Connect with us

Yazılar

Bir Ortadoğulunun After Life Denemesi – Mücahid Sağman

Yayınlanma:

-

After Life 2019 yılında başlayıp 2022 yılı başında 3. sezon ile finale eren İngiliz yapımı bir dizi. Dizi, eşi vefat eden bir adamın hayattan kopuşunu kara mizah bir dille ele alıyor. Dram-komedi tarzında çekilen dizide Ricky Gervais (Tony) oldukça başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Eşi öldükten sonra topluma olan uyumsuzluğu daha da artan Tony, aynı zamanda çevresindeki derin yalnızlığı da keşfetmiş oluyor. Bir İngiliz kasabasında kendi kişisel sorunları ile uğraşan bu küçük topluluk için bazı temel öncelikler mevcut. Örneğin neredeyse herkes iyi bir ilişki kuramamaktan şikayetçi. Aradıkları ideal eş tipini bir türlü bulamayan Tony’nin çevresindeki küçük mutsuz azınlık onun eşine olan özlemini de artırıyor. Tambury isimli bu küçük yerleşim yerinde müthiş bir sükûnet hissedersiniz. Bu sükûnet, mûkimlerinin bireysel yaşamına sinmiştir. Tony’nin agresif davranışları ve alaycı imaları etrafındaki insanlar açısından depresif bir problem olarak algılanır. Çevresindekiler için onun, onun içinse çevresindekilerin temel problemi kendi gerçekliklerine yabancılaşmış yalnızlıklarıdır. Tony yas tutma halini bir hayat tarzı olarak benimseyecektir artık. Hayatın tadı onun için kaçmış ve geri gelmesi de artık mümkün değildir. Tony için artık çalışmak, sosyalleşmek gibi toplumsal sorumluluklar anlam ifade etmez. Onun için eşinin anıları ile örülmüş bir hayatın ‘yas’ı vardır artık.

Eşi ölen bir adamın yas tutma hikayesi eminim herkesi etkiler. Gel gör ki dünyanın başka bir tarafında insanlar henüz yas tutmaya zamanları olmayacak acılar yaşıyorlar. Yas kültürü kadim toplumların hayat ile öteki hayat arasında kurdukları bir köprü aslında. Ortaya konulan ritüeller o topluma ait olan hem dini hem de kültürel öğeleri müthiş şekilde betimler. Her hareketin her rengin bir sembolik karşılığı vardır. Acılar adeta birer şiire döner ve yas, ölümü kutsayan bir törene dönüşür. Ama bununla beraber ölümler o kadar yoğun yaşanılır hale gelir ki matem ile hayatın sürekliliği arasındaki kesin çizgiler ortadan kalkar. Özellikle de yıllardır savaşın eşiğinde yaşayan toplumlarda ölüm arzulanır hale bile gelir ve insanlar yas tutmaya vakitleri olmadan her an hareket etmek durumunda kalırlar. Ağıtlar, türküler, masallar durmadan devam eden bir menzilde yürür. Yüzyıllardır aynı insanların oturduğu aynı insanların yaşadığı sokakları bulmak zordur. Göçmek, kaçmak, başka coğrafyalarda maziyi kaybederek ayakta durmaya çalışmakla geçen ömürde insanlar yanlarına ağıtlarını, türkülerini, masallarını almışlardır. Artık hafızayı canlı tutan tek şey anılardır ve anılar ancak bu eserlerin içine saklanabilir.

