Yazılar
Zap Suyu Derin Akar – Mustafa Zahid Ergün
Yayınlanma:
4 yıl önce-
Bir türlü gelmemişti o sene bahar, dağlara bir türlü çıkamamıştık.
Kasvetten iyice darlandık. Dağların güney cepheleri aslî rengine büründü nihayet, kuzeyler hâlâ karlı. Çığ, taş vedahî ayı(!) tehlikesine karşı uyarılar devam etmekte. Büyüklü küçüklü yüzlerce çığ ve her gün binlerce ton taş-kaya düştüğüne göre, bunun yüklü bir akarı var. Mayıs’a kadar pes edeceğe de benzemiyor. Her sabah kar kürüme araçları birkaç sefer yaparak temizliyor yolu. Bazen o kadar çok taş düşüyor ki, orada daha önce yol olduğunu bilmesek, olmadığına kanaat getiriyorduk.
Okuldan dönerken (16/03/2012) o taşlardan bir kısmı bu sefer bizim arabaya düştü, yani, o taşlardan hayli tecrübeli bir ekip, kamikaze saldırıda bulundu. Sağ far camı ve ortadaki havalandırma deliğini parçalamış Transit’in. Ama biraz acemilik sezdim taş kafalıda, kaçamamış çünkü. Utanmadan oraya bir yere saklanmış bir de. Çarptığı köşesi beyaza kesmiş. Seslerden anladığımız kadarıyla ekip biraz kalabalıktı. Diğerleri görevlerini hakkıyla ifa edip kaçtıkları için yakalayamadık. Eşkâllerini ve hangi örgüte mensup olduklarını tespit için en büyükleri olduğunu düşündüğümüz zavallıyı yanımıza aldık. İki yumruk büyüklüğünde vardı. Ön cama gelenler onun kadar olsaydı, kaza yapmamız muhtemeldi. Demek ana kuvvetle ön takımlara saldırıp uyarı vermekti niyetleri. Camlara ihtiyat kuvvetlerini yollamaları belki kazayı hak etmediğimizi düşündüklerindendir.
İki sene önceki (2010) saldırı daha riskliydi. Sahibi değişik olsa da araba aynıydı. O zaman gelen, gördüğümüz -yani seslerden anladığımız- kadarıyla tek bir fedaiydi. Şoförün hemen arkasında oturuyordum. Camdan içeri yayılan basıncı hissettim. İntihar bombacısı gibi yapayalnızdı. Bir derdi vardı da öyle mi atladı, yoksa gerçekten kamikaze miydi, hâlâ anlamış değiliz. Bunun, biz öğlencilerle bir alakası var mı bilmiyoruz. Belki de bizden birine kastetmişlerdir. Sabahçıların başına bir şey gelmediği gibi, bütün lastikler de bizim seferlerde patlıyordu. Silecek demirine isabet etmişti o zamanki fedai. Ama bildiğin yamultmuştu demiri.
Bu taş isabet etme olayları sonucu, demek ki diyorum, hayatı tesadüflerle açıklama garabetini gösterenlerin derdi boşuna değilmiş. Sen git, bazen 90 dereceden fazla açılarla (kamyon tepesinde giderseniz dağlar üstünüze üstünüze düşecek gibi olur) yol boyu hizalanan dağların tepesinden yaklaşık 70 m.lik bir yükseklikten rastgele taklalarla -göremedik ama muhtemelen öyledir- intihar atlayışı yap. Sonra da o gün o yoldan geçen yüzlerce -saymadık ama herhâlde öyledir- arabadan herhangi birine dal. Bereket ki Zap’ın yatağını dolduran bu kayalar, taşlar gecenin sabaha yakın saatlerinde çözülüp yuvarlanıyor da kaza riski gün içinde bir nebze azalıyor.
Bir yanda bu sarp dağlar, bir yanda küçük bir mahalle sıkışmış rodeo atı gibi delicesine başını taşlara kayalara vura vura, bin bir dertle akan azgın Zap Suyu… Gidiyoruz öylesine…
Bu hikâyecik 4 sene boyunca her gün -saymadım ama herhâlde 650 kere- kat ettiğimiz 45 km.lik Hakkâri-Taşbaşı arası yolda geçti. Evet, her gün dikine dikine yükselmiş heybetli dağlar ve çılgın mı çılgın akan Zap Suyu’nun arasından bu kasisli, kavisli, çukurlu yolu gittik geldik. Kitap ve dergiler olmasa biterdim, diyebilirim.
15 Eylül 2011… Okulun ilk günleri, daha servis ayarlanmamıştı. Çukurca arabalarıyla yaklaşık 2 hafta gidip geleceğiz. Daha çok otostop belki… Bir arkadaşın arabası var. 10 kişiyiz, 5 kişi arabaya biniyor, 5 kişi otostop yapıyor. Onlar yola çıkmadan bir araba durup bizi alıyor. Arkadan yetişiyorlar. Bir köyün içinden geçerken Zap Suyu’nu besleyen binlerce dereden birinin üzerindeki dar köprüde tırla çarpışmaktan son anda kurtuluyoruz. Bizi sollarken “dikkatli olun” işareti yapıyorlar. Şoför hoş sohbet, muhabbet koyulaşıyor. Merkezde oturduğumuz evin yanındaki odun deposunun sahibiymiş. Hazır kış da yaklaşıyor, tanışmamız iyi oldu. Yaklaşık 200 m. aramız var arkadaşlarla. Önde oturan arkadaş “eyvah eyvah eyvah” diye vaveylayı basınca herkes dikkat kesiliyor. Anlık olay, baktığımda arabanın yola düz bir şekilde yaylanarak oturduğunu gördüm. Toz kalkana kadar yetiştik. Yol yeni yapıldığı ve her zamanki gibi kenarlar iyice ezilmediği için araç mıcıra kaptırmış ve sağ tarafa, yamaca doğru tırmanışa geçmiş. 3-4 m. sonra bir kayaya çarpınca yola doğru bir sefer tam takla atmış. Ben gördüğümde bu takla sonucu düştükten sonra son kez yaylanıyordu. O kayaya çarpmasalar daha çok çıkıp takla sayısı artacağından Zap’a yuvarlanmaları işten bile değildi. Kazazede arkadaş sonraki bir sene boyunca hep o kayaya ve üzerinde kalan yağ izlerine baktı durdu, iç geçirdi. Çığ tüneli yapılırken o da bozuldu gitti tabiî.
