Connect with us

Yazılar

Mini Mezopotamya Yolculuğunda İsmet Özel, Ahmed Arif ve Ölüm Duygusu – Naman Bakaç

Yayınlanma:

-

Seyahat insanın dünyasını genişletir – Malcolm X

Sisli bir sabah vakti uyandırdı beni sürekli yolculuklara çıkan dost. Apar topar hazırlanıp, beklediği arabaya bindim ve yola çıktık. İsmet Özel’de olduğu gibi sabah şairin üstüne saldırıyor halet-i ruhiyesi oluşmadı bende. Ama arabamız sisli ve kararmış havada ilerlerken dükkânların uyuduğunu fakat ağaçların uyanık olduğunu dökülen yapraklardan anlayacak kadar da dinçtim. Mardin’e gidecektik bir cumartesi sabahında. Uzun yola çıkmaya çoktandır hüküm giymiştim ama nasip kısa bir yolculuğaymış oysa. Araba Hasankeyf yoluna girerken, kendi kendime şöyle yol arkadaşımla az konuşup, geniş çayırları, sisli dağları ve sararmış ağaçları daha çok izlemeye kendimi kaptırsam diye içimden geçirmiyor değildim. Memleket meseleleri her zamanki gibi buna da mani oldu maalesef. Mali piyasaların ahvalinden girip, insan karakterlerine değin sek sek topu gibi, o konu benim bu konu senin zıplıyor gibiydik. Dicle nehrini görmekle, her nedense Mezopotamya’nın topraklarına girmiş hissi oluşur bende öteden beri. Sanki Hasankeyf öncesi, Mezopotamya toprakları değilmiş gibi yanılgılı bir düşünce var zihnimde. Yeni Hasankeyf’e doğru ilerlerken, muhteris gayrimenkul avcılarının sağlı sollu arsalara yaptırdığı villaları görünce, üzgünlük ile kızgınlık arasında karışık duygular kapladı dünyamı. Yol arkadaşımla bunu konuşurken, o, her zamanki gibi konuşmaya kallavi giriş cümleleriyle başlar. Ardından meseleyi konuştuğumuz temaya getirmekte pek mahirdir: “İnsanlar ve toplumların değişimi ilginçtir Naman.” diye yine söylendi. Ardından meseleyi, ev yapmak ve yatırım denilen insanın mülkiyet duygusuna getirince, sosyolojik ve ekonomik dehlizlerin içinde kaybolmamak için oralı olmamaya çalıştım. Kulağım onun anlatımlarına, gözüm ise Dicle nehrine mıhlanmışken, üzgünlük yerini hüzne bıraktı. Çünkü dedemin sebze ve meyve bahçelerinin sular altında kalışıyla birlikte her yaz geldiğimiz bol yeşillikli bağlarımızı görmemle, hatıralara dalmam bir oldu. Geçmiş demişken Faulkner’in veciz sözünü anmadan Hasankeyf’i bari geçmeyeyim: “Geçmiş asla bitmez. Hatta geçmez bile.” Nedense bu sefer kirpiklerim ıslanmamıştı. Ama yüreğine hüzünlü karanfiller atılmış gibiydi. Tamam, Kemal Sayar’ın dikkat çektiği Hüzün Hastalığı matah bir şey ama “hüzünsüz bir halde olmuyor be birader” diye iç geçirdim Hasankeyf yolundan Kemal Sayar’a.

Ne kadar yeni Hasankeyf’i görsem, cansız bir mezarlıktan geçiyorum hissi uyanır bende. Buradaki evler Midyat taşları ile inşa edilmiş olsa bile. Zeynel Bey türbesi orijinal hali ile oradaydı ama bir saksı gibi duruyordu gözümde. Bu yüzden “Hasankeyflisin ama insan böyle bir yerde bir ev almaz mı be kardeşim” yollu eleştirilere buradan bir cevabım olsun bu saksı meselesi. Yol arkadaşım keskin bir gözleme sahip biri. Dağların ve tepelerin ağaçsız halini görünce, hemen sosyolojik ve ekolojik birkaç tespitte bulundu. “Geçmişte buralar gür ağaçlarla kaplıydı.” dedi. “Biliyor musun neden şimdilerde bu ormanlar yok?” diye sordu bana. Kendi sorusunu da kendisi cevapladı ardından “Geçmişte buranın insanları o kadar fakirdi ki, bu yörelerde “darberû” denilen meşe ağaçları kesilip, yakacak olarak kullanılırdı.” diye söylendi. Devlet-i Aliye’nin buralara kurumsal olarak ağaç dikme faaliyeti de olmadığı için, sonrasında çorak bir görüntü oluşmuş bu dağlarda.

Hasankeyf yolundan çıkıp, Gercüş yoluna girdiğimizde sağlı sollu küçük köylerin isimlerini Türkçe ve Kürtçe birbirimize söyleyip, bilgilerimizi tazeliyoruz yol arkadaşımla. Difnê (Üçyol), Mervanîye (Akyar) Bêcirman (Vergili), Derdîle (Gönüllü) şeklinde geçen köyler… Çoğunda da Ermenilerin yaşadığı bilgisi hemen verilir bizim buralarda bu tip köyler konuşulurken. Bizim de böyle oldu doğal olarak. Yolun sağlı sollu taraflarında kahve, sarı ve kurşunî renkli ağaç yapraklarıyla oluşan sonbaharın bitimi, kışın yaklaşımı ile beliren tablo, içimdeki hüznü birazcık olsun dağıtıverdi. Kercosê’yi (Gercüş) şöyle teğet değerek geçtiğimiz bu yolda, bir sonraki durağımız Matiat (Midyat) ilçesi olacaktı. Yalnız Midyat’a varmadan önce çevredeki çoğu Kürt köyleri arasında bir Arap köyü olan Derîndib (Yolağzı) köyünden geçerken, her ikimizde köyün cadde ve evlerinin düzenli, bahçeli, temiz ve bakımlı olması dikkatlerimizden kaçmamıştı. Bu sefer önce ben mikrofonu alıp, çevre Kürt köyleri arasında neden bu köyün böylesi bakımlı, temiz, düzenli olduğunu sordum yol arkadaşıma. Cevabını da kendim verdim. Kürtlerin inişli çıkışlı dağ köyleri ve mekânlarında yaşamalarından yola çıkarak, birazda göçebeliğin ve çoğunlukla da sürülmelerinin etkisiyle biraz serazat (bu ifade Vahdettin İnce’den çalınmadır!) başına buyrukluk hallerinin mekân ve şehir algılarında etkili olduğunu anlattım. Mesela bakın Siverek’e, Bismil’e, Suruç’a, Kozluk’a, Ergani’ye, Çaldıran’a, Doğubayazıt’a vs. evler ve mekânlar bakımsız, renksiz, düzensiz, tekdüze ve de maalesef temiz değil. Mezopotamya’nın yerleşim yerleri üzerine tarihsel, toplumsal ve mekânsal analizlerden sonra Midyat’a vardığımızda ilçenin girişinin az önce saydığım vasıflara haiz olması maalesef beni yine şaşırtmadı. Yol arkadaşım kahvaltı için tekliflerini sundu bu arada. Ben tercihimi sıcak mercimek çorbasından yana koydum. Fakat malum hafta sonu kısıtlamalarından dolayı göz gezdirdiğimiz esnaf lokantalarında iri kilitler hemencecik göze çarpıyordu. Söylemeden edemeceyem bizim buralarda esnaf lokantaları kilitli iken, sözüm ona modern lokanta/restaurantlar neden alarmlı, kameralı, otomat kepenklerle kaplı sorusunu ortaya bırakıp, aradan çekiliyorum. Simit Sarayı denilen bir pastane zincirinden öteberi aldıktan sonra, bir parkta kahvaltımızı yapmaya koyulduk. Parka girer girmez parkın temizliği, düzenliliği ve içindeki üç temizlik görevlisinin büyük bir dikkatle işlerini yapmaları üzerine, bir temizlik görevlisinin yanına yaklaştım. Elimdeki börek ve pastalardan birini uzatıp şunu söyledim: “Deminden beri dikkat ettim, süpürgeyi ve küreği alelâde değil, özene bezene kullanarak ve hiç yüksünmeden temizliğinizi çok güzel yapıyorsunuz. Bu böreği hakettiğinizi düşündüm. Lütfen alır mısınız?” dememle onun cevabı bir oldu: “Yok abi, teşekkürler. Allah razı olsun. Az önce kahvaltı yaptım ben.” dedi. Israr ettim böreği alması için. Ama kendisi de aynı kararlılığı gösterince, ilk gidişimdeki heyecanın, yerini ringden mağlup olmuş güreşçi gibi başım hafif öne eğik bir şekilde döndüm. Az ilerdeki temizlik görevlisinin de hiç yüksünmeden ve tavsamadan yerleri temizlediğini görünce, içimde hem sevinç hem de güzellik peydâh oldu. Yalnız orada da ölü olan şey, ağaçlardı. Kolları örtüsüz, gövdesi paltosuz bir şekilde yapraklarını dökmüş olmanın haliyle cansız bir bedeni andırıyordu parkın ağaçları.

