Connect with us

Yazılar

FETÖ Kafası – FETÖ Ağzı Teşhis Kriteri! – Levent Baştürk

Yayınlanma:

-

Günümüzde ülkemizde genel geçer kaide kuralsızlık/normsuzluk oldu. Gücü olana her şey mübah, gücü olmayansa artık güçlünün merhametine kalmış. Öyle bir hal ki, güce olan yakınlığınızın oranına göre bir kıymet hükmünüz var. Kurumlarınsa çivisi çıkmış durumda. Kurumsallaşma adeta yerle yeksan olmuş halde. Yozlaşma ve laçkalık kurumlarımızın genel karakteri haline geldi.

Dün Anadolu Ajansı (AA) bu tasvir ettiğim hâlin bir tezahürü olan bir olaya imza attı. Twitter’da kurum hesabından yapılan bir paylaşımda şöyle denilmekteydi:

Suç örgütü elebaşı Sedat Peker’e ‘DHKP-C tehditi’ bahanesiyle verilen koruma kararında FETÖ izi tespit edildi”!

Lakin tweetle birlikte paylaşılan koruma belgesinde imzası olan isimler fark edilince derhal paylaşım silindi. Yalnız bu yazı açısından mühim olan husus ilgili belgenin içeriği, belgede imzası olan kişiler ve kurumsal yozlaşma değil. Sedat Peker hadisesi de bu yazının konusunu oluşturmuyor. Bu yazıda üzerinde durmak istediğim husus bir zamanlar destek verdiği iktidarla bugün karşı karşıya gelmiş ve ülkeyi terketmek zorunda kalmış organize şuç şebekesi lideri Sedat Peker’e de yapıştırılmış olan FETÖ etiketi veya FETÖ bağlantısı suçlaması.

İktidar trolleri ve köşebazları da sosyal, yazılı ve görsel medyada Sedat Peker’le FETÖ arasında bağ kurma faaliyeti içine girmiş durumdalar. Genel hatlarıyla kurgu şöyle: Türkiye’nin büyük güç olmasından ve Ortadoğu’da artan etkisinden rahatsız olan ülkelerden biri de Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). Öyle ki, BAE Türkiye’ye karşı en fazla düşmanlık duyan ülkelerin başında geliyor. Bu ülke aynı zamanda FETÖ’nün de destekçisi. Ayrıca 15 Temmuz darbe girişiminin örgütlenmesinde ve finansmanında mühim rol oynamış ve Abu Dabi Veliaht Prensinin dostu Filistinli sürgündeki muhalif siyasetçi Muhammed Dahlan da BAE’de yaşamakta. Dahlan, Gazze’de Hamas’a karşı mücadelede ve Batı Şeria’da, El Fetih ve Filistin Yönetimi içindeki güç mücadelesinde, Başkan Mahmud Abbas’a karşı İsrail ve ABD tarafından desteklenmiş biri. Ayrıca Mısır’da Muhammed Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler Hareketi’ne karşı yapılan darbede de rol almış bir isim. Dolayısıyla iktidar trolleri ve medya köşebazları der ki, Sedat Peker’in de soluğu BAE’de alması ve video yayınlarına orada başlaması boşuna değil. Ortada FETÖ’nün ve onun destekçisi olan Dahlan, BAE, İsrail ve ABD’nin de arkasında olduğu oynanmakta olan bir büyük oyun var!

Özetle, Sedat Peker sahnede fakat FETÖ, bölgesel ve küresel destekçileri perde gerisinde…

Yine kısa bir süre önce FETÖ etiketinin derhal devreye girdiği bir olay daha yaşadık. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank ile Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin düzenlediği bir basın toplantısında, “Ak Parti ismi şaibelerle anılan Soylu’dan daha mı küçük? Sayın Bakanım 3 yaşındaki çocuğumun yüzüne bakarken ben bu maskeli balodan utanıyorum, sizin çocuklarınız yok mu?” diye soran AA muhabiri Musab Turan da anında malum koro tarafından FETÖ’cü ve soru sorması da FETÖ operasyonu olarak ilan edildi!

