Connect with us

Köşe Yazıları

Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat

Yayınlanma:

-

* 2013 yılında, yine bir sene-i devriye vesilesiyle yaptığım 28 Şubat süreci değerlendirmesini buraya almadan edemedim. Hem 28 Şubat’ın, hem de bu yazının üzerinden epeyce zaman geçti. Dolayısıyla buradan hareketle yeni değerlendirmeler yapılabilir. 

28 Şubat’ın doğru değerlendirilebilmesi için biraz zaman geçmesi gerekiyordu, o zaman sanırım objektif tahlillere yetecek kadar geçti.

Her şeyden önce 28 Şubatı tek başına değil de bir yandan darbeler silsilesinin devamı, diğer yandan da küresel ölçekteki benzerleriyle birlikte ele almak zorundayız.

28 Şubatı doğuran koşulları küresel hegemonyanın planlama ve adımlarından uzakta ele alacak her tahlil eksik kalacaktır. Küresel hegemonyanın Türkiye ayağının taşeron rolünü abartmak işleyişi kavramayı zorlaştıracaktır.

Bugün, üzerinden on altı yıl geçmesine rağmen İslamcı çevrelerin 28 Şubatı layıkıyla anladığından bahsedemeyiz. Bu çerçevede yazılan yazılar, yapılan konuşmalar, panel ve konferans gibi etkinlikler daha çok sürecin muhataplara yaşattığı acılara odaklanıyor. Özellikle başörtüsü yasağıyla sembolleşen ve zirveye çıkan 28 Şubat, İslami çevrelerin anlatımlarında küresel plan ve paralelliklerden uzak değerlendirmelerle tartışıldığı için gerçek konumuna oturtulamıyor.

Burada, öncelikle 28 Şubattan önce 12 Eylül darbesine bakmak icap ediyor. 12 Eylül, kapitalizmi tehdit eden sol hareketleri tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Bir yandan sol hareketi tasfiye ederek küresel kapitalist işleyişin Türkiye ayağını sağlama alan 12 Eylül darbesi diğer yandan da İran devriminde karşılığını bulan ve Türkiye’de de yükselme emareleri gösteren İslami hareketi Türk-İslam senteziyle yolundan saptırmak istemiş, bu suretle de resmi ideoloji dışındaki her türlü ideolojik hareketi tehdit olmaktan çıkarmıştı.

12 Eylülün ne istediği açıktır: Özal’ın müsteşarlık yaptığı sivil hükümetin ilan ettiği 24 Ocak neoliberal dönüşüm programını sıkı bir disiplin içerisinde uygulamak! 24 Ocak kararlarının istikrarsız siyasal ortamda gereği gibi uygulanamayacağına karar veren küresel hegemonya 12 Eylülün baş mimarıdır. Cuntanın vazifesi taşeronluktan öteye geçmez.

Küresel kapitalizmin, yaşadığı tıkanıklığı aşmak için yaşamın bütün alanlarını talan etme, kamusal varlıkları devletten/halktan tümüyle alıp sermayeye peşkeş çekme planı evvela Pinochet tecrübesiyle Şili’de, Reagan’ın ABD’sinde ve Thatcher’ın İngiltere’sinde ortaya çıkan ve birbirine yakın tarihlerde dünyanın uzak yakın birçok ülkesinde tekrarlanan bir süreçte tecrübe edilmiştir. 12 Eylül darbesi bu sürecin Türkiye taşeronluğudur.

28 Şubat, ancak bu zeminde ele alınabilirse bir anlam kazanacaktır. 12 Eylül rejiminin ifsad edici Türk-İslamcı sentezi her şeye rağmen egemenleri tatmin etmekten uzakta kalmıştır. Turgut Özal’la birlikte uygulanmaya konan neoliberal politikalar yükselen Refah Partisi ve radikal İslami söylemin tehdidiyle karşı karşıya kalınca egemenler bir terbiye operasyonunu daha gerekli görmüşlerdir.

Kapitalist işleyiş, ideolojik muhalefetleri bertaraf etmek zorundadır. Zora dayalı kapitalistleşme politikalarından ürün çeşitliliğine dayalı kapitalist evreye geçince göreli bir özgürlük ortamı, tüketimin güvenli bir iklimde var olabilmesi için gerçekleştirilmek zorundaydı. İşte 28 Şubat darbesi bu politikalara geçişin son operasyonudur.

