Connect with us

Köşe Yazıları

10. Yılında Arap Baharı Üzerine Düşünceler

Yayınlanma:

-

“Arap Baharı” teriminin literatüre ve hayatımıza girmesinin üzerinden tam on yıl geçti. 2010 yılının son günlerinde Tunus’un Sidi Buzeyd şehrinde, işporta tezgahına el konulan Muhammed Buazizi’nin kendini ateşe vermesiyle başlayan protesto dalgaları 14 Ocak 2011 tarihinde, çeyrek asırdır ülkeyi demir yumrukla yöneten Zeynel Abidin bin Ali’nin koltuğunu ve ülkesini terk etmesiyle sonuçlandığı gibi, çok kısa bir süre sonra, 25 Ocak’tan itibaren Mısır’da da benzer bir dalganın başlamasına ilham verecek ve yıl içinde Arap nüfusun çoğunluğu oluşturduğu ülkelerin çoğuna yayılacaktı. Ne var ki, daha önce başka bir yazımızın giriş kısmında da belirttiğimiz üzere Arap Baharı dalgası uğradığı her ülkede farklı sonuçlar yarattı ve bu sonuçların çoğunun halkların lehine olduğunu söylemek mümkün değil. Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasının son on yılına en fazla damgasını vuran olgular, iç savaş, dış müdahale ve askeri darbe oldu; bunların yaşanmadığı ve yumuşak geçişlerin yaşandığı ülkelerde ise değişimin ölçeği sınırlı oldu veya bir süre sonra başa dönüldü.

Bu yazının amacı, Arap Baharı’yla başlayan on yılın genel ve kapsamlı bir muhasebesini çıkarmak veya ülkelerin durumunu teker teker incelemek değil. Ancak on yılın deneyimleri üzerinden, sürecin bütününe dair bazı değerlendirmeler yapmak mümkün.

“Atalet” varsayımının çöküşü

2011 öncesinin siyaset ve akademi dünyasının Ortadoğu ve Kuzey Afrika tespitlerine en fazla damgasını vuran unsurlardan biri, bölge geneline bir ataletin hâkim olduğunun varsayılmasıydı. Bölgede büyük çaplı değişimlerin beklenmemesinin sebebi yalnızca otoriter – ve hatta kimi örneklerde otokratik – yönetimlerin siyasal alanda herhangi bir kıpırdanışa izin vermeyecek olması değildi; ucu oryantalizme varan bu varsayımsal analizler, Arap toplumlarının kendi içkin özellikleri sebebiyle de siyasal ve toplumsal yaşantılarında herhangi bir değişiklik yapmasını beklemiyordu. Protesto, hak talebi, değişim talebi, örgütlenme gibi olgular esasen Batı demokrasileri dünyasına ait görülüyor, Arap coğrafyası geçmişteki aksi yönlü örneklerin varlığına rağmen bunun dışında tutuluyordu.

Arap Baharı’nın ilk ve en önemli sonucu, bu algının ve anlatının çöküşü oldu. Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen, Suriye, Libya ve başka ülkelerde yaşayan milyonlarca insan, çok farklı motivasyonlarla olsa da, değişmez görünen statükoları karşılarına aldılar ve taşları yerinden oynatmayı başardılar. “Nihai” siyasi sonuçların bambaşka türden olması, atıl ve hatta arkaik kabul edilen bu ülkelerin halklarının bir “toplumsal devrimi” hayata geçirmiş olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Sınırların silikleşmesi

1999 yılında Seattle’da düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü zirvesi, 90’lı yılların hâkim anlatıları olan “tarihin sonu” ve “neo-liberalizmin zaferi” anlatılarına büyük bir darbenin indirildiğine tanık olmuştu. Zira aynı şehir, zirveyle eş zamanlı olarak, neo-liberal sisteme yönelik büyük bir meydan okumaya da sahne olmuştu. Yaklaşık 50 bin kişinin katıldığı protesto gösterileri, zirve ve orada alınması beklenen kararlar kadar “çok-uluslu” bir nitelik de taşıyordu. Takip eden yıllarda da ne zaman egemen kuruluşlar bir toplantı düzenlese, aynı tarihte ve aynı şehirde ulusal sınırları aşan protestolar yaşanacaktı.

Arap Baharı, farklı bir biçimde de olsa, ulus-üstü hareketlerin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da da kendini göstermesine sahne oldu. Bir ülkedeki gösteriler bir başka ülkedeki gösterilere ilham veriyor, benzer sloganlar, benzer söylemler, benzer araçlar “Meşrik’ten Mağrib’e” kendisini gösteriyordu. Bu, ulus-devlet aygıtları yerli yerinde dursa da, farklı devletlerin yurttaşlarının kendi aralarındaki sınırları silikleştirmesi demekti.

Başarısızlığın nedenleri

Arap Baharı tüm bu özellikleri itibariyle bir olgudan çok bir ruhtu. Bu ruhun varlığını halen koruduğunu ileri sürmek pekala mümkün. Ne var ki bu “toplumsal devrim” sürecinin Tunus gibi kısmi istisnalar dışında siyasal alanda fazla karşılık bulamamış olması ve hatta bazı örneklerde her şeyin 2011 öncesinden daha da kötüye gitmiş olması da sarsıcı bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Her ne kadar her ülkedeki durumun ayrı ayrı ve derinlemesine – tarihsel, sosyolojik, siyasi ve iktisadi düzlemlerde – çözümlenmesi gerekse de ve giriş kısmında belirtildiği gibi bu yazının böyle bir amacı olmasa da, bu girişimi önemli ölçüde başarısızlığa, bölgeyi de yeni yıkımlara sürükleyen birkaç genel faktörü tanımlamak mümkün görünüyor.

Arap Baharı’nın birinci zaafı ya da handikabı, hareketin/hareketlerin yönünün oldukça muğlak olmasıydı. Değişim isteği ve mevcut yöneticilerin gitmesi talebi somut olsa da, bu değişimin hangi yönde olacağı ya da bu yöneticiler gittikten sonra ne yapılacağı sorularına verilen aynı somutlukta yanıtlar yoktu. Protesto hareketlerine katılanların bir kısmının herhangi bir siyasi program dahilinde hareket etmemesi, bunu yapanların ise yan yana uzun bir birlikteliği sürdüremeyecek heterojen topluluklar olması, yerleşik ve kalıcı bir siyasi dönüşüm ihtimalini en başından itibaren zayıflattı.

Bununla bağlantılı ikinci sorun, altüst oluş süreçlerinin yaşandığı ülkelerde bu süreçlere yön verebilecek siyasi öznelerin genellikle gelişmemiş ya da gelişememiş olmasıydı. On yılların anti-demokratik yönetimleri yasal alanda siyasi öznelerin gelişmesine izin vermediği gibi, birkaç istisna dışında bu ülkelerde sivil toplum olgusu da yeterince gelişememişti. Sivil toplumun görece gelişkin olduğu Mısır gibi ülkelerde ise ordunun siyasal alan üzerindeki hegemonyası ve başlı başına bir siyasi parti gibi hareket ediyor olması, sivil ve barışçıl değişimi imkânsız kıldı. Hüsnü Mübarek’in koltuğu terk etmesinin ardından rejimi kendi himayesi ve vesayeti altına alan Mısır ordusu, kendisinden bağımsız bir girişimi, bir yıldan biraz az bir zaman sonra, Temmuz 2013’te, kanlı bir darbeyle boğdu.

Sürecin üçüncü ve belki de en büyük handikabı, şiddetin her noktaya sirayet etmesi ve sıradanlaştırılması oldu. Neredeyse tüm ülkelerde gösterilerin bastırılmasında sert ve acımasız bir şiddete başvurulmasının yanı sıra, Libya ve Suriye gibi örneklerde karşı-şiddet, şüphe uyandıracak bir hız ve ölçekte karşımıza çıktı. Sivil protestocuların öldürüldüğü söylemi zamanla dış müdahale yanlısı bir argümana dönüşürken, sivil protestocularla silahlı unsurlar birbirine karışmaya başladı. Suriye’de gösterilerin daha beşinci gününde yönetim karşıtları kan dökmeye başlarken, Nisan 2011 sonu itibariyle (altı hafta sonunda) hayatını kaybeden asker ve polis sayısı 88’i bulmuştu. Yönetimin ve yönetim karşıtlarının sebep olduğu her ölüm karşı tarafı daha fazla ve daha acımasız şiddet araçları kullanmaya yöneltirken, bu döngü zamanla tümüyle kontrol edilemez hale geldi. 2012 ortalarında Şam’ın kalbinde gerçekleşen büyük çaplı intihar saldırıları örneğinde olduğu gibi dış aktörlerin – bahsettiğimiz örnekte Suudi Arabistan’ın – da doğrudan dahliyle birlikte bir ülkenin iç meselesi, bir bölgesel savaş halini almaya başladı ve bu bölgesel savaşın katılımcıları devamlı olarak arttı.

Bu son söylediğimiz nokta ise Arap Baharı’nı çöküşe dönüştüren dördüncü noktanın örneklerinden biridir: bu dördüncü nokta, dış müdahaledir. 2011’den günümüze kadar, siyasi değişim teşebbüslerinin veya altüst oluş süreçlerinin yaşandığı tüm ülkeler, dış müdahalenin çeşitli biçimlerini ayrı ayrı veya bir arada yaşadı. Bahreyn’de Suudi tankları protestocuları – mecazen ve fiilen – ezerken, Libya’da NATO’nun “Kaddafi güçlerine” karşı düzenlediği hava saldırıları ülkeyi 100 yıl aradan sonra yeniden Batılı emperyalist devletlerin hedefi haline getirdi. Suriye gibi Yemen de bir süre sonra bir tür bölgesel savaşa sahne oldu.

Bugün Suriye’de çatışma, ölçeği görece azalmış şekilde de olsa devam ediyor ve yarın barış sağlansa bile ülkenin her yerinde normal bir hayata dönülmesi yıllar alacak. Yemen, açlıktan ölümler dahil topyekûn çöküşü yaşıyor. Libya’da halen iki ayrı hükümet var ve bu hükümetler birbirleriyle savaşıyor. Mısır’da uzun süre önce “istikrar” sağlanmış olsa da geçmişin yaraları kapanmış değil ve mevcut yönetimin iç ve dış politika yönünden Hüsnü Mübarek yönetiminden pek de farkı yok.

Gelecek ne getirebilir?

Devrimler anlık olgular olmadıkları gibi doğrusal bir çizgi halinde de ilerlemezler. Fransa’da XVI. Louis’nin idamı, cumhuriyetin ilanı, Terör dönemi, Napoleon Bonaparte’ın kendini imparator ilan etmesi ve fetih savaşlarına çıkması, işçi ayaklanmaları, ikinci cumhuriyetin ilanı gibi taban tabana zıt gibi görünen siyasi gelişmeler, tek bir dinamiğin açığa çıkması sonrasında zincirleme olarak yaşanmıştır ve bazı tarihçiler tüm bunları “Uzun Fransız Devrimi” kapsamında değerlendirmektedir. Belki de geleceğin tarihçileri on yıl önceki momenti “Uzun Arap Devrimleri”nin başlangıcı olarak anacak ve içinde bulunduğunuz karanlık aşama, bu uzun sürecin merhalelerinden yalnızca biri olacaktır.

Bunun olup olmayacağını bugün için öngörmek hiç kolay olmasa da, on yılın tecrübelerinden hareketle iki şeyi beklemek mümkün olabilir. Birinci olarak bölge halkları, statükoyu ve kendilerine dayatılan iradeleri eskisi kadar pasif şekilde karşılamayacaktır. İkinci olarak ise değişim için adım atarken, bütün bu süreçlerin acı tecrübeleri onları ihtiyatlı davranmaya sevk edecektir. Bölgenin geleceği – bölge halklarının kendisinin elinde olabildiği müddetçe – bu ikisi arasındaki denge tarafından belirlenecektir.

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

E’nin Esrarengiz Ölümü

Yayınlanma:

-

En sevdiğim şiirine şöyle başlamış Cahit Zarifoğlu:

“Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim”

Ünlemler uçuşuyor adının başında E.  Belki de budur başını döndüren.

Başın döndü ve düştün. Buna inanıyorum.

İntihar ettiğine veya cinayete kurban gittiğine inanmak istemiyorum. Ne var ki bir avukat olarak inanmakla, temenni etmekle yetinemem. Olayın aydınlatılması için çalışmam lazım. Çünkü sen bir garip mültecisin. 16 yaşındasın ve daha uzuun yıllar 16 yaşında kalacaksın.

Çocuksun sen. Şairin dediği gibi:

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil”

Bir Türk vatandaşı bile olmadığın için dosyan rahatlıkla ihmale gelebilir. Nitekim geliyordu da. (Bekle biraz, o konuya geleceğim.)

26 Şubat’ta annen ve baban gelip bana vekalet verdi. Olayı onların zaviyesinden dinledim.

