Connect with us

Köşe Yazıları

Abi, Biz Geldik!

Yayınlanma:

-

99 depreminin ilk günleriydi… Tüm Derince – Körfez halkı her yerdeki enkazların yanı sıra Tüpraş’ın yoğun yangını ve patlama tehlikesi nedeniyle evlerinden uzaklaşmaya çalışıyordu. Tabi herkesin tahliyesi mümkün olmadığı için birçoğu da mecburen bölgede kalıyordu. Ben de babamla birlikte bir petrol istasyonunun önündeki çimlerde uzanmıştım. Nasıl oldu bilmiyorum biri bir televizyon tedarik etti, bir başkası jeneratör buldu ve televizyonu çalıştırıp günler sonra ilk kez haberleri izlemeye başladık. Bütün Kocaeli yıkılmış, her yerde bir mahşer havası… Tüm o boğucu haberlerin arasında yukarıdaki fotoğrafın haberine denk geldik. Çanakkale’den gelen bir dede, elinde küçük aletleriyle derme-çatma bir çadır kurmuş ve depremzedelerin ayakkabılarını ücretsiz tamir ediyordu. Gözyaşlarıyla izledik. Kime, ne faydası olur diye bakmadık, unutulmadığımızı görmek öyle rahatlatıcıydı ki… Aynı hissi o günlerde eski bir Toros aracı tıka basa ekmekle doldurup gelen bir abinin bagajı açıp hepimizi çağırmasında da yaşamıştım. Nereli olduğunu hatırlamıyorum ama çok uzaklardan gelmişti ve ekmekleri hem dağıtıyor hem de ağlıyordu. Yine aynı his… İki ekmekle bütün dertlerimiz bitmemişti ama unutulmadığımızı görmek her şeyi bir süreliğine unutturmuştu.

Geçtiğimiz günlerde Adıyaman’a işte tam bu nedenle iki arkadaşımla gittim. Gittim ama nasıl bir gidiş… Maraş’tan Pazarcık’a oradan Gölbaşı’na ve nihayet Adıyaman’a çok zor bir yolculuktu. Maraş’ta depremin paniğini, kaosunu gördük. Pazarcık tamamen kriz durumundaydı, ilerlemek mümkün olmayınca ara sokaklara daldık. Her girdiğimiz sokakta bir enkaz, bazıları terk edilmiş gibi, bazılarının yanında oturanlar… Dışarıdan bakınca sanki ayakta gördüğünüz Pazarcık, yaklaştıkça nasıl değişti unutmak mümkün değil. Gölbaşı ise tam anlamıyla korkunç durumdaydı. Yollar yarılmış, kaldırım taşları bile yıkılmıştı. Sağlı sollu onlarca enkazın arasında sağlam binaları bulmak mümkün değildi. Gölbaşı tam anlamıyla bir savaş alanı gibiydi. O kadar çok enkaz, o kadar ıssız bir tablo vardı ki hepimizin aklına “Galiba bu binalar boş ya da artık canlı olmadığı için bir çalışma yok!” diye düşündük. Başka bir ihtimal gelmiyor insanın aklına o anda.

Adıyaman’a İzmit’ten yola çıktıktan tam yirmi üç saat sonra gece vakti girebildik. Gece her şeyin üzerini örttüğü gibi yıkımı da altında gizlemiş olmalı ki biz bir süreliğine rahatladık. Yıkımlar, çalışmalar vardı ama işte ayakta olan birçok bina da vardı, yaralıydı Adıyaman ama galiba tamir edilebilir gibiydi, diye düşündük. Adıyaman’ın merkezinde bir grup Müslümanın “ya Allah” deyip yola çıkması ile -adeta bir deli cesareti içinde- bin bir güçlükle kurdukları aşevine yanaştık. Durum kötüydü ama işte iyi kötü bir düzen vardı.

Sabah olup her şey örtüsünden arınınca durumun vahametini görebildik. Sokakta geceleyenler, yakınlarını ölü ya da diri bir şekilde bulmak isteyenler, her sokakta ama her sokakta dev apartmanların beton moloz dağları bizi karşıladı. İzmit’ten gelen bizler bir anda adeta 99 Ağustosuna ışınlanmış gibi olduk. Her bina o günlerden bir başka enkazı hatırlatıyor gibiydi. Hiç mi ders almadık! Yine aynı manzaralar… Sahiplerine ufacık bir yaşam boşluğu bırakmayacak kadar birbirine karışan enkazlar… Tamamen aynı durum! Ve aynı bitmeyen umut… O toza dönüşmüş, kimsenin canlı beklemeyeceği molozlar arasından çıkan canlar… Bebekler, çocuklar… Üç-dört gün aç, susuz, soğuk ve karanlıktan nasıl canlı çıktıklarına akıl ermeyen bedenler… Öldürmeyen Allah öldürmüyor. İşte “Allahu Ekber” bu durumlarda hesaplı, plânlı bir haykırış olarak çıkmıyor; ağzınızdan dökülüyor, durduramıyorsunuz kendinizi. Allahu Ekber!

Sabahleyin yakınlarının da enkaz altında olduğunu sonradan öğrendiğim ama bu duruma rağmen canını ortaya koymuş bir kardeşim hemen bizi koordine ediverdi. Önceki gece bizi karşılayıp çok yorulduğunu görüp çok üzüldüğüm canım ağabeyim ise daha iyi görünüyor artık. Herkes kendini bırakmış, bir işin ucundan tutmanın derdinde sadece. Her yerden gelmişler; her enkazın dibinde bir başka plaka, bir başka insan. Yol boyunca ardı arkası bitmeyen yardım tırları buralarda kocaman insanlara dönüşmüş…

