Connect with us

Köşe Yazıları

10. Yılında Arap Baharı Üzerine Düşünceler

Yayınlanma:

-

“Arap Baharı” teriminin literatüre ve hayatımıza girmesinin üzerinden tam on yıl geçti. 2010 yılının son günlerinde Tunus’un Sidi Buzeyd şehrinde, işporta tezgahına el konulan Muhammed Buazizi’nin kendini ateşe vermesiyle başlayan protesto dalgaları 14 Ocak 2011 tarihinde, çeyrek asırdır ülkeyi demir yumrukla yöneten Zeynel Abidin bin Ali’nin koltuğunu ve ülkesini terk etmesiyle sonuçlandığı gibi, çok kısa bir süre sonra, 25 Ocak’tan itibaren Mısır’da da benzer bir dalganın başlamasına ilham verecek ve yıl içinde Arap nüfusun çoğunluğu oluşturduğu ülkelerin çoğuna yayılacaktı. Ne var ki, daha önce başka bir yazımızın giriş kısmında da belirttiğimiz üzere Arap Baharı dalgası uğradığı her ülkede farklı sonuçlar yarattı ve bu sonuçların çoğunun halkların lehine olduğunu söylemek mümkün değil. Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasının son on yılına en fazla damgasını vuran olgular, iç savaş, dış müdahale ve askeri darbe oldu; bunların yaşanmadığı ve yumuşak geçişlerin yaşandığı ülkelerde ise değişimin ölçeği sınırlı oldu veya bir süre sonra başa dönüldü.

Bu yazının amacı, Arap Baharı’yla başlayan on yılın genel ve kapsamlı bir muhasebesini çıkarmak veya ülkelerin durumunu teker teker incelemek değil. Ancak on yılın deneyimleri üzerinden, sürecin bütününe dair bazı değerlendirmeler yapmak mümkün.

“Atalet” varsayımının çöküşü

2011 öncesinin siyaset ve akademi dünyasının Ortadoğu ve Kuzey Afrika tespitlerine en fazla damgasını vuran unsurlardan biri, bölge geneline bir ataletin hâkim olduğunun varsayılmasıydı. Bölgede büyük çaplı değişimlerin beklenmemesinin sebebi yalnızca otoriter – ve hatta kimi örneklerde otokratik – yönetimlerin siyasal alanda herhangi bir kıpırdanışa izin vermeyecek olması değildi; ucu oryantalizme varan bu varsayımsal analizler, Arap toplumlarının kendi içkin özellikleri sebebiyle de siyasal ve toplumsal yaşantılarında herhangi bir değişiklik yapmasını beklemiyordu. Protesto, hak talebi, değişim talebi, örgütlenme gibi olgular esasen Batı demokrasileri dünyasına ait görülüyor, Arap coğrafyası geçmişteki aksi yönlü örneklerin varlığına rağmen bunun dışında tutuluyordu.

Arap Baharı’nın ilk ve en önemli sonucu, bu algının ve anlatının çöküşü oldu. Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen, Suriye, Libya ve başka ülkelerde yaşayan milyonlarca insan, çok farklı motivasyonlarla olsa da, değişmez görünen statükoları karşılarına aldılar ve taşları yerinden oynatmayı başardılar. “Nihai” siyasi sonuçların bambaşka türden olması, atıl ve hatta arkaik kabul edilen bu ülkelerin halklarının bir “toplumsal devrimi” hayata geçirmiş olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Sınırların silikleşmesi

1999 yılında Seattle’da düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü zirvesi, 90’lı yılların hâkim anlatıları olan “tarihin sonu” ve “neo-liberalizmin zaferi” anlatılarına büyük bir darbenin indirildiğine tanık olmuştu. Zira aynı şehir, zirveyle eş zamanlı olarak, neo-liberal sisteme yönelik büyük bir meydan okumaya da sahne olmuştu. Yaklaşık 50 bin kişinin katıldığı protesto gösterileri, zirve ve orada alınması beklenen kararlar kadar “çok-uluslu” bir nitelik de taşıyordu. Takip eden yıllarda da ne zaman egemen kuruluşlar bir toplantı düzenlese, aynı tarihte ve aynı şehirde ulusal sınırları aşan protestolar yaşanacaktı.