28 Şubat’ın İslami kimlikle üretilebilme potansiyeline sahip muhalefeti ehlileştirmeyi amaçladığı bu çerçeveden açıkça görülebilir. Tasfiye edilen Erbakan iktidarı D-8 projesinden tutun muhtevası kâmilen kavranamasa da yerel ve küresel kapitalist işleyişi tedirgin eden ve İslami dille takviye edilen “Adil Düzen” söylemiyle “başka bir dünya” iddiasını dillendiriyor ve alenen Siyonizme, İsrail’e karşı çıkıyor, başta İran olmak üzere Batının istemediği yeni ittifaklar arıyordu. Batı kapitalizmi için bu arayış ve çabalar büyük bir tehditti. Erbakan iktidarının yanı sıra onu da aşan bir sertlikte yükselen ve kendisine biçimler arayan radikal tevhidi söylem ayrı bir baş ağrısı oluşturabilecek bir imkân ve potansiyele sahipti; önünün alınması gerekiyordu.

28 Şubat tam bir terbiye ve ehlileştirme sürecidir. Hareketlilikleri, yürütülen korku ve tedhiş politikaları ile kontrol edilen, sindirilen İslami çizgi içinden ılımlı İslam politikalarıyla uyumlu bir iktidarı çıkmıştır. Yerel ve küresel sistem karşısında örgütsel ve düşünsel olarak dağınık durumda bulunan Müslümanlar/İslami çevreler, büyük oranda çözülmüş ve direnişler örgütleyememiştir. İtiraz ve muhalefet çabaları olmuşsa da geniş çevreler tarafından sahiplenilmediğinden bu çabalar akim kalmıştır.

Artık İslamcı çevreler 28 Şubat’ın yaşattığı acıları çok fazla konuşmak yerine ürettiği yeni siyaseti, bünyelerinde oluşturduğu tahribatı ve yeniden nasıl derlenip toparlanacaklarını tartışmalıdır. Acılar üzerinden gerçekleşen 28 Şubat anlatıları bugünkü yanıltıcı siyasal/sosyal atmosferi fazlasıyla meşrulaştırmakta, sorgulamaların önünü kesmektedir.

28 Şubat her şeyden önce İslami çevrelerin siyasal iddialarını geri çektirmiştir. Siyasallık iddialarından uzaklaşan İslami çevreler aile ve çocuk eğitimiyle uğraşmaya başlamış, bugün için mağlup olduklarına iyice inanarak sorumluluğu, siyasal mücadeleyi gelecek kuşaklara havale etmiştir.

“Paranın dini imanı olmaz” söylemiyle ilk günden çılgınca neoliberal politikalar doğrultusunda politika yapmaya başlayan AKP iktidarı, 28 Şubatın doğurduğu en büyük proje olarak içinden geldiği İslami çevrelerin rızalarını sistemle bütünleştirme doğrultusunda büyük bir iş yapmıştır. Müslüman kitlelerin ne pahasına olursa olsun başta başörtüsü yasağı olmak üzere İslami kimliğe dönük yasakların ortadan kaldırılmasını istemesi küresel güçlerle ve sermaye çevreleriyle uyumlu AKP iktidarına karşı bir körlük yaratmıştır.

Irak işgali sürecinin birinci ayağında hükümetin ısrarla meclisten geçirmeye çalıştığı 1 Mart tezkeresi iktidarın NATO ve ABD ile ilişkilerinde nasıl bir tutum alacağını işaret etmişti. Bu işaret aradan geçen onca yılda hep aynı çizgiyi göstermiş; Türkiye o günden sonra Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Ortadoğu politikalarında hep emperyalist NATO ve ABD politikalarının yanında yer almıştır. 1 Mart tezkeresine önemli bir tepki gösteren İslami çevrelerin direnci zamanla kırılmış, hatta bazı kanaat önderleri ve aydınlar NATO’nun neredeyse bir hayır örgütü olduğuna dair yazılar kaleme almaya başlamışlardır.