Olay tam Vali Çeşmesinin yanında cereyan etti. (Vali çeşmesinin üç yandan çıkmalı 1 parmaklık musluksuz demir tesisat borularından kuvvetli akan güzel bir suyu var. Biraz gerisinde tünel yapılırken çeşmeye gelen damarlarla oynandığı için hayli süre suyu etrafa yayıldı. Ama zaten kaynağı hemen orası olduğu için millet tereddütsüz kullandı yine suyu. Zap vadisinde her km.de böyle pınarlar çok olmakla beraber, bu çeşme derleyip toparladığı için suyu, ziyaretçisi çok oluyor.) Yanlarına kavuştuk. Biz gidene kadar hepsi arabadan çıkınca rahatladık, ama ufak da olsa kanamaları olduğundan acilen merkeze yetişmeleri gerekiyordu. Biz indik onlar bindi. O mevkide mümkün değil telefon çekmez. Gelip geçenlerle Üzümcü karakoluna haber gönderdik. Kendi güvenliklerini sağlayarak gelecekleri için 15 km.yi gelmeleri yaklaşık 2 saat sürdü. Aracın elektrik ve yakıt sızıntısı olmadığını kontrol edip biraz daha oyalandıktan ve daha sonra çekiciyle arabayı almak üzere terk ettikten sonra su almaya gelenlerden biriyle geri döndük. Merkeze vardığımızda tedavileri bitmek ve taburcu olmak üzere olduklarını görünce sevindik. Araba hariç kimseye bir şey olmamıştı.
Bu kaza her gün onlarcasının olması muhtemel kazalardan sadece biriydi. İşin kötüsü kaza yapmaksa, daha kötüsü Zap’a uçmaktır, söz konusu Zap vadisi olunca.
O yoldan tam tam 4 sene okula gittim geldim sonra. Zap’a düşüp de çıkanı duymadım, görmedim. (Mayın patlaması sonucu Zap’a yuvarlanan bir asker günlerce süren aramalar sonucu ancak bulunabilmişti. Ankara’dan gelen özel ekip bulabilmişti naaşını. Bir de yöre halkının az bir kısmında az da olsa Cuma günleri Zap’ın cenazeleri vereceğine dair bir umut var. Özellikle o vakitlerde gidip arıyorlar uzun süren kayıpları.) Zap Suyu, tıpkı bir maratonda gibi, fakat yüz metre atleti performansıyla koşturmaya başladığı günden beri yapılması gereken, ama yüzyıllardır yapılmayan yol kenarı bariyerleri 2013’te yapılmaya başlandı. O da hem çözüm değil, hem de yarı yolda var sadece. Merkeze çıkan yolun birkaç km.lik kısmında dik yamaçlara tel örgüler çekildi, eyvallah. Ama koca Zap vadisinde yola akan, düşen taşın kayanın haddi hesabı yokken bu lokal bir tedavi oluyor. Yüzlerce km.lik yollarda sadece bir yerde radar var. Yerlerde hız limitleri yazıyor, ama uyan kim!
Ve 4 Mayıs 2015 günü ajanslara kara bir haber düştü
Ajanslardan okuduklarımı derleyerek ileteyim: Hakkâri merkeze bağlı Taşbaşı köyünden sabah saatlerinde şehir merkezine bir yakınlarının cenazesini almaya giden dört araçlık konvoydaki bir kamyonet Vali Erdoğan Gürbüz çeşmesi yakınlarında, şoförün direksiyon hâkimiyetini kaybetmesiyle Zap Suyu’na yuvarlandı. O gece ve gün boyunca iyice hızını artıran yağmurla coşan Zap Suyu uzun atlamalı büyük dalgalarıyla hemen içine çekti aracı. Araçtan çıksan ne fayda, yüzme bilsen boş! Konvoydan biraz geride kalan aracın merkeze ulaşmadığı fark edilince şüpheler üzerine aramalar başladı. 5 Mayıs Salı günü öğle saatlerinde suyun hafiften azalmasıyla biraz görünerek vinçle alınan araçtaki 5 kişinin kilitli kalmak suretiyle boğularak feci şekilde can verdikleri tespit edildi.
Daha köyden tayin olalı bir sene bile olmamıştı. Muhtarı, hocaları, öğretmen arkadaşları, konu komşuyu aradım çokça. Milletin boğazı düğümleniyor konuşurken. Tek teselli (!) Zap’ın cenazeleri saklama konusunda fazla ısrarcı olmaması. Düğünü bayramı olduğu gibi hüznü de derinden yaşar Doğu halkı. Bütün köy yasta, taziye çadırları kurulmuş. Okulda öğrenciler perişan, öğretmen nasıl ders işlesin. İnsanların boğazından ekmek geçmiyor, kulağından bilgi nasıl geçsin. Civar ve uzak illerden, Irak’tan, İran’dan akrabalar gelmiş. Devletin tüm kurumları, askeriye, STK’lar, partiler herkes orada… Her sene yaza doğru eski köy yolunu açmaya gelen iş makineleri bu sene hem erken geldiler biraz, hem de fazladan olarak beş mezar daha kazdılar toprağı kanata kanata.