Keşke seni de dinleyebilseydim. Oysa ki büroma çok yakın bir yerde çalışıyordun. Oradan alışveriş yapmıştım. Trabzon’da birden fazla şubesi bulunan bir AVM. Nerdeyse her şeyin satıldığı o büyük mağazalardan biri. Farkında olmadan rastlaşmış bile olabiliriz.

Yine de buna pek ihtimal vermiyorum. Sen, anadilin Arapça kadar olmasa da iyi Türkçe konuşuyordun. Biraz da bu sebeple işe alındın.

Hafta içi beş gün saat 13 ila 22 arası, günde 9 saat çalışıyordun. Cumartesi okula gidiyordun. Aldığın son maaş 9 Bin liraydı. Baban gösterdi, paran onun hesabına yatırılıyordu.

Hesapladım, net bir kölelik olan “asgari ücret” seviyesinde para kazanabilmen için, (ayda 17 Bin lira için) okula gitmeyip cumartesileri dahil haftanın 6 günü, günde 15 saat çalışman gerekiyordu.

Bu durum seni bunaltmış olabilir. Hikâyendeki en kırılgan yer tam da buraya iliştirilen yabancılığın… Son yıllarda ırkçılık dalgası Türkiye’de çok kabardı. Bundan dolayı aşağılanmış, hakarete uğramış, fazladan ayrımcılığa uğramış, değersiz hissettirilmiş olabilirsin. Bunlar sadece tahminim.

Ablan da senin kadar olmasa da Türkçe konuşabiliyor. Ona sorular sordum, hakkında bilgi topladım.

Herhangi bir hastalığın, ruhsal sorunun yoktu. İlaç kullanmıyordun. Bir erkek arkadaşın, sevgilin, sorun yaşadığın biri yoktu.

Buradan, şimdi oturmuş sana bu mektubu yazdığım büromun önünden yürüyerek 5-6 dakikada işyerine gidiyordun. Hayatın şaşılacak kadar sade ve plânlıydı. Cep telefonunu evde bırakıyor, her gün aynı güzergâhı kullanıp işe gidiyor, aynı şekilde dönüyordun.

15 Şubat’ta da aynı şekilde gitmiş, çoğu zaman olduğu gibi işten çıkışta kendine bir tavuk döner almıştın. Seni çok iyi tanıdığı için lokantada çalışanlar, babana kamera kayıtlarını gösterdiler.

Saat tam 22.01’de içeri giriyor, 22.03’te yemeğini almış, çıkıyorsun. Ama kucağında bir pelüş oyuncak ayı var.

Trabzon’un en ışıltılı yeri. Maraş Caddesi. Baban her zaman olduğu gibi seni 22.15 gibi evde bekliyor. Lokantadan sağ tarafa, eve doğru döneceğine neden sola döndün?

Baban sen her zamanki saatte eve gelmeyince endişeye kapıldı hâliyle. Gecikmen de normal değildi. Tam seni aramak için polise veya iş yerine gidecekti ki -kararsızdı- telefonu çaldı. Saat 22.48. Arayan polisti. Kayalıklara bıraktığın eşyalardan kimliğine ulaşılmış.

Lokantanın tam önünden süre tutup yürüdüm. Ortalama 8 dakikada o caddeyi bitirip sola, Gazipaşa Caddesi’nden aşağıya, Ganita sahiline iniliyor.

Kayalık bölgeye kadar her yerde kamera var. Tek kör nokta kayalıklar ve senin o kör noktadan kendini denize attığın, yani intihar ettiğin iddia ediliyor. Kayıtlara öyle geçmiş. Ama ölümün şüpheli görüldü ve otopsi raporu için Adli Tıp’a gönderildin. Sonrası rutin prosedür.

Bedenin, işgal ve talan edilmiş ülkene gönderildi, orada toprağa verildin. Allah rahmet eylesin. Çok üzgünüm.

Minik bedenin, kuş kadar tüketiminle 8 milyar insanın yaşadığı bu devasa dünyaya pekâlâ, pekâlâ sığabilir, cıvıltılar içinde yaşayabilirdin. Hayattan pek bir şey istediğini sanmıyorum. Yaşamak, bir ağaç gibi, yaprak gibi, çok değil.

Sen de duymuşsundur belki, bu ülkedeki büyüklerin dilinden düşmezdi, biz “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”. Şimdi ise, “bir garip ölmüş diyeler.”

Otopsi raporun henüz çıkmadı. Bir iki ayda gönderilir, deniyor.