Kahvaltıyı bitirdikten sonra, arabamıza binip Midyat ilçesinden geçtik. Arapların yoğunlukla yaşadığı Estel mıntıkasından geçiyorduk. Buraları bakımlı, rengârenk sağlı sollu yüksek katlı binalarla doluydu. Caddeler temiz ve bakımlıydı. Midyat’tan çıkar çıkmaz çevrenin kahverengi ve kremsi topraklarla bezeli halinin içinde az da olsa ağaçlar hatta mini ormanlar görünce, coğrafyanın değiştiğini ilk anda insan hemen fark ediyordu. Mezopotamya’nın Turabdin bölgesi denilen bu topraklarda Mahalmi (kimileri Mıhallemi diye de söyler) denilen toplulukların yaşadığı köylerden geçiyorduk. Mahalmiler kendilerini etnik olarak ayrı görseler de bölgede Arap oldukları ya da Arapların bir kolu oldukları şeklinde yaygın bir görüş de yok değildi. Lübnan, Suriye ve bizim Turabdin bölgesinde yaşayan bu insanların, sanırım İsveç ve Belçika’da az da olsa bir nüfuslarının olduğunu duymuşluğum vardı. Şorızbah (Çavuşlu) ve Derîzbînê (Acırlı)  köylerini şöyle uzaktan görüp, buralardaki bakım, düzen ve temiz manzarayı görünce yol arkadaşımla bu sefer konuşmadık ama bakıştık. İkimiz de bu bakışmaların ne olduğunu anlamıştık zaten.

Mardin’e doğru ilerlerken, yol üzerindeki köylerin damlarında, balkonlarında, bahçelerinde ay yıldızlı bayrağın geçmişe oranla fazla oluşu dikkatimi çekmişti. Bir ara şöyle de düşünmedim değil doğrusu; acaba yakınlarda bir taziye mi var? 2013-2015 yılları arasında ev ve dükkânların duvarlarında örgüt isim ve sloganları ile milliyetçi partilerin flamalarının asılı olduğunu hatırlayınca Hegel’in “zamanın ruhu”na gidip, hızlıca dönüverdim. Zira ruhlar yükselip, düşüyordu dönemsel olarak. Tıpkı insanoğlu gibi. Düşenler ve yükselenler misali. Bu bahs-i diğer mevzuyu bırakıp, yol arkadaşımın çalan telefonundan istifade ederek, yüzümü tümüyle sağa çevirip gri renkteki dağlara ve onları sarmalamış olan ağaçlara odaklandım. Ağaçlar tıknaz ve alımlıydılar. Toprak ise gri ve kahverengi tonuyla tabloyu renk cümbüşüne dönüştürmüştü. İçlerinden geçiyormuşum gibi düşünüp, daldım. Yol arkadaşımın telefonunun da uzaması işime geldi ve bu dalıp gitmeler üzerine biri İsmet Özel’den diğeri Ahmet Arif’ten iki şiir mırıldandım. Biri içinde Nemrut dağı, Keklik takımı ve Karaca sürüsünün geçtiği Otuz Üç Kurşun’lu şiir, diğeri ise “taşıdım kara gençliğimi dağların damarından” mısrasının geçtiği Yaşamak Umrumdadır şiiri. İkinci şiir genellikle melal havalarda gezindiğim günlerin şafağında bazen şöyle dilimin ucuna değip, geçiverirdi.

Yol boyunca Ahmed Arif’in dediği gibi firari güvercinleri su başlarında görmedim, keklik takımları ise avcıların inisiyatifine kalmış bizim bu topraklarda. Yalnız Mehsert (Ömerli) ilçesine varmadan sırtı sütbeyaz bir tavşanı bahçeli bir evde görünce Ahmed Arif’in “karnı sütbeyaz bir dağ tavşanı, garip iki canlı” dizeleri tekrar gelip, dilime pelesenk oldu ama yol arkadaşıma da bunu hissettirmemeye çalışıyordum. İyi bir dinleyici ve gözlemcidir ama edebiyat-medebiyat, pörtü böcek… diye başlayan klişe cümleleri bana karşı kuracak diye de çekindim doğrusu. Tıpkı karnı sütbeyaz tavşanlardaki çekingenlik gibi. Bu ürkeklik ve şiirimsi hava karışımı halet-i ruhiyeden, dağların damarını içime çekmeye çalıştım, tabi havanın nemini de. Yolda yalpalanarak ilerlediğimiz köylerin arasında hızını düşüren yol arkadaşımın azıcık frene basmasıyla, ağaçların öksürdüğünü, her öksürük boyunca kollarından düşürdükleri sararmış yaprakları da görmüyor değildim. Bütün bu görmekler ve bohçama topladığım duygular denizi içinde, Mardin’e vardığımda ürkütücü manzarayla karşılaştım.

Tümsek yolda ilerlerken vardığımız Mardin’in girişinde çok katlı, kibrit kutulu evlerin yanısıra dört şerit boyunca sağlı sollu arabaların arasından ana kavşağa vardığımızda şiirimsi hava dağılmış yerini keşmekeş havasına bırakmıştı. Yol arkadaşım, keşmekeşlik halimi fark ettiğinden midir yoksa her Mardin’e gelişinde yaptığı bir alışkanlığı mıdır bilemedim ama beni “eski Mardin’e” götürmek istediğini söyledi. Ben ise reddettim ve kendi işinin olduğu Organize Sanayi Bölgesine varmak için Kızıltepe yoluna girdi. Mardin Organize Sanayi Bölgesi’ne girerken, her zamanki yaptığım şeyi yapıverdim tekrar. Bir işyerinin girişlerini, çevresini kolaçan ettim. Türkiye’nin un ihracatının en fazla yapıldığı bir Organize Sanayi Bölgesi olmasına rağmen, yolun yamalı oluşu, orta refüjdeki ağaçların hasta halleri, parkelerin sağlı sollu dağınıklığı, naylon ve çöp artıkların dikenli tellere asılı manzaraları, üretim binalarının bakımsız duvarları ile doğrusu içim kararmadı değil. Bunu da yanımdaki yol arkadaşıma hemencecik ifade ettim.

Yol arkadaşım görüşmelerini yapmak için, toplantı yerine geçince ben de bekleme salonunda geçtim. Masadaki dergileri karıştırdım. Dergilerden birinin kapağında Siyah Kuğu’yu görünce, hemencecik elime aldım. Pandemi ve Siyah Kuğu başlıklı yazı dikkatimi çekmişti. Direkt o yazıya ulaşmak için sayfaları hızlıca çevirdim. Çünkü Siyah Kuğu ile Pandemi arasında 2020 Martından sonra birkaç makale okumuştum. Bilirsiniz Siyah Kuğu nadirattandır. Üstelik 2008 krizini önceden öngördüğü için ünlü ekonomist Nassim Nicholas Talebın Siyah Kuğu isimli kitabı da meşhurdur. Hollywood yapımı Siyah Kuğu isimli filmi duymuşluğum vardı ama izlemişliğim yoktu. Yalnız filmdeki Siyah Kuğu ile kitab olan Siyah Kuğu arasında ise tematik olarak benzerlik yoktu. Dergideki makale kısa ama öz bilgiler içermesi hasebiyle fena değildi. Coronavirüs pandemisinin yüzyılda bir görülen olasılıksız bir durum olduğunu ve bu olasılıksızlığın etkisinin uzunca süreceğine dair argümanı işleyen bir makale idi. Sağımdaki duvarda dezenfektan septiğini, yüzümde maske, masada kolonyalı alet edevatları görünce, bu olasılıksız pandeminin etkisinin bana dokunduğunu, karşımdaki görevliye de temas ettiğini gözlemledim. Kitaptaki teorik bilgi ile gündelik hayatım arasında paralellik kendini baş göstermişti. Marks’ın teori-pratik bütünselliği ardından Kur’an’ın inanç-amel birlikteliğini de bilfiil hissettim desem abartı saymazsınız inşallah. Bir yol seyahatinin Marks’a oradan da Kur’an’a gelmesi, belki okurun kulağını tırmalıyordur ama hayat da böyle bir şey değil midir zaten? İçinde doğa, şiir, yolculuk, hastalık, düşünce, ideoloji, din, ekonomi, sanayi bölgeleri, ticaret, hüzün, park, kahvaltı, işçiler vs. toplamından ibarettir. Belki de hayat, tüm bunların toplamından daha büyüktür, daha hacimlidir.

Organize Sanayi Bölgesinde yeni yapılacak inşaatın yerini görmek için Isuzu marka bir pikapla yola çıkıyoruz. Yanımdaki işçi yol boyunca kafası eğik bir şekilde akıllı telefona adeta hipnoz olmuşçasına bakıyordu. Fakat şoförün ekşin hali dikkatimi çekmişti. Bu dikkat ilerleyen dakikalarda üzerine odaklanmaya yöneltti beni. Şoförün beyefendiliği, üslubu ve nezaketi etkilemişti beni. Pikapla inşaat yerine geldikten sonra, şoförün az önce saydığım meziyetlerini bir de kendisine söyleyerek, ikimizde mütebessim bir edayla vedalaştık. Çok şaşırmıştı böyle cümlelerin kulağına fısıldanmasına. Bu vedalaşma kısmından önce inşaatın yanına gittiğimizde yol arkadaşım kendi işiyle meşgul iken, ben yaklaşık 100 metre ilerde iki çocuk, bir gencin koyunlar arasında organize sanayi bölgesinin tel örgülerinin ardında, tuhaf hareketlerini görünce oraya doğru yöneldim. Koyunların arasında sanki ellerindeki bir şeyi ağızlarına ve burunlarına çekiyordu gibi bir halleri vardı. Emin olmak için yaklaştığımda, yol arkadaşım gideceğimizi söyledi bana. Arabamız onların yakınından geçerken, gözlerimi faltaşı gibi açıp, işin mahiyetini anlamaya çalışmak için onlara dikizledim. Onlar da beni fark etmiş olacak ki, ellerindeki malzemeyi bırakıp bana bakakaldılar. Arkadan başka bir genç, hızla onların yanına geliyordu. Çocuklardan birinin yerde titrediğini fark ettim, ama yanlarına gitmem imkânsızdı. Koşar adımlarla gelen genç ise, yerde uzanan küçük çocuğa yöneldi. Küçük çocuğun hareketliliği durmuş, yerde kütük gibi cansız duruyor gibiydi. Organize Sanayi Sitesinin müdürlük binasına vardığımda aklım orada kaldı. Hani Sezen Aksu bir şarkısında: “kalbim Ege’de kaldı” der ya, bizimkisi de böylesi bir ruh haliydi işte.  Midyat parkındaki cansız ve soğuk ağaçlar aklıma geldi her nedense, çocuğun orada cansız bedenini gördüğümde…

Memlekete dönüş için Kızıltepe yoluna çıkıp, Mardin’e ilerlediğimizde, şehrin uzaktan görünümü, bir kartalın dağ yuvasını andırıyordu adeta. Bu görüntüyü bir de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin (Irak Anayasasında geçen ifade bu şekilde ey okur, sakın hiddetlenme!) Amadiye şehrine benzettim ki, orası da bir dağ tepesine kurulu idi. İkisi de muhteşemdir. Bu muhteşem manzarayı seyreylerken, aniden yüreğimde bir sızı hissettim. Ucu sivri bir nesne, sanki kalbime saplanıyor gibiydi. Yol arkadaşıma bundan bahsetmedim. İçimde bir tedirginlik oluştu. Ama ne olduğunu kestiremiyordum.

Mardin’den çıkıp Gercüş’e varmaya az kala, yol arkadaşım ilçede bir eve uğraması gerektiğini söyledi. Gercüş’ün ana caddesinde ilerlerken, önceki günlerde sosyal medyada #Gercüşteneleroluyor hastaghıyla bir kampanya vardı. Cinsel taciz iddiaları medyada bolca yer almıştı. O kampanyanın etkisiyle midir yoksa başka bir nedenden midir bilemedim ama geçtiğimiz her caddede insanlar gözlerini bize dikmiş faltaşı gibi bakınca, rahatsızlığımı arkadaşıma ilettim. Sorduğumda ise, “Gercüşlüler hep böyledir, yabancı plakalı bir araba veya yabancı birilerini gördüklerinde rahatsız edercesine gözlerini sana dikerler” dedi. Gercüş kasr ve konaklarıyla bilinen bir ağalar diyarı. İşin ağalar kısmını çıkarıp, konak ve kasrları görmek istediğimi ilettim arkadaşıma. Eski Gercüş’ün içinden geçerken bunları görünce, bu topraklarda gelip geçen imparatorluklar, beylikler, devletler aklımdan geçiverdi bir çırpıda. Arkadaşımın uğrayacağı eve vardığımızda, ben evin hemen yanındaki mezarlığı görünce, arkadaşıma o tarafı işaret edip adımlarımı hızlandırdım. Mezarlığın arkasında metruk bir yapı, bir de bir mezarın tıpkı Ahlat mezarlığındaki taşlar gibi Arapça harflerle yazılı olduğunu fark ettim. Mezar taşını ve metruk yapıyı fotoğraflayıp, mezarlığın etrafında dolanmaya çalıştım. Mezarlık, ölüm duygusu, Organize Sanayi Bölgesindeki kütük gibi yere uzanmış çocuğun hali ve Midyat parkındaki ölü ağaçlar derken, yüreğimdeki sızı biraz daha artmıştı. Hasankeyf’e varmak üzereyken yüreğimdeki sızıyı yol arkadaşıma açmaya karar verdim ve kendisine durumu ilettim. O esnada bana gelen bir telefonla Mazlumder yönetiminde başkan iken beraber çalıştığımız ve de çok sevip, saygı duyduğum Hasan Abi’nin babasının öldüğü haberi telefonun öbür ucunda yankılandı. Hasan abimizin babası bir haftadan beri Corona tedavisi nedeniyle hastanede yatıyordu. Nadirattan görülen Siyah Kuğu, uzunca bir süredir bize sıklıkla kendini gösteriyordu artık. Üstelik Siyah Kuğu isimli kitabın alt başlığı olan “Olasılıksız Görünenin Etkisi” demek buymuş diye de iç geçirdim. Evet, Siyah Kuğu, yani Corona Pandemisi etkisini sıklıkla göstermeye çalışıyordu nitekim hayatım(ız)da. Hasan abimizin babasının vefat haberiyle bu etki, biraz daha ağır geldi bana. Kendisi gibi babası da sivil toplum bilinci gelişkin; çevreye, akrabalarına, köylülere, fakir-fukaraya duyarlı bir şahsiyetti. Arkadaşım, “Senin kalbindeki ağrı yoksa bundan olmasın diye” sorunca, “bilmiyorum” dedim. İkimiz de uzunca bir süre ilm-i hal ile konuştuk.

Sonu ölüm haberiyle bitmek üzere olan mini Mezopotamya yolculuğumuzun evveliyatı aklıma geldi birden. Hani kimi mezarlık filmlerinde sisli, bulutlu ve karartılı sahneleri andıran sahneler olur ya, daha yolculuğumuzun başı zaten bu hava ile başlamıştı desem yeridir. Midyat’ta kollarındaki yapraklarını öksürmüş ölü ağaçlar altında kahvaltımız, Mardin Organize Sanayi Bölgesi civarındaki bir çocuğun kütük gibi uzanmış bedeni, Gercüş’teki kadim mezar taşı ve son olarak Hasankeyf yolunda bir büyüğümüzün vefat haberi… Bir film şeridi gibi hissettire hissettire ölüm duygusu meğerse yolculuğa damgasını vuruyormuş da biz faniler bunu son kertede fark ediyoruz, diye söylendim kendi kendime. Sanki Allah, bu ölüm duygusunu adım adım, gıdım gıdım veriyordu bana. Sonra “Her nefis ölümü tadıcıdır.” ayetiyle beraber İsmet Özel’in “Ki ölüm her yerde uyanıktır” mısrası düşüverdi zihnime, dilime, yüreğime… Arabanın içi değildi sadece hüzünlü olan, bu arada. Arkadaşımda da o hüznü, yüz kıvrımlarından fark edebiliyordum. Mezopotamya topraklarında geçen bu yolculuğun ölüm duygusuyla iç içe geçen kasvetli havasını dağıtmak için mi yoksa tevafuken mi oldu bilemiyorum, arkadaşım arabanın teybini açtı, gelen ses Aram Tigran’ın sesiydi. Çok neşeli bir şarkı idi. Kıpır kıpır derler ya o cinsten bir şarkıydı. “Gelo Ew Kî bu?” şarkısına eşlik edip etmeme arasında sıkışıp kaldım birden. Bir yandan ölüm ve cenaze havası, diğer yandan Kürtçe şarkının düğün formundaki kıpır kıpır melodisi. Hayat, bazı kavram ve hallerin toplamından ibarettir, derken aslında eksiklik duygumuzu ve hallerimizi kastediyordum. Meğer o hayatın içinde ölüm ve düğünü eklememiştim. Kim bilir ileride hayatın başka hangi ekleyeceğim duygu ve halleriyle yüzleşecektim. Bu yüzden altını kalınla çizerek şu sözle bitireyim Mezopotamya yolculuğumu: “Hayat, yazıdan da bu anlatıdan da daha büyüktür!” ey okur!