After Life hep Tony’nin eşi ile çekilmiş bir videoyu izlemesi ile başlar. Hep kabullenişe karşı içsel bir karşı koyuş yaratmak ister. Kabullenmesi gereken şey ise yalnızlıktır. Çünkü bu küçük İngiliz topluluğunda yalnız kalmak bir anlamda hayata karşı yenilgiyi kabullenmek olarak algılanır. Yalnız kalmamanın tek yolu ise hayatı tüm yönleriyle paylaşabilecek bir partner ile tanışabilmektir. Ortadoğu halkının yalnızlık ve sahip olma dürtüsü daha çok Sophokles’in Antigone eserinde yarattığı sürece benzer. Antigone kardeşlerinden Eteokles kahraman sayılmış, Polyneikes ise hain ilan edilip cesedi gömülmemiş, kurda kuşa yem edilmek üzere lanetlenerek açıkta bırakılmıştır. Antigone’un tüm mücadelesi kardeşine yapılan bu muameleye karşılık onu gömerek yasını tutma hakkını elde etmektir. Bunun için devlete karşı çıkar. Karşı çıktığı şey sadece devlet değil aynı zamanda bir koca veya tanrısal otoritedir. Ağabeyini toprağa gömmek Antigone için en büyük onurdur. Sonrasını düşünmez. Ölümü çoktan göze almıştır. Yalnızlaşmayı dert etmez. Antigone nefret etmek için değil sevmek için yaratılmıştır. Tony olabildiğince agresiftir. Acısını çatışmalarla bastırır. Oysa savaşın koynunda büyüyen bir çocuğun nefret etme hakkı bile elinden alınmıştır. Yola düşmek ve arkada bırakmak başka bir hayatın ellerine sürüklenmek tek çaresidir. Sevdiklerine tekrar dokunabileceği tek yer hayal dünyasıdır. Anılar hayal dünyasında her an yeniden yaratılır. Tek mesele ölüm olmayacak kadar da karmaşıktır durum. Daha kötüsü kaybolanların her an bulunma ihtimaline karşı yaratılan ümitle ruha atılan tohumlardır. Yaşamak zorundasınızdır çünkü her an başka bir acının ya da ümidin eşiğinde olabilirsiniz. Yas tutma hakkınız dokunduğunuz başka hayatların size bakan gözlerinde en gerçek halini alır. Bir acının türkülere dökülmüş hali olan İpek Mendil türküsü devam eden akışı, acının başka hayatların sorumluluğunda yürüyen mekanizmasını özetler: “Evimizin önü yonca, Yonca gahmış dam boyunca. Bu yoncayı kim biçecek, Celal oğlan olmayınca”. Evet, Celal ölmüştür ama yonca tüm gerçekliği ile kapının önünde durur. Yas tutmanın bir yönü de yoncayı kaldırıp devam eden akışa katkı sunmaktır. Tony için ne yonca vardır, ne de Kreon, ne de yası ile anıları arasına girecek başka meşguliyetler… Eşi ile çekilmiş onlarca video kaydı iki alem arasında olmasa da hatıraları somutlaştırır. Henüz anne ya da babası ile tanışmadan uzak mesafelere gitmek zorunda kalan ve buralarda sömürülen çocuklar için hatıralar ne anlam ifade eder?