27 Şubat’ta anne babanı ve de ablanı alıp Trabzon Adliyesi’ne gittim. Senin dosyanla ilgilenen savcıyla görüşmek istedim. Savcı kâtibi “Avukat bey, ben önden bir görüşeyim kendisiyle.” diyerek odasına girdi. Ben kapıda bekledim. Savcı bey talebimi kabul etmedi. Kapısından çevirdi. Yanlış anlamanı istemem, şahsımla ilgili bir durum değil, kimin geldiğinden bağımsız, savcı beyin bir prensibiymiş. Her neyse…

Dosyanı inceledim. Savcı, şehrin göbeğinde onlarca işyerinin önünden geçip gittiğin saat aralığına ilişkin kamera kayıtlarını Emniyet’ten talep etmemiş. Öyle ya, nereye gittin, yanında biri var mıydı, kız başına, çocuk olarak kış vakti, o soğukta o karanlık kayalıklara nasıl gittin, arkandan biri geldi mi, insan merak eder değil mi?

Savcı bey unutmuş olmalıydı iş yoğunluğundan. Ben bir talep dilekçesi verdim bunun için. Sağ olsun, savcı, Emniyet Müdürlüğü’ne talimat verdi.

Çok merak ettiğimiz bir husus daha var. Neden montunu, çantanı, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp, kayaların üzerine bıraktın?

Kışın hava soğuk, Karadeniz dalgalı olur. Islak ve karanlık ve yamuk yumuk kayaların üzerinden seke seke 10 metre kadar yürümen gerekmiş olmalı. Çıplak ayaklarla kayıp düşmekten korkmadın mı? Bunlar 16 yaşında bir ana kuzusunun yapacağı şeyler mi, bilemedim.

Dünyada milyonlarca mülteci var. Sen, şanslılar arasında bile sayılırsın aslında. Anne baban ve 3 kardeşinle birlikte, sıkı aile bağları içinde yaşıyordun burada.

Henüz çocuk yaştaydın, ki çocukların yaşama enerji ve iştiyakı fıtraten yüksektir. Kendine yemek alman ve az önce yemen doğal olarak yaşama isteğine delalet ediyor.

Kucağında taşıdığın oyuncak ayının anlamı neydi peki?

Hayır, ailene teslim edilen eşyalar arasında yoktu o. En son lokantadan çıkarken kucağındaydı. Onu ne yaptın? Birine hediye etmek için mi aldın yoksa yanında mı götürdün?

Ha, az kalsın unutuyordum. Ablan söyledi. 16 şubat öğle saatlerinde polis senin eşyalarını ailene bir poşet içinde teslim etmiş. Bunlar delil niteliğinde eşyalar olduğu için muhafaza altında tutulmalıydı.

Anlaşılan polis ve savcı seninle ilgili peşinen hüküm vermiştiler, gerisi prosedürdü.

İntihar ettiğine ilişkin somut bir delil yok, cansız bedeninin bir saat sonra soğuk sulardan çıkartılmasından başka.

Savcılığa dilekçe verdim, geride bıraktığın eşyalar muhafaza altına alınsın diye. İçin rahat olsun, olayın aydınlatılması için elimden geleni yapıyorum. Olayı eşimle dostumla istişare ediyorum, arkadaşlara danışıyorum, atladığım bir nokta var mıdır diye soruyorum.

Telefonunda bir mesajlaşma, sıra dışı bir konuşma yok. Çantandan küçük bir seccade, bir tespih bir de  üç aylara girdiğimiz için okunacak bir duayı yazdığın mahzun bir kağıt parçası çıkmış. Başka da bir şey yok. Ser verip sır vermemişsin. Açıkçası, ketum bir çocuksun! Geride bir bilmece bıraktın. Bilmeceler de bilinemez genelde, ilkokul düzeyi değilse.

Üzerine yersiz yurtsuzluğun, göçebeliğin, mülteciliğin, sürgünlüğün kokusu mu sinmiş ne?

“Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyor şair, öyle mi yani?

Hayat bir serap.

Bakalım, göreceğiz.

Dosyanın akıbeti hakkında seni haberdar edeceğim.

Rabbim muhafaza buyursun.

Mehmet Ali Başaran

Not: E’nin ölümüyle ilgili öngörüsü, düşüncesi, eleştiri veya tavsiyesi, bir okuma veya seyretme önerisi olanlar m.ali.b@hotmail.com adresine yazarak benimle paylaşabilirler. 

Devamını Okuyun

GÜNDEM