Connect with us

Köşe Yazıları

Atasoy Müftüoğlu İle Röportaj

Yayınlanma:

-

Genç arkadaşların hazırladığı, Atasoy Müftüoğlu Kitaplığı adlı internet sitesinde gezinirken geçmiş günlere gittim, üniversite yıllarına, Atasoy Müftüoğlu’nun Eskişehir’deki yazıhanesine.

Her defasında bize birer simit ve çay ikram eder, kitapların dünyasından yola çıkarak kıymetli mi kıymetli bir muhabbete yelken açar, sorularımızı, sorunlarımızı dinler, geniş bilgi birikimi ve tecrübesi ışığında yolumuzu aydınlatır, vedalaşmadan önce muhakkak, masanın üzerinde bekleşen “farklı” kitaplardan birer tane hediye ederdi.

Atasoy Müftüoğlu yazıhanesini kapatmışsa da kapısını kapatmış değil. Gençlerle okumalar yapmaya; kitaplarını, yazdıklarını, yaşadıklarını paylaşmaya, gençlerle yoldaşlığa devam ediyor.

O günler aklıma gelince kendisine telefon açtım, hal hatırdan sonra, mektup yoluyla bir röportaj talep ettim. Sağolsun, ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşurken dahi talebimi geri çevirmedi ve ilk fırsatta daktilosunun başına geçti. Kendisine sağlık, sıhhat, afiyet diliyor, teşekkür ediyorum. Röportajın bana ve size ulaşmasında katkısı olan İsmail Kaplan ve Nusret Özendi’ye de teşekkür ederim.

Bu röportajın, Atasoy Müftüoğlu ve burada adını andığı yazar, düşünür ve entelektüellerle tanışacaklara yeni ufuklar açmasını temenni ederim. Bunu, kapanışta adet yerini bulsun diye ilave ediyor değilim. Şahsen şu hayatta “bir işler karıştırıyorsam” bunda tek başına Edward Said’in Entelektüel kitabının payının büyük olduğunu mesela, belirtmek ister, buradan kendisine selam ederim.

Gerçek Özgürlükler İslami Bilincin Özgürleştirilmesiyle Kazanılabilir

İnsan yaşadıkça, yaş aldıkça hayallerinin yanında hayal kırıklıkları da biriktiriyor. Siz biriktirmeyi sevmez, biriktirmezsiniz fakat ben merak ediyorum: Başlıca hayaliniz ve hayal kırıklığınız nedir şu dünyada?

Aklı edilgen kılan, düşüncesiz duygusallıkları tayin edici kılan bir geleneğin mensuplarıyız. Bizi çoğaltması, zenginleştirmesi, büyük ufuklara yönlendirmesi gerekirken; bizi kısıtlayan engelleyen baskılayan ve ufkumuzu kapatan bu gelenek, bugün, maalesef, yapısal bir meşruiyete sahiptir. Bu geleneğin içerisinde doğup büyüyen kuşaklar, sözünü ettiğim düşüncesiz duygusallıklar nedeniyle her zaman gerçek dünyadan bağımsız büyük romantizmler içerisinde yaşadılar. Bizim de ilk gençlik yıllarımızda büyük ideallerimiz vardı ancak, büyük fikirlerimiz yoktu.

Bendeniz, 1970 yılında “Büyük doğunun dirilişçi çocuklarıyız” diye bir cümle yazdım. Bu cümle de, ölçüsüz bir romantizmin yansımasıydı. Maruz kaldığımız romantizmler sebebiyle içerisinde yaşadığımız zamanın/tarihin/dünyanın/ hayatın imkanlarını/dinamiklerini bir bütünlük içerisinde doğru göremedik, doğru okuyamadık. Yetersizliklerimiz, ufuksuzluklarımız, benciliklerimiz, kabileciklerimiz yüzünden sahip olduğumuz büyük içtenliklere rağmen, zamana yenik düştük. Düşünmeyen/akletmeyen toplumlar ve kültürler için, hiçbir zaman gelecek olmayacağını hatırlayamadık. Siyasal alanda, kültürel alanda, dini alanda, her alanda, tek adam kültünü yücelten yanlış ve çarpık bir bilinç yüzünden insanlık çapında açık olması gereken ufkumuzu tek adamların yorumlarıyla kapattık. Tek adam kültünün, düşünme yeteneği olmayan toplumlarda belirleyici olduğunu öğrenemedik.