 

28 Şubat, İslamcıların referanslarını da ciddi biçimde etkilemiştir. Vahiy yerine AB kriterleri öne çıkmış, bu süreçte hakikatle irtibatları sorunlu hale gelen Müslümanlar, demokratik ve liberal değerleri öne çıkarmışlar, hayati meseleleri o anlayışlara atıfta bulunarak tartışmaya başlamışlardır. Bu, darbe sürecinin belki de en önemli sonucudur. Zira zihinsel kırılma her şeyden önce gelir, bütün bir geleceği belirler.

Başörtüsü yasaklarıyla sembolleşen 28 Şubat darbe sürecine karşı İslami çevrelerde ortaya konulan direniş ve muhalefet süreç içerisinde hükümetten beklenen çözüm umutlarıyla sahipsiz bırakılmıştır. Bu meselede bugün şöyle bir tablo var: Ufak adımlarla sınırlı alanlarda getirilen başörtüsü serbestiyeti karşısında İslami çevrelerden sınırsız bir rıza alınmıştır. Bu rıza doğrultusunda hükümetin kapitalizmin, emperyalizmin taşeronluğunda büyük mesafeler alması görmezden gelinmiş ve bu süreç içerisinde Müslümanlar türlü yozlaşma ve çürüme tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardır.

Başörtüsü İslamla zalim sistem/ler arasında uzlaşılmaz bir çelişkinin işareti, devrimci bir mücadelenin sembolü olmaktan çık(arıl)mış; kapitalist politikaların, NATO ittifaklarının üzerini örtecek, onların görünmesini engelleyecek bir biçimde işlevselleş(tiril)miştir.

Cihan Tuğal’ın “İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” kitabında işlediği tez İslami çevrelerde süratle gerçekleşmiştir. Bu hızın baş döndürücü olduğu söylenmelidir. Mümtaz’er Türköne’nin “Doğumu ile Ölümü Arasında İslamcılık” kitabı da benzer bir tezi işlemektedir: “İslamcı söylem devletle bütünleşerek ortadan kaybolmuştur.” Her ne kadar Türköne’nin tespitleri temenni boyutlu olsa da bu tespitlerin gerçekleri önemli ölçüde ortaya koyduğu kabul edilmelidir. İslamcıların devletin bekasına hizmet ederek sistemin yaşadığı meşruiyet krizini aşmada yardımcı olduklarını söyleyen Türköne’ye göre İslamcıların büyük oranda eklemlendiği AKP iktidar süreci, İslamcı iddialardan vazgeçişin açık göstergesidir. Burada Ali Bulaç’ın AKP iktidarının İslamcı aydınları devlet memuru yaparak onların enerjilerini devlet adına emdiği tespitini de hatırlamakta fayda var.

Hızlı ve çılgın özelleştirmeler dindar insanların yönettiği iktidar sürecinde gerçekleşip emekçiler işsiz kalırken; AKP iktidar sürecinde on binden fazla işçi iş cinayetlerinde can verirken; milyonlarca işsizin yanında bir o kadar insan da asgari ücret koşullarında yaşama tutunmaya çalışırken; HES’lerle, 2-B ve kentsel dönüşümlerle tabiat ve şehirler kapitalist hırslar doğrultusunda yağmalanırken, terbiye edilen İslami çevrelerden adaleti Allah için ayakta tutacak etkili bir muhalefet olmamıştır. Bilakis “sınıf atlayan dindar çevre” tartışmaları faklı platformlarda sık sık yapılır olmuş, adalet ve özgürlük ışığı olacak İslami değerler, müntesiplerince bu rolünden uzaklaştırılmış; toplumsal öfkeyi üzerine çekecek bir odağa dönüşmeye başlamıştır.

12 Eylülün neoliberal dönüşüm politikalarının bir ucunda yer alan AKP iktidarının darbecilerle hesaplaşma söylemi de açık bir sahtecilik içermesine rağmen İslamcılar tarafından bu yeterince algılanamamıştır. Pinochet’ye benzeyen süreciyle Evren, uyguladığı çılgın neoliberal politikalarıyla aslında tam bir AKP’lidir. Hatta AKP, bu politikaları uygulamada Evren’den çok çok daha ileri gitmiştir. Evren’in üretmeye çalıştığı Türk-İslam sentezi de bu paralelde değerlendirilebilir.