Bana uzaktan bu haberlerin bir kısmını ileten medyaya da burada yer vermemek elde değil. Yerel basın nispeten hâlden anlıyor, durumu bildiği için. Şikâyetim şu: 2013’te köye gelen elbise yardımından sonra bir ulusal gazetenin birinci sayfasında Taşbaşı köyü şöyle resmedilmişti. Bir yanda buz üzerine çıplak ayakla bastırılmış, diğer yanda bot giydirilmiş bir çocuk fotoğrafı ve üstünde şu yazıyor: Bot denen şey ne sıcakmış. Yazık be, sanki o çocuk daha önce hiç bot görmemiş. Diyelim ki görmemiş 2013’e kadar sen neredeydin derler adama! Kaza olayında da aynı haberciler çıkıp vefat edenler hakkında “şu kadar çocuğu vardı, yeni düğün yapmıştı” gibi cümleler sarf ederek işi dikkat çekilir hâle getirmeye çalıştılar ya, işte o çocuklardan birini o zaman nasıl malzeme yaptığınızı görmüştük. Acı da tatlı da malzeme, bol bol kullanın! (Soma’yı hatırlayın!) Köydeki hatırlı büyüklerden Mecit Erçağ’ın geçen sene de bir kardeşini kanserden kaybettiğini duyduk süslü spikerlerden! Sonra magazin haberlerine kaldığı yerden devam ettiler neşelenerek. Şoför Ali Dayan ve eşinin geride bıraktığı pırlanta gibi yedi çocuğu haberlere meze mi yapmadılar! 13 yaşındaki Yücel’in Zap kenarındaki içinde volkanlar patlarken bile sakin gözüken dertli bekleyişini de, 8 yaşındaki Hatice’nin aksayan bacağını da gördük hikâyeler arasında! 11 yaşındaki Melek, kundaktaki minik kardeşini kucağına almışken hüzünlü pozlar yakaladılar Doğudaki kız çocuklarının dramatik(!) hayatlarına dair! Zengin yardımseverlerin kucağına servis ettikleri pozları didik didik edip montajladılar! Yerel basından tanıdığım biri şunu söylemişti: Biz, buradan gönderdiklerimizle ulusal basında çıkanlar arasında bağlantı kurmakta çoğu zaman zorlanıyoruz. Zira masa başında çok değişikliğe uğruyor yaptığımız haberler.
Hakkâri’ye tayini çıkan bir öğretmen, “Gelirken Van’dan bakliyat peynir vs. alayım mı?” diye sorma raddesine geliyorsa, bunda medyanın yanlış yönlendirmesinin etkisi yadsınamaz.
Yazılar
GASSAL: Ölümün Farkındalığının Hayatı Düzenleme Eğilimine Etkisi – Engin Yüksel
Yayınlanma:
2 hafta önce-
Ocak 5, 2025Bir daha düşündüm: Gassal kesinlikle bir başyapıt!
Çünkü…
Bir başyapıt, evrensel önermeye bağlı bir kurgunun karmaşık örgü ve buna uygun karakter derinliği ile ortaya çıkar. Gassal’da bunlar fazlasıyla var.
Eser bize, ölümün farkındalığının hayatı düzenleme eğilimine etkisi üzerinden bir pencere açıyor. Dizideki karakterleri “ölümden korkanlar” ve “yaşamın içinde savrulanlar” diye ikiye ayırabiliriz ama ölümü anlayan bir tek Gassal var. İşte bu anlama, Gassal’ı diğerlerinden farklı kılıyor.
İlk karakter, şoför. Ölümle ilgili tek fikri, korku ve kendini savunmak… Silah metaforu ile verilen şoför, diğer tüm karakterler gibi hayatın normal akışı dışında bir yaşama sahip: Kız kaçırmış ve kaçırdığı kızın ailesi tarafından öldürülüyor.
İkinci karakter, Gassal’ın yardımcısı. O da ölümden korkuyor ancak kaçmak dışında bir tavır geliştiremiyor. Ölümü anlamaktan çok uzak!
Üçüncü karakter, hemşire kız. Yaşamı kendi üzerinden okuyor ve çocuğu olmamasını kendisi kabullenmediği gibi başkasının da kabullenmeyeceğini düşünüyor. Yaşamın gerçekliği yerine kendi gerçekliğini yaşıyor.
Dördüncü ve beşinci karakterler bir çift, Ahmet ve Neslihan. Eserdeki normal algımızı inşa ediyor gibi görünen çift de aslında bir başka gerçekten kaçış hikayesi taşıyor: Kendi cennet bahçelerini oluşturmuşlar. Çitleri bile var! Ütopyaları, ışıklı havuz! Ve ölüm… Final, bu çift üzerinden kurgulanmış. Yazının sonunda yine değineceğim.
Altıncı karakter, baba. Kendisinin de dediği gibi, ondan ne koca olur ne de baba! Hayata rağmen kendi gerçekliğinin peşinde savrulan biri. Hazcı. Hedonist. Ölüm yokmuş gibi yaşıyor.
En komik karakter de şüphesiz kız kardeşleri kaçırılan köylü ve çevresindeki tipler. Bolca geleneksel doku üzerine serpiştirilmiş felsefi cümleler ve finalde konunun festivale bağlanması doğu tipi aydının çıkmaz sokağından bize sesleniyor.
Gassal’a araba ile çarpan dejenere tip ve ailesi ise günümüz ortalama insanını çok iyi sunmuş. Hiçbir çıpası olmayan bu tipler sadece kendi korkuları ile çıkarları açısından dünyayı algılıyor ve her cümleleri mantıksızlığın tutarlı mantığı olarak bizi dehşete düşürüyor!