Kamusal müdahalede bulunma birikimi, yeteneği ve cesaretine sahip düşünürlere, evrensel zihinlere sahip olmadığımız için her dönemde büyük savrulmalar ve sürüklenmeler yaşadık. Politik kazançlar ve iktidar tutkuları/çıkarları adına, entelektüel niteliklerin ve bilincin derin kaybı karşısında sessiz kaldık. Eleştirel analizlere/sorgulamalara yabancı bir düşünce ikliminde yaşadığımız için zamanın sorumlu ve eleştirel tanıkları olamadık. Böyle bir iklimde, sağ-muhafazakar popülizm etkili bir politik güç haline geldi. Daha önce İslamcılık İddiasında bulunan kuşaklar/kadrolar, sağ-muhafazakar popülizmi sahiplenerek içselleştirdiler. Özetle varoluşsal/hayati/somut sorunlarla ilgili tepki verme yeteneğimizi kaybettik ve uyumculuğu seçtik.

Hayatınızın herhangi bir döneminde kendinizi yalnız bırakılmış hissettiniz mi?

Çeşitli vesilelerle açıkladım, bendeniz bir profesyonel değilim. Namım yürüsün diye yola çıkmadım. Kendi ismimi öne çıkarmak gibi bir kaygım/çabam olmadı. Kendimi aziz İslam ailesinin, bütün renklerinin/unsurlarının sorunları ile ilgili, sorumluluklar üstlenen bir parçası gibi gördüm, görüyorum. Hiç kimseye, hiçbir zaman bana tabi olun, beni takip edin, beni okuyun vb. demedim. Hayatım boyunca genç kuşakları hep uyardım. Tek akla, tek yoruma, tek boyuta, tek ufka asla kapanmayın, bize gelmeyin, kendinize gelin dedim. Ancak, sorunuz vesilesiyle söylemek zorundayım, hayatım boyunca, profesyonellerin dışlayıcı ve kibirli kayıtsızlıklarına maruz kaldım. Ancak, bizim kişisel yalnızlıklarımızı gündeme getirmek yerine, aziz İslam’ın modern zamanlar boyunca karşı karşıya bulunduğu yalnızlığı konuşmamız çok daha anlamlı olacaktır.

İslam ve Müslümanlar yüzyıllardır ideolojik ve ırkçı bir tacizle, sömürgeci bir tacizle karşı karşıya bulundukları halde, bu tacizler karşısında bir kendilik iradesi oluşturamıyor, bu tacizler karşısında alçaltıcı bir teslimiyetçilik sergiliyor. Tahakküm üreten, ideolojik/seküler kültürlerle/saldırılarla hesaplaşamıyoruz. Emperyalist iktidar ve tahakküm sisteminin oluşturduğu sömürgeci hafızayı, kendi hafızamızmış gibi sahipleniyor sömürgeci yalanları, kendi gerçeklerimizmiş gibi içselleştiriyoruz. Emperyalist iktidar ve tahakküm sisteminin, Müslüman toplulukları, İslami gerçekliğin, İslami modelin/düzenin yeniden tarihe dönemeyeceğine, bunun imkansız olduğuna ikna etmiş olmaları, büyük/derin ve sorgulanmamış bir yalnızlığın ifadesidir. Bugünün dünyasında İslam ontolojik ve epistemolojik anlamda özgür değildir, bağımsız değildir, meşruiyet ve otorite sahibi değildir.

Günümüz dünyasında İslam, yalnızca folklorik/kültürel/sembolik özgürlüklere, kısmi/biçimsel özgürlüklere, meşruiyetlere sahiptir. Bundan daha büyük yalnızlık olabilir mi? Toplumlarımızda hamaset dili/söylemi/siyasetinin belirleyici hale gelmiş olması sebebiyle, tarihsel gerçekler hiç konuşulmuyor. Kendi hayatımızın varoluşumuzun, tercihlerimizin bizi ötekileştiren/aşağılayan/yalnızlaştıran irade tarafından tanımlanıyor oluşu, hiç birimizi kapsamlı/yoğun/içtenlikli hesaplaşmalara sevk etmiyor. Aziz İslam’ın tarihin öznesi değil, bir araştırma konusu haline gelmiş olması, İslam’ın kendisi olma, kendisi kalma hakkının tanınmıyor oluşu, yine hiçbir entelektüel hesaplaşma konusu yapılamıyor.