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

“Dağ”ın Ardında Kalan Gazze – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

Bir yılı aşkındır olanlar günbegün gözlerimizin önünde canlı canlı cereyan etmekte. Ayrıntılar herkesin malumu… Her aşamasına, her acıya, her gözyaşına şahidiz ama şahitliklerimizin gereğini yerine getirmekten aciziz. Bu acziyetin nedenlerini bulup tespit etmek ve gidermek üzerimize farzdır.

Geldiğimiz noktada zulümleri, yaşanılanları, olanları gözlerimiz görse de zihnimiz ve kalbimiz görememekte çünkü dünyalıklardan yığdıklarımız dağ gibi devasa oldu! Öyle bir oldu ki mazlumların yaşadıklarını görecek görüş açımız kayboldu, içselleştirip gereken refleksleri veremez olduk. Zahiren görüyoruz hatta canlı yayında film izler gibi anlık bakıyoruz. Bakmak, görmeyi doğurmuyor çoğu zaman. Hakikaten görebilmek için; oluşturduğumuz dağların, bizlere sahnelenen perdelerin, zihinsel prangalarımızın ardındakini görebilmek için dünyalıklardan sıyrılmak icap ediyor.

Dünyalık, sadece mal mülkten ibaret metalardan olmayabilir çoğu vakit. Edinilen makam ve statüler, zihinsel ve fikri dünyevileşme, gerçek âlemden kopup sanal âlemde kaybolunması, metot ve yöntemlerin rasyonelleşmesi, itikadın Rabbânîlikten uzaklaşması, ailesinin ve çocuklarının gelecek kaygısıyla debelendiği sığ bir hayat, memuriyet veya özeldeki iaşe korkuları, ümmet tasavvurundan yoksun kavme indirgenmiş bir dünya kurgusu, kişinin ve yapıların kazanımlarını muhafaza etme kaygısı vb. gibi unsurlar ve daha fazlası nedeniyle duracağımız konumu şaşırmış durumdayız gelinen noktada. Bu durduğumuz yanlış konum da ister istemez kişinin önceliklerini, imkânlarını, reflekslerini, duygularını, fiiliyatını, sözünü ve tavrını şekillendirmektedir. Burada seküler kesimden veya muhafazakâr vatandaştan bahsetmiyoruz, az çok bilinçli oluğunu addeden Müslümanlardan; bizden senden, benden, ondan bahsediyoruz. Normal ahali gibi sadece teslim olmuş müslimlerden miyiz, hakkıyla iman etmiş mü’minlerden miyiz? Bir tercihte bulunup öze dönüş serüvenimize geri dönmeliyiz.

Bu noktaya nasıl geldik, nereden geldik, ne zaman geldik; bunları irdelemek, gerçeklerle yüzleşip problemleri çözümlemek zorundayız. Acizane tespitim; zamanında duvar dibinde babasının kucağında gözlerimizin önünde kurşunlanan Muhammed’in ve daha nicelerinin hesabını zamanında göremediğimizden dolayı ümmet olarak şu an alışa alışa normalleştirdiğimiz bir zilleti yaşamaktayız. Düştüğümüz bu zilletin tek açıklaması da bütüncül bir dünyevileşmedir.

İzzet, Gazze’nin; zillet, bizimdir! Gazze işini yapıyor, İsrail de işini yapıyor. İşini yapmayan, zalimin karşısında mazlumun yanında olmayanlar olarak iki cihanda da zillet üzerimize çökmüş durumdadır. “Elimizden geleni yapıyoruz!” diye kendimizi kandırmanın âlemi yok! Elimizden gelen nedir? Yapmamız gerekenler nedir? İmkânlarımız nedir? Şahitliğimiz çerçevesinde sorumluluklarımız nedir? Kendimizi tekrar tekrar çek etmemiz elzem bir hâl almıştır.

Olağan durumlarda gösterilecek duruş ve tepkiler serdedip mutmain bir edayla hayatımızı sürdürmekteyiz. Oysaki Gazze’de olağanüstü bir süreç yaşanmaktadır. Standart süreçlerde işletilecek denklem ve dengeler düzleminde hareket edip normal bir çatışma ve savaş hakkında sarf edilen söylemler içindeyiz ki, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en ağır soykırımıyla karşı karşıyayız ve bu hâlihazırda artarak devam etmektedir. Türlü türlü savaşlar oldu/olmakta/olacak maalesef, belli bir hukuk ve oranda yaşanan benzer çatışmalar karşında uluslararası arena, devletler, halklar göstereceği tepkileri vermekteydi. Vurgulamak istediğimiz şu ki, bir yılı aşkındır yaşanan olağanüstü durum karşısında da benzer tepkiler verilmekte. Oysaki Gazze’de emperyalistler ve Siyonistlerce her manada farklı/ağır/vahşi bir soykırım yürütülmektedir. Hâlihazırda olduğu gibi, normal bir savaş karşısında yapmamız gereken basın açıklamaları, mitingler, sosyal medya çalışmaları yerine mukabiliyet esasına binaen olağanüstü tepkiler ve tavırlar verilmeliydi/verilmelidir.

Verilememesinin başat nedeni ise; Kur’an-ı Kerim’de sıkça ve şiddetle uyarıldığımız hastalık olan dünyevileşme illetine çok ağır dozda yakalanmış olmamızdır. Bu hastalık mefhumu aslında olağan bir vakıa ama geçmiş çağlardan farklı olarak derecesi arttıkça ona doğru orantılı olarak farkındalığı da azalmış vaziyettedir.

Müslümanların hatta toplumsal mücadele içinde olan mü’minlerin dahî algıları, olgulara ve kavramlara yüklediği anlamaları, zihinsel serüvenleri, metotları rasyonel ve seküler argümanlarla şekillenir oldu. İmanımız dahî dünyevileşti. Evet, imanımız dahi dünyevileşti; Kur’an ve nebevi metot referans kaynağımız olmaktan çıktı. Uluslararası dengeler ve denklemler, demokratik teamüller, rasyonel hukuk, seküler bir dil ve argümanlar imkânlarımızı, yolumuzu, yordamımızı şekillendirir oldu. Zihinsel ve fiili ahvalimiz de doğal olarak bütün bu unsurlar ışığında hayat bulabiliyor. Sonra “Gücümüz, imkânlarımız, yapabileceklerimiz ancak budur!” deyip kendimizi tatmin edebiliyoruz.

“Gazze’nin neden yanında olamadık?” sorusunun arka planındaki en güçlü nedenlerden biri de yeterli empatiyi yakalayamamamızdır. İnsan hissettiği, idrak edebildiği doğrultuda tepki verir/verebilir. Hissettiğimizi zannedip bu seviyede bir şeyler yapıyor ve bu yapılanların yeterli olduğu düşüncesine kapılıyoruz. Her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da öz benliğimiz gibi olmasa da acıları yüzde yüz hissedemesek de yine de yeteri kadar olmalıydı; oradakiler bizim kardeşlerimizdir, onlarla yekvücut olabilmeliydik. Misal; öz kardeşiniz, evladınız, bacınız aynı durumda olsa sizi hangi güç durduğunuz yerde tutabilir veya hangi güç size sınırlar çizebilir, hangi denkleme göre hareket edersiniz, günlük hayatınıza nasıl devam edebilirsiniz? Demek ki, kardeşlik basit bir iddiadan ibaretmiş!

Ferdi olarak da, sivil toplum zemininde de, devlet yönetimlerinde de fiili ve zihni çok derin esaretler içinde debelenmekteyiz. Devletlerin küresel hegemonya altında ezilip kontrol edildiği, modern çağın bir gerçeği. Bu gerçek yanında, (Türkiye özelinde) küresel odaklara gebe olan iktidar/devlet, maalesef sivil toplumu da kendine gebe kılarak, onu bu sığ çarkın bir parçası kılmıştır. STK’ların hiçbir sivilliği kalmamıştır, hatta bu kurumlar bugün devlet organı gibi düşünüp hareket eder, söylem geliştirir durumdadırlar. Maalesef bu moda o kadar derin girmişler ki, yapılacak her hamle ve söz için iktidarın ağzına bakar hale gelinmiştir. Hatta onun adına düşünüp, atılacak bir adım iktidara zarar verir mi vermez mi denklemine mahkûm etmişlerdir kendilerini.