Bir de aralara yerleştirilmiş ekonomi politiği açıklayıcı tipler var. Kasiyer kız ile hayatın gerçekliği karşısında kapitalist yanılsama, ölümüne kavga ettirilmiş. Muhteşemdi!
Filmin finali çok sertti. Cidden çok sertti. Dünyada kimse kendi küçük cennetini inşa edemez. Hayatın gerçekliğinin farkındalığı esastır ve bundan kaçış küçük cennetler üzerinden olmaz. Tamam, ben de üzüldüm en sempatik çiftin ölmesine ama konforlu alan göndermesi lazımdı da bu kadar içimizi acıtması acaba eseri anlamamıza çok mu engel oldu? Çok mu duygusal bulduk diziyi; bıçak gibi sert ve keskinken!
Ölüm, bize bir çıpa verir; kendimizi ve ötekini anlamamıza dair. “Hakkımız olan” ve “ötekinin hakkı” kavramları, ölümle anlam kazanır. Ölümün farkındalığı bizi makul olanı inşaya zorlar. O mahallede, o küçük cennet makul değildir. Sevimlidir, romantiktir özenilesidir ama makul değildir.
Gassal’ın, istemeye gittiği kız ve ailesinin analizini ise sizlere bıraktım.
Dimeşk; bu toprakların kadim hikâyelerinin yazıldığı nadir beldelerdendir. Milenyum sonrası inşa edilen yenidünya düzeninde yine kilit rolü üstlendi ve ahalisi türlü türlü ceremelere gebe kaldı. Ortadoğu’yu arzuları doğrultusunda kendilerine risk teşkil etmeyen parçalara bölüp şekillendirme evresi sonlara yaklaştı, etken değil de edilgen konumda oldukça elde ettiğimiz her bir özgürlük alanı başka bir açıdan esaretlerimizi daha da derinleştirmektedir.
Değil bu beldede veya benzer konularda, en ufak bir konuda dahî tek bir etkene göre hareket etmeme kaidesini işletip hareket etmemiz gerekmektedir. Esad dün de zalimdi, kimse Esad harika/şirin/mükemmel bir yönetici, demedi hiçbir zaman; koca bir Ortadoğu’nun kaderini şekillendirecek tavırlarımız, sadece bir etkene veya bir kişinin olumlu olumsuz varlığına göre şekillenebilir mi hiç?
Mesele, özgürleşmek değil; mesele, ne zaman ve nasıl özgürleşileceğidir. Başkasının gölgesinde edinilen özgürlük ne kadar, ne tür bir özgürlüktür? Önemli olan özgür halkların, özgünce yaptığı inkılaplardır.
Her şeyi boş verin, iki dakika durup bir düşünün “Bu insanlar ne diyor?” diye. Müslümanların, mazlumların, ezilmişlerin kötülüğünü mü istiyoruz, diktatör âşığı mıyız, işimiz gücümüz yok da dertsiz başımıza dert açan mazoşistler miyiz? Yok, başka bir şey varsa kulak verin! Esen rüzgâra, akan suya, önüne konana, zahiren gördüğüne, olmakta olana göre hareket etmek kolaydır. Mühim olan önüne konanı ve olanı sorgulamaktır; zan atında kalsan da çevrenle kötü olsan da yerel ve küresel muktedirlere terste düşsen, hakikati araştırıp bulma gayretidir.
Koca ümmetin çoğunlukla tek yaptığı şey karşılaştığı birçok vakıaya karşı duygusal refleks göstermek, etraflıca düşünüp sonucunu değerlendirmeden esen rüzgârın arkasından savrulmaktır. Ki; “Müslüman aynı delikten iki defa sokulmaz!” diye uyarmıştı son Nebi ama yanı başımızda Irak, Tunus, Libya gibi örnekler öylece durmaktayken bu tecrübelerden nasıl olur da dersler çıkartamıyoruz, anlamak mümkün değil!
Tamam, yerel diktatörden kurtulduk! Peki, küresel muktedirlerin emelleri ne olacak? “Kervan yolda düzülür.” diyorsunuz sanırım, “Muhaliflere zaman verin!” deniyor ama Gazze’nin zamanı yok, yarınlarımızın kaybedeceği bir günü dahî yok! Geldiğimiz noktada, cümbür cemaat Suriye sınavını kaybettik! Suriye, Esad hanedanından kurtuldu ama üzerinden bu topraklara ekilen karşıtlıklar daha da derinleşti ve belirsizlik kat be kat arttı.
Suriye halkının yılladır çektiği ıstırapları kıyaslamak, tercih etmek, küçük görmek kimsenin haddine değil, kastımız da bu değil zaten. Misal; Hama katliamı sırasında bombardıman emrine uymayıp hapse atılan ve “öldü” sanılan pilotun 42 yıl sonra cezaevinden çıkması üzerine tarih baştan yazılır; bir kız çocuğunun babasına kavuşması üzerine akan sular durur. Bir diğer yandan ne yazık ki üzerimize çığ devriliyor, işaret ettiklerimiz yaşanan acıların karşıtı değildir. Onlar; bize yaşatacakları acıları da yine bizim üzerimize basarak yapmaktadırlar. Bu çarkı, kısır döngüyü bugün kırmazsak yarın bunun on mislini yaşayacağız; sonraki kuşaklar ise elli mislini yaşayacak!