Kuşaklar gelip geçerken siz hep genç kalmayı başarıyorsunuz. Gençlere olan inancı her daim muhafaza etmek, diri tutmak genç kalmaktan daha zor olsa gerek. Bunu nasıl başarıyorsunuz?

Bizim kuşaklar yapısal bağımlılıklarla, radikal bağımlılıklarla malûl bulundukları için, hiçbir zaman bağımsız İslami bilincin, bilgi’nin, dünya görüşünün ifadesi olamadılar. Kendi bilincimize sahip olamadığımız için, bugün, kendi yolumuzda yürüyemiyoruz. Nerede duracağımızı, nerede konumlanacağımızı, neyi konuşacağımızı, neyi konuşmayacağımızı, resmi dil/söylem/siyaset, resmi gündem, resmi kutsallar belirliyor. Büyük İslam ailesi küçük/bayağı bencillikler sebebiyle paramparça. Kendi zaman/tarih ufkumuz içerisinde yeni bir bilinci ancak genç kuşaklarla kurabiliriz.

Yerli–milli bir çerçeve içerisine hapsedilen, popülist–politik milliyetçi–sağcı kültür, İslami bütünlüğün içini bütünüyle boşaltmış bulunuyor. Bugün bütün İslami sözcükler/kavramlar, iktidar ihtirasları adına, bayağı propaganda sözcükleri ve kavramları olarak, sorumsuzca istismar ediliyor. Hamaset yoluyla var olmakla, bilinçli olarak var olmak birbirinden çok farklı şeylerdir. Hamaset, içi boşaltılmış varoluşlar üretir. Genç olmak, bilinçli sorumluluklar almak, bilincin sorumluluğunu üstlenmekle başlar. Farkındalık, genç olmakla yakından ilgilidir. Gençliğin, bilincin ve farkındalığın ifadesi olabilmek için her türlü konformizm karşısında hep teyakkuz durumunda olmak zorunludur

Milliyetçi/mukaddesatçı/gelenekçi/görenekçi/muhafazakar/sağcı konformizme maruz kalan toplumlar/kültürler Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere evrensel bir zihin/düşünür/filozof/bilge yetiştirememişlerdir. Büyük sayılara hitap eden, büyük niteliklerden habersiz, cemaatler/tarikatlar/partiler bunların kurduğu eğitim kurumları, imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri vb., otorite ve meşruiyeti, toplumun bütün kesimleri tarafından kabul edilebilecek tek bir kamusal düşünür yetiştirmeyi başaramamıştır. Genç kalmak için her şeyden önce konformizmle mücadele etmek, her türlü riski göze alarak eleştirel bir duruşu gerçekleştirmek gerekir.

Bir okur olarak sizi neler heyecanlandırır?

Müslüman halkların bilincinin, kolonyalistler tarafından sömürgeleştirildiği tarihten bu yana, tarihsel gerçekliğin farkında değiliz. Bilincimiz sömürgeleştirildiği için toplumlarımıza, kapitalist/seküler/liberal gerçeklik dayatıldı. Bugün Müslümanlar olarak kendi gerçekliğimizin nasıl tasarruf ve tahayyül edileceğini, kendi gerçekliğimizi nasıl inşa edebileceğimizi bilmiyoruz.

Ne kadar Müslüman olabileceğimize, İslam’ı hangi alanda, ne zaman ve ne kadar fiilen tecrübe edebileceğimize, hangi bağlamda tecrübe edebileceğimize biz karar vermiyoruz. Böyle bir karar iradesine sahip bulunmuyoruz. İslam toplumları, modern–seküler gerçeklik yoluyla taşralaştırıldığı için, halen modern tarihin hangi projeler doğrultusunda oluşturulduğunu bilmiyor.