Arap Baharı, farklı bir biçimde de olsa, ulus-üstü hareketlerin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da da kendini göstermesine sahne oldu. Bir ülkedeki gösteriler bir başka ülkedeki gösterilere ilham veriyor, benzer sloganlar, benzer söylemler, benzer araçlar “Meşrik’ten Mağrib’e” kendisini gösteriyordu. Bu, ulus-devlet aygıtları yerli yerinde dursa da, farklı devletlerin yurttaşlarının kendi aralarındaki sınırları silikleştirmesi demekti.

Başarısızlığın nedenleri

Arap Baharı tüm bu özellikleri itibariyle bir olgudan çok bir ruhtu. Bu ruhun varlığını halen koruduğunu ileri sürmek pekala mümkün. Ne var ki bu “toplumsal devrim” sürecinin Tunus gibi kısmi istisnalar dışında siyasal alanda fazla karşılık bulamamış olması ve hatta bazı örneklerde her şeyin 2011 öncesinden daha da kötüye gitmiş olması da sarsıcı bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Her ne kadar her ülkedeki durumun ayrı ayrı ve derinlemesine – tarihsel, sosyolojik, siyasi ve iktisadi düzlemlerde – çözümlenmesi gerekse de ve giriş kısmında belirtildiği gibi bu yazının böyle bir amacı olmasa da, bu girişimi önemli ölçüde başarısızlığa, bölgeyi de yeni yıkımlara sürükleyen birkaç genel faktörü tanımlamak mümkün görünüyor.

Arap Baharı’nın birinci zaafı ya da handikabı, hareketin/hareketlerin yönünün oldukça muğlak olmasıydı. Değişim isteği ve mevcut yöneticilerin gitmesi talebi somut olsa da, bu değişimin hangi yönde olacağı ya da bu yöneticiler gittikten sonra ne yapılacağı sorularına verilen aynı somutlukta yanıtlar yoktu. Protesto hareketlerine katılanların bir kısmının herhangi bir siyasi program dahilinde hareket etmemesi, bunu yapanların ise yan yana uzun bir birlikteliği sürdüremeyecek heterojen topluluklar olması, yerleşik ve kalıcı bir siyasi dönüşüm ihtimalini en başından itibaren zayıflattı.

Bununla bağlantılı ikinci sorun, altüst oluş süreçlerinin yaşandığı ülkelerde bu süreçlere yön verebilecek siyasi öznelerin genellikle gelişmemiş ya da gelişememiş olmasıydı. On yılların anti-demokratik yönetimleri yasal alanda siyasi öznelerin gelişmesine izin vermediği gibi, birkaç istisna dışında bu ülkelerde sivil toplum olgusu da yeterince gelişememişti. Sivil toplumun görece gelişkin olduğu Mısır gibi ülkelerde ise ordunun siyasal alan üzerindeki hegemonyası ve başlı başına bir siyasi parti gibi hareket ediyor olması, sivil ve barışçıl değişimi imkânsız kıldı. Hüsnü Mübarek’in koltuğu terk etmesinin ardından rejimi kendi himayesi ve vesayeti altına alan Mısır ordusu, kendisinden bağımsız bir girişimi, bir yıldan biraz az bir zaman sonra, Temmuz 2013’te, kanlı bir darbeyle boğdu.

Sürecin üçüncü ve belki de en büyük handikabı, şiddetin her noktaya sirayet etmesi ve sıradanlaştırılması oldu. Neredeyse tüm ülkelerde gösterilerin bastırılmasında sert ve acımasız bir şiddete başvurulmasının yanı sıra, Libya ve Suriye gibi örneklerde karşı-şiddet, şüphe uyandıracak bir hız ve ölçekte karşımıza çıktı. Sivil protestocuların öldürüldüğü söylemi zamanla dış müdahale yanlısı bir argümana dönüşürken, sivil protestocularla silahlı unsurlar birbirine karışmaya başladı. Suriye’de gösterilerin daha beşinci gününde yönetim karşıtları kan dökmeye başlarken, Nisan 2011 sonu itibariyle (altı hafta sonunda) hayatını kaybeden asker ve polis sayısı 88’i bulmuştu. Yönetimin ve yönetim karşıtlarının sebep olduğu her ölüm karşı tarafı daha fazla ve daha acımasız şiddet araçları kullanmaya yöneltirken, bu döngü zamanla tümüyle kontrol edilemez hale geldi. 2012 ortalarında Şam’ın kalbinde gerçekleşen büyük çaplı intihar saldırıları örneğinde olduğu gibi dış aktörlerin – bahsettiğimiz örnekte Suudi Arabistan’ın – da doğrudan dahliyle birlikte bir ülkenin iç meselesi, bir bölgesel savaş halini almaya başladı ve bu bölgesel savaşın katılımcıları devamlı olarak arttı.