Elbette işine gelmeyen durumlara ilişkin FETÖ, FETÖ’cü, FETÖ kafası, FETÖ ağzı, FETÖ zihniyeti ve FETÖ operasyonu etiketlerinin yapıştırılması bu vakalarla sınırlı değil. Uzun lafın kısası, iktidar çevrelerinde 15 Temmuz darbe girişiminden beri muhalefeti ve işlerine gelmeyen herkesi FETÖ’cü ilan etmek adeta bir milli spor halini aldı. FETÖ’cü/FETÖ irtibatlı/FETÖ zihniyetli/FETÖ kafalı olmakla suçlamak haliyle birini ‘terörist’ ve ‘vatan haini’ olmakla suçlama imasını da içeriyor.

Artık iktidarın iyice tıkandığı son dönemde  bu suçlama çabası iyice rayından çıktı. İktidara yönelik en hafif bir eleştiri bile FETÖ’cü olmakla suçlanma riskini beraberinde taşıyor.

Yalnız Anayasa’da hak ve hürriyetleri tanınmış bir vatandaş olarak ben bu haber sitesinde bana ayrılan köşede bu duruma bir itirazda bulunmak istiyorum. Anayasa Mahkemesi’ni umursamayanların benim anayasal haklarımı umursayacaklarına inanacak kadar saf değilim elbette. Ama konuşmamız da gerekiyor; çünkü konuşmaz ve itiraz etmezsek bunun bedelini hem toplum hem de fertler olarak ileride çok daha ağır bir biçimde ödeyeceğiz.

Bugünlerde resmi söylemde FETÖ olarak adlandırılan Fethullahçı yapıya ve genelde cemaat yapılanmalarına her zaman karşı çıkmış biriyim. Bu karşıtlığım da Kemalist, CHP’li, laikçi, Batıcı veya sosyalist bir bakış açısına sahip olmaktan kaynaklanmıyor. Bir başka deyişle, iktidar mahfillerinin jargonuyla konuşacak olursak “Müslüman mahalleye düşman CeHaPe zihniyeti”nden ve solcu gelenekten gelen biri değilim. Kendimi muhafazakâr olarak da görmüyorum. Muhafazakârlık özünde verili durumu çoğunlukla onaylayan bir tavır ve tutum.

Ben ise Müslüman olmamı dünyada, yaşadığımız bölgede, ülkemde ve çevremde cerayan eden olaylara eleştirel bakmada ve onları anlama ve değerlendirmede önemseyen biriyim. Müslüman/İslamî kimliğini ve adalet/adil olma kriterini düşüncesinin merkezine koyan biri olarak, kendisine ‘dini’ bir vasıf atfetmesine rağmen Fethullahçılık hareketini ve lideri Fethullah Gülen’i tanıdığım andan itibaren sürekli eleştirdim. Çünkü İslam algıları ve anlayışları benim algım ve anlayışımdan çok farklıydı. İleride bir köşe yazımı bu oluşumu neden başından beri tasvip etmediğimi analiz etmeye ayıracağım inşallah.

İktidar çevrelerinin her önüne gelene FETÖ’cü demelerine, her hadiseye FETÖ operasyonu yaftası yapıştırmalarına ve ağzını açanı FETÖ zihniyetli veya kafalı olmakla suçlamalarına itiraz ederken de Fethullahçılara karşı sahip olduğum eleştirel yaklaşıma sahibim. Bana göre hakiki FETÖ zihniyetinin ne olduğuna ayna tutmaya çalışırken de aynı bakış açısından yola çıkıyorum.

Daha önce de belirtiğimiz gibi her önüne gelene FETÖ’cü denmesi ve her işlerine gelmeyen olaya FETÖ operasyonu ilan etmeleri adeta yerli ve milli spor oldu. Aslında her aykırı sese FETÖ’cü denmesi sermayeyi tüketmiş olmanın bir tezahürü.