İlk durağımız bir Adıyaman köyü… Köy, depremden pek etkilenmemiş ama merkezdeki konu komşu, akraba hısım gelince erzak bitmiş. Paranız geçmiyor Adıyaman’da. Cebimizde “depremzedeler için harcarız” diye getirdiğimiz paranın bir kuruşunu bile harcayamadık. Doğal olarak zengin – fakir herkes bir fakr-u zaruret içinde. Bir abi bizi karşılıyor, sorup muhtarın yerini öğreniyoruz. İlk kez “Adıyamanlı” bir abimizle iletişimimiz burada oluyor. Tam gidecekken akıl edip soruyoruz “Abi senin bir ihtiyacın var mı?” Abimizden zor bela ihtiyacı olduğunu öğreniyoruz; “Ne istersin?” diyoruz yine, bin bir güçlükle bir iki parça malzeme veriyoruz. Köyün meydanında hemen buyur ediliyoruz. Dedem yaşında bir amcamız çay getiriyor, “Amca bırak, biz alırız çayımızı!” diyoruz, bırakmıyor; bize hizmet edecek illaki, utanıyoruz, boynumuz bükülüyor. Kayıplarını dinliyoruz, “Abi biz de depremzedeyiz.” diyoruz, malzemeyi indiriyoruz, Anadolunun gönlü geniş insanları bizim nereden geldiğimizi öğrendiklerinde gözleri doluveriyor ama “doğu”nun insanı değiliz ya, hemen bir amcanın ağzından “Bizim köyümüz bu memleketi çok sever.” sözü dökülüyor, sanki özür diler gibi… Ya Rabbi, faşist yobazlar bu insanlara ne düşündürttü, neler yaşattı acaba? Bir daha üzülüyoruz, “Yapma amcam, biz kardeşiz!” diyemiyoruz bile, insan kardeşine “kardeşiz” der mi! “Evladınız, torununuz.” diyeceğiz, boğazımız düğümleniyor.

Dönüyoruz, tekrar aracımızı doldurup çıkıyoruz yollara. Bu sefer yanımızda gönüllü sağlıkçı bir ablamız var. Onun mihmandarlığında gidiyoruz adreslere. Adıyaman insanının hiç aklımdan çıkmayacak kadirşinaslığına defalarca tanık oluyorum. İnsanlar zoraki söylüyor ihtiyaçlarını. Bir ablamız kuru gıda istemişti mesela. Verdik, bir dakika sonra koşarak döndü “Bu bende var.” deyip iade etti. 1 kg’lık bir paket, ben olsam iade eder miydim? Bilemiyorum. 99 depreminde gördüğümüz arsız tiplerin hiçbiri denk gelmiyor. Ne yol kesiliyor, ne yağma oluyor ne de en ufak bir tatsızlık… Adıyaman’ın en tepesindeki Tut’a gidiyoruz. Onun da ilerisinde bir köye.. Bizi hemen köy imamı karşılıyor. “Size geldik abi!” diyoruz, hemen elimizden tutuyor, buyur ediyor. “Bize yardım geldi Allah razı olsun; ‘gelmedi’ desem Allah hesap sorar.” diyor. Böyle Adıyaman insanı işte… Aşevinde yapılan yemeğe bile ancak çağrılınca geliyor bu insanlar. Geride duruyorlar. “Yapmayın abi, isteyin bizden! Biz, geldik işte… Çok mu geç kaldık?” Böyle geçti hep içimden. Niye bir deli cesareti ile ilk duyduğum anda yola çıkmadım, diye dövünüp durdum. Bizi uyutmayan, yola düşüren vicdan azabı ilk gün bizi yola çıkarmadıysa demek ki bizde de bir sorun var, diye düşünmeden edemiyorum. Gelmeliydim, gelmedim… Gelemedim değil, gelmedim. Allah affetsin.

Sağlıkçı ablamız eşliğinde Adıyaman’ın merkezine geri döndüğümüzde bu sefer en büyük mahalle olan Yeni Mahalle’ye gidiyoruz. Tam anlamıyla terk edilmiş. Her yer kapkaranlık, her yer enkaz, hiçbir çalışma olmayan onlarca yığın… Kenarda bekleyen peşi sıra dizili iş makineleri. Hiçbirine anlam veremiyoruz. Sağlıkçı abla “Islahiye’de o kadar çok cenaze çalıştığımız çadırın etrafındaydı ki sonunda kaçtım, dayanamadım!” diyor. Daha kötüsünü de söylüyor “burada insanlar terk edilmiş gibi, dört-beş enkaz başında yakınları gelen seslere bir şey yapamıyor, kendi imkânlarıyla on yaşında bir çocuk çıkarılmış ama anası-babası hâlâ içeride!” diye ekliyor. Arıyoruz enkazı; inanır mısınız, bulamıyoruz! Her yer enkaz, her sokak sessiz, karanlık ve ölü!

Alana geri dönüyoruz. Çorba saatini kaçırmışız ama olsun, kimin aklına yemek gelir ki böyle bir durumda! Hemen karşıdaki enkaza gidiyoruz, yine aynı sesler, 99 depremindeki gibi: “Sesimi duyan var mı?” Bütün arama-kurtarma timi topluca bağırıyor. Her şey kapatılıyor, araçlar durduruluyor, yeter ki bir ses gelsin, herkes pür dikkat. Bir abla yaklaşıyor yanıma, hiç tanımıyorum, hiç tanışmadık. “Bak,” diyor, “şurada cesetleri bıraktılar!” Bir ortak travma hâli… Herkes taziyede ama herkes cenaze sahibi gibi!

İnanılmaz bir koordinasyonsuzluğu maalesef gözünüzü nereye çevirseniz hissediyorsunuz. Bir grup insanın tüm imkânlarını seferber ederek kurdukları aşevi sadece depremzedeye değil, arama timlerine de, askere de, polise de yemek ve çay yetiştirmeye çalışıyor. Devlet kendi askerine bile lojistiğini yetiremiyor. Bir enkaza dördüncü, beşinci gününde kimse gelmemiş! “Nasıl olur!” diye düşünüyor insan. Çıldırmamak elde değil. İki sokak alttaki Kocaeli’den gelen arama kurtarma timindeki arkadaşlarla konuşuyorum, aynı sorun! Hatay’dan bir arkadaşımızla konuşuyoruz, benzer koordinasyon bozuklukları! Ağzına kadar dolu depolardan malzeme alamıyoruz. Bunun yerine bir başka dernekten pişirilecek bakliyat temin ediyoruz. Çadır bulamıyoruz, bin bir güçlükle temin edilen çadıra el konulmasın diye tehlikeyi göze alıyoruz. Tüm bu sorunların arasında nefes, can olan ise dernekler, vakıflar oluyor. Onlar olmasa hiçbir şey olmayacak! Tuvalet bile yok çünkü. Düşünün, iki yüz kişinin gece titreyerek durduğu, çalıştığı bir ortamda tuvalet yok! Allah’tan arkadaşların aklına çukur kazıp tahta çakarak tuvalet yapmak geliyor. “Allah’ım ne büyük bir nimetmiş!” diyorsunuz. Ya devlet? O, tam teçhizatlı dolu şarjörlü askerlerin arasında galiba!

Aşevi derken oranın hikâyesini de gece ateşin başında “deli” bir abimizden dinliyoruz. Deli, çünkü ellerinde hiçbir plân yokken, hiç düşünmeden bir araca atlayıp çıkıyorlar İstanbul’dan. Yolda “Aşevi yapalım!” diye karar veriyorlar, Antep’ten malzemelerini bir kamyona yükleyip geliyorlar. Biz abiyi dinlerken şaşırıp kalıyoruz, gözlerimiz büyümüş, soruyoruz: “Abi, nereye geleceğiniz, nerede kuracağınız da mı belli değildi?” diye. O da belli değilmiş, dolaşmışlar Adıyaman sokaklarını, sonunda bir futbol sahası bulmuşlar. Kesmişler telleri, girmişler içeri, hemen başlamışlar yemeklerini pişirmeye. “Biz geldiğimizde kimse yoktu.” diyor abi. “Deli” abimin yanındaki can abim de teyit ediyor, “Yoktular!” diyor. Buna “Allahu Ekber” denmez de, ne denir? Demek ki plânı – programı bazen bırakmak gerekiyormuş; “Bana ihtiyaç var mı?” demek yerine basıp gitmek lazımmış! Hemen 99 depremindeki o Torosla ekmek dağıtmak için gelen abiyi hatırlıyorum, aynı delilik, aynı tevekkül!

Benzer “deliler” de enkazın başında: Arama-kurtarma timleri… Yine renk renk giysiler içinde… Her yerden gelmişler, baktıkça şaşırıyor insan. JAK ile Akut, Diyanet ile falanca dernek, el ele enkazın içinde! O kesici – ısırıcı soğukta terden sırılsıklam olarak bir can arıyorlar. Sahada görevli arkadaş uzaktan bir timi gösteriyor “Abi, günde iki saat uyumuyorlar inan, gecenin dördünde çalışıyorlardı!” diyor. Sonra ateşin başında bir askerle tanışıyoruz. Soluksuz enkaz çalışmalarına katılmış bir asker, arkadaşları teskin ediyor. Gayriihtiyari konuşuyoruz. “Abi” diyor, “enkazda çalışırken cenazelere denk geldiğimizde profesyonel timler bizi uzaklaştırıyorlar, psikolojiniz bozulmasın gençler diyorlar ama dayanamayıp bakıyoruz işte!” Gördükleri öyle büyük bir yüke dönüşmüş ki konuşamıyor daha fazla. Beraber yan yana duruyoruz sadece.

Tam o esnada hiç unutamayacağım, kızıl sakalları ile bir kişi geliyor. “Abi Ankara’dan tüp ve ekmek getirdim, nereye boşaltayım?” Kimsin abi sen? Sana kim burayı haber verdi? Arkadaşlarla birbirimize bakıyoruz, işte bir deli daha. Adam gittikten sonra öğreniyorum, dört-beş kez daha gelmiş, “Abi bir çay için!” teklifini bile kabul etmemiş. Deli işte, bu aşevini kuran deli abilerim kadar deli bir abi!

İzmir’den Eskişehir’e, İstanbul’dan İzmit’e, Ankara’dan Batman’a birçok insan burada. Sokak daha da çeşitli. Karşımızdaki enkazda Ordulu, Araklılı timler, yanı başımızda JAK, biraz ileride Amerikalı timler ile bin farklı derneğin ekipleri yan yana! Enkazlar arasında dolaşıyoruz arkadaşımla. Turist gibi hissediyoruz kendimizi, utanıyoruz ama elden gelen bir şey yok, bakabiliyoruz sadece. Bir evi incelerken arkadan bir Adıyamanlı abimiz sesleniyor: “Buyurun abi!” Sokak o kadar ıssız ki irkiliyoruz, meğer ev sahibiymiş. “Yağmacı zannettim abi sizi!” diyor. Kendimizi tanıtıyoruz, abimiz adeta içini döküyor, “Adıyaman’ı terk ettiler!” diyor. Sahiden bir enkaza beş gün boyunca kimse uğramamış olabilir mi? İnsan inanmak istemiyor, kendini o enkazın içindekileri bekleyen insanların yerine koyamıyor. Bu, öylesine ağır bir imtihan ki empati yapamıyorsunuz!

Sözü uzattım. Geri dönerken düşündüm. Keşke kimseyi dinlemeyip ilk gün ilk saat, işte o duyulan ilk dakika “Ya Allah!” deyip yola çıksaydım. Çıkmadık işte! Yeterince “deli” değiliz demek ki! “İşe yarar mıyım?” diye sora sora bekledim. İşe yarayıp yaramamak önemli değilmiş meğer, insanların sizi görünce nasıl yeniden umutlandıklarını bir görseniz… İmtihanını annesiyle, kardeşiyle, oğluyla, kızıyla, babasıyla yaşayanların ihtiyaçları sadece ekmek su değilmiş meğer… “Abi, biz geldik!” demekmiş!

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Seyahat Notları 2024

Yayınlanma:

-

Dört kişilik küçük ailemizle otuz altı gün süren bir yurt içi seyahatinden henüz dönmüşken izlenimlerimi satırlara dökmek istedim. Bunu yaparken, kişi ve yer adlarını mümkün olduğunca tasarruflu kullanmam gerekiyor ki okuyanı boğuntuya sokmayayım.

Arka koltukta iki küçük çocuğumuz, kemer takma zorunluluğunun da katkılarıyla yolları ve molaları uzattıkça uzattılar. Olsundu. Tema: gitmek, amacımız biraz da yollarda olmak değil miydi?

İnsan insanın yurdu olduğundan, rotamızı eş dost akrabalar, arkadaşlar oluşturduğundan “yurt içi” olarak nitelendiriyorum bu seyahati. Ulusal sınırlara inandığımdan, itibar ettiğimden değil.

Kim söylemişse haklı: Şehirde manzara insandır. Kırsalda da öyle değil mi günün sonunda?

Biriktirmek kulağa hoş gelmiyor ama insan biriktirmek kıymetli bir edim.

Trabzon’dan Tokat, Ankara, Eskişehir, Sakarya, Kocaeli ve Gebze’ye uğrayarak bir haftada İstanbul’a vardık. İstanbul’da bir süre Kadıköy’de, bir süre de Başakşehir’de kaldık. Dönüş yoluna bir de Konya’yı kattık.

Her durakta farklı insanlar, aileler, coğrafya, ortam, imkân ve neyse nasibimiz bizi bekliyordu.

Tokat’ta geniş, bereketli ovaları sulamak için oluşturulmuş, huzur içinde uzun kilometreler boyu akan kanalda yüzmek harika bir deneyimdi. Biz Niksar’da kanalımıza abone olduk! İki gün üst üste girdik, çocukları zor çıkarttık. Su tertemiz. Ne tuz ne klor. Genişliği 3 metre kadar, derinliği ise sulama durumuna göre değişmekle birlikte iki metreyi bulmuyor. Akıntı çok kuvvetli değil. Ortalama bir yetişkinin boyunu aşmaz, alıp götürmez. Eh, yüzme bilmeyen çocuklara da göz kulak olursanız, değmeyin keyfinize. Gözlerden uzak, ıssızlık içinde, gece gündüz, pırıl pırıl serinleme, rahatlama imkânı.

Tıpkı Eskişehir gibi ortasından nehir akan Tokat’ı gezerseniz Tokat Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ni (1926) görmeyi ihmal etmeyin derim.

Ankara Kalesi’nde el yapımı seramik ürünleri üreten sanatçı kardeşimiz bizi atölyesi Od Seramik’te ağırladı. Sağ olsun, çocuklarla birlikte 2 saatlik bir üretim deneyimini paylaştı. Bana da masaüstüne, kitaplığa kondurmayı çok sevdiğim şirinlikler hediye etti.

Eskişehir’in Beylikova ilçesinde tek katlı, yıllar içinde sağa ve sola oda, fırın, ardiye, tamirhane gibi eklentilerle genişleyen eski bir köy evinde kaldık. Ağaçlara, insanlara, hayvanlara, doğaya tepeden bakmayan bir tevazu az bulunuyor. Bu iki avlulu evin her köşesine yılların tozu bir yaşanmışlık, yaş almışlık sinmiş. Mekânın insan üzerindeki etkisini test etmek istermişiz gibi birkaç gün sonra Fikirtepe’ye gideceğiz. Binaların insanın üstüne üstüne geldiği, tahakküm boca ettiği ürpertici bir yer Fikirtepe. Neyse ki biz o kibir abideleri kulelerin yanında makul kalan bir aile apartmanında konaklayacağız.

Beylikova’da dikkatimi çeken naifliklerden biri de pazarı oldu. Salı günleri kurulan pazar için sabah erkenden belediye hoparlörlerinden alıverişin bereketli olması için dua ediliyor. Ne güzel, antikapitalist bir gelenek. Malum olduğu üzere kapitalizm ile bereket asla yan yana gelmez. Sahi, bereket ne hoş bir kelime.

Sakarya yeşili, mavisi, iklimi, İstanbul’a yakınlığı ve yakınlığımız olan insanları dolayısıyla her zaman sevdiğim bir şehir. Kocaeli ise İstanbul’dan sonra benim ikinci şehrim diyebilirim. Ortaokuldan bu yana, ibadetin makbulü gibi, az da olsa düzenli, daimî olarak görüştüğüm bir dostum dolayısıyla bilhassa üniversite yıllarında çokça kaldığım bir şehir.

Dostum 4 yıllık üniversite hayatında en az 6 ev değiştirdiğinden dolayı pek çok ilçesinde yaşadım. Bunda tam bir işçi ve öğrenci dostu Haydarpaşa- Adapazarı treninin de payı büyüktür. O hattı ortadan kaldıran, Haydarpaşa tren istasyonunu devre dışı bırakan iktidara, milyonlarca insanın hatıralarına saygısızlık yaptıkları için hakkımı helal etmiyorum.

Dostum evlendikten sonra istikrarlı bir şekilde Başişkele’de yaşıyor çünkü artık bir evi var!

Gebze’de evlerine misafir olduğumuz arkadaşlarımızın kızlarının adı Rachel. Ne, nasıl, neden diye soracak kızlarıyla her tanışan ve hikâyeyi dinleyecek. İnşallah yakın zamanda Rachel ve Esma’nın hayat hikayelerinin bir arada anlatıldığı nitelikli bir kitap yayınlanacak ve evlerimize konuk olacak. Ben Rachel kısmını okudum ve çok beğendim. Yazar ve yayınevi sürpriz olsun.

Ve İstanbul!

Tanpınar’ın Beş Şehir’inin baş şehri. Onu anlatmaya kelimeler yetmez.

Yine yürüyorsun, yine bir tarih, bir sürpriz çıkıyor bir ara sokağından, bir binasından, bir hanından, pasajından, taşından, duvarından.

Karaköy’de yürürken İhsan Oktay Anar kitapları geliyor aklıma, Beyoğlu’nda Sait Faik, başka bir yerinde bir şiir, bir türkü, bir film sahnesi… Yıllarca sokaklarında yürüdüğünüz, adalarında gezindiğiniz, boğazında yüzdüğünüz, camilerinde, parklarında, bahçelerinde dinlendiğiniz şehrin yüzlerce insan ve binlerce olayla sizde mevcut biricik hatırası bir yana, devasa bir ortak tarih ve hafıza üzerinde yürüdüğünüzü düşünün.

Her İstanbul ziyaretinde olduğu gibi yine Muharrem Balcı’yı ziyaret ettik. Kendisiyle hukuk atölyesine dönüşmüş bürosunda Genç Hukukçular Hukuk Okumaları üzerine bir video söyleşi gerçekleştirdik.

Avukat arkadaşlarımızla bir araya gelsek de gelenekselleşmiş cezaevi ziyaretlerimizi bu defa gerçekleştiremedik ne yazık ki. ÇHD ve Gezi Davalarından tutuklu bulunanlar, kararları Yargıtay tarafından yakın zamanda onandığı için artık hükümlü statüsüne geçtiler. Bu durumda vekalet veya yetki belgesi gerekiyor görüşmek için. Adli tatilde ve kısa süre içinde bu, ‘işi yokuşa sürme prosedürleri’ni yerine getiremedik. Yine de ben Bakırköy Kadın Cezaevi’nde 29 yıldır “içerde” olan bir mahpusu ziyaret ettim. Ardından, cezaevi ziyaretlerimiz üzerine bir sohbeti kayıt altına aldık. (İlgi duyanlar tıklayabilir.)

21 Temmuz’da Direniş Çadırı’nın çağrısı üzerine Tokat’ta, 3 Ağustos’ta Levent’te pek çok farklı grupla birlikte İsrail Konsolosluğu önünde, 18 Ağustos’ta Eminönü’nde Filistin için eylem ve yürüyüşe katıldık.

