Köşe Yazıları
Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat
Yayınlanma:
4 yıl önce-
* 2013 yılında, yine bir sene-i devriye vesilesiyle yaptığım 28 Şubat süreci değerlendirmesini buraya almadan edemedim. Hem 28 Şubat’ın, hem de bu yazının üzerinden epeyce zaman geçti. Dolayısıyla buradan hareketle yeni değerlendirmeler yapılabilir.
28 Şubat’ın doğru değerlendirilebilmesi için biraz zaman geçmesi gerekiyordu, o zaman sanırım objektif tahlillere yetecek kadar geçti.
Her şeyden önce 28 Şubatı tek başına değil de bir yandan darbeler silsilesinin devamı, diğer yandan da küresel ölçekteki benzerleriyle birlikte ele almak zorundayız.
28 Şubatı doğuran koşulları küresel hegemonyanın planlama ve adımlarından uzakta ele alacak her tahlil eksik kalacaktır. Küresel hegemonyanın Türkiye ayağının taşeron rolünü abartmak işleyişi kavramayı zorlaştıracaktır.
Bugün, üzerinden on altı yıl geçmesine rağmen İslamcı çevrelerin 28 Şubatı layıkıyla anladığından bahsedemeyiz. Bu çerçevede yazılan yazılar, yapılan konuşmalar, panel ve konferans gibi etkinlikler daha çok sürecin muhataplara yaşattığı acılara odaklanıyor. Özellikle başörtüsü yasağıyla sembolleşen ve zirveye çıkan 28 Şubat, İslami çevrelerin anlatımlarında küresel plan ve paralelliklerden uzak değerlendirmelerle tartışıldığı için gerçek konumuna oturtulamıyor.
Burada, öncelikle 28 Şubattan önce 12 Eylül darbesine bakmak icap ediyor. 12 Eylül, kapitalizmi tehdit eden sol hareketleri tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Bir yandan sol hareketi tasfiye ederek küresel kapitalist işleyişin Türkiye ayağını sağlama alan 12 Eylül darbesi diğer yandan da İran devriminde karşılığını bulan ve Türkiye’de de yükselme emareleri gösteren İslami hareketi Türk-İslam senteziyle yolundan saptırmak istemiş, bu suretle de resmi ideoloji dışındaki her türlü ideolojik hareketi tehdit olmaktan çıkarmıştı.
12 Eylülün ne istediği açıktır: Özal’ın müsteşarlık yaptığı sivil hükümetin ilan ettiği 24 Ocak neoliberal dönüşüm programını sıkı bir disiplin içerisinde uygulamak! 24 Ocak kararlarının istikrarsız siyasal ortamda gereği gibi uygulanamayacağına karar veren küresel hegemonya 12 Eylülün baş mimarıdır. Cuntanın vazifesi taşeronluktan öteye geçmez.
Küresel kapitalizmin, yaşadığı tıkanıklığı aşmak için yaşamın bütün alanlarını talan etme, kamusal varlıkları devletten/halktan tümüyle alıp sermayeye peşkeş çekme planı evvela Pinochet tecrübesiyle Şili’de, Reagan’ın ABD’sinde ve Thatcher’ın İngiltere’sinde ortaya çıkan ve birbirine yakın tarihlerde dünyanın uzak yakın birçok ülkesinde tekrarlanan bir süreçte tecrübe edilmiştir. 12 Eylül darbesi bu sürecin Türkiye taşeronluğudur.
28 Şubat, ancak bu zeminde ele alınabilirse bir anlam kazanacaktır. 12 Eylül rejiminin ifsad edici Türk-İslamcı sentezi her şeye rağmen egemenleri tatmin etmekten uzakta kalmıştır. Turgut Özal’la birlikte uygulanmaya konan neoliberal politikalar yükselen Refah Partisi ve radikal İslami söylemin tehdidiyle karşı karşıya kalınca egemenler bir terbiye operasyonunu daha gerekli görmüşlerdir.
Kapitalist işleyiş, ideolojik muhalefetleri bertaraf etmek zorundadır. Zora dayalı kapitalistleşme politikalarından ürün çeşitliliğine dayalı kapitalist evreye geçince göreli bir özgürlük ortamı, tüketimin güvenli bir iklimde var olabilmesi için gerçekleştirilmek zorundaydı. İşte 28 Şubat darbesi bu politikalara geçişin son operasyonudur.