Ben şahsım adına FETÖ/FETÖ’cü ifadelerini bir sıfat veya birini tanımlamak için kullanmıyorum (lakin bu yazının devamında bu yakıştırmaları kullanacağım ama bu iktidar mahfillerinin kullandığı amaç ve manada bir kullanım olmayacak). Sebebi çok basit: İktidarın dilini kullanmak, söylemine ortak ve propagandasına alet olmaktır…

Fetö demediğim için de bazen bazı anlayışı kıt zevatın ‘yoksa FETÖ’cü müsün?’ sorusuyla karşılaşıyorum! Geçmişte ve bugün kendini konumlandırdığım yerde benim ve bana benzer tutuma sahip olanların ne Fethullahçılığı ne de iktidarı müspet görmesi mümkün değil çünkü her ikisi de ayrıldıkları hususlardan çok daha fazla ortak paydaya sahipler; adeta birbirlerine düşman olmuş ikiz kardeşler!

FETÖ/FETÖ’cü etiketi mevcut kullanılış şekliyle aslında Fethullah Gülen’le aynı din anlayışında ve zihniyette olanların işine gelmeyenlere yapıştırdığı bir iftira ve bir küfür halini aldı. Oysa bunlar bir aynaya baksalar Gülen’in yüzünden başka bir şey göremeyecekler.

Bu sözlerimizi biraz açalım.

Önce birkaç sorumuz var: FETÖ kafası nedir? FETÖ ağzıyla konuşmak nasıl olur? Fethullahçı yapıya/kült hareketine son üç beş yıl içinde bol bol sövüyor olmak bir  insanı FETÖ kafasında olmaktan ve FETÖ ağzıyla konuşmaktan  kurtarır mı?

İşin gerçeği, pek çok durumda, bir kişinin  Gülen’e ağız dolusu küfretmesi onun geçmişteki derin Fetullahçı bağlantısıyla doğru orantılıdır. Gülen’e ve Fethullahçı yapıya/ kült hareketine bol bol küfretme, geçmişte bu yapıyla içli dışlı olanlar için bir çeşit sesli günah çıkarma ayinidir ve geçmiş günahları ört bas etme çabasıdır.

FETÖ kafası, liderini/hocasını/şeyhini/reisini/başkanını putlaştıran kafadır. FETÖ kafası liderine/hocasına/şeyhine olağanüstülük atfetmek ve onu her türlü eleştiriden muaf görmektir. FETÖ kafası otorite (en güçlü olduğu sanılan) ile işbirliği ve itaat kafasıdır. FETÖ kafası gerçekle alakası olmayan bir mitik tarihe imandır ve hamasete meftunluktur.

FETÖ ağzıyla konuşmak kurgusal gerçekliği verili gerçekliğin yerine koyarak konuşmaktır. FETÖ ağzıyla konuşmak kendinden farklı düşünene olmadık sıfatı takmak ve iftira etmektir. FETÖ ağzıyla konuşmak kendi meşrebine/partisine/grubuna/cemaatine toz kondurmama  hastalığıdır..

FETÖ kafasına sahip olmak ve FETÖ ağzıyla konuşmak sadece Fetullahçılara özgü değildir. Onların tedrisatından geçenlerde de, onlarla aynı yatağa girenlerde de ve onlara baka baka kararanlarda da görülür.

FETÖ zihniyetine sahip olmak ve FETÖ üslubuyla kendini ifade etmek Türkiye’de cemaat özelliği gösteren dinî nitelikli olsun olmasın tüm sosyal gruplarda görülen bir özelliktir. Ortak özellik aklın tatile çıkarılmış olması ve eleştirel düşünme yoksunluğudur.