Bendenizin çabaları eleştirel düşüncenin sorumluluğunu alarak, sadece bu noktada kalmaksızın, eleştiri ile sınırlı kalmaksızın, alternatif üretebilecek çalışmalar/çözümlemeler yapabilmek için bütünlüklü/kapsamlı/kuşatıcı bir tarih felsefesi perspektifine sahip olma çabalarıdır. Seküler bilginin hepimizi araçsallaştıran iktidarı karşısında, yoğun ve sistematik bir mücadele, entelektüel bir mücadele de kuşkusuz çok heyecan vericidir.

Okuma ve yazmayla ilgili ritüelleriniz, olmazsa olmazlarınız var mı?

Hayatım boyunca okuma ve yazma konusunda dilediğim gibi kullanabileceğim vakitlerim olmadı. Çünkü neredeyse bütün gün, daha çok gençlerle sohbetlerle geçti. On yıldan bu yana kendime ait bir odam var. Orada özellikle sabah namazından sonra ve sabah saatlerinde okumaya ve yazmaya çalışıyorum.

Okuma konusunda çok seçici bir dikkate sahip olduğumu söyleyebilirim. Yayın dünyasını çok yakından takip etmeye çalışıyorum. Kitaplar için her türlü fedakarlığa katlanırım. Yeni çıkan bir kitabı herkesten önce okumak için çok çaba harcarım. Şimdi bu konuda kendilerini kıskançlıkla takip ettiğim, benden önce yeni kitapları okuyan genç arkadaşlarım var. Onlardan bu konuda bilgi almak beni çok heyecanlandırır. Okuma ve yazma çabalarımız, kendi çağına nüfuz eden, kendi çağını etkileyen bir bilince sahip olmak için yürütülmelidir diye düşünüyorum.

Atasoy Müftüoğlu nasıl romanlar, şiirler okur? Türkiye ve Dünya edebiyatından kimleri beğenir?

Bizler, burada yıllardır sürdürdüğümüz kitap çalışmaları bağlamında, ırkçı/ ideolojik/mezhepçi saplantıları olmayan bütün şairleri/düşünürleri/filozofları/ edebiyatçıları eleştirel bir dikkatle okumaya devam ediyoruz. İçerisinde bulunduğumuz günlerde Pablo Neruda’nın Evrensel Şarkı’sını (Can Yayınları) okuyorum. Çantamda ve masamın üzerinde her zaman Nizar Kabbani’nin, Mahmud Derviş’in bir kitabı bulunur.

Eylül Ekim aylarında okuyacağımız kitaplar arasında, Düşmanlık Politikaları ve Popülizmin Küresel Yükselişi (İletişim Yayınları), Ahlaki Körlük (Ayrıntı Yayınları), Tarih Yazımı (DoğuBatı Yayınları) var.

Bir dönem güney Amerikalı bütün romancıları, Rus klasiklerini okumuştum. Son yıllarda daha çok tarih felsefesi metinleri okumaya çalışıyorum. İçerisinde yaşadığımız zamanın/dünyanın/tarihin/toplumun entelektüel iklimine bağımsız/ özgün İslami katkılarda, eleştirel katkılarda bulunabilecek çapta evrensel düşünürler yetiştiremediğimiz maalesef üzücü bir gerçek. Kendi yerli–milli dünyamız dışında kalan hiçbir kültürü etkileyemeyen bir dil ve içerik kullanıyoruz. Bu tür bir dil ve içerikle tarihin dikkati çekilemez.

Size göre bir aydının/entelektüelin kuşanması gerekli en bariz vasıflar nelerdir?

Aydın–entelektüel bütün dünyanın nabzını tutan, tutmaya çalışan bütün ufuklardan bakan, bütün ufukları görmeye çalışan, bütünün/bütünlüğün ifadesi olan, kendisini milliyetçi/mezhepçi sınırlara hapsetmeyen, eleştirel sorgulamalar/ hesaplaşmalar yapabilen, bütün düşünce iklimlerine nüfuz eden, düşüncenin sınırlandırılmasını kabul etmeyen, her şartta gerçeğin, hakikatin ifadesi olan, tarihe sorumlu bir biçimde tanıklık eden, kendisini tek ufka/tek yoruma/tek ülkeye/tek kültüre hapsetmeyen adamdır. Entelektüel konusunda Edward Said’in Entelektüel’ini ve Oryantalizm’ini behemahal okumak gerekir. Modern entelektüel tarihin en önemli olaylarından başlıcası Oryantalizm kitabıdır ve ne yazık ki Oryantalizm’in İslami muadili şuana kadar yazılabilmiş değildir.