18 Ağustos’ta yine Eminönü’nde Eğitim İlke Sen’in bilhassa ve ısrarla dert edinip açıktan itiraz ettiği “derinleşen yoksulluğa, zam, sömürü ve yağma düzenine hayır” eylemine katıldım. Şairin dediği gibi çünkü “açlık çoğunluktadır.”

Konsolosluk önünde, ilerleyen yaşlarına rağmen Ümit Aktaş, Burhan Kavuncu, Yıldız Ramazanoğlu gibi insanları görmek beni mutlu etti. Burhan Abi ayrıca “yoksulluk eylemi”ne de gelmişti.

Ümit Aktaş, yazıları, fikirleri ve kitaplarıyla önemli bir isim, düşünür ve uyarıcı. Abdurrahman Arslan da bir o kadar hürmete layık bir isim bence.

Ne mutlu bize ki bu gelişimizde de A. Arslan’ı evinde ailecek ziyaret etme, kendisiyle saatlerce sohbet etme imkânı bulduk. Böyle insanlarla bir saat sohbet etmek bir avuç dolusu kitap okumaktan daha çok besler beyni ve yüreği.

Eskişehir’de Atasoy Müftüoğlu’nu evinde ziyaret etme imkânı bulmamız da ayrıca bir nimet oldu. Ziyarete birlikte gittiğimiz Levent Baştürk elinde Atasoy Hoca’ya ulaştırılmak üzere bir kitapla gelmişti.

Atasoy Hoca, “Ben bu kitabı okudum” dedi. Teşekkür etti.

Oysa kitap daha yeni yayınlanmış sayılırdı.

Ben de ayıp olmasın diye KURAMER’de bana hediye edilen bir kitabı kendisine hediye ettim. Hoca da bana Mahya Yayınları tarafından en kaliteli şekilde basılan kitaplarından birini (“Akılsız Ve Düşüncesiz Umutlar”) imzalayıp hediye etti.

Laf arasında Ketebe Yayınları’nı andığımda, ayağa kalktı, masasına gitti,  kitaplarını çok sevdiğim Byung Chul Han’ın Hiperkültürellik kitabını eline aldı ve onu da hediye etti.

Hoca yaşına, ağır aksak yürümesine aldırmadan bize çay ikram ediyordu. Bizim davranmamıza müsaade etmiyordu. Bir ara mutfağa gidince, şu masanın üzerinde hangi kitaplar var, diye baktım.

Kimi görsem beğenirim!

Ümit Aktaş. Mana Yayınları’ndan çıkan son kitabı (02.08.2024 tarihinde yayınlanmış!) “Pastoral Siyasetten Neoliberal Siyasete” adlı kitap.

Vay arkadaş!

Sohbetin bir yerinde Levent Abi, Murathan Mungan’ın “995 km” adlı kitabını andı. Atasoy Hoca kitaptan övgüyle bahsetti. (Onu da okumuş!) Baktım şimdi, kitap Ekim 2023’te yayınlanmış. Chul Han’dan Mungan’a, felsefeden romana çok geniş bir yelpazede okuyan bir entelektüel var karşımızda.

Atasoy Hoca benim görüp görebileceğim en iyi okur olabilir.  Son derece üretken bir yazar ayrıca. Eminin onu tanıyan yüz binlerce insan kıymetini “anlamak” için ölmesini bekliyordur!  Yaşarken hakkını teslim etme “risk”ini göze alamayanlar ölünce onu göklere çıkaracaklar ve bu hiç şaşırtıcı olmayacak.

Eskişehir Ankara Konya Tokat arasını navigasyonun rehberliğinde gitmek ayrıca güzel bir tecrübe oldu. Bilindiği üzere Navigasyon denen uygulama (ben Yandex’i tercih ediyorum) en kısa yollardan götürüyor.

Uygulamanın komutuma yanıtı şöyle oldu:

“Merak etme. Seni en kısa sürede gideceğin yere ulaştıracağım. Yakalanma şansını en aza indireceğim! Ne bir polis göreceksin ne jandarma! Pek veya hiç tercih edilmeyen yollardan, gözdelerden uzak, tarlaların arasından, tek şeritli yollardan, dinlenme tesisi, petrol ofisi filan görmeden gideceksin.”

O kadar tenha yollardan, uçsuz bucaksız tarlalardan, yüzlerce kilometre uzanan ovaların ortasından gittim ki, rahmetli Ahmet Uluçay’ın çekmeye ömrünün vefa etmediği filminin kahramanı gibi hissettim kendimi: Bozkırda Deniz Kabuğu.

NBC’nin efsanesi Bir Zamanlar Anadolu’da şu sahnede, sıcakta beş saat yolculuğu hayal edin. Claire Keegan’ın kitabı “Mavi Tarlalardan Yürü”. Ben sarı tarlalardan yürüyordum ve yürü Allah yürü bitmiyordu! 38 km sonra sağa dönün. Bozkır. 121 km sonra sola dönün. 72 km dümdüz gidin. Aynı pastoral manzara, kavruk şiir.

İnsan hayıflanmadan geçemiyor: Bu kadar geniş topraklarda bu kadar verimsiz bir tarım ve iskân elde etmek için bilinçli bir cehalet ve son derece kasıtlı bir kötü yönetim gerekirdi. Oldu. Olmaya devam ediyor.

36 günlük, yollarla, karşılaşmalarla dolup taşan yolculuğun ardından eve dönerken insan ister istemez soruyor kendine: Ev neresi?

İnsanları, kitapları, doğayı, tarihi biraz okuyunca, bir de ansızın çekip gidenleri aramızdan… Ev maddi anlamda daha bir muğlak, manevi anlamda daha bir muhkem sanki.

Hayat her gün yeni sözler ve gözler seriyor okumasını bilenin önüne. Marcel Proust buna benzer bir şey söylüyordu:

“Gerçek keşif yolculuğu yeni görünümler arayarak değil yeni gözler edinerek yapılır.”