28 Şubat süreci tam manasıyla bir yardım/hayır kurumlaşması dönemi olmuştur. Siyasi iddialarından vazgeçen İslami çevreler, çocuk ve aile eğitimine benzer bir usulle yardım faaliyetlerine odaklanmış; adaletsizlikler üreten kapitalist sistemi sorgulayıp kökten ortadan kaldırmak yerine yoksulların anlık ihtiyaçlarını gidermeye matuf çalışmalara yoğunlaşmış, sınıf farklılıklarını da tartışmaktan sakınmıştır. Bu çerçevede, yardım faaliyetleriyle sınıf oluşumları arasındaki çelişkileri masaya yatıran kişi ve çevrelere gösterilen tepkideki aşırılık manidar ve üzerinde düşünülmeye değerdir.

İslami çevrelerin yeni kuşaklara aktarabileceği entelektüel derinliğe sahip bir siyasal mücadele mirası olmayınca özellikle kariyer arzularının, mesleki itibar kaygılarının öne çıktığı, sadece kültürel ve salt inançsal düzlemde ve hayatı ıskalayan bir din eğitimiyle yetinerek oluşan bir genç kuşak var bugün karşımızda. Emevi siyasetine paralel biçimde İmam-Hatipler, Kur’an Kursları, Diyanet gibi kurumlar eliyle araçsallaştırılan İslam, devletin ikbal hesaplarıyla gençleri buluşturdu, bütün bir nesil tartışmalarını başka bir noktaya taşıyarak İslamcıların ufuklarını kapattı.

“Terörizmin Finansmanı Hakkındaki Kanun”la sessiz sedasız emperyalistlerle her hal ve şartta birlikte olacağına bir kez daha garanti veren hükümete dönük sınırsız destek, Müslüman zihinleri yeniden inşa edilen ve bekasına vurgu yapılan devlet dolayımında konumlandırmaya devam etmektedir. Küresel kapitalizmin jandarmalığını yapan NATO’nun İslam dünyasının geleceğini kuşatan füze radarına, patriotlarına, kara karargâhına ses etmeyen İslamcılık, terbiyeden nasibini fazlasıyla almış değil midir?

Akif Emre’nin içeride devrim yapamayan İslamcıların dışarıda devrim heveslisi olmasını izah etmeye çalıştığı gazete yazısı mühimdir. Özellikle Suriye meselesinde ABD-Suud-Katar çizgisinde konumlanan hükümetle büyük oranda paralelleşerek sınırsızca silahlı mücadele propagandası yapan İslamcı çevrelerin 28 Şubat darbe sürecinde herhangi bir etkili sivil direniş bile üretmekten aciz kaldığı düşünülürse garabet kendini çok daha iyi gösterecektir.

Türkiye İslamcı çevrelerinin yaşadığı zihinsel yoksulluk, siyasal ufuksuzluk 28 Şubat terbiye atmosferinde ziyadesiyle derinleşmiştir.

Ana damar İslamcılığın terbiye ve ehlileştirilme sürecinde devlet siyaset ve kadroları içinde küresel ve yerel kapitalizme uygun siyasetlere eklemlenerek yok olmasından sonra devrimci arayışlarını sürdüren İslamcı oluşumlar, siyasetler kıpırdanma aşamasındadır. 28 Şubatla hakiki manada yüzleşme bu kıpırdanmaların ete kemiğe bürünmesiyle olacaktır.

 platformhaber.net, tasfiyedergisi.net

 

 

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kötürümleşmeye Tuz Biber

Yayınlanma:

-

Birçok talihsiz aşamalardan geçmişti İslamcılığımız, belki kavramın kendisinden başlanarak sıralanabilir bunlar. Kolay olmadığını da kabul etmek gerekir bu sıralama faaliyetinin, kolay olan hiçbir şey yok.

Uzun asırlar boyunca kötürümleştirilmiş bir Müslüman tipolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmuyorduk aslında ama en azından tevhîdî/Kur’ânî süreçle tanışanların yaşadığı dönüşümü de tam kestirememiş olmakla suçlanabiliriz, kabul.