Genel sivil toplumdan ziyade İslami hareket dâhilindeki yapıların özeleştiri yapmasının gerekliliği daha da elzem hâle gelmiştir. Modern manada sivil toplum bir yana, İslami hareket dâhilindeki Müslüman bir yapı, kesinkes özgür ve özgün olmalıdır. Yerel veya küresel hiçbir beşerî odağın boyunduruğunda, dümeninde, su yolunda olmamalıdır. Özellikle son 15 yıllık tecrübeyle aşikâr oldu ki İslami toplumsal oluşumlar, neredeyse tamamen özgürlüğünü yitirmiş, İslamsı bir iktidarın peşinde sürüklenir hâle gelmiştir. Doğrudan ya da dolaylı olarak kendisini esir eden bu odaktan azade özgür iradeleriyle düşünerek söylem geliştirip hareket edemez olmuşlardır.

Gazze’de ödenen bedeller bizlerin özgürlüğüne hizmet etmeyecekse asıl o vakit kaybedenlerden, ziyan edenlerden olacağız. Gazze’deki kardeşlerimizin ödediği bedeller bizleri uyandırır, durduğumuz yerin yanlışlığını fark ettirir, dayandığımız sahte odaklardan sıyrılmamızı sağlar da özgürlüğümüzü kazanmamıza vesile olursa o vakit kazananlardan olacağız inşallah!

Devlet ve STK boyutundan ziyade ferdi olarak da iktisadi ve toplumsal baskı atmosferi yanında bilinç dönüşümü yaşayan bireylerden müteşekkil bir toplumla karşı karşıyayız. Sanal âleme hapsolmuş, gerçeklikten uzaklaşmış bir hâle gelindi. Haricen dünyevileşme hastalığına eskilerden çok daha derin boyutta kapılmış, kaybedecek çok şeyi olan mahlûklar haline gelinmiştir. Ezcümle; kaybedeceklerinin esiri olmuş, gerçekliklerden uzak, fiili ve psikolojik baskılar altında yaşayan köleler hâline gelmiş durumdayız. Bu noktaların çok daha derinlemesine irdelenip tespit edilmesi gerekmektedir ama burada zaman ve satırlar yetmeyeceği için herkesin kendi takdirine bırakıyoruz.

Gazze’ye faydamız olması için zengin olmamız, güçlü olmamız, yaşıyor olmamız değil, ölmemiz gerekmekteydi. Ölümü öldürmeden, zavallı hayatlarımızdan, konfor alanlarımızdan vazgeçmeden değil mazlumlara, kendimize dahî faydamız olmaz/olamaz! Özgürce ölemiyoruz bile, kaybedecek o kadar çok şeyimiz var ki, en ufak bir adım dahî atamıyoruz! Gazze’ye bir faydamız olabilmesi için, başta özgür bireyler olarak düşünüp kendi ayaklarımız üzerinde hareket ediyor olmamız gerekmektedir.

Sorun neyse tespit edelim: Yapılanlarda mı? Yapılamayanlarda mı? Hissiyatımızda mı? Düşüncemiz de mi? Metodumuzda mı? Yolumuzda mı?

Düşünme biçimlerimiz, önceliklerimiz, tanımlamalarımız öyle değişmiş durumda ki olgular yer değiştirmiş, kavramlar karmakarışık durumdadır. İçinde bulunduğumuz iletişim çağında “malumat” değersizleşmiş, anlamsızlaşmıştır. Her türlü malumatı kolaylıkla ediniyoruz ama hakkını veremiyoruz. Sanal âlem olguları o kadar çarptırdı ki, zihinsel boyutta gerçeklikten çok uzak farklı âlemlerde takılır olduk. Kardeşlerimizin ölü bedenleri sanki bir film sahnesindenmiş gibi algılanır oldu, şehitlerimiz adeta basit birer rakamdan ibaret hâle geldi, açlıktan ölümler gerçeklikten uzak birer hikâye gibi anlatılıyor. Layıkıyla gerçekliğin farkında olsak, hissetsek, idrak etsek her şey çok daha farklı olabilirdi!

En basitinden, bir yıldır yapılan sokak eylemlerine, basın açıklamalarına, mitinglere bile kayda değer ölçüde niye iştirak edilmiyor, etmiyoruz, edemiyoruz. Avrupa’daki mitingler devasa sayılara ulaşmakta, lokal eylemler daha özgür ve etkili sahnelenmekte, ferdi tepkiler daha samimi cereyan etmekte. Niye diye sorduğumuzda hep aynı cevap karşımıza çıkmakta: dünyevileşme! “Bizler mi Avrupa’daki seküler insanlardan daha dünyeviyiz?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet, daha dünyeviyiz! Belki de onlar aştı belli çıtaları, bilemiyoruz ama sonuç olarak öyle gözüküyor. Çünkü bizler zahmet edip konfor alanlarımızı terk edemiyoruz, onurlu insanlar gibi kötülüğü engellemek için bedel ödemeyi göze alamıyoruz, kazanımlarımızı muhafaza edeceğiz derken dilimiz lâl olup ayaklarımız kötürüm kalıyor.

Gazze halkını, stratejik hesaplara kurban eden anlayışlarla karşı karşıyayız. Evet, uzun vadeli stratejik kazanımlar mühim ama makul ölçüdeki getiri-götürü dâhilinde olsa gerek, yüzbinlerce canımız gitmişken, evlatlarımızı bacılarımızı sahipsiz bırakmışken, on binlerce esirimizin akıbetini dahî bilmezken, iki milyon kardeşimizi yalnızlığa terk etmişken bu bahsi geçen kazanımların anlamı nedir, ne değildir bakmak gerekmekte. Aşağıda sıraladığımız farklı kesimlerin, kendi denklemleri dâhilinde farklı anlayış ve vurguları ısrarla belirtmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Açık konuşmak gerekirse, içine düştüğümüz zilletin acziyet duygusuyla kendimizi tatmin edip durduğumuz yeri meşrulaştırma çabalarıdır bunlar. Genel olarak kastımız duygu kasıp farklı bir açıdan topu taca atmak değildir, gerçek bu, maalesef ağır bir zillet içine düştük.  Bu gerçeği hakkıyla kabullenip hızla düştüğümüz bu çukurdan çıkmamız gerektiğini vurguluyoruz ana fikir olarak.

Gazze, uluslararası arenada mazlum-zalim ayrımını net bir biçimde ortaya çıkarttı ve İsrail’in varoluşsal zulmünü âyân etti. Bu tablo içinde gayrimüslimler, mazlum Gazze halkının sabrını ve sebatını görüp bu tablonun kaynağı olan Kur’an’a yönelerek İslam’a akın akın geçmekteler/miş. Geçiyorlarsa onlar kurtuluyor, size ne ayıptır sorması, sizler hâlihazırda Müslümansanız işinizi yapınız. Bunu sürekli dillendirip tekrarlamanın ne âlemi var, bir kazanım ve zafer varsa o, Gazze halkının ve mücadele edenlerindir, size ne! Ek olarak; “Zalim İsrail ve Amerika’nın kirli yüzü ortaya çıktı, artık halkları dahî (amiyane tabirle) ne mal olduklarını anladı, bu büyük bir zaferdir!” söylemi ortalıkta cirit atmakta. Yahu, insan utanır! Tamam, bu orta ve uzun vadede güzel bir gelişme de şu aşamada size ne be kardeşim!

Bir de “Hamas askeri olarak kazanmakta, İsrail kaybetmekte…” söylemi var. Onu askeri olarak mücadele edenler dillendirip belirtsin. Sen halk olarak Gazze halkının ahvaline yoğunlaş ve gereken sivil tepkileri meydanlarda ver ki askeri olarak cehdedenlerin eli kuvvetlensin! Ki, pek de öyle gözükmüyor, askeri olarak kazanmaktalar, adamlar yapacaklarını yaptı/yapıyor. Gazze ve Allah’ın aziz yolu elbet kazanacaktır, yalnız bu kazanç somut değil soyut boyuttadır. Zahiren somut olarak Gazze de kaybetti, çoluk çocuk yüzbinlerce can katledildi! Gazze Şeridi; tarlasıyla, binasıyla, koylarıyla, bahçeleriyle yerle bir oldu. İmamlarımızı şehid ettiler, on binlerce esirimizin akıbeti hakkında bilgimiz dahî yok, Gazze aslanı Yahya Sinvar’ın mübarek naaşını alıp götürdüler, geri almaktan aciziz, neyden bahsediyorsunuz!