Ağzından FETÖ kafası ve FETÖ ağzı lafı düşmeyenler, aynen Fetullahçı cemaatı gibi hukuku silah/sopa/sindirme ve yıldırma vasıtası olarak kullanmak isteyenler ve hukuk devletini istemeyenlerdir. Zulüm düzeniyle abad olmak isteyenlerdir.

Dilinden FETÖ kafası ve FETÖ ağzı lafı düşürmeyenlerin adaleti tesis ve temin etmek gibi bir dertleri yoktur. Onlar için adalet mekanizması, iktidarı ayakta tutan zor kullanma araçlarından biridir.

Önüne gelene FETÖ/FETÖ’cü etiketi yapıştıran gücü adeta ilahlaştırmış makyavelistlerin terörle mücadele ve beka söylemleri aslında kendi menfaatleri üstüne örttükleri bir örtüden ibarettir.

Dertleri güç sahibi olmak ve iktidarlarını korumaktır. Geçmişte Fetullahçılarla birlikte olmalarındaki sebeplerden biri buydu. Kavgalarının ve ayrılışlarının da sebebi bu oldu çünkü gücü artık paylaşmaya yanaşmaz oldular.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.

Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.

Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.

Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.

Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.

“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.

Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.

Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,

Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.

21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.

Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.

WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.

O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.

Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.

STK yok.

Dernek?

Dernek de yok.

Parti?

Parti de yok.

Vakıf?

Vakıf da yok.

Sendika?

Sendika da yok.

“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.

“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.

Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.

Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.

Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.

Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.

Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.

Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek,  kirli  işbirlikçileri  ve  onları  kollayanları  ifşa  etmek  istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.

Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.

Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.

Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.

Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.

İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.

Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.

Devamını Okuyun

Haberler

The Lancet: Gazze’de En Az 186 Bin İnsan Katledildi

Yayınlanma:

-

Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.

Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.

Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.

Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.

Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.

Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.

Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.

Kaynak: https://www.thelancet.com/

Devamını Okuyun

Yazılar

Sosyalist Kimlik – Cem Somel & Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

1980’den sonra neoliberalizmin yükselişi ve sosyalist ülkelerin çözülüşü, dünyada çoğu sosyalistte işçi sınıfı iktidarı inşa etme hevesini kırdı, ümidini yok etti. Sosyalistler, maneviyat bozukluğu içinde, düzeni değiştirmeye yönelen sınıfsal-siyasal bir hareket olmaktan tedricen uzaklaşarak sosyalistliği bir kimliğe dönüştürdü. Egemenler zaten 1970’li yıllardan itibaren kimlik siyasetini teşvik edegelmişti. Sosyalistler de bu söylemi benimsedi.

Günümüzde Türkiye’de sosyalist kimliği diğer kimliklerden ayırt eden başlıca ritüelleri, faaliyetleri şöyle sıralayabiliriz:

– Sosyalistlere hitap eden yazılar yazmak, yayınlar yapmak.

– Grev yapan işçileri ziyaret etmek, onlara destek beyan etmek.

– En geç 150 yıl evvel Avrupa kapitalizmini tahlil etmiş Marksist kaynaklarla eğitim yapmak.

– Başka sosyalist örgütlerle ittifaklar kurup bozmak.

– Uluslararası sosyalist toplantılara katılmak.

– Sivil toplum örgütlerinde ve sendikalarda öne çıkmaya, mümkünse bunların yönetimini ele geçirmeye çalışmak.

– 1 Mayıs mitinglerine katılmak.

– Sosyalist olmayan partilerin himmetiyle Meclis’e milletvekili sokmaya çalışmak.

Sosyalistlerin, sosyalist örgütlerin faaliyetleri esas itibariyle budur. Bu faaliyetler, emekçi kitlelerle bağ kurup onları siyasi bir harekette birleştirmeye elvermez.