Bu son söylediğimiz nokta ise Arap Baharı’nı çöküşe dönüştüren dördüncü noktanın örneklerinden biridir: bu dördüncü nokta, dış müdahaledir. 2011’den günümüze kadar, siyasi değişim teşebbüslerinin veya altüst oluş süreçlerinin yaşandığı tüm ülkeler, dış müdahalenin çeşitli biçimlerini ayrı ayrı veya bir arada yaşadı. Bahreyn’de Suudi tankları protestocuları – mecazen ve fiilen – ezerken, Libya’da NATO’nun “Kaddafi güçlerine” karşı düzenlediği hava saldırıları ülkeyi 100 yıl aradan sonra yeniden Batılı emperyalist devletlerin hedefi haline getirdi. Suriye gibi Yemen de bir süre sonra bir tür bölgesel savaşa sahne oldu.

Bugün Suriye’de çatışma, ölçeği görece azalmış şekilde de olsa devam ediyor ve yarın barış sağlansa bile ülkenin her yerinde normal bir hayata dönülmesi yıllar alacak. Yemen, açlıktan ölümler dahil topyekûn çöküşü yaşıyor. Libya’da halen iki ayrı hükümet var ve bu hükümetler birbirleriyle savaşıyor. Mısır’da uzun süre önce “istikrar” sağlanmış olsa da geçmişin yaraları kapanmış değil ve mevcut yönetimin iç ve dış politika yönünden Hüsnü Mübarek yönetiminden pek de farkı yok.

Gelecek ne getirebilir?

Devrimler anlık olgular olmadıkları gibi doğrusal bir çizgi halinde de ilerlemezler. Fransa’da XVI. Louis’nin idamı, cumhuriyetin ilanı, Terör dönemi, Napoleon Bonaparte’ın kendini imparator ilan etmesi ve fetih savaşlarına çıkması, işçi ayaklanmaları, ikinci cumhuriyetin ilanı gibi taban tabana zıt gibi görünen siyasi gelişmeler, tek bir dinamiğin açığa çıkması sonrasında zincirleme olarak yaşanmıştır ve bazı tarihçiler tüm bunları “Uzun Fransız Devrimi” kapsamında değerlendirmektedir. Belki de geleceğin tarihçileri on yıl önceki momenti “Uzun Arap Devrimleri”nin başlangıcı olarak anacak ve içinde bulunduğunuz karanlık aşama, bu uzun sürecin merhalelerinden yalnızca biri olacaktır.

Bunun olup olmayacağını bugün için öngörmek hiç kolay olmasa da, on yılın tecrübelerinden hareketle iki şeyi beklemek mümkün olabilir. Birinci olarak bölge halkları, statükoyu ve kendilerine dayatılan iradeleri eskisi kadar pasif şekilde karşılamayacaktır. İkinci olarak ise değişim için adım atarken, bütün bu süreçlerin acı tecrübeleri onları ihtiyatlı davranmaya sevk edecektir. Bölgenin geleceği – bölge halklarının kendisinin elinde olabildiği müddetçe – bu ikisi arasındaki denge tarafından belirlenecektir.

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Köşe Yazıları

Filistin Dostlarına Gözaltında Çıplak Arama

Yayınlanma:

-

Bu yazının  fotoğrafında gördüğünüz kısa basın açıklaması, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi (x) hesabından 10.04.2025 tarihinde çıplak arama iddialarına ilişkin olarak kamuoyuna duyuruldu.

Bu, kurumsal ağırlıktan yoksun, parmak sallayan “atarlı giderli” açıklamada bahsi geçen hususların gerçekliğini irdelemek istiyorum.

“TRT World Forum” adlı programda Cumhurbaşkanına soru sormaya çalışırken engellenip yaka paça salondan çıkartılan ve aynı zaman dilimi içinde Kongre Merkezi önünde yine barışçıl protesto gösterisinde bulunan Filistin dostlarından 9’u gözaltına alınmış, tutuklanıp hapse atılmıştı.