Halisane düşüncelerle hüsn-ü zanda bulunup inanılarak sahiplenilen iktidarın, stratejik hesaplar yaptığını ve arka planda Filistin davasına fiilen destek verip yardım ettiği düşünesi hâlâ baskın anlaşılan! Bu ne tür ve hangi ölçülerde bir destektir, nasıl bir amaç güdülmekte, neler hedeflenmektedir, inanın bilmiyoruz! Kardeşiniz olarak addediyorsanız bizimle de paylaşırsanız bahtiyar oluruz, az biraz aydınlanıp gönlümüz ferah bulur. Çünkü olanlar karşısında cahillikten, acziyetten, mahcubiyetten ne yapacağımızı şaşırdık. Tamam, bir ilişki ağına girdiniz ama bunun ümmet adına dava adına bir kazanımı olup artı değere dönüşmesi icap etmez mi? Yoksa davanızı mı unuttunuz ya da T.C. devleti adına elde edilen kazanımlar, sizin kazanımlarınız oldu da bahsettiğiniz bunlar mı? Dava uğruna orta ve uzun vadeli stratejik hangi kazanım, bu katliamlar karşısındaki tavrımızı durduruyor ya da dozajını azaltıyor ya da öteliyor? Daha ne olması gerekiyor? Ne olunca, ne yapacaksınız Allah aşkına, söyleyin! Bir gizemdir gidiyor! Yirmi iki yıldır sonraki büyük emeller (neyse onlar artık) için koşulsuz ve adanmış bir destek söz konusu! Yanlış bir yolda yanılsamalar içinde olmayasınız ya da hayali bir yolda ya da risksiz alanlarda koşturarak tatmin olup sakin, huzurlu, güzel bir yaşam nefsinize hoş geliyor olmasın? Hep beraber kendimize gelelim, özgürleşelim. Zalimin karşısında müslümanca durup mazluma el uzatalım! Yarın çok geç olacak; mazlumlar için değil, sizin için! Bu, Allah’ın bir tehdididir, kardeşlerinizin de samimi bir uyarısıdır.

7 Ekim öncesinde olduğu gibi sonrasında da mezhebi taassupla yaklaşanlar var bir de ve bunlar kahir ekseriyeti oluşturuyor maalesef. İsrail’in karşısında dimdik duran ve “direniş ekseni” diye tanımlanan İran, Hizbullah, Yemen, Irak ve Suriye’deki ağırlıklı Caferi kardeşlerimizin gösterdiği fiili duruş, bazılarını çokça zor durumda bırakmıştır. Nasıl bir aşağılık duygusuna kapılmışlarsa, yürütülen mücadeleyi, Gazze’yi hatta Filistin’i dahî adam gibi sahiplenemez konuma düştüler. Yarım ağız mevzuu edilen söylemlerinde onları nasıl ayrı tutarız, diye yırtınmaktalar. Sahiplenseler, zavallı düşünceleri doğrultusunda direniş ekseninin yanında durmuş olacaklar. Bu nasıl bir aklın, anlayışın, taassubun ürünüdür, anlamakta zorlanıyoruz. Aksâ Tûfânı, vahdeti sağlamaya hizmet edecek diye umut ederken insanların nefislerindeki çok daha derinlerdeki pislikleri dahî ortaya çıkarttı. Gazze her manada turnusol kâğıdı işlevi gördü ama acı gerçekler can acıtıyor.

Ülkemiz özelinde basit manada da “işte Türkiye şöyle, Türkiye böyle” teraneleri var bir de! Yok, özel kuvvetler Gazze içinde operasyon yapmakta; yok, bir gece ansızın gelebilirizler; yok, ağacın, odunun, fidanın stratejik artistlikleri; yok, ‘one minute’vârî boş kükremeler… Kime, ne anlatıyorsunuz; İsrail’in göstermelik izin verdiği ikişer tırdan hariç kendi iradenizle içeriye bir iğne dahî sokamadınız, yola çıkan onca yardımı da heba edip çöp ettiniz. Daha ülkedeki Siyonist askerleri bile yargılayamıyorsunuz, elçilik düzeyinde gereğini yapamıyorsunuz, Siyonizm’i beslediği aşikâr olan sayısız iş adamına dokunamıyorsunuz. BOTAŞ’ın işlettiği ve sevk ettiği petrolün İsrail’e gitmesini engelleyemiyorsunuz, alınan komisyonun getirisi için değil belki ama tazminat ödememek, iktisadi tehditler veya bazılarını kızdırmamak için irade gösteremiyorsunuz. Açık konuşalım hepsinin temel nedeni, Recep Tayyip Erdoğan’ın gebe olmasıdır. İktidardan düşürülmemek için topa girememektedir, bütün mesele budur.

Buradan; Türkiye’deki bu sığ çarkın içinde debelenen Müslümanlara ve milli değerlerle hayatını şekillendiren vatandaşlara seslenmek istiyorum. İktidarınız, Amerika Birleşik Devletlerinin esiri haldedir, bu esaret AKP iktidarına has ve yeni bir şey değil ama bu denli mutlak evrelere büründüğü bir tarih yaşanmamıştır. Bunun bizim muhalifliğimizle alakası yok, artık o evreleri aşalı çok oldu; nasıllığını, nedenliğini bilemiyoruz ama maalesef gerçek budur. Art niyet mevzu bahis olmasa da gönülleri Filistin’le olsa da ortada bir şantaj mı var, inandığı başka ölçütler mi var, sonraki stratejik emellerine göre mi hareket ediyor, dengeler düzlemindeki zorunlulukları mı var, tam bilinmez. İyi niyeti veya kendi öncülleri bizi ilgilendirmez, vakıa şu ki başımızda özgür bir erk yoktur. Sonuç olarak iktidarın mahkûmiyeti doğrudan ve dolaylı olarak, zihinsel ve fiili düzlemde ülkenin de/derneklerin de/takipçilerinin de hatta bütün bir milletin mahkûmiyetini doğurmaktadır. Bu sadece Filistin konusuyla alakalı değil, ülke olarak varlık yokluk mesabesindeyiz. Arzu edenlerle bu acı gerçeği ayrıca konuşabiliriz, şu aşamada bilmemiz gereken, mahkûm olduğumuz ve tek zorunluluğumuzun özgürlüğümüzü elde etmek olduğudur. Daha sonra ülkece sorunlarımız hakkında ne yapabilir olduğumuzu konuşma aşamasına geçebiliriz, aksi takdirde zırvalıklar içinde kalan ömrünüzü tamamlayıp ahirette mazlumlarla yüzleşeceksiniz. Tercih ve takdir sizin!

Bu noktada ilgili herkes, bu acı gerçeklerle yüzleşerek kendilerini çek edip bu fani ve âdî dünyanın öncüllerine göre hareket etmekten vazgeçip özgürlük yolunda adım atmalıdır. Aksi takdirde kendilerine de ülkeye de halka da Gazze’ye de ümmete de daha derinleşmiş bir mahkûmiyet, mahcubiyet, mahrumiyetten başka hediyeleri olmayacaktır.

Yerel ve küresel enformasyon manipülasyonundan kurtulmamız en elzem noktadır. Geldiğimiz noktada en basitinden Bakü petrolünün Ceyhan’dan İsrail’e sevkiyatı ve öyle böyle devam eden ticaretin kelime oyunlarıyla çarpıtılması komik bir hâl almıştır. Neye inanıp neye inanmayacağınız sizin tercihiniz ama bilinmelidir ki güneş, balçıkla sıvanmaz. Tarih boyunca iktidarlar, kendi inandıkları gerekçe ve öncüllere göre hareket edip kitleleri türlü yollarla arkalarından sürüklediler. Muaviye’nin dişi deve kıssasından herkes alacağı mesajı almalıdır. Ya iktidarı kızdırmamak/zedelememek/üzmemek adına erkek deveye dişi deme acziyetinde bulunacaksınız ya da kralın çıplak olduğunu belirtip öz benliklerinizi özgürleştirip onurlu bir hayat süreceksiniz. Ya fil metaforunda olduğu gibi salonun ortasındaki fili görmezden gelip başımıza yığılmasını bekleyeceğiz ya da gerçeklerle yüzleşip ona göre hareket edeceğiz.