28 Şubat’ın İslami kimlikle üretilebilme potansiyeline sahip muhalefeti ehlileştirmeyi amaçladığı bu çerçeveden açıkça görülebilir. Tasfiye edilen Erbakan iktidarı D-8 projesinden tutun muhtevası kâmilen kavranamasa da yerel ve küresel kapitalist işleyişi tedirgin eden ve İslami dille takviye edilen “Adil Düzen” söylemiyle “başka bir dünya” iddiasını dillendiriyor ve alenen Siyonizme, İsrail’e karşı çıkıyor, başta İran olmak üzere Batının istemediği yeni ittifaklar arıyordu. Batı kapitalizmi için bu arayış ve çabalar büyük bir tehditti. Erbakan iktidarının yanı sıra onu da aşan bir sertlikte yükselen ve kendisine biçimler arayan radikal tevhidi söylem ayrı bir baş ağrısı oluşturabilecek bir imkân ve potansiyele sahipti; önünün alınması gerekiyordu.
28 Şubat tam bir terbiye ve ehlileştirme sürecidir. Hareketlilikleri, yürütülen korku ve tedhiş politikaları ile kontrol edilen, sindirilen İslami çizgi içinden ılımlı İslam politikalarıyla uyumlu bir iktidarı çıkmıştır. Yerel ve küresel sistem karşısında örgütsel ve düşünsel olarak dağınık durumda bulunan Müslümanlar/İslami çevreler, büyük oranda çözülmüş ve direnişler örgütleyememiştir. İtiraz ve muhalefet çabaları olmuşsa da geniş çevreler tarafından sahiplenilmediğinden bu çabalar akim kalmıştır.
Artık İslamcı çevreler 28 Şubat’ın yaşattığı acıları çok fazla konuşmak yerine ürettiği yeni siyaseti, bünyelerinde oluşturduğu tahribatı ve yeniden nasıl derlenip toparlanacaklarını tartışmalıdır. Acılar üzerinden gerçekleşen 28 Şubat anlatıları bugünkü yanıltıcı siyasal/sosyal atmosferi fazlasıyla meşrulaştırmakta, sorgulamaların önünü kesmektedir.
28 Şubat her şeyden önce İslami çevrelerin siyasal iddialarını geri çektirmiştir. Siyasallık iddialarından uzaklaşan İslami çevreler aile ve çocuk eğitimiyle uğraşmaya başlamış, bugün için mağlup olduklarına iyice inanarak sorumluluğu, siyasal mücadeleyi gelecek kuşaklara havale etmiştir.
“Paranın dini imanı olmaz” söylemiyle ilk günden çılgınca neoliberal politikalar doğrultusunda politika yapmaya başlayan AKP iktidarı, 28 Şubatın doğurduğu en büyük proje olarak içinden geldiği İslami çevrelerin rızalarını sistemle bütünleştirme doğrultusunda büyük bir iş yapmıştır. Müslüman kitlelerin ne pahasına olursa olsun başta başörtüsü yasağı olmak üzere İslami kimliğe dönük yasakların ortadan kaldırılmasını istemesi küresel güçlerle ve sermaye çevreleriyle uyumlu AKP iktidarına karşı bir körlük yaratmıştır.
Irak işgali sürecinin birinci ayağında hükümetin ısrarla meclisten geçirmeye çalıştığı 1 Mart tezkeresi iktidarın NATO ve ABD ile ilişkilerinde nasıl bir tutum alacağını işaret etmişti. Bu işaret aradan geçen onca yılda hep aynı çizgiyi göstermiş; Türkiye o günden sonra Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Ortadoğu politikalarında hep emperyalist NATO ve ABD politikalarının yanında yer almıştır. 1 Mart tezkeresine önemli bir tepki gösteren İslami çevrelerin direnci zamanla kırılmış, hatta bazı kanaat önderleri ve aydınlar NATO’nun neredeyse bir hayır örgütü olduğuna dair yazılar kaleme almaya başlamışlardır.
28 Şubat, İslamcıların referanslarını da ciddi biçimde etkilemiştir. Vahiy yerine AB kriterleri öne çıkmış, bu süreçte hakikatle irtibatları sorunlu hale gelen Müslümanlar, demokratik ve liberal değerleri öne çıkarmışlar, hayati meseleleri o anlayışlara atıfta bulunarak tartışmaya başlamışlardır. Bu, darbe sürecinin belki de en önemli sonucudur. Zira zihinsel kırılma her şeyden önce gelir, bütün bir geleceği belirler.