Bu 9 kişinden 7’si kadındı ve gürültü, bu suçsuz kadınların önce Emniyet Müdürlüğü’nde, ardından sevk edildikleri Silivri Cezaevi’nde çıplak arama adlı işkenceye maruz kaldıklarının duyulmasıyla koptu!

2012-2020 yılları arasında Türkiye’de pek çok F Tipi Cezaevinde farklı siyasi davalardan mahpus onlarca insanı ziyaret etmiş bir avukat olarak cezaevinde çıplak arama uygulamasının rutin bir aşağılama yöntemi olarak yaygın biçimde uygulandığını biliyordum.

Bu satırları kaleme almadan önce cezaevinde çok uzun yıllar kalmış bir mahpusu aradım, ona da sordum. Bana iki yıl öncesine kadar bunun standart bir uygulama olduğunu aktardı. İlk girişte ve çeşitli sebeplerle farklı cezaevlerine her nakilde mahpuslar çıplak aramaya maruz bırakılıyorlar. Hatta 2005 yılında Kocaeli 2 Nolu F Tipi Cezaevi’ne nakledildiğinde yaşadığı bir olayı anlattı.

Gardiyan kendisini çıplak arama boyunca kameraya almış. O da bu “katmerli aşağılama çabası”nı protesto amacıyla zafer işareti yapınca aralarında hırgür yaşanmış.

Cezaevlerinde bu işkence son iki yıla kadar kesinlikle rutin bir uygulama! (İki yıl içinde insan hakları açısından devrim niteliğinde bir gelişme yaşansa sanırım haberim olurdu!) Bu kısmı geçiyorum.

Peki, Emniyet Müdürlüklerinin nezarethanelerinde bu tür işkenceler yapılıyor mu?

AKP iktidar olduğunda işkenceye karşı sıfır tolerans politikası ile ciddi bir iyileşme yaşanmıştı. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında bu kazanımlarda kesin ve keskin zayiatlar yaşandığı bilinen bir gerçek. Düşmanlaştırılan, kamuoyu önünde aşağılanan insanlara gözaltında çok kötü muameleler yapıldı ne yazık ki! OHAL içindeydik. (O halden çıkıldı mı sahiden?)

Kadınlara, kızlarımıza gözaltında çıplak arama neden infial yarattı peki? Buna kendimce şöyle bir cevap kotarıyorum:

  1. Bu insanlar Gazze’de soykırım yaşanırken silahsız, saldırısız, barışçıl yöntemlerle iktidardan adım atmasını talep ettiler. Tümüyle suçsuz ve masum olmakla birlikte kendi menfaatleri için değil, topluca yok edilmek istenen bir halk adına, Allah rızası için öne atılmışlardı.
  2. İktidar içeride ve dışarıda Filistin davasının hâmisi pozları keserken Filistin dostlarını (Cumhurbaşkanı korumaları marifetiyle) haksız yere darp ettiriyor, gözaltına aldırıyor ve o hışımla bu göstericiler hem emniyette hem de bir hafta kalmadan salıverilecekleri cezaevinde çıplak aramaya maruz kalıyorlardı. Yargılanmış ve suçlu bulunmuş değillerdi, ki böyle olsa bile çıplak arama, insanın onurunu kırmak için yapılan, tasarlanmış bir aşağılama yöntemi, bir işkence! (İstisna olarak uygulanmasının özel şartları ayrı bir yazının konusu.)

Emniyette ve cezaevinde sistematik olarak çıplak aramaya maruz kalmış 7 kadın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına 09.12.2024 tarihinde dört avukatın imzasıyla sunulmuş 21 sayfalık suç duyurusu dilekçesinde yaşadıklarını ayrıntılı olarak anlattılar.

Yazıyı, İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nde yaşanan çıplak arama işkencesinin aktarıldığı o pasajı doğrudan alıntılayarak bitireceğim; siz okuyucularımızı gerçeklerle baş başa bırakarak!

ciplak-arama-roportaji

Gözaltına alınan Filistin dostlarının yaşadıkları çıplak arama ve kötü muamele ile ilgili verdiği röportaj, Emniyet Genel Müdürlüğünün talebi üzerine geçtiğimiz günlerde yayından kaldırılmıştı.

Öncesinde yanıtlanması gereken büyük bir soru var:

Emniyette işkence gerçekse bunun iftira olduğunu öfkeli bir dille beyan eden Emniyet Genel Müdürlüğü, müfteri durumuna düşmüyor mu?