 

Teşekkürler:

Bizi evlerinde ağırlayan Süda-Ali Yılmaz ailesine, onların anne babalarına, İlyas-Meliha Arabacı Ailesine, onların anne babalarına, Ahmet-Mine Örs Ailesine, onların anne babalarına, Emre-Meryem Berber Ailesine, Murat-Ayşe Kurtuldu Ailesine, onların anne babalarına, Sinan-Selma İhtiyar Ailesine, Erhan-Zeynep Duru Ailesine, Ahmet-Feyza Orhan Ailesine, Abdurrahman- Handan Arslan Ailesine, Safa-Handan Dallı Ailesine, Rahmi-Şeyma Özyurt Ailesine, Selim-Seda Murutoğlu Ailesine, Cihad-Seher Aydın Ailesine, Cemil Öğmen’e, Gökhan Türkoğlu’na, Hamza Er’e, Ali Öner’e, İsmail Duman’a, Atasoy Müftüoğlu’na, Muharrem Balcı’ya, Hasan Ormancı’ya, Ahmet Kılıç’a, Mahir Orak’a, Kadir Bal’a, Burhan Akdoğan’a, Nevzat Güngör’e, Mücahid Sağman’a, Sinan Tenşi’ye, Harun Özkarataş’a, Ömer Carullah- Saliha Sevim çiftine, Mehmet Özkan’a, Sacide Uras’a, Levent Baştürk’e ve adı şimdi hatırıma gelmeyen herkese teşekkür ederiz.

 

Mehmet Ali Başaran

m.ali.b@hotmail.com

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Yeni Hayırsız Adacılar!

Yayınlanma:

-

“Başıboş sokak hayvanları/köpekleri” dediklerinde tartışmalarda peşinen avantaj elde edeceklerini düşünüyorlar.

Bir kere bunlar “hayvan” hatta “köpek”; o nedenle kategorik olarak kendileri üstünler! Kendilerince bütün olumsuzlukların kaynağını işaret edebilecek bir uyanıklıkla kelime seçiminde bulunuyorlar.

Sanıyorlar ki “insan” şu evrende tek başına “insan”dır, çevresel bir münasebetler ağının bir parçası değildir. Sadece biyolojik olarak “insan” olmaları onların üstünlüğü için yeterli olacaktır, diye düşünüyorlar. Aynen, herhangi bir kavimden olmanın üstün olmayı sağlayacağına inanan ırkçılar gibi!

Bu kibirli cenahın üstenciliğidir yeryüzünü ifsad eden. Dönüp hakikatle yüzleşmediklerinden bunu görebilecek kabiliyetlerinden soyunmuşlardır. Burada sokak köpeklerini katletmeye çalışanla Amazon ormanlarını, Kazdağlarını kapitalist talana açan, bu talanı onaylayan aynı zihniyettir.

Sahilleri betona boğan, zeytin ağaçlarını beş yıldızlı oteller için söken de…

Şehirleri yaşanmaz kılanla meraları şirketlere peşkeş çeken de…

Başa dönerek devam edelim. “Hayvan/köpek” diye kötü ve yoz algıya oynadılar ya, bunun önüne bir sıfat lazım olacaktır elbette: başıboş!

Çoğu hayvan kıskanılası bir hayat yaşıyor. İnsan gibi kendi kendine tuzak kurmamış. Gregor Samsa olmamış. Kuş ise mesela ulus devlet sınırlarına tâbi değil. Kurt ise, balık ise eğer tabiatın derinliklerinde bir yaşam kurar. Mahallede yaşayan bir köpek ise dört duvar zindanlara korkunç kiralar vermez: Sere serpe uzanır kaldırıma, hesap vermez kimseye!

İşte bu nedenlerle kölelik düzenine teslim olmuş kişiler hazzetmez bu durumdan. “Başıboş” der çünkü kendi başı bağlıdır! Onlardan örnek alıp özgürleşmek istemez: İllâki başında biri olacak!

“Sokak” lafı da enteresan bir çağrışıma sahiptir aynı zihniyetin bilinçaltında. Kim yaptı bu sokakları? Kötü yani… Kötü olduğunu bildiğin bir şey yaptın ve onunla ilgili olan şey de kötüdür, yabancıdır, vebalıdır!

Şunu demek istiyor: Tabiattan koptum. Kurduğum yaşam alanları, azman metropoller yabancılaşmadan başka bir şey üretmiyor. Aslında suçlu ortada ama ben faturayı hayvanlara kesmek istiyorum. Onları da tabiatlarından kopardım. Yabancılaşmayı katmerleştirdim. Evet, bunları demek istiyor; çıkarmak istediği yasayla bunu kanıtlamak istiyor.

Sıkça tekrarladığımız bir ayet var: “İnsanın karada ve denizde yaptıkları nedeniyle karada ve denizde fesat çıktı!” Rum Sûresi 41. ayet bu… Sosyolojik ve ekolojik ifsat, bundan güzel anlatılamaz. İnsanın tarihsel rolü bundan tesirli verilemez. Özellikle modern kapitalist medeniyetin sebebiyet verdiği çürüme ve yozlaşma bundan daha öz biçimde sunulamaz.

Hayvanlara kıymak, canları katletmek isteyenler bu bütünle, bu toplamla baksalardı keşke hakikate! Yeryüzünde talan edilmedik tabiat parçası bırakmayanlar, altın madenleri için suyu toprağı siyanürleyenler, sermayeyi ormana dağa tepeye musallat edenler, ormanları ‘orman’ vasfından çıkarıp talana açmak için kararname üstüne kararname yayımlayanlar keşke A’raf sûresi 56. ayetteki “Düzene konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” uyarısına kulak verselerdi!

Hakikate kulak vermeyen modern kapitalist medeniyet muhipleri için börtü böcek, dağ bayır, orman mera bir şey ifade etmiyor. Dinleri ritüelden öteye geçmiyor. Kur’an’ın peşi sıra yüreğimize ve zihnimize yağan “kevnî ayet” göndermelerini görmezden geliyorlar. Yazık!

Şimdi birkaç görsel okuması yapalım. Propaganda egemenin elinde ya, sözüm ona bizi kandıracak!

Yalan ve sahte rakamların şampiyonu TÜİK’e göre son üç yılda 4 bin 269 başıboş köpek saldırısı olmuş. Maalesef 10 can kaybı yaşanmış. Veriye göre çok sayıda yaralı ve “mağdur” var.

Ölümler için üzülmemek elde değil. Son üç yılda 10 kişi hayatını kaybetmiş. Bu ölümlerin engellenebilmesinin mümkün olduğunda herkes pekâlâ hemfikir olabilir, diye düşünüyorum.