Antigone’un tüm mücadelesi abisini defnetmektir. Tony her sabah yürüyüşünü eşinin mezarı başında bitirir. Berfo Ana’nın hikayesi Antigone ile benzer. Bir mezar başında durabilmek ve mezar taşı ile konuşabilmek bile Ortadoğu halkları için bir lütuf olabiliyor çünkü. Berfo Ana oğlunun hasretini bir mezar taşının, bir miktar toprağın üzerine akıtacağı gözyaşlarına saklamıştır. Aradan geçen bin yıllara rağmen Kreon hala hayattadır ve devletin lanetlediği ölülerin mezar yerlerine göz diker. Dünya, Ortadoğulu çocukları lanetlemiştir. Lanetlilerin ölüleri bedenlerine mekân bulmamalıdır. Çünkü o zaman anıları laneti yıllarca devam ettirecek ve toplumsal bir hastalığa dönüştürerek otoriteyi sarsan sembollere dönüşecektir. Kayıp evlatları için bir mezar talep eden anneler kazandığında otoritenin kirli yüzü yenilgiyi tadacaktır. Mezar yerleri ritüelleri veya ağıtları ile bir direnişi de simgeler. Mezar taşı yası canlı tutmanın da bir boyutudur. Ölen bedenin artık somut hali mezarın üstündeki topraktır. Bireyin topraktan geldiğine dair inanç gereği yaşamın ve sonrasının tüm yolculuklarını simgeleyen süreçler tamamlanmalıdır. Derrida’ya göre yas tutma süreci yaşamın gerekliliğine ve aynı anda da kayıpla başa çıkmanın sorumluluğuna işaret eder.[1] Burada iki kritik ifade dikkati çekiyor: Gereklilik ve sorumluluk. Ekonomik olarak belirli düzeyin üzerinde olup refaha ermiş toplumlardaki bireylerin ‘başa çıkma’ sorunu After Life dizisinin ana teması. Ama bir Ortadoğulu için başa çıkmanın temel aşamaları gereklilik ve sorumluluk üzerinden ilerler. Hele de eşini kaybetmiş kişi bir kadınsa o zaman kötücül olanın gerçekliği ile yüzleşmeniz daha hızlı ve hissettirici olur. Çünkü Ortadoğulu bir kadının yalnız kalabilme ihtimali oldukça korkutucudur hatta lüks sayılır. Eğer eşi vefat ettiyse kısa sürede başka bir erkeğin gölgesinde olmak zorundadır. Onun yas süreci başkaca egemen zorluklara kurban edilir. Tek başına ayakta kalma direnci o kadar şaşkınlıkla karşılanır ki takdirler havada uçuşur. Zamandan ve mekândan soyutlanıp yasına tutunacağı rüyalar için eziyet çekmek veya bedeller ödemek zorundadır. Yas tutmak ve bir mezar taşına bakmak kimliğine bahşedilen bir ödülden başka nedir artık! Evladını toprağa koyabilmenin huzur veren bir ritüel olması şaşkınlıkla karşılanmayacak acıların yaşandığı bir coğrafyaya özgü olacaktır elbette. Mezar yeri çocuğunun veya eşinin sembolik mekânı olarak yas tutanı sükûnete erdirir. Bir yerde ikamet edene oranın ‘sakini’ denilmiştir çünkü. Beden toprakla karıştığında kendi evine yani özüne dönmenin sükûnetine erişir. “Geride kalanlar” denilir bir ölümün ardından, asıl olan gitmektir insanlığın inanç örgüsünde.

“Yol canlılıkla mukayyet

Gitti deriz

Ölenler için

 Yalnız yaşayanların işidir

Yola çıkmak, yolu kat etmek.”[2]

Kalan henüz gidemediği için gideni uğurlamak görevini üstlenir. En çok da uğurlanmak ve hayırla yad edilmek için üstlenir bu görevi. Beden nasıl bir mekânda huzura kavuşursa ruhun da bir mekân ile huzura kavuşacağına inanılır. Son görev onu huzuruna kavuşturmak ve özüne ulaşabilmesi için ritüelleri yerine getirmektir. ‘Toprağa vermek’ ‘defnetmek’ gibi ifadeler hep ölümle yaşam arasındaki bağın esrarengiz büyüsünde üretilmiştir. Toprağa vermenin büyüsü ritüelin coşkun eylemlerinde saklıdır biraz da. Her hareket, binlerce yılın inancı ile harmanlanır. Mezarın şekli, ölünün duruşu, mezar taşında yazanlar hep bir geleneğe işaret eder. Ama elbette bir mezar yeri olanlar içindir tüm bunlar. Geride kalanlar için mezar yeri bünyeye sükûnet verecek ritüellerin ikamesi için gereklidir. Geride kalırlar elbette ama artık olduğu gibi kalamaz hiç kimse. Ama en çok da Ortadoğu’da eskisi gibi kalamaz insanlar. Çünkü mezarı olmayan bir ölünün ruhu gibidir insanlar burada. Her an başınıza yıkılması mümkün olan evinizi bir savaşla terk edip yazgısı muğlaklık olan bir dünyaya doğru gitmek zorundasınızdır.

 

[1] İbrişim, Deniz G. (2019). Yasın Antroposantrik Olmayan “Öteki” Hali: Sürgün’de Şiddet ve Acının Beden-ötesi Yolculuğu. Edebiyat Eleştirisi Dergisi ISSN 2148-3442 2019/11: (82-98).

[2] İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, Üçüncü Bab: Şivekarın Yolculuğudur.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x