Dünya çapında aydın/entelektüel kişiliğiye dikkatinizi çeken, bize, tanış olmamızı tavsiye edeceğiniz isimleri merak ediyorum.

Bendeniz 1980’li yıllarda merhum Kelim Sıddiki merhum Roger Garaudy, merhum İsmail Raci Faruki’yle uluslararası konferanslara katıldım, seyahatler yaptım. Kelim Sıddiki’yle devrimci İslami bir dilin ve bilincin hayata geçirilmesi konusunda uluslararası konferanslar düzenledim. O yıllarda Ziyaüddin Serdar, S. Perviz Manzur, Münevver Ahmet Enis, Seyyid Hüseyin Nasr, Asaf Hüseyin, Hamit Algar, Ekber S. Ahmed, Aliya İzzetbegoviç gibi değerli entelektüellerin, evrensel bilincin inşa’sı konusunda ciddi katkıları olabilecekleri mülahazasıyla okunmaları gerektiğini öğütledik.

Bu isimler arasında Mehmet Akif Ersoy ve Muhammed İkbal, Nakib El Attas ve Malik Bin Nebi de vardı. İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatının entelektüel haçlı seferleri karşısında bugün büyük bir bozgun yaşadığını, bu bozgun sebebi ile de pek çok entelektüelin modern/seküler/demokratik yorumlara meşruiyet kazandırmaya çalıştırdığını görmek gerekiyor. Günümüzde, halen devam etmekte olan, entelektüel haçlı seferlerinden yara almadan, sağ kurtulan “Salman Sayyid” gibi birkaç istisnai isim var.

Gençlere “muhakkak gezin-görün” diyeceğiniz beş ülke, beş şehir hangisi, neresi olur?

İmkanı olanlar önce İspanya’yı ve özelliklede Endülüs Medeniyetinin şehirlerini görmeliler. Mağrip ülkeleri ve şehirleri, Mısır ve Kahire, İran ve Isfahan, Hindistan –Delhi, Saray Bosna, Japonya, İtalya–Sicilya önerilebilir.

Bu söyleşiyi, son günlerde karşılaştığım, entelektüel haçlı seferleri karşısında bozguna uğrayan Müslüman entelektüellerin söylemeye cesaret edemeyecekleri Mikhail Bulgakov ait bir aforizma ile bitirmek istiyorum: “Şeytan, insanlık karşıtı bir modernizm biçiminde, dünyaya yön veriyor.”

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

E’nin Esrarengiz Ölümü

Yayınlanma:

-

En sevdiğim şiirine şöyle başlamış Cahit Zarifoğlu:

“Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim”

Ünlemler uçuşuyor adının başında E.  Belki de budur başını döndüren.

Başın döndü ve düştün. Buna inanıyorum.

İntihar ettiğine veya cinayete kurban gittiğine inanmak istemiyorum. Ne var ki bir avukat olarak inanmakla, temenni etmekle yetinemem. Olayın aydınlatılması için çalışmam lazım. Çünkü sen bir garip mültecisin. 16 yaşındasın ve daha uzuun yıllar 16 yaşında kalacaksın.

Çocuksun sen. Şairin dediği gibi:

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil”

Bir Türk vatandaşı bile olmadığın için dosyan rahatlıkla ihmale gelebilir. Nitekim geliyordu da. (Bekle biraz, o konuya geleceğim.)

26 Şubat’ta annen ve baban gelip bana vekalet verdi. Olayı onların zaviyesinden dinledim.

Keşke seni de dinleyebilseydim. Oysa ki büroma çok yakın bir yerde çalışıyordun. Oradan alışveriş yapmıştım. Trabzon’da birden fazla şubesi bulunan bir AVM. Nerdeyse her şeyin satıldığı o büyük mağazalardan biri. Farkında olmadan rastlaşmış bile olabiliriz.

Yine de buna pek ihtimal vermiyorum. Sen, anadilin Arapça kadar olmasa da iyi Türkçe konuşuyordun. Biraz da bu sebeple işe alındın.

