumu hissederdim. Direniş Çadırı tecrübesi bu eksikliği doldurdu.

Sizce Türkiye’deki Filistin Mücadelesinin bu süreçte elde ettiği kazanımlar oldu mu? Baktığınızda, limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık halen. İsrail ile ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye halen. Daha geniş bakacak olursak, sizce Aksa Tufanı sürecinde Türkiye’de kazanan ve kaybedenler kimler?

Devam eden bir sürecin içerisindeyiz. Şu ana kadar en büyük kaybı yıllarca tabanına “Filistin’in hamisiyiz” söylemini kuran hükümet yaşadı. Önemli bir durum olarak anlatıları boşa düştü. Hemen yanında diğer büyük kaybeden de ana muhalefet oldu. Soykırımın göbeğinde olan halkı konuşmak yerine Hamas’a terörist ithamında bulunmak ve bunu tekraren dile getirmek ana muhalefetin en büyük hatasıydı. Birçok yaptırım başlığında -hiç konuşmadılar demiyorum- gerekli iradeyi gösteremediler.

Ekonomik alandaysa sosyal sorumluluk projeleriyle kendilerini şirin gösteren birçok şirketin soykırımla ısrarlı bir şekilde nasıl ilişkisine devam ettiğini gördük. Yarın çıkıp, herhangi bir duyarlılık açıklaması yapsalar ne kadar inandırıcı olur? Başta SOCAR olmak üzere tüm işbirlikçi şirketler kaybettiler. Daha da kaybedecekler.

Toplumsal alanda kaybedenler için daha önceki sorularda bahsi geçen STK’ları dile getirebiliriz. Kendi tabanları dahi hamasi söylemlerinden bıkıp farklı insiyatiflerin eylemlerine katılmaya başladılar. Aradan bir yıl geçtikten sonra soykırıma petrol satan ülkeyi söyleyip, petrolü taşıyan kendi ülkesine tek laf edemeyen STK başkanı ve benzer yapıdaki kişiler kaybettiler.

Bu süreçte kazananlar belli: Kısıtlı imkana ve her türlü baskıya rağmen direnişin sesi olan ve Filistin mücadelesini hamasete kurban ettirmeyen Filistin dostları. Bugün Türkiye’de Filistin’i konuşan herkes biliyor ki Türkiye’de İsrail’e kendimizi aradık diyen ABD ve Nato’ya ait 30 civarı üs ve depo var, limanlara siyonizme tedarik sağlayan ve siyonist misyona hizmet eden gemiler yanaşıyor, ticaret ve petrol sevkiyatı örtülü olarak devam ediyor.

Topluma bu bilgileri yayma ve hamaseti yıkma işini az sayıda insan başardı. Yıllardır ahtapot gibi ülkeyi saran emperyalizme ve siyonizme karşı nihai zaferi elde etmek zaman isteyen bir süreç. İnşallah hamaseti yıkanlar, siyonizmi ve emperyalizmi de coğrafyamızdan kovacaklar.

Sahada aktif bir eylemlilik halindeki Filistin Dostlarının hedef ve gayretlerini değerlendirdiğinizde, eleştiri veya özeleştirileriniz var mı?

Bu sorular bana ulaştığında Madleen gemisi yola çıkmıştı. Cevap verme sürecindeyse aktivistler esir alınmıştı. Bu süreci farkındalığı yüksek Filistin dostları gerektiği şekilde dile getirip esir alınan aktivistlere gereken desteği sağladılar. Ancak ne yazık ki bir kesim Greta’nın şortuna, gemideki cesur aktivistlerin inancına odaklandı. Bu olayı tüm meseleyi özetleyecek konu olması hasebiyle dile getiriyorum. Bizler eylem alanlarında en çok “yaşasın küresel intifada” sloganını atarız.

Küresel intifada yalnızca aynı giyinen, aynı düşünen, aynı inanca ve düşünceye sahip insanlarla mümkün olmaz. Öyle olsa küresellik iddiası temelsiz olurdu. Hayatını ortaya koyan insanların cesaretini ve fedakarlığını görmeyen bir akıl ortalıkta dolaşıyor. Ne yazık ki 20 aylık süreçte bu aklı yeterince saf dışı edemedik. Belki bir eleştiri buna yapmak gerekir.

Küresel intifada şiarının bir gereği olarak bu meseleyi Türkiye’de her kesimin sırtlanması adına daha fazla diyalog ve temasa ihtiyacımız var. Müslümanlar olarak daha önce yapmakta zayıf kaldığımız mahallenin dışına çıkma refleksini kuvvetlendirip farklı ideolojik gruplarla teması artırmalıyız. Yer yer ortak eylemsellikler içerisinde olmalıyız. Filistin yalnızca bizim meselemiz değildir ve Türkiye’de yalnızca bizler yaşamıyoruz. Yaptırım talebimiz varsa bunu mümkün kılmak için bu mücadeleyi toplumun her kesimine anlatmak ve mücadeleyi ortak şekilde örgütlemek zorundayız. Bu eksikliğimizde bir eleştiri başlığı olmalı.