Genel olarak ise bazı arkadaşlar “Yanı başımızda zulüm varken Filistin’le ne uğraşacağız!” diyor; belli bir kısım, “Hamas yaptığı çıkışla Gazze halkını ateşe attı.” Diyor; bazıları İran’ın vekalet savaşı yürüttüğünü söyleyip “Bu, bizim savaşımız değil!” havalarında; bazı arkadaşlar ise süreçteki stratejik kazanımlara odaklanmış! Hayatında belki üç eyleme katılmış bazı arkadaşlar ise “Biz çok yaptık, faydasını görmedik!” kolaylığına kaçıyor. Olayı aşmış bazı arkadaşlar “Eylem yapmak şahsi tatminden başka bir şey değil! deyip oturuyor. Bazıları “O sonuç vermez, şu attığın kurbağayı ürkütmez, yapsan ne olacak!” diyor. Yahu, ne yapılması gerekiyor? Bir de sen yap da meydan er görsün! Başkası, “O gelirse ben gitmem, bu gelirse şu gelmesin!” triplerinde! Zaten her yapı kendisini nimetten zannedip birbirini eleştiriyor. Bazısı sürecin edebiyatını yapıyor, bazısı sosyal faaliyet malzemesi yapmış takılıyor. Ulusalcı ve milliyetçi etnik zihinler gibi ulusal sınırlara göre düşünen tiplemeleri bırakın gitsin, kayda değer değil. Solcularımız ise maalesef bizlerden daha fena bir anlayış ve hiçlik içinde durmakta!

Neler yapılması gerekirdi, yapılabilirdi, imkânlarımız neydi? Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yekvücut olamadığımız için, dünyalık hesaplardan sıyrılamadığımız için, Rabbimizin vaadine hakkıyla güvenmediğimiz için tahayyül dahî edemiyoruz! Kulaklarınıza afaki gelebilecek birkaçını ifadelendirelim:

Dünya çapından aktivist yüzbinler Mısır kapısını yıkıp Gazze’ye girse, Ürdün üzerinden Batı Şeria’ya akın edip canlı kalkan olsa İsrail ne yapabilecekti? Rachel’ın, Ayşenur’un, Aaron’un bizim kadar aklı yok muydu? Konforlu bir hayatları, sevdikleri, gelecekleri, dünya hayatına dair arzuları yok muydu? Hepimizi toplasanız o koca yürekli gençler kadar olamayız. Bu saatten sonra da onların ismini, onurlu duruşlarını ve mesajlarını ağzımıza alıp sakız etmeyelim, belki bu mesajı alıp yaşatacak güzel insanlar çıkar yarınlarda!

Bir diğer yandan herkes, ülkelerindeki elçilik yapılarını yerle yeksan edip topraklarını onlara dar etmeliydi. Yöneticilerine öyle baskılar yapmalıydı ki, (“Sahibim ne der?” diye içinden geçirmeye fırsat bile vermeden!) her türlü ambargoyu net uygulatmalıydı. Ülkelerindeki Siyonist (Yahudi değil) kişilerin her birini tecrit etmeliydi vb. İsteyip inandıktan sonra yapılacak çok şey vardı/var.

Başta bölge ülkelerinin halkları olmak üzere bütün dünyada ayaklanarak sivil olarak İsrail sınırlarına yürüyüp orada öylece durmamız bile kâfi gelebilirdi belki. Mısır, Ürdün, Suud, Irak, İran, Batı Şeria, Suriye, Lübnan, Türkiye halkları kitlesel olarak harekete kalktığı takdirde Amerika’nın kölesi olmuş yöneticileri, kitlelerin gücü karşısında tek bir laf bile edemezdi. Ki ayağa kalkmış bu halk hareketiyle Kudüs’ü Mekke’yi bile kurtarabilirdik, sonrasında bu kukla nizamları dahî yıkıp (değil Gazze’yi kurtarmak) kendilerini de özgürleştirme yoluna girebilirlerdi. Aksâ Tûfanı, özgürlük baharına dönüşebilirdi. Hamas bir yol açtı ama bizler o yoldan yürümeyi değil alıştırıldığımız fiili ve zihni prangalar altındaki zelil yaşamımızı tercih ettik.

Bu Dünya hayatında bizler ne için yaşarız? İnsani olarak düşünürsek onurumuz için, özelde Müslüman olarak da cenneti hak edebilmek için değil mi? Ne bu dünya hayatı için onurumuz kaldı, ne de ahir zaman için inşa etmeye gayret ettiğimiz cennetimiz!

Söylenmiş/söylenen/söylenecek her şey bir yana, Gazze’den sonra bu ağırlığı üzerimizde taşıyarak nasıl yaşayacağız onu düşünelim. Nasıl evlatlarımızı öpüp koklayacağız, nasıl rızkımızı kolayca yutkunacağız, nasıl onurlu bir yaşam süreceğiz. Bu yükün ağırlığını hissetmeyenler için dünyalıklar içinde bir âlem süregider ama onurlu her insan, şahitliğinin sorumluluğunu yerine getirene kadar yaşayan bir ölüdür artık!

Vesselam…

Devamını Okuyun

Yazılar

Alman Solu, Aksâ Tûfânı’nı Anlamakta Nasıl Başarısız Oldu?

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı’ndan bir yıl sonra, İslamcı grubun nesillerdir devam eden çatışmayı nasıl yükselttiğine bakmanın, Alman solunun uluslararası politikayı anlamakta nasıl başarısız olduğunu bir kez daha göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, ülkedeki solun ve birçok anarşistin İsrail/Filistin’deki ve şimdi de Lübnan’daki savaşa nasıl makul bir yaklaşım bulamadığını görüyoruz. Bu metin Almanya’daki aktivistler için pek de sürpriz olmayacaktır. Aynı zamanda, diğer bölgelerdeki anarşistlerin ve solcuların Alman “Antideutsch”unu anlamalarının ve onu sadece bir tür politik doğruculuğun şaka versiyonu olarak değil, kendi idealleri olan politik bir hareket olarak görmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.

Tarih için zaman yok mu?

Almanya’nın yeniden birleşmesini eleştiren otoriter Komünist Gruplardan doğan bir hareket olan antigermanların tarihini çok derinlemesine incelemenin bir anlamı yok; antigermanlar, ideolojilerini milliyetçilik karşıtlığı ve Batı yanlısı duruşun bir karışımı olarak geliştirdiler. Antigermanlar sadece İsrail ile dayanışmayı savunmakla kalmıyor, hareketin daha radikal ve gerici kesimleri de ABD’nin dünya çapındaki emperyal projelerini çeşitli biçimlerde destekliyor. Antigerman ideolojisinin Siyonizm yanlısı kısmı, antisemitizme karşı mücadelenin bir parçası olarak görülebileceği gibi, komünist hareketin bazı kesimlerinin Filistinlilerin İsrail’den bağımsızlık mücadelesi de dahil olmak üzere ulusal kurtuluş hareketleriyle aralarına mesafe koyma çabası olarak da görülebilir.

Yıllar geçtikçe, dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinin gerilemesiyle birlikte, antigermanların ana projesi İsrail’e destek ve antisemitizme karşı mücadelenin kendi versiyonları haline geldi. İsrail devletine verilen destek, ne kadar korkunç olursa olsun İsrail hükümetinin tüm politikalarına verilen desteğe dönüştü. Kendilerini Siyonist yanlısı olarak tanımlayan pek çok antigermanla ve hatta Yahudi toplumuyla hiçbir bağlantısı olmadan kendilerine “Siyonist” diyenlerle tanıştım. Siyonizme yönelik eleştirilerin bir kısmı düpedüz antisemitik olsa da antigermanlar Yahudi cemaatinin içinden gelse bile her türlü eleştiriyi bir kenara koyacaktır. Bu tür eleştirileri anti-Semitik olarak etiketlemek, herhangi bir tartışmadan ya da kişinin kendi siyasi görüşlerini eleştirel bir şekilde inceleme ihtiyacından kaçmanın kolay bir yoludur.

Antigerman sahnesinde hevesli bir sıklıkla “müslüman” kutusuna konulan Araplara karşı ırkçılık bulabilirsiniz. Yahudi solu ve anarşistlerle ilişkiler karmaşıktır. Çoğu anti-Siyonist Yahudileri görmezden gelmeyi tercih etse de antigerman hareketinin bazı kesimleri antisemitizmle mücadele etmek amacıyla zaman zaman “yanlış” Yahudilere saldırmaktadır.

Antigerman hareketi başlangıçta otoriter komünistler arasında ortaya çıkmış olsa da ideolojisi neredeyse tüm sol ve anarşist gruplara yayılmıştır. Birkaç on yıl içinde Ortadoğu siyasetinde baskın bir konuma gelmeyi başardı. Bugün kendilerini tamamen antigerman olarak tanımlayan grupların sayısı azalmış olsa da çoğu anarşist ve sol grup antigerman bir gündemi, politikalarına entegre etmektedir. FAU’dan yerel anarşist örgütlere kadar Siyonizm yanlısı bir yaklaşım, norm olarak görülebilir.