Suriye yönetiminin zalimlikleri, yanlışları, sorunları, bizlerin nasıl hareket etmemiz gerekliliği için tek başına yeterli olmayacağı gibi diğer taraftan Esad’a karşı mücadele edenlerin salt iyi niyetine göre de hareket edemeyiz. Küresel denklemler ve gelişmeler öyle senin benim iyi niyetimize, arzularımıza göre şekillenmiyor. Adamlar profesyonelce siyak sibakını da inşa ediyor, yönlendiriyor, manipüle ediyor.
Savaş öncesindeki Esad’ın diktatörlüğünün zalimliklerinin hanedanlığının yanlışlıklarının (yine ilk günlerde dediğimiz gibi) çözümü Amerika’nın su yolunda değil, kendi dinamiklerimizle hayat bulmalıydı. 2011 sonrasında haklı-haksız arayışı ve tanımlamaları yersizdi çünkü Suriye’de bir savaş yoktu, bir kaos vardı ve kaosta haklı haksız aranmaz. İşletilen intikam ve kan davasından, ihtiras ve taassuptan ancak zillet doğar, belirsizlik artar ve belli çevrelerin istedikleri de bundan başka bir şey değil! Son Nebi, son sözünde “Her türlü kan davası ayağımın altındadır!” dedi mi, demedi mi? Aksâ Tûfanı’nın ilk günlerinde “Suriye tecrübesinin kötü izlerini Gazze kapatır, vahdet sağlanır da bölgemizden siyonizmi ve emperyalizmi def edip özgürleşiriz!” diye umut etmiştim. Maalesef şu an, bu umudumun tam tersi olmakta…
Şahsen 2006 yılında Şam’da okuyup geldikten sonra Esad hanedanlığının oluşturduğu korku imparatorluğundan bahsedip “Bu rejim devrilmesi gerekir!” derken şimdi bizi tefe koyanlar yine o anda esen rüzgâra göre kolay olanın arkasından savrulup hiçbir rahatsızlık emaresi göstermiyorlardı. Kaosun başlarında bizler yine sunulanın ters köşesinde kaldık, şimdi de öyleyiz hamdolsun! Kimse kusura bakmasın “Cambaza bak, cambaza!” diyerek sahnelenenlere göre hareket edemeyiz.
Olayların dış yüzüne göre değil de iç yüzüne göre hareket etmek, Âdem’den kıyamete kadar kişiyi hakikate götürecek doğanın temel bir kanunudur. 2011’de “Durun, bu böyle olmaz; bu işte bir gariplik var!” diyenler, sizin gibi mezhebî taassuplarından dolayı veya hedef tahtasına konan basit bir diktatöre göre değil, İsrail’in güvenliği ve emperyal yayılmaya zemin sağlayacağı için sürece temkinli yaklaşıp uyarılarda bulundu. Hadi diyelim geçmişte meselenin iç yüzü tam görülemedi, yaşanan kötü tecrübelerden sonra gelinen noktada ve Gazze ortada dururken bu yaşananlar, artık cahillikle, öngörüsüzlükle, düşüncesizlikle açıklanamaz! Maalesef itham ettiğiniz kesim değil, tersten sizler salt ve basit bir mezhebî taassupla, ihtirasla, kan davası güderek düşünüp konum almaktasınız.
Batılı aklın bölgemizde tek bir şeye ihtiyacı var: belirsizlik! Bu belirsizlik ortamında istediği gibi at koşturabiliyorlar, istediklerini yapabiliyorlar. Ki, bir şey yapmalarına da gerek kalmıyor, kendi kendimize yapıyoruz ve onlara tehlike teşkil edecek konumda olamıyoruz. Bu püf noktanın farkındalığına varabilirsek belki önümüzü aydınlatıp yarınlarımızı kendimiz şekillendirebiliriz. Aksi takdirde bugünkü zelil hâlimizden çok daha kötü günler bizi bekliyor olacak. Bu ve benzeri temel kaidelere dikkat etmedikten sonra üçüncül, dördüncül hususlara göre reflekslerimizi şekillendirirsek sonuç hepten hezimet olacaktır.
Uyarılarımız, vurgularımız, çığlıklarımız bir varsayım veya olasılık değil, aynelyakîn yaşadığımız gerçeklerdir! Irak, 22 yıldır hâlâ ayakları üzerinde istikrarlı ve sağlam bir yapı kuramadı, Libya 10 yıldır harabeye döndü ve hâl-i hazırda bir boşlukta sürüklenmektedir. Bu tabloların kendi halkları nezdindeki kazanım ve kayıpları ayrı mesele, asıl mesele İsrail’e ve Amerika’ya tehlike teşkil etmekten çok uzak, varlık mücadelesi vermeye mahkûm ve mahrum topraklar olarak karşımızda durmaktalar. Diyeceksiniz ki, şu andaki mevzumuz olan Esad zulmünden halk nasıl kurtulacaktı? Her konu için ve her zaman dediğimiz gibi kendi ihtiyaçları, kendi dinamikleri, kendi dili, kendi belirlediği zamanda, kendi araçlarıyla özgürlüğüne kavuşmalıydı. Gelinen noktada (bizi boş verin) sahada mücadele eden tek bir kişi dahî “Biz özgünce, yukarıdaki argümanlar ile özgürlüğümüzü elde ettik!” desin, bütün sözlerimizi geri alacağız. “(Maslahat icabı da olsa) Amerikan silahlarıyla cehdetmedik, bölgesel veya küresel çıkar odaklarının parasını almadık” desinler, ömrümüz boyunca tek bir kelime dahî sarf etmeyeceğiz. Kendi ihtiyaçlarımıza binaen kendi istediğimiz zamanda kendi açtığımız yollardan yürüyüp yol aldık.” desinler, ellerini öpeceğiz.