Bu görseldeki bir başka enteresan istatistik ise köpeklerin 2666 kazaya sebebiyet verdiği bilgisidir. Bu kazalarda da maalesef 37 kişi can vermiş. İşte tam burada büyük bir manipülasyonla karşılaşıyoruz: Tabiatın işleyişine keyfince müdahale etme hakkını kendinde gören “insan” bunun için mahcup olmuyor; köpeğin, kaplumbağanın, ceylanın yaşam alanlarını parçalayıp parsellediğine bakmıyor, bütün bu eylemlerin sorumlusu olarak kendini görmüyor da bir şekilde yola çıkmak durumunda kalan hayvanları suçluyor!

Burada durup düşünüyoruz ve karşımıza modern kapitalist medeniyetin tabiatla ilişkisi geliyor ister istemez. Bu ilişkiyi anlamak vicdan ve entelektüel ilgi ister ki Mustafa Kutlu’nun “Bu Böyledir” hikâyesinden çarpıcı bir bölümü işleyen okuma parçasını başlangıç olsun diye dipnota bırakalım.[1]

Egemen iradenin propaganda aygıtı TRT, görselde saldırmaya hazır bir köpek çizimi kullanmış ki herkesi korkutalım, katliam yasası için ikna imkânımız artsın, diye düşünmüş. Yazının sonundan buraya alalım soruyu: saldırgan kim?

TRT görselini tartışmaya açtıktan sonra bir başka düzeleme geçelim. İki görsel daha kullanacağım yazıda. Bunlardan biri yine egemen propaganda araçlarından Anadolu Ajansına ait:

Bu görsele göre 2023 yılındaki 1,5 milyona yakın trafik kazasında maalesef 6 bin 548 kişi ölmüş, 350 binden fazla insan da yaralanmış.

Bunca ölüm ve yaralanmanın hayvanlarla ilişkisi sıfır, tümüyle insan merkezli ve her sene katlanarak artıyor! Hayvanları hedef göstermekte öne fırlayanların binlerce ölüm için arabalara, yollara, insanlara fatura kestiğine şahit oldunuz mu? Başka bir ulaşım biçimine ve makineleşmeye, teknolojiye dâir eleştirel tartışmaların önünü istihza ile kestiklerini fark etmediniz mi? Mustafa Kutlu’nun hikâyesindeki göndermeye burun kıvıranların onun adına şaşaalı ödül törenleri düzenleyen arsızlıklarına denk gelmediniz mi?

Şimdi de bir başka kanayan yaramızı belgelen bir görsele gelelim:

Bu görsel İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) tarafından hazırlanmış, takip edenler zaten aşinadır. Bu ülkede her ay en az 150 emekçi iş cinayetlerinde can veriyor yani “işçiler ölüyor, sermaye büyüyor!” İSİG de bunları her ay raporlaştırıyor. Bu raporlara göre geçen yıl en az 1932 işçi kardeşimiz kapitalist çarkın cinayetlerinde katledildi ve bununla ilgili bir AA ya da TRT görseli ya da haberi yok!

Elbette ölümleri yarıştırmıyoruz. Kötülerin düzeninde hesap, “yüzü kara” hayvanlara kalıyor. İnsanın sadık dostu ve yoldaşı köpekler hedefe konuyor. Elbette sorunlar var, olacaktır ancak bu sorunların müsebbibi öncelikle fıtrata ve tabiata yabancılaşan insanın kendisidir. Uzun ve kısa vadelerde pek çok çözüm imkânı vardır. Bunlara odaklanmayan ve yeni bir “Hayırsız Ada” kötülüğüne sebebiyet verecek süreç kendi lânetine koşmaktan başka bir şey olmayacaktır.

 

 

[1] “Bu Böyledir” adlı eserde küçük bir kasabanın ortasından geçen asfalt yol üzerinden kasabanın kentleşme serüvenine şahit olmaktayız. Yol burada kasabayı bozucu bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.’’ Geleneksel bir hayatı kendi mütevazi ve mutmain şartları ile yaşayan bir küçük kasabanın ortasından geçen asfalt yol ve bu yolun getirdiği imkânlar sonucu kasabanın kentleşmesi sürecini, bu süreç içinde değişen sosyal yapıyı ve bozulan insan ilişkilerini anlatan Bu Böyledir, yol, park, lunapark gibi ögeler çerçevesinde metaforik bir okumaya imkân veren bir metin olarak öne çıkar.’’

Yolun, tabiatın bakirliğine müdahalede bulunması Kuran-ı Kerim’deki kıyamet sahnesinin anlatıldığı Tekvîr, İnfitâr, İnşikâk sureleriyle tasvir edilmektedir. Asfalt yolun tabiata müdahale etmesi kasabanın modernleşmeye başlamasının ilk basamağıdır. Yolun tabiatı yararak kasabaya bağlanması modern hayatın köye sirayet edeceğinin göstergesidir. Bu bağlamda Kutlu için yolun kasabayı ikiye bölmesi kıyametle eşdeğerdir:

“Buldozerlerin dişleri toprağa saplandığı zaman…

Motor gürültülerinin yavru kuşları yavrularından ürküttüğü zaman…

Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla delindiği, suların önü kesildiği zaman…

Bulutların kirlendiği zaman…

O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam, balıkların, su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin, kertenkelelerin, sincabın ve tarla kuşunun birlikte söylediği ilâhi ansızın kesildiği zaman…

Görüldü ki…

Ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş, kara, parlak, sıvışık bir yol açılıvermiş.’’

Kasabaya önce kâğıt üzerinde müdahale edilmiş, yol açılıp elektrik direkleri ve tellerinin gelmesiyle ova cebren ikiye bölünmüştür. Mürdüm erik ağaçlarını kasabanın mezarlığını Ahi Baba Tekkesi’ni yarıp geçmiştir. Yol medeniyettir elbette, ancak o yolun tabiatın ilâhi düzenine müdahale etmesi yalnızca kendi gelmekle kalmayıp peşinden modern imkânları da toplayıp getirmesi kasabanın geleneksel silüetinin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiştir. Yolun kasabaya gelmesiyle birlikte motor sesleri fayton seslerine galip gelmiş; cadde yapmak uğruna evler dükkânlar yerle bir edilmiştir. (“Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinde Kasaba ve İnsan İlişkisi” Yüksek Lisans Tezi – Elif Akkaya)

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sanatla Direnmek

Yayınlanma:

-

Yeni kuşakların, çocukların ve gençlerin Filistin duyarlılığı eskilere oranla düşük mü?

Böyle öz/eleştiriler sizin de kulağınıza çalınmıştır yahut bunu destekler çokça şahitliğiniz vardır belki de.