Kararı okuyucuya bırakıyorum.

Ben bu davanın avukatlarından biri olan Adem Bingöl’ü aradım ve ona şunu sordum:

“Filistin dostları nezarethane çıplak aramaya maruz kalmışlarsa avukatları huzurunda alınan ifadelerinde bu iddiaları neden dile getirmediler?”

Cevabı şu oldu:

“Olayın şoku vardı. Korku ve baskı altındaydılar. İlkin gelen avukatlar erkekti ve bunun da etkisiyle anlatmaya çekindiler.”

Filistin dostlarının İstanbul Emniyet Müdürlüğünde ve Silivri Cezaevinde maruz kaldıkları hukuksuzluklara ilişkin bahsini ettiğim suç duyurusunda sıralanan suçlar şunlar:

İşkence, Nitelikli Kasten Yaralama, Cinsel Taciz, Hakaret, Tehdit, Kamu Görevlisinin Suçu Bildirmemesi ve Görevi Kötüye Kullanma!

Bu suçların soruşturulacağına inanan kaç saftrik var bu ülkede?

İşkence ve Cinsel Taciz Boyutunda Çıplak Arama

EGM, öfkeli bir dille algı oluşturmaya dönük yalan yanlış beyanla “kamuoyuna saygıyla duyursa” da çıplak aramaya ilişkin gerçekler, yüzleşmek isteyenler için ortada duruyor:

“Müvekkiller, nezarethaneye girişleri yapılmadan önce ilk olarak aynı katta bulunan camlı küçük bir odaya alınmışlardır. Odada bulunan üç kadın polis memuru, müvekkillerin başörtülerini ve kabanlarını çıkartmalarını söylemiştir. Üstlerinde tişörtleri ve pantolonları kalan müvekkillerin burada üst araması yapılmış, saçları açılarak aranmış ve ayakkabı bağcıkları alınmıştır.

Devamında nezarethane bölümüne girişi yapılan müvekkiller burada bir bölümü perde ile kapatılmış küçük bir odaya teker teker alınmıştır. Küçük oda içerisinde bulunan sarışın, 1,65 – 1,68 boylarında, saçları omuz hizasında, hafif kabarık saçlı, ön dişleri belirgin, hafif kilolu bir kadın polis memuru müvekkillerin kıyafetlerini tamamen çıkarmalarını söylemiştir.

Vücutlarının belden aşağı kısımlarında tayt ve külotlu çorapları, vücutlarının üst kısmında ise yalnızca iç çamaşırları kalacak şekilde kıyafetleri çıkartılan müvekkillere dokunmak suretiyle üst araması yapılmaya başlanmıştır.

İlgili polis memuru müvekkillerin alt ve üst iç çamaşırlarının içerisine iki elini birden sokmak ve gezdirmek suretiyle dokunarak arama işlemi gerçekleştirmiştir.

Müvekkiller ısrarla işbu uygulamaya itiraz etmiş fakat ilgili polis memurunun aşağılayıcı, onur kırıcı sözlerine maruz kalan müvekkillerin itirazları karşılıksız bırakılarak zorla çıplak arama işlemi yapılmıştır.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Bir Hak mıdır?

Yayınlanma:

-

10 Nisan Duruşma Eylemi

“Bu nasıl bir soru böyle, elbette ki haktır!” diyeceksiniz.

Doğru, haktır. Hatta anayasal güvence altındaki bir haktır. Gel de bunu polislere, polislere talimat verenlere anlat!

O kadar sık ve hoyratça ihlal ediliyor ki bu hak, işte bu yazı ile isyan ediyorum bu apaçık zulme.

— Direniş Çadırı (@direniscadiri) April 10, 2025

Dün, 10 Nisan’da Ankara Adliyesi’nde bu hakkı ihlal edilen göstericiler, uyduruk sebepler gerekçe gösterilerek yargılandıkları davanın ilk duruşmasına katıldılar.

Duruşma Salonu Önünde Filistin Dostları

Haksız yere yargılanan Filistin dostlarıyla dayanışmak için duruşma salonu önündeydik.

Ardından Mısır Konsolosluğu önünde bir basın açıklaması ve protesto yapmak istediler.

Mısır devletinin, Refah Sınır Kapısını açarak Gazze’de soykırım ve açlık ile imtihan olan insanlar için gönderilen yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırması çağrısında bulunuyorlardı.