Bu arada; uyarı ve söylemlerimizin yanlış çıkmasını ne kadar çok istiyoruz, tahayyül dahî edemezsiniz! Yanılmış olmak bizi cân-ı gönülden bahtiyar edecektir. İnşallah kısa sürede bir nizam sağlanır, inşallah iktidar mücadelelerine girip bir iç karmaşa çıkmaz, inşallah emperyalizm ve siyonizm bölgemizden kazınır, inşallah mazlumlar huzur bulur, inşallah Gazze ahalisine umut olacak hamleler yapılır. Yalnız bunlar için sadece samimiyet yeterli değildir, bunu da unutmayalım!
Geldiğimiz noktada biraz da “olan”ı irdeleyelim: Suriye, 13 yıllık sürecin sonunda, son 5 yılda öyle böyle bitmiş bir iç savaş sonunda birdenbire 5 günde tamamen çözüldü. Bu nasıl oldu, içerideki zaaf kim tarafından fısıldandı, kimler yol verdi, hangi ihtiyaca binaen ne zaman cereyan etti ve önemli soru olarak, bu kime yaradı/yaramakta/yarayacak?
Suriye’deki diktatörlüğün ve hanedanlığın bitmesi, korku ve baskı atmosferinin dağılması kendi içinde değerli ve kimsenin karşı çıktığı bir husus değil; özellikle hapishanelerdeki haksız yere duran mazlumların fiili özgürlüklerini elde etmesi paha biçilmez bir kıymet! Tek başına bunlar dahî kelimelerle ifade edilemeyecek artı değerlerdir. Yeterliyse sorun yok ama öncesi ve sonrasıyla, etki ve yansımalarıyla, yerine oluşacak olgunun “ne”liğinden kimler için ne ölçüde bir tarlaya dönüşeceğini ve doğuracağı sonuçları irdeleyip belirlemek önem arz etmektedir. Tabii ki her sonucu mutlak manada önceden öngörüp tanımlamak mümkün değildir, çoğu vakit halis niyetlere göre yolda şekillenir arzu edilenler. Ama bu kadar da âşikâr olan hususlar ve yaşanılan tecrübeler varken durup kırk kere düşünüp öyle hareket etmemiz gerekmez mi? Olan-olmayan her şeyi boş verin, Netanyahu dâhil İsrail içinde her mevkideki kişiler açık ve net bir şekilde memnuniyetlerini belirtip ısrarla Suriye’nin özgürleştiğini vurgulamaları hiçbir anlam ifade etmiyor mu sizler için!
Zamanlaması mesela, İsrail’in Hizbullah’ı bastırıp ateşkese zorlamasından henüz 24 saat (Sizce normal mi?) geçmemiş ve Gazze öylece ortada kalmışken, ABD başkanlığına gelecek deli, “20 Ocaktan sonra sizlere cehennemi yaşatacağım!” demişken…
Astana sözleşmesi bağlamında İdlib’i kontrol ve koruması altında tutan Türkiye’nin yol vermesiyle başlayan harekâtta eş zamanlı olarak bir yandan YPG kuzeyden saldıracak, bir taraftan Amerika, Irak sınırındaki unsurları bombalayacak. Bir diğer tarafta İsrail; Suriye havaalanlarını/üslerini/Lübnan sınır kapısını (sonraki saldırılar değil, aynı günlerde) vuracak; aynı zamanda Golan tepelerinden Hermon dağını tümden işgale yönelerek saldırıya geçecek, sen de bütün bu gerçekleri kendine yedirip hem de (ihtiyaçtan da olsa) Türkiye ve Amerika’dan edinilen silahlarla yol alacaksın! Genel olarak da konjonktüre göre konum alan halk kitlesiyle birlikte devrim yapacaksın, bir de üzerine İslam devleti kuracaksın öyle mi! Başka sorum yok hâkim bey!
Liberaller “Otoriter Esad gitti!” diye; Türkçüler “Halep’e Türk bayrağı asıldı!” diye; Kürtçüler “YPG güçlenip Kürdistan’ı kuracak! diye; Müslümanlar “İslam devleti kurulacak!” diye seviniyor. Şahsen sadece cezaevinden kurtulan mazlumlar için seviniyorum, yarınlarımız için üzülüyorum.
Asıl mühim olan, Dünya tarihinin en büyük soykırımı yaşanırken Gazze’nin yalnızlaşmasıdır. Gelinen noktada neredeyse Gazze üzerine konuşan dahî kalmadı! Mesele sadece Gazze’ye ulaşan direniş kanalının kesilmesi de değil, belirsizlik ortamı ve sonrasına dâir olasılıklar asli etkendir. Ümmet zaten yalnız bırakmıştı, seversin sevmezsin destek veren tek silahlı güç olan İran’ın kolu kanadı kırıldı. İsrail, Gazze’de katlettiği yüz binlerce canın üzerine bir milyon canımızı daha yaksa, yarın Mescidi Aksa’yı fiilen yıksa kim, ne yapacak; bundan sonra bir şey yapabilecek olan var mı? Düşüncesi veya sözü olan buyursun! Sonuç ne? Sonuç belirsizlik… Sürekli belirtiğimiz gibi, adamların tek ihtiyacı da buydu zaten!
Sormamız gereken soru şudur: Müslümanlar niye özgür değil? Vahdet içinde değil… Süreçleri yöneten değil, yönlendirilen… Tercih sunan değil, tercih etmek zorunda kalan… Zalimlerden zalim beğenmeye mecbur olan… Yapacağı ya da yapmayacağı şeylerin zamanını kendisi belirleyemeyen…
Özgürlükler verilmez, alınır. Verilen haklar yarın geri alınır veya iğdiş edilip kavramın içi boşaltılıp değersiz hale getirilir. Misal, başörtüsü serbestliği… Bu kaide; ulusal devletler dâhilinde ve belli bir toplumsal meselenin yanında, küresel düzlemde daha da önem arz etmektedir. Haklar ve özgürlükler kendi dinamikleri, dili, araçları, eliyle kazanılırsa kazanım olarak tanımlanabilir. Başkasının araçlarıyla, müsaade edilen, yol verilen kanallardan edinilen kazanımlar sahte özgürlük zeminleridir, yarın çok daha derin esaretlere mahkûm olunur.