Yaklaşık 20 aydır çok yoğun bir tempoda çalışıyorsunuz. Mecliste görüşmeler yapmaktan, çeşitli eylem noktalarında ve illerde sayısız eylem organize etmeye, görüşmeler, toplantılar, konuşmalar yapmaya, yazılar yazmaya günlerce, haftalarca vakit ayırdınız. Bu süreç size neler kattı? Tecrübelerinizi paylaşır mısınız?

Bahsettiğiniz sürecin gerçekleşmesinde bana en çok desteği veren eşime teşekkür etmek istiyorum. Gözaltına da alınsam, nöbette de kalsam onun desteğini hep yanımda hissettim. Kendisinin de ortaya koyduğu fedakarlık olmasa bu mücadele içerisinde daha kısıtlı bir yerde duruyor olurdum.

Bu süreç öncelikle duyarlılık seviyesi ve politik bilinci yüksek olan birçok kişiyle tanışmama vesile oldu. Tanıştığım her kişi yeni bir farkındalık kazandırdı. Farklı ideolojik gruplardan birçok arkadaş edindim. Filistin mücadelesi içerisinde olmak insanın ufkunu genişletiyor. Bu çerçevede yine soykırıma maruz kaldığı halde katkının büyüğünü Filistin’in bizlere sağladığını düşünüyorum.

Hayatı yalnızca idealler anlamlı kılmıyor, aynı zamanda bu idealler için mücadele de gerekiyor. Filistin bize bu mücadele alanını açtı. Mücadele de şüphesiz dayanışmayla mümkün oluyor. Bahsettiğiniz ziyaret ve organizasyonların arka planında çabalayan arkadaşlarımızın emeği söylediğimiz sözü daha doğru ve etkili kıldı. Meclise rapor sunmak için ziyarette bulunursunuz veya bir yayına çıkarsınız. Ama arka planda bu raporu hazırlayan veya yayında size doğru bilgiyi ulaştıran dostlarınız vardır. Esas emek onlara aittir.

Tüm eylemleriniz hukuka uygun ve barışçıl diye biliyorum. Buna rağmen hakkınızda açılmış herhangi bir dava var mı?

Eylemlerin devamlılığı açısından barışçıl niteliği önemli. Alanda bulunan kolluk eylem güvenliği görevinin dışına çıkıp ideolojik davranmadığı sürece Filistin dostları olarak bizler müzakere süreçlerimizi hep açık tutuyoruz. Birçok hukuksuz müdahaleye maruz kaldık. BOTAŞ varlık fonu üzerinden Cumhurbaşkanlığına bağlı bir kurum olduğundan petrol kesilmesi talebiyle Beştepe’de gerçekleşen nöbetimize iki defa sert müdahalede bulunuldu. Bizler de aynı yere üçüncü kez gitme iradesinde bulunmuştuk. Bu konuda bir dava açılabilir. Bir de SOCAR önünden AKP genel merkezine yürüyüş yapacağımız eyleme hukuksuz müdahale olmuş ve bir gece nezarette kalmıştım. Bununla ilgili açılan davam düştü. Soykırıma birileri petrol satıyor ve ödüllendiriliyor buna karşı çıkanlar ise yargılanıyor. Hukuk açısından fecaat bir durum.

Bu süreçte sizi olumlu ve olumsuz anlamda şaşırtan bir olayı paylaşır mısınız bizimle?

Beni olumlu anlamda şaşırtan bir olay olarak; 10 Mart’ta 3-5 şehir eyleme çıkalım düşüncesindeyken, Van’dan Tekirdağ’a tanıdığımız-tanımadığımız birçok kişiyle eş zamanlı 32 şehirde eyleme çıkmaktı.

Dışardan bakınca şaşırtıcı bir durum. İçeriden bakınca da pek farklı değil. Bu Filistin mücadelesinin bereketiydi.

Olumsuz anlamda şaşırtan güncel bir konu olarak; dünyada birçok ülke İsrail’le olan ilişkisini en azından el altından yürütecek utanca sahipken, Azerbaycan bürokratlarının açıktan İsrail’le olan dostluğunu tekraren dile getirip yeni ortaklıklar kurması ve buna Türkiye siyasetinde yeterli tepkinin gösterilmemesidir.

 

Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız:

Muammer Bilgiç:

Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuresel-bir-direnis-hatti-olusturmaliyiz/

Şeyma Yıldırım:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Gülşah Eldemir:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Mücahit Gültekin:

Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti”

https://yenipencere.com/soylesiler/aksa-tufani-her-seyi-altust-etti/

Murat Kurtuldu:

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

https://yenipencere.com/soylesiler/umitvar-olmanin-tam-zamani/

Salih Ulusal:

Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuran-bir-vadide-onlar-baska-bir-vadide/ 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Nevzat Güngör: Köroğlu Değil Körünoğlu Geldi!