Hafta içi beş gün saat 13 ila 22 arası, günde 9 saat çalışıyordun. Cumartesi okula gidiyordun. Aldığın son maaş 9 Bin liraydı. Baban gösterdi, paran onun hesabına yatırılıyordu.

Hesapladım, net bir kölelik olan “asgari ücret” seviyesinde para kazanabilmen için, (ayda 17 Bin lira için) okula gitmeyip cumartesileri dahil haftanın 6 günü, günde 15 saat çalışman gerekiyordu.

Bu durum seni bunaltmış olabilir. Hikâyendeki en kırılgan yer tam da buraya iliştirilen yabancılığın… Son yıllarda ırkçılık dalgası Türkiye’de çok kabardı. Bundan dolayı aşağılanmış, hakarete uğramış, fazladan ayrımcılığa uğramış, değersiz hissettirilmiş olabilirsin. Bunlar sadece tahminim.

Ablan da senin kadar olmasa da Türkçe konuşabiliyor. Ona sorular sordum, hakkında bilgi topladım.

Herhangi bir hastalığın, ruhsal sorunun yoktu. İlaç kullanmıyordun. Bir erkek arkadaşın, sevgilin, sorun yaşadığın biri yoktu.

Buradan, şimdi oturmuş sana bu mektubu yazdığım büromun önünden yürüyerek 5-6 dakikada işyerine gidiyordun. Hayatın şaşılacak kadar sade ve plânlıydı. Cep telefonunu evde bırakıyor, her gün aynı güzergâhı kullanıp işe gidiyor, aynı şekilde dönüyordun.

15 Şubat’ta da aynı şekilde gitmiş, çoğu zaman olduğu gibi işten çıkışta kendine bir tavuk döner almıştın. Seni çok iyi tanıdığı için lokantada çalışanlar, babana kamera kayıtlarını gösterdiler.

Saat tam 22.01’de içeri giriyor, 22.03’te yemeğini almış, çıkıyorsun. Ama kucağında bir pelüş oyuncak ayı var.

Trabzon’un en ışıltılı yeri. Maraş Caddesi. Baban her zaman olduğu gibi seni 22.15 gibi evde bekliyor. Lokantadan sağ tarafa, eve doğru döneceğine neden sola döndün?

Baban sen her zamanki saatte eve gelmeyince endişeye kapıldı hâliyle. Gecikmen de normal değildi. Tam seni aramak için polise veya iş yerine gidecekti ki -kararsızdı- telefonu çaldı. Saat 22.48. Arayan polisti. Kayalıklara bıraktığın eşyalardan kimliğine ulaşılmış.

Lokantanın tam önünden süre tutup yürüdüm. Ortalama 8 dakikada o caddeyi bitirip sola, Gazipaşa Caddesi’nden aşağıya, Ganita sahiline iniliyor.

Kayalık bölgeye kadar her yerde kamera var. Tek kör nokta kayalıklar ve senin o kör noktadan kendini denize attığın, yani intihar ettiğin iddia ediliyor. Kayıtlara öyle geçmiş. Ama ölümün şüpheli görüldü ve otopsi raporu için Adli Tıp’a gönderildin. Sonrası rutin prosedür.

Bedenin, işgal ve talan edilmiş ülkene gönderildi, orada toprağa verildin. Allah rahmet eylesin. Çok üzgünüm.

Minik bedenin, kuş kadar tüketiminle 8 milyar insanın yaşadığı bu devasa dünyaya pekâlâ, pekâlâ sığabilir, cıvıltılar içinde yaşayabilirdin. Hayattan pek bir şey istediğini sanmıyorum. Yaşamak, bir ağaç gibi, yaprak gibi, çok değil.

Sen de duymuşsundur belki, bu ülkedeki büyüklerin dilinden düşmezdi, biz “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”. Şimdi ise, “bir garip ölmüş diyeler.”

Otopsi raporun henüz çıkmadı. Bir iki ayda gönderilir, deniyor.