Direnmek yoksa eğer, bilhassa kültür edebiyat ve sanatla, yeni kuşaklardan bilinç ve hassasiyet beklemeye hakkımız olduğunu sanmıyorum.

Kültür, edebiyat ve sanatın altını bilhassa çiziyorum. Okullardan ziyade sokaklarda, yapay sahalarda değil hayatın olağan akışında yeşeriyor ve yayılıyor bilinç. Burada, bu mümbit topraklarda.

Soykırım uygulayanlar yalnızca insanları ortadan kaldırarak başarılı olamazlar. Soykırımcının asıl hedefi o toplumun uzun yıllar içinde ortaya koyduğu kültür değerlerini yok etmektir. Kültürü ortadan kaldırdığınızda artık geriye bir şey kalmamış sayılır.

25 Ağustos 1992 tarihinde Saraybosna’yı bombalayan Sırp milliyetçilerin cami ve medrese esintileriyle inşa edilen ulusal kütüphane Vijećnica‘yı yakıp yıkarak Bosna’nın kültür mirasını, hafızasını ortadan kaldırmayı hedeflemeleri boşuna değildi. Bosna direndi. Çok daha çetin bir imtihanı Gazze veriyor nicedir.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, dünyanın gözü önünde 9 aydır devam eden soykırım, Filistin’den çoktan taşmış ve evreni zehirleyen baş belası bir İsrail’e maruz kalmak, bu konu üzerinde düşünmeyi elzem hale getiriyor:

Son çare silahlı direnişten önce ve esasen sanatla direniş.

Bilinç ve hafızayı kurma ve korumada, bir halkın kimliğini oluşturma ve muhafazada sanatın rolü, potansiyel gücü hafife alınmamalı.

Çocuklarımızın, sekiz yaşındaki Yusuf ve 4 yaşındaki Dua’nın hayatından örnekler verebilirim.

7 Ekim 2023 öncesinde, işgal atındaki Filistin, soykırımcı İsrail’in olmayan insafına terk edilmiş, Türkiye dahil pek çok “komşu” ülke İsrail’le normalleşmek için kuyruğa girmişti. Biz de herkes gibi neler olacağından habersiz bir yolculuktaydık.

Arabada kendi seçtiğim şarkıları dinlerken Murat Kekilli’nin “Yıkılasın İsrail” adlı şarkısı çalmaya başladı.

Eşime dönüp, “Bu şarkının sözlerini Hamza Abi’nin yazdığını biliyor muydun?” diye sordum.

Şarkının hikayesini anlattım. Necip Fazıl Kısakürek’i Murat Kekilli ve Hamza Er ile aynı şarkıda buluşturan kader ilgi çekmez mi?

“Yıkılasın İsrail, enkazını göreyim, sana ülke diyenin, yüzüne tüküreyim!”

Bu şarkı ve sözler üzerine Yusuf bizi soru yağmuruna tuttu. Yol boyu “İsrail Sorunu”nu konuştuk. Artık o bir Filistin dostuydu, İsrail’e karşıydı ve boykota katıldı.

Çocuklarla 7 Ekim sonrası Filistin’le dayanışmak için düzenlenen eylemlere bol bol katıldık.

Artık çocuklar evde durduk yere “Katil İsrail Filistin’den defol” vb. sloganlar atıyor ve Filistin marşları mırıldanıyor.

Anaokulunda öğrencilerden ülke sunumları yapmaları istenince bizim Dua, Filistin’i aldı. Filistin sembollerini kartona yapıştırdık birlikte. Filistin hakkında kısa öz bilgileri ezberledi.

Sunumda ben yoktum, öğretmeni videoya çekmiş, bizimle paylaştı.

– Dua bugün bize hangi ülkeyi anlatacaksın?

– Live Filistin!

Hem bir slogan hem bir dua hem de şarkı sözü. O kadar özdeşleştirmiş ki Filistin’le.

Bu süreçte onlarca kez duyduğu bir şarkı (Leve Palestina) ülkenin adı olsa gerekti!

Sözleri İsveççe bir şarkı Leve Palestina: “Yaşasın Filistin” anlamına geliyor.

Şöyle de tercüme edilebilir başlangıç sözleri:

Leve Palestina och krossa sionismen / Yaşasın Filistin, Kahrolsun Siyonizm

(Amin)

Karikatürist Naci el-Ali’nin karikatürleri olmasa, dünyaca ünlü Filistinli şair Mahmud Derviş olmasa, ilk kadın direniş şairi Fedva Tukan olmasa, direnişin ilk hikayelerini yazan Gassan Kanafani olmasa, intifada şairi Semih el-Kasım olmasa Filistin direnişi bu kadar etkili olabilir miydi?

100 yıldır işgal altında, 100 yıldır direniş destanı yazan bir halktan, bir ülkeden bahsediyoruz. Hiç ama hiç kolay değil.

Bugün Gazze’nin kırılamayan, teslim alınamayan iradesi akıllara durgunluk veriyor. Arkasında muazzam bir iman, bir inanç ve kararlılık var.

Sanat bu inancın, bu direnişin bahçesindeki ağaçların meyveleri. Zeytini, limonu, mandalinası, kirazı.

Filistin’in, Gazze’nin insanlığı özgürleştirdiğine inanıyorum. Hiç değilse sağlam bir özgürleşme daveti sunuyor. Öpüp başımızın üzerine koymalıyız: “Bu davet bizim!”

Öyle olmasa sokaklarımıza şu sözü yazıp mazeret sunma gereği duymazdık:

“Kusura bakma Filistin biz de işgal altındayız!”

Sanat işte, biz özgürleşirken elimizden tutan enstrümanlardan biri.

Şair Cahit Koytak’ın “Gazze Risalesi”ni okuyun derim.

Gazeteci Mehmet Akif Ersoy’un “Tünel / Gazze’de Yaşamak” kitabını okuyun derim.

Yazar Peren Birsaygılı Mut’un “Zeytin Ağaçlarının Arasında / Filistin Direniş Edebiyatından Portreler” adlı kitabını okuyun derim.

Listeyi uzatabiliriz. Uzatın lütfen. İşgal uzun sürdü. Direniş de uzun sürüyor!

 

*Kapak resmi Nabil Anani, “Eye On Jerusalem”, Tuval üzerine akrilik, 2012, 47 1/5 × 59 1/10 inç | 120×150 cm.

İlgili yazı:

Direniş Cephesinde Sanat

Devamını Okuyun

GÜNDEM