Yayınlanma:

-

“Gencin biri Köroğlu gibi namlı bir yiğit olmak ve halk tarafından sevilip sayılmak istediğinden gece gündüz demeden hep düşünüyormuş. Sonunda kendince bir yol bulmuş ve tutup babasının gözlerini kör etmiş. Böylelikle de halk arasında Körünoğlu olarak anılmaya başlamış.”

Koskoca romanlar bazen bir söz, bir koku, bir hatıra üzerine kurar otağını uçsuz bucaksız düzlüklere. Körünoğlu da bu kısacık mesele yaslıyor sırtını.

Roman başlı başına koskoca değildir elbette. Yazarlar, geniş-derinlikli evrende bir düzenek kurarlar. Şayet bu düzenek işlerse, roman “olur”. Kurmaca düzenek iyi işler, üstüne bir de zamanın sınamasından geçer ve evrenselleşirse, bu defa koca, dahası koskoca bir roman çıkar ortaya.

1972 doğumlu yazar Nevzat Güngör’ün geçen ay yayınlanmış ikinci romanı Körünoğlu okura 389 sayfa boyunca doludizgin giden bir macera sunuyor. Hızlı başlıyor, hızlı devam ediyor ve okurunu açık uçlu bir sonda kendi yoluna gitmek üzere yolcu ediyor. Yanında pek çok soru ve sorgulamayla birlikte.

Bu, bir olayı çözmeye ayarlanmış, gizem ve merakla çerçevelenmiş edebiyatla sınırlı bir kitap değil. Çok daha fazlasını vaad eden okumalara açık.

Bölüm başlıkları, başımızı eğip hangi kemerlerin altından geçeceğimize dair işaretler veriyor. Hoşuma giden birkaçı şunlar:

  1. Bölüm: Hakikat ile yalanın gölgesi ortak mıdır?
  2. Bölüm: Kâinat, Tanrının görmekte olduğu kâbusun adı mıdır?
  3. Bölüm: İnsan, doğanın zamana yayılmış intiharı mıdır?
  4. Bölüm: Aşk insanlığın yeni afyonu mudur?
  5. Bölüm: Dünya bir yalansa, bu yalanı kim, kime ve niye söylemiş?
  6. Bölüm: Cehalet mutluluk mudur?

Hikâye gayet sıradan bir aile içinde başlıyor. Kırk yaşındaki Ahmet, okumayı çok seven, kitaplara gömülmüş bir edebiyat öğretmenidir. On altı yıldır evli olduğu eşi Nurgül ve iki çocukları ile mutlu mesut bir hayatın içinde yaşayıp gidiyorken bir olay cereyan eder.

Yazar sanki Tolstoy’a selam ederek açılışı yapıyor. Anna Karanina’nın çokça alıntılanan o ilk cümlesini gömmüş ruhuna: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Erlend Loe, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” adını vermişti romanına. Nevzat Güngör ise sık sık örselediği kahramanı Ahmet ile bildiğimiz dünyanın dışına çıkıyor ve okuru her şeye farklı gözle bakmak üzere peşinden sürüklüyor. Onun peşinden, içine düştüğümüz “yeni dünya”da olan biten tuhaflıkları garipserken esasında düşünce kaslarımızı kuvvetlendiriyoruz ister istemez.

Kısa cümlelerle tempolu bir koşu tutturmuş yazar. Kitabı eline alana “yarına bırakma” imkanı vermemek için tüm mazeretleri ortadan kaldırıyor. Çocuklar için yazan biri olarak ben de bu yöntemi mecburen kullanıyorum. Hemencecik sıkılıp kitabı bir kenara atacak zamane çocuklarının elini bırakmadan hoplayıp zıplayarak kitabın sonuna varmak kolay mı?

Roman boyunca bir Allah’ın kulu ile özdeşlik kuramıyoruz. Kimseye kendimizi yakın hissetmemiz pek mümkün görünmüyor. Bilhassa yabancılaştırılmış bir evrende, her şeyle ve herkesle mesafelenerek yürümeye yazgılıyız. Burası dünya ve alışmamız istenmiyor. Deplasmanın da deplasmanındayız.

Nevzat Güngör’ün Körünoğlu’dan önce yayınlanmış üç öykü kitabı var. Bu kitabın niteliği hakkında sizde bir önyargı oluşturmak adına bir önceki romanının künyesinden bahsedebilirim. 2014 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ilk romanı “Özgür Ölüler” Ömer Türkeş gibi bir duayenin editörlüğünde Ahmet Büke gibi saygın bir yazar tarafından yayına hazırlandı.

Buradan hareketle Körünoğlu’nun tek “kusur”unu da dile getirmiş oldum: Kitap büyük bir yayınevinin etiketini taşımıyor!

Nevzat Güngör keşfedilmeyi bekleyen (kimseyi beklemeden, has edebiyat ürünü eserlerini birbiri ardına okurla buluşturmaya hazır) büyük bir yazar. Kendisini Türk Edebiyatına tanıtmak gibi bir vazife (kamu hizmeti!) ifa edersem memnun olacağım.

Kapak tasarımı, özgün işlerin işçisi Murat Kurtuldu’ya ait. Bu vesileyle kendisini de anmış olalım.

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x