Gerçi grevci işçileri desteklemek, işçilerle bağ kurmaya yönelik bir girişimdir. Ne var ki Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı grev yapamaz. İşçilerin önemli bir kısmı küçük işletmelerde çalışmaktadır. Grev yapan işçileri ziyaretlerle işçi sınıfının grev yapmayan çoğunluğuna ulaşmak zordur. Öte yandan, grev yapan işçilere yönelik destek ziyaretleri de genellikle organik bir ilişkiye dönüşmemektedir. Önderlik bir yana, dayanışmanın bile en temel vechelerinden biri emekçilerin tüm hayat kavga süreçlerinde yan yana, omuz omuza olup birbirini dönüştürmektir.

Sosyalistler bir sendika yönetimini ele geçirdiğinde, genellikle sendikayı kitle örgütü olarak büyütmek yerine, sendika yönetimini başkasına kaptırmamak için genişlememesini tercih etmektedir.

Sosyalist kimlikli örgütlerin eğitim anlayışı da, ritüel mahiyetinde olup sınıfsal bir yönelimden yoksundur. Üyelerine, sempatizanlarına, 100-150 yıl önce Avrupa kapitalizmini eleştiren kitaplar okutarak kapitalizmi anlatmaya çalışırlar. Oysa ki bizim yaşadığımız kapitalizmi anlatmak için en iyi malzeme Korkut Boratav’ın, Ümit Akçay’ın, Aziz Konukman’ın ve benzeri araştırmacıların yazıları; DİSK-AR’ın, İSİG’in ve benzer örgütlerin araştırmalarıdır. Günümüz Türkiye’sinin ekonomi politiğini bunlar anlatmaktadır. Bu yayınlar, Türkiye’de egemen sınıfın kim olduğunu, emekçilerin emeğini nasıl doğrudan ve dolaylı yollardan gasbettiğini ortaya koymaktadır.  Sınıf ilişkilerini, sınıfsal sömürüyü insanlara kendi pratiğinden, deneyiminden örneklerle anlatmak daha kolay ve mantıklı değil midir?

Sosyalist kimlik neden sorunludur?

1980’lerden beri Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı milliyetçi ve muhafazakâr partileri desteklemektedir. Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı itikat sahibidir. İşçilerin önemli bir kısmı milliyetçi, muhafazakâr veya dindar bir kimlik benimsemektedir. Bu insanlar muhafazakâr-milliyetçi söyleme güvenmekte, bu söylemde huzur bulmaktadır. Kapitalist zulmün verdiği sıkıntılara bu söylemin verdiği umutla katlanmaya çabalamaktadırlar. Aynı şey, çıkarları büyük ölçüde işçilerle örtüşen küçük esnaf, küçük sanatkâr, alt kadrolardaki memurlar için de söylenebilir.

Gerçek şu ki, 1980’lerden sonra, modernleşmenin toplumları özgürlüğe ve refaha ilerletmekte olduğuna dair iddiası inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Onun için emekçiler bu akıl dışı adaletsiz düzende yaşantılarına modernleşmenin vaatleri dışında bir anlam vermeye çalışmaktadır.

Türkiye’de sosyalistlerin görevi, değişik eğilimlerde bulunan emekçileri ortak çıkarları etrafında egemen sınıfa karşı siyasi eylemde birleştirmeye çalışmaktır.

Ne var ki sosyalistliğe kimlik olarak sarılan kişi bu görevi yapamaz. Çünkü aydınlanmacı-modernleşmeci kimlikli kişinin, muhafazakâr-milliyetçi kimlikli işçi, esnaf ve memur ile kimlik çatışması yaşaması kaçınılmazdır.

Bu çatışma, işçiyi zihninde dinci, gerici, faşist olarak yaftalayarak ona tepeden bakmakla başlar. Selamlaşma, el sıkıp sıkmama ve kılık kıyafet gibi konularda işçileri yadırgatan davranışlarla devam eder. İşçiyi, inançlarından vazgeçirerek ‘bilinçlendirmeye’ çabalamakla ilerler.