Sertliği ile bilinen Ankara polisi yine göstericileri kasıtlı olarak gerdi, taciz etti, darp etti ve gözaltına aldı.

Bunun adı sertlik değil sadece, ayrıca serserilik de!

“Arkadaşlar, süpürün bunları!”

Görüntülerde, yine barışçıl gösteri hakkını kullanan, çoğu kadınlardan oluşan küçük bir gruba haksız ve hukuksuz olarak müdahale eden polisleri görüyoruz. Bir polis, eline megafonu almış, kaldırıma sıkışmış kadınlar için arkadaşına hiddetle sesleniyor: “Arkadaşlar, süpürün bunları!”

Polise bak! Allah rızası için işini gücünü bırakmış, açlıktan ölen çocuklar için çabalayan, barışçıl gösteri yapan, savunmasız kadınlar için, “Süpürün bunları!” diye talimat veriyor.

Yazıklar olsun senin insanlığına! Ellerinde pankartlarla mazlumlar için çare arayan bu insanlar haşere mi? Sen kimsin ve neyi, kimi süpürüyorsun? Aklınca o insanları aşağıladığını sanıyorsun. Bu iğrenç üslup ve yaklaşımla aşağıladığını sandığın o insanlar, senin kendi ülkenin vatandaşları!

Kirli dil ve üslubunla, zorba tavrınla aslında kendi karakterin hakkında kameralar önünde kanaatini beyan ediyorsun, haberin yok!

Bir Allah’ın kulu bu şikâyetimi Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne ulaştırırsa sevinirim. Memurlarınızı çirkefleşmemeleri, edepli, ahlaklı, birazcık nazik olmaları konusunda uyarır mısınız?

İnsan sormadan edemiyor: Herkesin içinde kadınlarımız, kızlarımız için “Süpürün bunları!” talimatı veren polis, onlara kuytuda neler yapmaz? Nasıl emin olacağız? Mesela kuytuda bir yerde bir polis amiri gaza gelmiş erkek polislere “mıncıklayın bunları” şeklinde talimat verse, bu tacizin nerede ve ne şekilde sona ereceğinden nasıl emin olacağız?

Ankara polisi sertliği ile meşhurmuş. Aman ne güzel bir nam!

Bu işin Ankara’sı, İstanbul’u yok!

Hak ve hukuk var!

10 Nisan Duruşma Eylemi

Barışçıl toplantı ve gösteri hakkı anayasal güvence altındadır, engellenemez.

2911 Sayılı Kanun Neyi Düzenliyor?

Anayasa, madde 34 açık: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

2911 sayılı kanun, bu anayasal hak ışığında düzenlenmiş. Ne var ki bu kanuna, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu‘na, göstericilerden çok daha fazla yerde, çok daha fazla kere polislerin muhalefet ettiğine şahit oluyoruz.

Bu yasaya aykırı davranan onlar, gelin görün ki darp edilen, gözaltına alınan ve tutuklanıp yargılanan çoğu zaman mağdur göstericiler oluyor. Böylece halka gözdağı veriyorlar: “Sakın ha, haklarınız için sokağa çıkmayın. Zulme uğradığınızla kalın! Yıllar sonra bir sandık gelirse önünüze, oy verirsiniz!”

(Oylar geçersiz sayılmaz, çalınmaz, seçimler iptal edilmezse, yönetim değişirse, ölme eşeğim ölme!)

Direnişi Değil Soykırımcıları Yargıla

“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü” ifade özgürlüğü hakkının ayrılmaz bir parçasıdır.

Barışçıl gösteri hakkı, ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor.

Polis, gösteri düzenleyenlerin güvenliğini sağlayacağı yerde onları taciz ediyor, engelliyor!

mevzuat

“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nun 3. maddesi

Madde 3 – Herkes, önceden izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılacağını önceden emniyete bildirmek, izin talebi anlamına gelmiyor. Bunun anlamı şu: Biz; şu gün, şurada, şu saatte bir eylem/protesto/yürüyüş/basın açıklaması yapacağız. Siz de bu hakkımızı kullanmamıza engel olunmaması için gerekli tedbirleri alın!

Gazze'de çocuklar ölürken susamayız

Toplantı ve gösteri sırasında emniyet mensuplarının görevi eylemcilerin güvenliğini sağlamaktır.

Bu hakkı kullanmak isteyenlere polisin yaptığı sistematik hukuksuzluk şöyle oluyor genelde:

Yüzde yüz hakkı olan bir eylemde bulunmak isteyen göstericilere polis, öyle bir tavır takınıyor ki, haklarından habersiz biri şöyle düşünebilir pekâlâ:

“Burada göstericiler yüzde yüz haksız bir iş yapıyorlar da iyi niyetli polis, göstericilere kendi belirlediği bir yerde, kendi belirlediği bir şekilde, uygun gördüğü bir süre için seslerini duyursunlar diye lütfediyor, hak tanıyor!”

Oysaki 2911 sayılı kanun bunun tam tersini söylüyor: Gösteri silahsız ve saldırısız olduktan sonra polise düşen görev, gösterinin sağ salim yapılabilmesi için bu hakkı kullananlara yardımcı olmaktır!

Türkiye’de bu hakkın kullanımında devletin öyle sistematik ve yoğun hak ihlâlleri var ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sayısız kez hak ihlali kararı verdi. Anayasa Mahkemesinin de çok sayıda örnek kararı var bu konuda.

Evet, Türkiye’de hakkı en çok yenen haklardan biridir bu: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Gençler Neden Tutuklandı?

Yayınlanma:

-

19 Mart yargı darbesinin ardından sokağa çıkıp anayasal protesto hakkını kullanan vatandaşlardan kaç bin kişi gözaltına alındı, kaç yüz kişi tutuklandı bilmiyoruz.

25 Mart’ta İçişleri Bakanı 1.418 kişinin gözaltına alındığı bilgisini paylaşmıştı. Bu sayı ne kadar arttı, içlerinden ne kadar insan tutuklandı, bilmiyoruz.

Artık iyice dozunu arttıran hukuksuzlukları protesto edenler bir veya birkaç partiye mensup gençler değil z kuşağı diye tabir edilen çoğu 20’li yaşlardaki üniversite gençliği. Gözaltına alınan ve tutuklananlar da çoğunlukla onlar.

Gözaltındakilere işkence iddiaları vahim. T24’te yer alan habere göre İstanbul Barosu avukatlarından Halil Enes Kavak, Vatan Emniyet ve Gayrettepe Emniyet’de gözaltına alınan gençler hakkında “İçlerinde, darp izi olmayan hiç kimse yok. Çoğunun gözü, kulağı patlamış, vücutları yara bere içinde,” dedi.

Zulme, hukuksuzluğa, tek adam rejiminin vatandaşı hor ve hakir gören anlayışına karşı itiraz eden bu gençlik, ülkede her şeye rağmen umudun yeşerebileceğini gösterdi.

Son 10 yılda kesif bir karanlık ve ağır bir yoksulluk içine düşürülürken ülke, ihtiyarlar ve 40 yaş üstü, üzerine düşen uyarı ve itirazları ne sandıkta ortaya koyabildi ne de sokakta. Açık konuşalım, berbat bir imtihan verdiler.

Gelecek vaad etmeyen, yaşlı, bir ayağı çukurda siyasetçiler ve pısırık, hantal, eski düzen siyaset anlayışı gençliğin umutlarını zayi etmeye daha ne kadar devam edebilir!

Millet, özelde de gençler, “yeter artık!” dedi, patladı ve sokağa taştı.

Hukuksuzlukları protesto edenleri yine hukuksuz şekilde gözaltına alıp tutukluyorlar. Bir kere sınırı aşan iktidarlar için artık sınır yok!

Elbette göstericiler arasında barışçıl olmayan yollara sapanlar da olabilir. İstisnalar vardır ve onlar da tutuksuz yargılanmayı hak ederler. (Sivil polis veya milis güç filan değillerse!)

Bu yazıda, evlerinden gözaltına alınıp tutuklanan kişiler arasından 11’inin tutuklama kararına dair mesleki bilgiler de içeren kısa bir değerlendirme yapacağım.

İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 25 Mart 2025 tarih ve 317 sorgu numaralı 11 sayfalık kararı ile tutuklanan 11 kişinin yaş ortalaması 32. (içlerinde 2005 doğumlu iki genç var.)

Tutuklanma gerekçeleri: Kanuna Aykırı Toplantı ve Yürüyüşe Silahsız Katılarak İhtara Rağmen Kendiliğinden Dağılmama Suçu.

Böyle bir suç mu varmış demeyin!

Anayasa M. 34’e göre “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

Bu insanlar anayasanın, yasaların hiçe sayılmasını protesto için orda bulunuyordu. Silahsız oldukları ve polise mukavemet etmedikleri ortada. Çoğu, bir, “dağılın” ihtarı da duymamıştı. Kaldı ki bu ihtar da valiliğin yasağı gibi hukuka aykırı olurdu. Durduk yere “dağılın” ihtarında bulunmaya hakkı yok polisin. Bulunması, gösteriyi tek başına yasa dışı hale getirmez. Göstericiler arasında suç işleyen varsa onları tespit etmeli, ayırmalı ve gözaltına almalı polis.

Sonuçta zulüm üstüne zulüm üstüne zulüm bindirerek bu gençleri, yüzlerce, binlerce insanı apar topar tutuklayıp hapse atarak toplumu baskılamak, yıldırmak, korkutmak ve haklarını arayamaz hale getirmek ve tebaa –kul köle- zihniyetini tahkim etmek istiyor rejim.

Bunun adı artık -en basit tabirle- darbe rejimidir. 10 yılını doldurmuş bu rejime, gözünü Erdoğan iktidarı ile açmış gençler isyan ediyor. Elhamdülillah ki, zulme itiraz ediyor, razı gelmiyorlar. Bir farzı, en azından bir sünneti yerine getiriyorlar.

Açıkça iftira ettikleri, birer gazı ve coplarla müdahale ettikleri, nihayet hapsettikleri bu gençler, kendilerince hakkı tutup kaldırmaya çalışıyorlar. Bir zulmü elinle, dilinle engellemeye çalışmak ibadet değil mi?

Tutuklananlar arasında, Filistin eylemlerinden dolayı bizzat tanıdığımız Hüseyin Arif de var. Öyle zannediyorum ki Türkiye’nin İsrail’e, Gazze’de soykırım devam ederken dahi sağladığı desteği kesmesi için yapılan eylemlerde başı çektiği için bardağı doldurmuş. Bu protestolar da bardağı taşıran son damla olmuş.

Zulme razı gelmeyen, biat etmeyip açıkça itiraz eden herkes, hiçbir suça ve şiddete karışmasa da bu ülkede bardağı dolduruyor, taşırıyor ve hapse atılıyor! Yazık ki ne yazık.

2000 doğumlu Hüseyin Arif, Emniyet Sorgusunda şu ifadeyi vermiş:

“22.03.2025 günü akşam saatlerinde bir iki saat kadar Saraçhane taraflarında mitinge katıldım. Mitingdeki konuşmacılar Özgür Özel ve birkaç siyasetçiydi. Ben polis bölgesinde herhangi bir polis müdahalesi olmadan mitinge katıldım. Kitleler dağılınca ben de saat 23’ten önce oradan ayrılarak evime gittim. Ben mitingden sonra orada kalmadım. Herhangi bir taş atma, sopa sallama gibi eylemde bulunmadım. Bu tarz materyaller temin etmedim. Devlete veya hükümete karşı herhangi bir provokasyonda bulunmadım. Ben sadece demokratik hakkımı kullanmak için oradaydım. Ben bu mitinge tek başıma gittim. Tanıdığım kimse yoktu.”

İşte, gözaltına alınan binlerce insandan biri, bu “suçları” işlediği için tutuklandı! Kaçma ve (olmayan) delilleri karartma şüphesini de hesaba katmış hâkim! Yoksa tutuksuz yargılanması gerekirdi.

Hukuk olmayınca böyle oluyor ne yazık ki. Devirler değişiyor, muktedirler değişiyor lakin zulüm hiç bitmiyor.

Başlığa dönersek… Gençler Neden Tutuklandı?

Zulme, hukuksuzluğa karşı çıktıkları için.

Onlar bu bayrama zindanda girecekler.

Yazık ki bu ülkenin dört bir yanında haksız ve hukuksuz olarak zindanlara atılmış nice vatandaş yıllardır bayram yüzü göremiyor.

Bu ağır ve sistematik adaletsizliğe imza atanlar bir yana, bu zulüm rejimini yıllardır bile isteye destekleyenlerin yüklendiği dehşet verici vebal bir yana…

Biz ülke olarak niye bu haldeyiz, sorusunun cevabı burada, bu suçların, günahların, veballerin altında cansız yatıyor.

*fotoğraf: Ümit Bektaş /REUTERS

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x