Bir de aklıma şöyle bir soru geldi: Bölgemizdeki en başat diktatör ve zalim olan, Mekke’yi Medine’yi hanedanlığına kale yapmış, Kabe’yi esir etmiş Suud ailesine Amerika başta olmak üzere Avrupa niye demokrasi götürmüyor? Batıyı boş verin bizim mücahitler akıllarının ucundan geçirmişler mi Suud diktatörünü yıkmayı, kalemşörlerimiz diktatör diye tanımlayabilmiş midir? Hiç zannetmiyorum, sizce de garip değil mi? Yoksa tanımlamalarımızı, tercihlerimizi, önceliklerimizi farkında olmadan doğrudan ya da dolaylı olarak başkaları mı yönlendiriyor?
Adamlar işini çok iyi yapıyor. Bu dünya dahilinde Allah’ın kanunu ve vaadi açık, vahdetini sağlayıp çalışan ve işini iyi yapan kazanır. Yaşadığımız çağ, tamamen algı yönetimi ve toplum mühendisliğinin işletildiği bir dönem. Her zaman işleyen basit yöntemde olduğu gibi tek yapmaları gereken aramızda fitne çıkartmak; etnik olsun, mezhebi olsun, düşünsel olsun, fark etmez! Sonrası kolay; içine düştüğümüz handikapları pişirip pişirip şekillendirmek… Bu handikaplar onların üretimi değil tabii ki, gerçek olan şeyler. Misal; Esad diktatör ve devrilmesi mazlumlar için elzem bir durum ama sonrası… Sonrası muamma! Sonrasında yerine konacak şey ne; makul bir nizam, huzur, güven, adalet, özgürlük mü? Yoksa belirsizlik içinde debelendiğimiz başka bir esaret mi?
Kur’an’dan ve hayat tecrübesinden öğrendiğimiz üzere “hakikat”, toplumun çoğunun yöneldiği yerin tersine düşmektedir. Bizler hakikat yolunda çoğu zaman esen rüzgâra sırtımızı döndük, akıntının tersine kürek çektik, yalnız da kalsak, çevremizce kötü de anılsak, çileye dûçar da olsak, kalabalıkların aksine en azından akledebildiğimiz kadar bulduğumuz doğrulardan geri durmadık, durmayacağız. Şucu, bucu, oncu potasına düşme korkusuna kapılmadan, maslahat güdüp stratejik hareket edip denge siyaseti yapmadan, atmosferin akışına göre (ki hakikati örten en başat unsurlardandır) ne şiş yansın ne kebap anlayışıyla makul açıklamalarda bulunmadan, zamana bırakmadan doğru bildiğimizi bütün açıklığıyla söyleyip hakikat arayışında olmaya devam edeceğiz. “Hakikat” ya şiştedir ya kebapta… “Zaman” çoğu vakit ve konuda derde deva olurken, bu noktalarda yarayı daha da derinleştirmektedir.
Bu saatten sonra konuşmak da yersiz sanırım… Rabbim bugünlerde Gazze halkının, yarınlarda bütün mazlumların yar ve yardımcısı olsun! Rabbim neslimizin, İslam üzere ayaklarını sabit kılsın!
Yazılar
Suriye’de “Üçüncü Yolun” Kapıları Yeniden Açılırken – Arif Karaçam
Yayınlanma:
2 ay önce-
Aralık 2, 202427 Kasım 2024’te Heyet-i Tahriru’ş Şam’ın öncülüğünde başlatılan saldırılar sonucunda Esat Rejimi’nin kontrolündeki Halep şehrinin hızla el değiştirmesi herkesi şaşırttı. Muhalif güçlerin Hama’ya doğru ilerleme kaydedebilmesiyle Esat rejiminin tamamen çözüldüğüne yönelik iddialar konuşulmaya başlandı. Fakat rejim güçleri Hama kırsalında muhalif grupları durdurmayı başarmış görünüyor. Yeni statükonun sınırları tam olarak nereden çizilecek kestirebilmek zor lâkin Suriye’de çok fazla can almış iç savaşın yeniden hortladığından bahsetmek için erken değil.
Suriye halkı on üç yıldır süren bu berbat boğazlaşmadan ötürü çok büyük bir bedel ödedi. Savaşlar haddizatında insan soyunun en iğrenç pratiğidir. Her türlü haksızlığa zemin hazırlar, her türlü adaletsizliği meşrulaştırır. İç savaşlar daha da beterdir: Aynı dili konuşan, aynı yurdu paylaşan insanlarının birbirlerini boğazladığı korkunç mücadelelerdir. Eğer ortada adil ve onurlu bir çözüm olanağı varsa savaşı sürdürmek cinayetten başka bir şey değildir.