27 Şubat’ta anne babanı ve de ablanı alıp Trabzon Adliyesi’ne gittim. Senin dosyanla ilgilenen savcıyla görüşmek istedim. Savcı kâtibi “Avukat bey, ben önden bir görüşeyim kendisiyle.” diyerek odasına girdi. Ben kapıda bekledim. Savcı bey talebimi kabul etmedi. Kapısından çevirdi. Yanlış anlamanı istemem, şahsımla ilgili bir durum değil, kimin geldiğinden bağımsız, savcı beyin bir prensibiymiş. Her neyse…

Dosyanı inceledim. Savcı, şehrin göbeğinde onlarca işyerinin önünden geçip gittiğin saat aralığına ilişkin kamera kayıtlarını Emniyet’ten talep etmemiş. Öyle ya, nereye gittin, yanında biri var mıydı, kız başına, çocuk olarak kış vakti, o soğukta o karanlık kayalıklara nasıl gittin, arkandan biri geldi mi, insan merak eder değil mi?

Savcı bey unutmuş olmalıydı iş yoğunluğundan. Ben bir talep dilekçesi verdim bunun için. Sağ olsun, savcı, Emniyet Müdürlüğü’ne talimat verdi.

Çok merak ettiğimiz bir husus daha var. Neden montunu, çantanı, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp, kayaların üzerine bıraktın?

Kışın hava soğuk, Karadeniz dalgalı olur. Islak ve karanlık ve yamuk yumuk kayaların üzerinden seke seke 10 metre kadar yürümen gerekmiş olmalı. Çıplak ayaklarla kayıp düşmekten korkmadın mı? Bunlar 16 yaşında bir ana kuzusunun yapacağı şeyler mi, bilemedim.

Dünyada milyonlarca mülteci var. Sen, şanslılar arasında bile sayılırsın aslında. Anne baban ve 3 kardeşinle birlikte, sıkı aile bağları içinde yaşıyordun burada.

Henüz çocuk yaştaydın, ki çocukların yaşama enerji ve iştiyakı fıtraten yüksektir. Kendine yemek alman ve az önce yemen doğal olarak yaşama isteğine delalet ediyor.

Kucağında taşıdığın oyuncak ayının anlamı neydi peki?

Hayır, ailene teslim edilen eşyalar arasında yoktu o. En son lokantadan çıkarken kucağındaydı. Onu ne yaptın? Birine hediye etmek için mi aldın yoksa yanında mı götürdün?

Ha, az kalsın unutuyordum. Ablan söyledi. 16 şubat öğle saatlerinde polis senin eşyalarını ailene bir poşet içinde teslim etmiş. Bunlar delil niteliğinde eşyalar olduğu için muhafaza altında tutulmalıydı.

Anlaşılan polis ve savcı seninle ilgili peşinen hüküm vermiştiler, gerisi prosedürdü.

İntihar ettiğine ilişkin somut bir delil yok, cansız bedeninin bir saat sonra soğuk sulardan çıkartılmasından başka.

Savcılığa dilekçe verdim, geride bıraktığın eşyalar muhafaza altına alınsın diye. İçin rahat olsun, olayın aydınlatılması için elimden geleni yapıyorum. Olayı eşimle dostumla istişare ediyorum, arkadaşlara danışıyorum, atladığım bir nokta var mıdır diye soruyorum.

Telefonunda bir mesajlaşma, sıra dışı bir konuşma yok. Çantandan küçük bir seccade, bir tespih bir de  üç aylara girdiğimiz için okunacak bir duayı yazdığın mahzun bir kağıt parçası çıkmış. Başka da bir şey yok. Ser verip sır vermemişsin. Açıkçası, ketum bir çocuksun! Geride bir bilmece bıraktın. Bilmeceler de bilinemez genelde, ilkokul düzeyi değilse.

Üzerine yersiz yurtsuzluğun, göçebeliğin, mülteciliğin, sürgünlüğün kokusu mu sinmiş ne?

“Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyor şair, öyle mi yani?

Hayat bir serap.

Bakalım, göreceğiz.

Dosyanın akıbeti hakkında seni haberdar edeceğim.

Rabbim muhafaza buyursun.

Mehmet Ali Başaran

Not: E’nin ölümüyle ilgili öngörüsü, düşüncesi, eleştiri veya tavsiyesi, bir okuma veya seyretme önerisi olanlar m.ali.b@hotmail.com adresine yazarak benimle paylaşabilirler. 

Devamını Okuyun

GÜNDEM