Başörtüsü yasaklarıyla sembolleşen 28 Şubat darbe sürecine karşı İslami çevrelerde ortaya konulan direniş ve muhalefet süreç içerisinde hükümetten beklenen çözüm umutlarıyla sahipsiz bırakılmıştır. Bu meselede bugün şöyle bir tablo var: Ufak adımlarla sınırlı alanlarda getirilen başörtüsü serbestiyeti karşısında İslami çevrelerden sınırsız bir rıza alınmıştır. Bu rıza doğrultusunda hükümetin kapitalizmin, emperyalizmin taşeronluğunda büyük mesafeler alması görmezden gelinmiş ve bu süreç içerisinde Müslümanlar türlü yozlaşma ve çürüme tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardır.
Başörtüsü İslamla zalim sistem/ler arasında uzlaşılmaz bir çelişkinin işareti, devrimci bir mücadelenin sembolü olmaktan çık(arıl)mış; kapitalist politikaların, NATO ittifaklarının üzerini örtecek, onların görünmesini engelleyecek bir biçimde işlevselleş(tiril)miştir.
Cihan Tuğal’ın “İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” kitabında işlediği tez İslami çevrelerde süratle gerçekleşmiştir. Bu hızın baş döndürücü olduğu söylenmelidir. Mümtaz’er Türköne’nin “Doğumu ile Ölümü Arasında İslamcılık” kitabı da benzer bir tezi işlemektedir: “İslamcı söylem devletle bütünleşerek ortadan kaybolmuştur.” Her ne kadar Türköne’nin tespitleri temenni boyutlu olsa da bu tespitlerin gerçekleri önemli ölçüde ortaya koyduğu kabul edilmelidir. İslamcıların devletin bekasına hizmet ederek sistemin yaşadığı meşruiyet krizini aşmada yardımcı olduklarını söyleyen Türköne’ye göre İslamcıların büyük oranda eklemlendiği AKP iktidar süreci, İslamcı iddialardan vazgeçişin açık göstergesidir. Burada Ali Bulaç’ın AKP iktidarının İslamcı aydınları devlet memuru yaparak onların enerjilerini devlet adına emdiği tespitini de hatırlamakta fayda var.
Hızlı ve çılgın özelleştirmeler dindar insanların yönettiği iktidar sürecinde gerçekleşip emekçiler işsiz kalırken; AKP iktidar sürecinde on binden fazla işçi iş cinayetlerinde can verirken; milyonlarca işsizin yanında bir o kadar insan da asgari ücret koşullarında yaşama tutunmaya çalışırken; HES’lerle, 2-B ve kentsel dönüşümlerle tabiat ve şehirler kapitalist hırslar doğrultusunda yağmalanırken, terbiye edilen İslami çevrelerden adaleti Allah için ayakta tutacak etkili bir muhalefet olmamıştır. Bilakis “sınıf atlayan dindar çevre” tartışmaları faklı platformlarda sık sık yapılır olmuş, adalet ve özgürlük ışığı olacak İslami değerler, müntesiplerince bu rolünden uzaklaştırılmış; toplumsal öfkeyi üzerine çekecek bir odağa dönüşmeye başlamıştır.
12 Eylülün neoliberal dönüşüm politikalarının bir ucunda yer alan AKP iktidarının darbecilerle hesaplaşma söylemi de açık bir sahtecilik içermesine rağmen İslamcılar tarafından bu yeterince algılanamamıştır. Pinochet’ye benzeyen süreciyle Evren, uyguladığı çılgın neoliberal politikalarıyla aslında tam bir AKP’lidir. Hatta AKP, bu politikaları uygulamada Evren’den çok çok daha ileri gitmiştir. Evren’in üretmeye çalıştığı Türk-İslam sentezi de bu paralelde değerlendirilebilir.
28 Şubat süreci tam manasıyla bir yardım/hayır kurumlaşması dönemi olmuştur. Siyasi iddialarından vazgeçen İslami çevreler, çocuk ve aile eğitimine benzer bir usulle yardım faaliyetlerine odaklanmış; adaletsizlikler üreten kapitalist sistemi sorgulayıp kökten ortadan kaldırmak yerine yoksulların anlık ihtiyaçlarını gidermeye matuf çalışmalara yoğunlaşmış, sınıf farklılıklarını da tartışmaktan sakınmıştır. Bu çerçevede, yardım faaliyetleriyle sınıf oluşumları arasındaki çelişkileri masaya yatıran kişi ve çevrelere gösterilen tepkideki aşırılık manidar ve üzerinde düşünülmeye değerdir.