Suriye iç savaşının tarihi karmaşık ve uzun fakat şimdiye dek yaşananları şöyle özetlemek mümkün: Esat rejimi tarafından hunharca boğulmaya çalışılan Suriye halkının haklı isyanı, dış güçlerin erken askerileştirme operasyonu sonucunda silahlı çatışmalara evrildi. Fakat Türkiye, Katar ve ABD gibi güçlerin tesiriyle Suriyeli muhalifler askeri ve siyasi çatılar kurabilmişse de bu yapılar ABD’nin koşullarını sağlayacak asgari bir ahenk ve kapsayıcılığa ulaşamadı. Aşamalar içinde cihadî selefi örgütlerin mücadelede ağırlığı devralmasıyla ABD rejim değişikliğini sağlamak için aktif müdahalede bulunma iradesini göstermeyi reddetti. Suriye’deki bu boşluğu Rusya doldurdu. Neticede, önce Hür Subaylar Hareketi ve sonra ÖSO’yla temsil edilen Batı yanlısı muhalif güçler gitgide zayıfladı ve Suriye sahasını cihadî selefi gruplar domine etti. Bu durum, rejimin tüm hikâyeyi bir “terörle mücadele” meselesine indirgemesine olanak tanıdı. Neticede, son sahnede hemen tüm muhalif güçler cihadî selefiler haline gelmişti ve büyük bir hezimetin sonunda İdlib’e sıkıştırılmışlardı.
Böylece iki açıdan herhangi bir müzakerenin zemini kalmamıştı: Öncelikle bu yapı “ulusal” değil “küresel”, kapsayıcı değil tekfirci, müsamahakâr değil katı ve yasakçıydı. Üstelik dış destekleri de tartışmalıydı. Dolayısıyla rejim, kolayca meşru aktörler olmadıklarını iddia edebilirdi. İkinci olarak, İdlib’teki “Kurtuluş Hükümeti”nin herhangi bir pazarlık gücü yoktu. Zira yalnızca İdlib bölgesini kontrol ediyorlardı ve zaten bir yenilginin sonucu olarak oradaydılar. Dolayısıyla rejime göre tüm öykü artık bir terörle mücadele meselesi olarak “İdlib Sorunu”nun nasıl çözüleceğinden ibaretti.
Fakat 27 Kasım’da başlatılan saldırılar bu sahneyi alabildiğine değiştirdi. Öncelikle HTŞ bu saldırılar aracılığıyla askeri anlamda rüştünü ispatladı. Geçen yıllarda ABD yaptırımlarının etkisiyle Esat rejimi çöküşe giderken İdlib’teki yapının görece yüksek bir idari ve askeri kapasiteye ulaşmış olduğu görüldü. İkinci olarak, bu süreçte HTŞ’nin hiç de alışıldık cihadî selefi refleksleri sergilemediğini gözlemledik. Azınlık gruplarının Suriye’nin bir parçası olduğunu ilan ettiler, şehri ele geçirdiklerinde yargısız infazları ve yağmaları cezalandıracaklarını açıkladılar. Kamusal söylemlerinde de rejimden mezhebi kimliğini hiç telaffuz etmeden, “suçlu rejim” tabiriyle bahsettiler. Tam da bu iki faktörle beraber kurulan yeni sahne, Suriye’de müzakereleri yeniden mümkün kılabilir.
Kanaatimce, Suriye’deki iç savaşla ilgili dışarıdan bakan tüm tarafların kabul edebileceği iki olgusal gerçeklik mevcut. İlk olarak Esat diktatoryası adil ve sürdürülebilir değildi ve Suriye’de halk isyanında haklıydı. İkinci olarak, bugünkü koşullarda Esat diktatoryası HTŞ aracılığıyla devrilirse, İsrail’e karşı direnişin en önemli ayaklarından biri olan Hizbullah’ın ikmal hattı kesilmiş olacak. Aynen Suriye halkı gibi, Lübnan halkı da İsrail’e karşı kendini savunmakta haklı ve bu da Suriye’den geçen ikmal hattına bağlı. Üstelik Lübnan direnişinin Filistin direnişi için çok önemli olduğu da su götürmez bir gerçek.
Bu durum, Suriye’de olası bir adil çözümün unsurlarını şekillendiriyor. Esat’ın görevden el çektirildiği veya en azından geçici bir süre için sembolik bir makama razı edildiği, Suriye’deki sistemin muhalif güçleri de içine alan bir geçiş hükümetiyle esnetildiği, uluslararası gözlemcilerin takip ettiği çok partili seçimlere olanak tanıyan, Suriye halkının özgürce yurduna dönmesine ve Suriye’nin yeniden imarına imkân veren, mücadeleyi askeri boyuttan siyasi boyuta çekerek Suriye halkının ilk etapta haklarının önemli bir kısmına sahip olarak ilerleyen süreçte de dahasını temin etmenin araçlarını haiz kılındığı; öte yandan Suriye’nin hiçbir bölgesel devlete hele mezhebi sebeplerle düşman olmadığı ve bir şekilde İran ile Hizbullah arasındaki ikmal hattının da ikincil yapılar aracılığıyla varlığını sürdürebildiği bir anlaşma zeminini tartışmak gerekiyor.
Siyaset haddizatında çıkarları birleştirme ve ayırma sanatıdır. Bugün Suriye halkının haklı talepleri, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla aynı potada eritilmiş durumda. Bu ikisi birbirinden ayrılabildiği takdirde hem yerel hem de bölgesel açıdan adil bir çözüme ulaşmak imkânsız değil. Elbette, bölgesel devletlerin önemli bir kısmının kendi çıkarlarını da ABD’ninkilerle eşitlediği düşünülürse bu zor bir görev. Fakat Suriye’de yeniden alevlenen çatışmaların aylar süren ve Suriye halkının hayatını yeniden kâbusa çevirecek bir yıpratma savaşına dönüşme riskinin gerçekçi olduğu mevcut koşullarda Türkiye’de devlet dışı aktörlere düşen görev, elini taşın altına koymadığı bir savaşta taraflardan birini sınırsızca destekleyerek amigolaşmak yerine bu tip bir çözümün olanaklarını araştırıp otoritelere empoze etmeyi denemek olmalı.