Geçmişten geleceğe mi?

Alman solu tarafından 7 Ekim’de gerçekleştirilen saldırının ardındaki nedenlerin bütün karmaşıklığını anlamak için derin bir analiz ya da girişimde bulunulmadı. Destek, doğrudan devlete gitti. Hamas ve müttefikleri tarafından öldürülenler, durumla ilgili siyasi görüşleri ne olursa olsun, otomatik olarak “kurban” oldular. Alman solu için öldürülenlerin ailelerinden gelen gerilimi düşürme çağrılarını görmezden gelmek kolayken, İsrail solu ve liberaller Netanyahu’nun kendi çıkarları doğrultusunda şiddeti tırmandıracağından oldukça emindi. Rehinelerin aileleri, yakınlarını savaş için bir bahane olarak kullanmaya çalışan sağcı bir hükümeti protesto ederken Alman solu hevesle “Hamas”a karşı bir tırmanış arıyordu. Hamas’ın eylemlerinin kolektif sorumluluğu kolayca Gazze Şeridinde yaşayan herkesin omuzlarına yüklendi. “Hamas’a oy verdiler”, “Özgürlük istiyorlarsa Hamas’a karşı ayaklanmalılar”, “Onlar tüm Yahudileri boğmak isteyen antisemitler”; bu iddialar onların Gazze’deki İsrail saldırıları hakkında ürettikleri gerekçelerden sadece birkaçı… Sağcı siyasi hareketlerden bahsetmiyorum, kendilerini solcu ya da anarşist olarak gören pek çok insandan bahsediyorum!

Tiktok’ta canlı yayınlanan IDF tarafından işlenen savaş suçları çoğunlukla görmezden gelindi ya da insanların ‘endişe’ duymasına neden oldu ancak İsrail devletini destekleme yönündeki genel eğilim devam etti. Alman solu içinde Filistinlilere yönelik tutum düşmanca olmaya devam ederken Ortadoğu’da yaşananların gerçekliği ile Almanya’daki uydurma siyaset dünyası arasındaki uçurum daha da büyüdü. Bu noktada, Netanyahu hükümetinin her şüpheli eylemini İsrail sağının meşru müdafaa gerekçesiyle meşrulaştırmak Alman solu için oldukça yaygındır. Savaş suçları, İsrail kötü adamla -Avrupa ve Ortadoğu’nun Yahudi karşıtı geçmişinden ve bugününden şu ya da bu şekilde sorumlu olan Araplarla- savaştığı sürece iyi kabul ediliyor.

İlginçtir ki sol hareket içinde İsrail’e ilişkin pek çok siyasi pozisyon, Alman devletinin bu konudaki ideolojisiyle uyumludur. İktidardaki siyasi partiler değişiyor ancak bunların neredeyse hiçbiri Ortadoğu’daki durumu herhangi bir şekilde etkileyecek kadar eleştirel değil. Antigerman hareketin talepleri ve değerleri birçok yönden belirli etkinlikleri yasaklayan, boykot kampanyasını destekleyenlerden fonlarını çeken ya da “istenmeyen” aktivistlerin ülkeye girişine izin vermeyen devlet politikalarına dönüşüyor. Bu durum, eğitim çalışmaları için de geçerlidir. İsrail’le ilgili Alman sol projelerinin Alman devleti tarafından finanse edilmesi oldukça yaygındır. Açıkçası bu eğitim etkinlikleri genellikle İsrail devlet politikasına verilen siyasi desteğin sol ve anarşist çevreleri etkileyen bir uzantısıdır.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Alman solunun bugünlerde bu konuda söyleyecek sözü olan İsrail veya Filistinli solcuları, anarşistleri ve hatta liberalleri görmezden gelmeyi ve bazen proaktif bir şekilde izole etmeyi tercih etmesi mantıklıdır. Bu tür aktivistlerin etkinlikleri sabote ediliyor ya da onlar konuşacak yer bulmakta zorlanıyorlar[1] (solun devasa altyapısına rağmen).  Alman devleti tarafından Filistinlilerle dayanışma amacıyla ya da Netanyahu rejiminin politikalarını protesto etmek için örgütlenen aktivistlere yönelik baskılar genellikle görmezden geliniyor ve yerel sol hareket, Yahudi ve Filistin diasporası üzerinde oluşan büyük baskıyı görmezden gelmeyi tercih ettiği için yabancı aktivistler kendi hâllerine bırakılıyor. Yerel antifaşistleri, Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde ezilen halklarla herhangi bir şekilde dayanışma gösterirken görmektense, Filistinli veya Siyonizm karşıtı Yahudi gösterilerinde İsrail bayraklarıyla protesto ederken görmek daha yaygındır.

Alman solunun Netanyahu ve savaş makinesine karşı mücadelede İsrail ya da Filistin’de destekleyeceği müttefikleri olsaydı durum farklı olabilirdi. Ancak yıllarca süren antigerman politikalar, Ortadoğu’daki durum hakkındaki cehaletle birleşince Alman solunu siyasi izolasyona itti: Siyonist sağın onlara gerçekten ihtiyacı yok ancak İsrail veya Filistin’den herhangi bir ilericiye de yakınlaşmak istemiyorlar. Antigerman ideolojinin kuşaklar boyu gelişmesi, İsrailli Yahudiler ya da Filistinlilerle işbirliğini daha da zorlaştırıyor: Bugün solcu ve anarşist hareket çoğunlukla antigerman söylemleri takip eden gençleri kabul ediyor ve bunları sorgulayabilecek olanları, Ortadoğu’daki duruma ideolojik yaklaşımları Mao’nun ölümünden bu yana değişmeyen otoriter komünistlerin ellerine itiyor. Sonuç olarak, önümüzdeki yıllarda durumun gerçekten makul bir yönde gelişmesi için çok az şans var.

Şiddet ve ölümle geçen bir yılın ardından, Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak gördüğümüz hataların hemen hemen aynısını görüyoruz. İdeoloji gerçekliğe galip gelirken çok az kişi durumu anlamak ve ona ciddi bir yaklaşım geliştirmek için çaba sarf ediyor. Savaşın ve seferberliğin şoku çok çabuk geçiyor; sol ve anarşist çevrelerdeki çoğu insan, siyasi hareketlere katıldıklarında var olan ideolojik dogmalara geri dönüyor. Böyle bir atmosferde hem sol hem de anarşist hareket, hataları tekrarlamaya ve aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeye mahkûmdur; eğer krizi anlamak için çaba göstermeye ve siyasi değerlerimize göre cevaplar geliştirmeye karar vermezsek tabii. Aksi takdirde, geleceğin yaklaşan fırtınalarında, dünyayı siyasi güç elde etmek için şiddet ve yıkım kullanmaktan çekinmeyen gerici güçlere teslim etme riskiyle karşı karşıya kalırız.

Bu kriz sayesinde Alman solu ile kriz bölgelerindeki olası yoldaşları arasında büyüyen uçurumu da görebiliyoruz. Savaşlar ve protestolar daha fazla dayanışma ve çaba gerektirirken pek çok kişinin eleştirel siyaseti terk ederek sözde “birinci dünya”nın giderek daha gerici hâle gelen hükümetlerinin sunduğu konforu tercih ettiğine tanık oluyoruz.

Ama ben aslında antigerman geçmişten kopmaya çalışanlara odaklanarak bitirmek istiyorum. Ülkenin dört bir yanında farklı Yahudi ve Filistinli çevrelerle eğitim, dayanışma ve iş birliği üzerine çalışan gruplar var. Zamanlarını işgal altındaki bölgelere seyahat ederek yerel halkı ve onların devlet şiddetine karşı mücadelelerini tanımaya harcıyorlar. Bu insanlar, sol ve anarşist çevrelerde çok küçük olmalarına rağmen radikal ve devrimci siyasetin Almanya’da bile canlı olduğuna dair umut veriyorlar.

Kaynak: black-stork.writeas.com

[1] Yahudi anarşist Uri Gordon’un birkaç yıl önce Leipzig’de düzenlediği bir konferans, hiçbir sol organizasyonun konferans vermesine yer tahsis etmemesi nedeniyle özel bir odada gerçekleşti.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve

Yayınlanma:

-

“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.

İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.

Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.

İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.

Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.

İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.

Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!

Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.

İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.

Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.

İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.

Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.

Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.

Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.

İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.

Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.

Devamını Okuyun

GÜNDEM