Marksist külliyat hakkında dogmatik bir tartışmaya girmekten kaçınmakla birlikte şu husus vurgulanmalıdır: Kendilerini Marksizme nispet eden ve dinî inanç düşmanlığını Marksizm’in bir rüknü, ana sütunu olarak gören birçok sosyalist, Marx ile Engels’in “Alman İdeolojisi” başlıklı çalışmalarında materyalizmi fikir savaşlarıyla yaymaya çalışan idealist muarızlarını nasıl yerin dibine batırdıklarından habersiz görünmektedir. Marx ile Engels, din duygusunun altında yatan maddi ilişkiler değişmeden bu duygularda herhangi bir değişikliğin olmayacağını savunmuştur. Gerçi maddi ilişkilerin değişmesiyle dinî inançların tamamen ortadan kalkacağı savı ilerlemeci arızalarla maluldür. Yine de günümüz Türkiye sosyalistlerinin kaba materyalist pozisyonunun dindar kitlelerle ilişki kurabilme imkânını sunması açısından Marks ve Engels’in savunduğundan daha elverişsiz olduğu açıklıkla ifade edilebilir.

Kaldı ki bugün bölgemizde Direniş Cephesi’nin emperyalizme karşı duruşu, eşitlik ve adalet yolunda mücadelede seküler – mütedeyyin ayırımının anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Farklı dinlere inanan, farklı mezheplere mensup olan yahut hiçbir dine inanmayan insanlar İsrail’in işgaline ve katliamlarına karşı silahla direnmek yahut meydanlarda hükümetlerini İsrail’e karşı adım atmaya zorlamak için bir araya gelebilirken bu insanların sermayenin küresel düzeyde yaşamları kolonize edişine ve katı sömürüsüne karşı bir araya gelemeyeceğini düşünmek ancak kimlikçi savrulmalarla açıklanabilir.

Sosyalizmi kimlik olarak inşa etmek, onu toplumda bir alt-kültür hâline getirmiştir. Sosyalist alt-kültür, mekânlarıyla, literatürüyle, müziğiyle bir ‘mahalle’dir. Bu mahalle İhsan Eliaçık’ın çevresindeki Antikapitalist Müslümanları dahî sosyalist olarak görmemektedir. Kürt Hareketinin Demokratik İslam Kongresi gibi dindar Kürt emekçilerini muhatap almaya çalışan etkinliklerine Türkiye sosyalistlerinin ‘laisist’ eleştirileri de bu mahalleci bakış açısını yansıtmaktadır. Kimlikçi sosyalistler, tarih boyunca dinlerin sınıf mücadelesi alanı olduğu; egemenlerin dini baskı ve sömürüye alet ettiği kadar, tarih boyunca mazlumların da eşitsizliğe ve sömürüye karşı dinden aldıkları güç ve ilhamla isyan ve mücadele ettikleri gerçeğini görmezden gelmektedir. Sorun, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sosyal tarih bilgimizdeki artışın ve geçen yüzyılda biriken sosyal-siyasi deneyimlerin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun neticesinde insanlığın toplumcu-eşitlikçi tarihsel birikiminin ve bu doğrultudaki güncel arayışlarının geniş bir toplamı olan sosyalizm, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir kavram olması gerekirken muğlak bir ‘bilimsellik’ atfıyla kitabî bir Marksizm yorumuna hapsedilmektedir.

Sosyalist alt-kültürün, farklı kimlikli mazlumlara yönelik insanî görev şuuru zayıftır. Sosyalist kimlikte güçlü olan güdü, aynı kimlikli insanlarla dayanışmaktır. Böyle olunca sosyalistler Türkiye siyasi hayatında marjinal gruplardan ibaret kalmaktadır.

İşçilere ve emekçilere karşı görev duygusu olan insan, egemen sınıfın katmerli sömürüsüne maruz kalan tüm işçilere ve emekçilere kimlik/kültür/inanç ayrımı yapmadan hitap etmenin ve onları siyasi eylemde birleştirmenin yolunu arar.

Devamını Okuyun

GÜNDEM