İslami çevrelerin yeni kuşaklara aktarabileceği entelektüel derinliğe sahip bir siyasal mücadele mirası olmayınca özellikle kariyer arzularının, mesleki itibar kaygılarının öne çıktığı, sadece kültürel ve salt inançsal düzlemde ve hayatı ıskalayan bir din eğitimiyle yetinerek oluşan bir genç kuşak var bugün karşımızda. Emevi siyasetine paralel biçimde İmam-Hatipler, Kur’an Kursları, Diyanet gibi kurumlar eliyle araçsallaştırılan İslam, devletin ikbal hesaplarıyla gençleri buluşturdu, bütün bir nesil tartışmalarını başka bir noktaya taşıyarak İslamcıların ufuklarını kapattı.
“Terörizmin Finansmanı Hakkındaki Kanun”la sessiz sedasız emperyalistlerle her hal ve şartta birlikte olacağına bir kez daha garanti veren hükümete dönük sınırsız destek, Müslüman zihinleri yeniden inşa edilen ve bekasına vurgu yapılan devlet dolayımında konumlandırmaya devam etmektedir. Küresel kapitalizmin jandarmalığını yapan NATO’nun İslam dünyasının geleceğini kuşatan füze radarına, patriotlarına, kara karargâhına ses etmeyen İslamcılık, terbiyeden nasibini fazlasıyla almış değil midir?
Akif Emre’nin içeride devrim yapamayan İslamcıların dışarıda devrim heveslisi olmasını izah etmeye çalıştığı gazete yazısı mühimdir. Özellikle Suriye meselesinde ABD-Suud-Katar çizgisinde konumlanan hükümetle büyük oranda paralelleşerek sınırsızca silahlı mücadele propagandası yapan İslamcı çevrelerin 28 Şubat darbe sürecinde herhangi bir etkili sivil direniş bile üretmekten aciz kaldığı düşünülürse garabet kendini çok daha iyi gösterecektir.
Türkiye İslamcı çevrelerinin yaşadığı zihinsel yoksulluk, siyasal ufuksuzluk 28 Şubat terbiye atmosferinde ziyadesiyle derinleşmiştir.
Ana damar İslamcılığın terbiye ve ehlileştirilme sürecinde devlet siyaset ve kadroları içinde küresel ve yerel kapitalizme uygun siyasetlere eklemlenerek yok olmasından sonra devrimci arayışlarını sürdüren İslamcı oluşumlar, siyasetler kıpırdanma aşamasındadır. 28 Şubatla hakiki manada yüzleşme bu kıpırdanmaların ete kemiğe bürünmesiyle olacaktır.
platformhaber.net, tasfiyedergisi.net
8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)
Yorumlayın
-
Tokat’ta Eylem: Siyonist Gemiler Türkiye Limanlarında Cirit Atıyor!
-
Üsküdar’da Eylem: Petrol Sevkiyatı, Ticaret, Kürecik Radarı İsrail’i Besleyip Koruyor
-
ÖYB’de “Bölgesel ve Küresel Karşılıklarıyla Aksâ Tûfânı Süreci” Paneli Düzenlendi
-
Üsküdar’da, “Filistin ve Lübnan’da Siyonist Saldırganlığa Hayır!” Eylemi
-
12 Eylül Dipdiri
-
Açlık Çoğunluktadır: M. Ali Başaran – Ahmet Örs
2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.
Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.
Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:
“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz. |
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.” |
Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?
7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.
Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.
İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.
Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.
Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!
Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.
Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.
Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)
Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.
“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”
Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.
Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.
Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.
İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.
Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.
Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.
Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!
Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.
Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?
İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!
Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.
Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.
Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.
Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.
Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.
Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.
Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.
Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.
Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek. Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.
7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)
Önümüzde cevap bekleyen sorular var:
Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?
Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?
Tehdit mi rüşvet mi?
Kim bu birileri?
Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?
Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.
Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.
Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.
Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.
Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.
Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.
Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.
Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…
Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)
Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.
Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.
Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.
Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.
Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?
O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.
Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.
Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.
Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:
İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.
İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.
Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.
Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?
Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?
Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.
Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…
Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!
Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.
Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.
Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.
Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?
Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.