Halkın tabanda, dinî/manevi takviye ile mücehhez merkezî devlet/otorite güçlerine karşı örgütsüz kalmasının faturalarını modern dönem tanıkları olarak iki farklı biçimde tecrübe ettik. Dayatmacı/zorba modern süreçlerle de, nihayet önemli oranlarda onunla iç içe geçmiş sözüm ona dinî görünümlü süreçle de dindar halkın her karşılaşması bu kötürümleşmenin ürettiği düşük yoğunluklu tepkinin örneği olarak tarihe kayıtlanmıştır.

Bu ne kadar değiştirilebilir ya da değiştirilebilir mi, bundan emin değilim.

Tevhidle buluşma serüvenimizde tüm iyi niyetli çabalara rağmen Kur’an’la temasımızın tarihsel ön yargıları aşarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. İslam dünyasından yapılan özenli-özensiz çevirilerin de bu yetersizlikte elbette payı büyüktür.

Kur’an’ın özellikle siyasal kavram haritasının tüm gayretlere rağmen lâyıkıyla kavranılamadığını cesaretle savunmalıyız. “Salât”tan başlayarak “zekât”a, “şûrâ”dan “mescid-i haram”a, “dâru’s-selâm”dan “infak”a, “sabır”dan “teslimiyet”e uzanan ve oradan resullerin pratik örnekliğine varan çemberde sahih bir Kur’an kavrayışından mahrum kaldığımızı bugünkü tıkanıklığın sebeplerini irdelerken görebiliyoruz.

Az evvel değindiğimiz Müslüman kitlelerin kötürümleştirilme bahsine geri dönelim: Kur’an vurgusuyla yola çıkanların siyasal kavrayışlarındaki eksiklik ve zaafiyetlerle yüzleşmenin vakti çoktan gelip geçmiştir. Hem de çokça geçmiş durumdadır.

Geniş kalabalıklardaki kötürümleşmenin kalıcı olması hatta bu kötürümleşmenin güçlenerek Kur’ânî söylemi öne çıkaranları yutması karşısında en çarpıcı, can alıcı muhasebeyi yapma zorunluluğumuz var. Bunu yapmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.

İmparatorluklardan/ulus devlet otoriterliklerinden sıyrılabilmiş bir İslami siyasi perspektifimizin/söylemimizin olamaması, bir yandan Kur’an’ın ve resullerin örnekliğinin lâyıkıyla kavranılmadığını; diğer yandan da egemen dünya düzenini ve onu doğuran fikriyatı çözümlemede yetersiz kalındığını bize açıkça gösteriyor.

Buradaki her bir iddiayı açmak gerekecektir, bunun farkındayım. Esasen pek çok yazı ve pratikle bunun yapıldığını da savunabilirim. Kur’an ve siyerin örnek öğreticiliğini kavramaya niyet etmiş, mütekâmil bir seviyeyi tutturamamış olmakla birlikte epeyce yol almış ancak bir şekilde az ya da çok AKP ile yolunu kesiştirmiş tevhîdî çizgi mensuplarının yarattığı tahribat da bütün bu yetersizliklere tuz biber ekerek kötürümleşmeyi zirveye taşımıştır.

Zulme karşı adalet cephesinden yana olmanın ancak sağlam bir kavrayışla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu kavrayışın gereklerinden yeterince bahsettik. Eksik olan şey, bu kavrayışların tabii sonucu olarak boy vermesi gereken pratiktir.

Burada durup durup geri dönerek aynı soruları sorabiliriz hatta sormalıyız da!

Kötürümleştirici mezkûr süreçlerin gadrine uğramış kavramların algılanışlarını nasıl oldu da kurtaramadık; hem de onca tevhîdîlik iddialarına rağmen! Kurtarabildiklerimize ya da bizim dışımızda da seyreden fıtrî-vicdanî tecrübelere sırtımızı nasıl dönebildik!

Bu kısa yazı, 7 Ekim 2023’le başlayan Aksâ Tûfânı sürecindeki genel tutum alışlardaki zaafiyetlerin de köküne inme çabası olarak okunabilir. Belli bir yerden sonra adalet cephesinde rüzgâr/lar yaratma çağrılarına cevap vermeye tenezzül etmeyerek kötürümleşmede ısrarcı olan cenâhın yarattığı helâk aşaması da mümkün olabilir tabii; sünnetullahın tecellisi tarihsel bir bilgi değilse şayet!

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM