Connect with us

Yazılar

Bir Ortadoğulunun After Life Denemesi – Mücahid Sağman

Yayınlanma:

-

After Life 2019 yılında başlayıp 2022 yılı başında 3. sezon ile finale eren İngiliz yapımı bir dizi. Dizi, eşi vefat eden bir adamın hayattan kopuşunu kara mizah bir dille ele alıyor. Dram-komedi tarzında çekilen dizide Ricky Gervais (Tony) oldukça başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Eşi öldükten sonra topluma olan uyumsuzluğu daha da artan Tony, aynı zamanda çevresindeki derin yalnızlığı da keşfetmiş oluyor. Bir İngiliz kasabasında kendi kişisel sorunları ile uğraşan bu küçük topluluk için bazı temel öncelikler mevcut. Örneğin neredeyse herkes iyi bir ilişki kuramamaktan şikayetçi. Aradıkları ideal eş tipini bir türlü bulamayan Tony’nin çevresindeki küçük mutsuz azınlık onun eşine olan özlemini de artırıyor. Tambury isimli bu küçük yerleşim yerinde müthiş bir sükûnet hissedersiniz. Bu sükûnet, mûkimlerinin bireysel yaşamına sinmiştir. Tony’nin agresif davranışları ve alaycı imaları etrafındaki insanlar açısından depresif bir problem olarak algılanır. Çevresindekiler için onun, onun içinse çevresindekilerin temel problemi kendi gerçekliklerine yabancılaşmış yalnızlıklarıdır. Tony yas tutma halini bir hayat tarzı olarak benimseyecektir artık. Hayatın tadı onun için kaçmış ve geri gelmesi de artık mümkün değildir. Tony için artık çalışmak, sosyalleşmek gibi toplumsal sorumluluklar anlam ifade etmez. Onun için eşinin anıları ile örülmüş bir hayatın ‘yas’ı vardır artık.

Eşi ölen bir adamın yas tutma hikayesi eminim herkesi etkiler. Gel gör ki dünyanın başka bir tarafında insanlar henüz yas tutmaya zamanları olmayacak acılar yaşıyorlar. Yas kültürü kadim toplumların hayat ile öteki hayat arasında kurdukları bir köprü aslında. Ortaya konulan ritüeller o topluma ait olan hem dini hem de kültürel öğeleri müthiş şekilde betimler. Her hareketin her rengin bir sembolik karşılığı vardır. Acılar adeta birer şiire döner ve yas, ölümü kutsayan bir törene dönüşür. Ama bununla beraber ölümler o kadar yoğun yaşanılır hale gelir ki matem ile hayatın sürekliliği arasındaki kesin çizgiler ortadan kalkar. Özellikle de yıllardır savaşın eşiğinde yaşayan toplumlarda ölüm arzulanır hale bile gelir ve insanlar yas tutmaya vakitleri olmadan her an hareket etmek durumunda kalırlar. Ağıtlar, türküler, masallar durmadan devam eden bir menzilde yürür. Yüzyıllardır aynı insanların oturduğu aynı insanların yaşadığı sokakları bulmak zordur. Göçmek, kaçmak, başka coğrafyalarda maziyi kaybederek ayakta durmaya çalışmakla geçen ömürde insanlar yanlarına ağıtlarını, türkülerini, masallarını almışlardır. Artık hafızayı canlı tutan tek şey anılardır ve anılar ancak bu eserlerin içine saklanabilir.

After Life hep Tony’nin eşi ile çekilmiş bir videoyu izlemesi ile başlar. Hep kabullenişe karşı içsel bir karşı koyuş yaratmak ister. Kabullenmesi gereken şey ise yalnızlıktır. Çünkü bu küçük İngiliz topluluğunda yalnız kalmak bir anlamda hayata karşı yenilgiyi kabullenmek olarak algılanır. Yalnız kalmamanın tek yolu ise hayatı tüm yönleriyle paylaşabilecek bir partner ile tanışabilmektir. Ortadoğu halkının yalnızlık ve sahip olma dürtüsü daha çok Sophokles’in Antigone eserinde yarattığı sürece benzer. Antigone kardeşlerinden Eteokles kahraman sayılmış, Polyneikes ise hain ilan edilip cesedi gömülmemiş, kurda kuşa yem edilmek üzere lanetlenerek açıkta bırakılmıştır. Antigone’un tüm mücadelesi kardeşine yapılan bu muameleye karşılık onu gömerek yasını tutma hakkını elde etmektir. Bunun için devlete karşı çıkar. Karşı çıktığı şey sadece devlet değil aynı zamanda bir koca veya tanrısal otoritedir. Ağabeyini toprağa gömmek Antigone için en büyük onurdur. Sonrasını düşünmez. Ölümü çoktan göze almıştır. Yalnızlaşmayı dert etmez. Antigone nefret etmek için değil sevmek için yaratılmıştır. Tony olabildiğince agresiftir. Acısını çatışmalarla bastırır. Oysa savaşın koynunda büyüyen bir çocuğun nefret etme hakkı bile elinden alınmıştır. Yola düşmek ve arkada bırakmak başka bir hayatın ellerine sürüklenmek tek çaresidir. Sevdiklerine tekrar dokunabileceği tek yer hayal dünyasıdır. Anılar hayal dünyasında her an yeniden yaratılır. Tek mesele ölüm olmayacak kadar da karmaşıktır durum. Daha kötüsü kaybolanların her an bulunma ihtimaline karşı yaratılan ümitle ruha atılan tohumlardır. Yaşamak zorundasınızdır çünkü her an başka bir acının ya da ümidin eşiğinde olabilirsiniz. Yas tutma hakkınız dokunduğunuz başka hayatların size bakan gözlerinde en gerçek halini alır. Bir acının türkülere dökülmüş hali olan İpek Mendil türküsü devam eden akışı, acının başka hayatların sorumluluğunda yürüyen mekanizmasını özetler: “Evimizin önü yonca, Yonca gahmış dam boyunca. Bu yoncayı kim biçecek, Celal oğlan olmayınca”. Evet, Celal ölmüştür ama yonca tüm gerçekliği ile kapının önünde durur. Yas tutmanın bir yönü de yoncayı kaldırıp devam eden akışa katkı sunmaktır. Tony için ne yonca vardır, ne de Kreon, ne de yası ile anıları arasına girecek başka meşguliyetler… Eşi ile çekilmiş onlarca video kaydı iki alem arasında olmasa da hatıraları somutlaştırır. Henüz anne ya da babası ile tanışmadan uzak mesafelere gitmek zorunda kalan ve buralarda sömürülen çocuklar için hatıralar ne anlam ifade eder?

Antigone’un tüm mücadelesi abisini defnetmektir. Tony her sabah yürüyüşünü eşinin mezarı başında bitirir. Berfo Ana’nın hikayesi Antigone ile benzer. Bir mezar başında durabilmek ve mezar taşı ile konuşabilmek bile Ortadoğu halkları için bir lütuf olabiliyor çünkü. Berfo Ana oğlunun hasretini bir mezar taşının, bir miktar toprağın üzerine akıtacağı gözyaşlarına saklamıştır. Aradan geçen bin yıllara rağmen Kreon hala hayattadır ve devletin lanetlediği ölülerin mezar yerlerine göz diker. Dünya, Ortadoğulu çocukları lanetlemiştir. Lanetlilerin ölüleri bedenlerine mekân bulmamalıdır. Çünkü o zaman anıları laneti yıllarca devam ettirecek ve toplumsal bir hastalığa dönüştürerek otoriteyi sarsan sembollere dönüşecektir. Kayıp evlatları için bir mezar talep eden anneler kazandığında otoritenin kirli yüzü yenilgiyi tadacaktır. Mezar yerleri ritüelleri veya ağıtları ile bir direnişi de simgeler. Mezar taşı yası canlı tutmanın da bir boyutudur. Ölen bedenin artık somut hali mezarın üstündeki topraktır. Bireyin topraktan geldiğine dair inanç gereği yaşamın ve sonrasının tüm yolculuklarını simgeleyen süreçler tamamlanmalıdır. Derrida’ya göre yas tutma süreci yaşamın gerekliliğine ve aynı anda da kayıpla başa çıkmanın sorumluluğuna işaret eder.[1] Burada iki kritik ifade dikkati çekiyor: Gereklilik ve sorumluluk. Ekonomik olarak belirli düzeyin üzerinde olup refaha ermiş toplumlardaki bireylerin ‘başa çıkma’ sorunu After Life dizisinin ana teması. Ama bir Ortadoğulu için başa çıkmanın temel aşamaları gereklilik ve sorumluluk üzerinden ilerler. Hele de eşini kaybetmiş kişi bir kadınsa o zaman kötücül olanın gerçekliği ile yüzleşmeniz daha hızlı ve hissettirici olur. Çünkü Ortadoğulu bir kadının yalnız kalabilme ihtimali oldukça korkutucudur hatta lüks sayılır. Eğer eşi vefat ettiyse kısa sürede başka bir erkeğin gölgesinde olmak zorundadır. Onun yas süreci başkaca egemen zorluklara kurban edilir. Tek başına ayakta kalma direnci o kadar şaşkınlıkla karşılanır ki takdirler havada uçuşur. Zamandan ve mekândan soyutlanıp yasına tutunacağı rüyalar için eziyet çekmek veya bedeller ödemek zorundadır. Yas tutmak ve bir mezar taşına bakmak kimliğine bahşedilen bir ödülden başka nedir artık! Evladını toprağa koyabilmenin huzur veren bir ritüel olması şaşkınlıkla karşılanmayacak acıların yaşandığı bir coğrafyaya özgü olacaktır elbette. Mezar yeri çocuğunun veya eşinin sembolik mekânı olarak yas tutanı sükûnete erdirir. Bir yerde ikamet edene oranın ‘sakini’ denilmiştir çünkü. Beden toprakla karıştığında kendi evine yani özüne dönmenin sükûnetine erişir. “Geride kalanlar” denilir bir ölümün ardından, asıl olan gitmektir insanlığın inanç örgüsünde.

“Yol canlılıkla mukayyet

Gitti deriz

Ölenler için

 Yalnız yaşayanların işidir

Yola çıkmak, yolu kat etmek.”[2]

Kalan henüz gidemediği için gideni uğurlamak görevini üstlenir. En çok da uğurlanmak ve hayırla yad edilmek için üstlenir bu görevi. Beden nasıl bir mekânda huzura kavuşursa ruhun da bir mekân ile huzura kavuşacağına inanılır. Son görev onu huzuruna kavuşturmak ve özüne ulaşabilmesi için ritüelleri yerine getirmektir. ‘Toprağa vermek’ ‘defnetmek’ gibi ifadeler hep ölümle yaşam arasındaki bağın esrarengiz büyüsünde üretilmiştir. Toprağa vermenin büyüsü ritüelin coşkun eylemlerinde saklıdır biraz da. Her hareket, binlerce yılın inancı ile harmanlanır. Mezarın şekli, ölünün duruşu, mezar taşında yazanlar hep bir geleneğe işaret eder. Ama elbette bir mezar yeri olanlar içindir tüm bunlar. Geride kalanlar için mezar yeri bünyeye sükûnet verecek ritüellerin ikamesi için gereklidir. Geride kalırlar elbette ama artık olduğu gibi kalamaz hiç kimse. Ama en çok da Ortadoğu’da eskisi gibi kalamaz insanlar. Çünkü mezarı olmayan bir ölünün ruhu gibidir insanlar burada. Her an başınıza yıkılması mümkün olan evinizi bir savaşla terk edip yazgısı muğlaklık olan bir dünyaya doğru gitmek zorundasınızdır.

 

[1] İbrişim, Deniz G. (2019). Yasın Antroposantrik Olmayan “Öteki” Hali: Sürgün’de Şiddet ve Acının Beden-ötesi Yolculuğu. Edebiyat Eleştirisi Dergisi ISSN 2148-3442 2019/11: (82-98).

[2] İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, Üçüncü Bab: Şivekarın Yolculuğudur.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Yaşamak Yerine Yazmak – Nevzat Güngör

Yayınlanma:

-

Otuz yıl süren bir mahpusluğun ardından üç yıldır “dışarıda” yaşamaya, yazmaya ve birbiri ardına kitaplarını yayımlamaya devam eden Nevzat Güngör ‘ün, 5.’si 6-11 Temmuz tarihleri arasında Fas’ın başkenti Rabat’ta yapılan Dünya Sosyoloji Kongresi’nde sunduğu tebliğin metnini Yeni Pencere okurları için yayımlıyoruz. 

“Ya ölürüm ya da deliririm!” diye düşündüm cezaevine atıldığımda. Resmî kayıtların tersine daha on sekiz yaşında bile değildim. On altı gün gözaltında kalmış ve her türlü işkenceye tâbi tutulmuştum. Bedenimde bir sürü yara bulunuyordu, Filistin askısı denen işkence yöntemi nedeniyle kollarımı kullanamıyordum ama o beton duvarlara, demir kapıya, onlarca kişinin tıkıştırılmış olduğu o “koğuş” denen mekâna kapatıldığımda “Ya ölürüm ya da deliririm! Ben buradan kesinlikle sağ çıkmam!” diye düşünmüştüm. İşkenceyle bedenimde yaratılan yaraların neredeyse tümü iyileşti iyileşmesine de ruhumdaki yaralar zamana direnmekle de kalmadılar, bir tür ölümsüzlük kazandılar. Cezaevine düştükten iki ay sonra büyük bir bunalım yaşadım. Yerinde duramayan hiperaktif birisiydim ama işte demir ve betondan bir kutuya hapsedilmiştim. Nefes alamadığımı hissediyordum ve sürekli gökyüzüne bakma istemiyle yanıp tutuşuyordum. Havalandırma denilen avluya benzeyen yüksek duvarlarla çevrili yere çıkarıldığımda sırtımı duvara dayar ve başımı gökyüzüne dikerdim. Havalandırma saati sona erip de koğuşa kapatıldığımda ise koğuşun üst bölümüne çıkar ve demir parmaklıklarla kaplı pencereye başımı yaslayarak gökyüzüne bakmaya başlardım. Uykusuzluk da çekiyordum artık. Uykuya daldığım o kısa anlara ise kâbuslar eşlik ediyordu.

Hayır, delirmedim.

Ve ölmedim de.

Tam da ruhumun kırılarak paramparça olacağı noktada kendimi kitaplara gömdüm, romanlara, hikâyelere hapsettim. Bedenim tutsak olabilirdi ama ruhum ve yüreğim o romandan diğerine, o hikâyeden öbürüne kanat çarpmaya başlamıştı.

Evet, otuz yıl cezaevinde kaldım ve en önemlisi de bu otuz yılın on sekiz yılını F tipi diye nitelendirilen tecrit ile izolasyonun katı bir şekilde uygulandığı; bir, iki ya da üç kişinin kaldığı hücrelerden oluşan yüksek güvenlikli cezaevlerinde geçirdim.

Yaşadığımız coğrafyada müebbet tutsak olmak

Olayın politik boyutu ve tarihsel arka plânı bir tarafa, müebbet hapis cezası almak ve daha çocuk yaşta cezaevinin dört duvarı arasına konulmak aslında zamana yayılan bir tür ölüm hâlidir. Sistem, özellikle de F tipi cezaevlerinde uyguladığı katı tecrit politikalarıyla tutsağı toplumsallıktan soyutlamakla kalmaz; onun özne olma hâlini, kimliğini bile parçalamayı amaçlar. Tam da bu noktada “panoptikon” kavramı kullanılabilinir ama yetersiz kalacaktır. Elbette görüntü ve ses kaydeden kameralar her yerdedir. Tutsağın neredeyse her ânı kontrol altındadır, bir makinenin dişlileri arasında nefes alması bile ‘izne’ bağlanmaya çalışılır. Fakat bu sadece iktidarın bakan ve gören “göz”e dönüşmesi de değildir; “göz”ün yanında iktidar, yumruğa dönüşebilen “el”dir de! Gerek gördüğünde “hizaya sokmak” için ânında devreye girer. Aşırı katı kurallar ve izolasyon birleştiğinde -bedensel boyut bir tarafa- rûhen dağılmış bir kişi ortaya çıkar. Hannat Arendt’in dediği gibi tutsak artık “dünyasızlığa” aittir. Vüsat O. Bener’in edebî yazılarında tanımladığı “yaşamazlık” hâli de bu durumu ifade etmek için kullanılabilinir. Nihayetinde bedenen yaşlanan tutsak, anlamlı bir geçmişe sahip olmadığı için iktidarın yarattığı “zamansızlık”ta rûhen aynı noktaya çakılıp kalır.  Mevcut durumda tutsak, “çocuk yaşlı ya da yaşlı çocuk”tur;  bu da ruhsal anlamda bir tür sakatlık hâlidir.

Tam da bu noktada yazmanın ve elbette okumanın, direnmenin en temel yollarından biri olduğu gerçeğini dillendirmek gerekiyor. Ama elbette bu öyle kolay bir şey değildir. Yazmak için en basitinden bir kaleme ihtiyaç vardır, kâğıt ya da uygun bir deftere… İktidarın çıplak yüzüyle karşı karşıya olunan böylesi bir mekânda, bir kalem bile tutsağa karşı silah olarak kullanılır. Yoksunluğun ve yokluğun mekânları olan cezaevlerinde kâğıt, kalem ya da bu tür bir şey, iktidarın kendi güçlülüğünü gösterdiği enstrümanlar hâline gelir. Sonra bir de yazmak için en azından basit bir masa ve sandalyeye ihtiyaç vardır. Bunlar elde edildiğinde bile kıyametin tam ortasında ve de katı tecridin pençeleri arasında yaşama tutunmaya çalışırken bir tür tercih edilmiş yalnızlığa da ihtiyaç duyulmaktadır. Kıyametin gürültülerine sağır kalınmak neredeyse imkânsızdır ama öte taraftan bu bir mecburiyettir de.  Peki yeterli midir? Elbette hayır! Hücre adlı o daracık mekânda diğer tutsaklarla da sağır kalınmalıdır. Yani yapılan şey, bir tür işkence olan katı tecrit koşullarında yalnızlığın tercih edilmesidir. Elbette oldukça çelişkili bir durumdur bu. Dayatılan yalnızlık, bir işkenceyken tercih edilen yalnızlık özgürlüktür! Hiç ama hiç kolay bir durum değildir bu! Makro iktidara karşı direnen örgütler, iktidar ilişkilerinin “doğası” gereği bir tür mikro iktidara dönüşerek iki ya da üç kişinin kaldığı bir hücrede bile kendi kural, yasak ve sınırlarıyla tutsak yazarı başka bir cendereye almaya çalışırlar. Benim yaşadığım şey ise, bu her iki iktidar odağına karşı bir tür “edebiyatla direnmek” hâlini sahiplenmek oldu.

Yazmak, sadece bir şeyler üretmek anlamına da gelmiyor. Hayır, devlet; cezaevi diye adlandırılan son derece sistematik ve katı zor aygıtıyla tutsağın özne olma hâlini yok etmeyi amaçladığından tutsak, kimliksizlik ya da iktidarın uygun gördüğü kimliği sahiplenmeye zorlanır. İktidar, tutsağı bir tür bitkiye dönüştürmeye çalışır: küçücük bir saksıda sadece nefes alırken dışardan gelen her türlü saldırıya karşı savunmasız olan tümden edilgen bir varlık! Bu noktada sistem, cezaevleriyle bir tür ‘zamansızlık’ hâli yaratır. Tutsak, bu zamansızlıkta naylon bir poşete hapsedilmiş bir yaprak gibidir.  Suya, yani zamana herhangi bir biçimde dokunmak bir yana, akacağı yönü ya da akma hızını bile belirleyemez. Döngülerin ortasında sadece kendisine dayatılmış olanı yaparak akar. Bu da zamanın dışına itilme gibi bir durumu ortaya çıkarır. Aylar, yıllar peş peşe geçip gider ama tutsak bunu “yaşayarak” bir tür geçmişe dönüştüremez. Öyle ya, bir hücredeyseniz ve neyi ne zaman yapacağınız, yemeği bile ne zaman yiyeceğiniz çok kesin şekilde belliyse o dört duvar arasında kaç yıl kalırsanız kalın, yine de gerçek anlamda bir geçmişe sahip olmazsınız, olamazsınız. Geçmişsizlik hâli bir tür hafıza yoksunluğuna da işaret eder. Çünkü dayatılmış olanı hep aynı şekilde yaşamak -bıktırıcı olmaktan da öte- çıldırtıcı bir tekrarı ortaya çıkarır, bu da nefes alınan ânı yıkılmaz bir hücre kılar. O hücrede yönünüzü bile bilmeden dönüp durursunuz sadece. Hatırlayış artık geçmişe yönelik bir şey değil, ânın tekrarından ibarettir. Duvarlar hep aynıdır, demir parmaklıklar, dikenli teller ve diğer şeyler de.. Gardiyanları yani hapishane görevlilerini insan olarak görmek yerine o duvarların ve de diğer şeylerin bir parçası olarak görürsünüz. Bildik anlamda insana dâir bir şey yoktur yani. Bir makinenin dişlileri arasında öğütülür, sonra yine öğütülür, tekrardan, bir kez daha öğütülürsünüz.

Yaşamak yerine yazmak ya da yazarak yaşamak

İşte tam da bu noktada yazmak kendine bir tür geçmiş yaratmak anlamına gelir. Tutsak yazar açısından okunan kitaplar geçmişe eklenirken yazılan roman ya da öykülerdeki kahramanlar da bir tür arkadaş, dost ya da tanıdığa dönüşür. Yani tutsak yazar açısından ‘kurgusal toplumsallık’ denen şey gerçekleşir. Bir hücrede yıllarca kalabilirsiniz ama yazmış olduğunuz romanla, tekrarlanan “an”ın yarattığı çöle yani dayatılan zamansızlığa inat kendi zamanınızı bu şekilde yaratabilirsiniz. Romandaki olaylar yaşamış olduğunuz ya da en azından tanık olduğunuz, kıyısından geçtiğiniz, uzaktan baktığınız olaylar olarak geçmişinize eklenir. Kahramanlar artık hayatınızın bir parçasıdır. Onlarla uyanır, onlarla yemek yer, havalandırma denilen yerde onlarla volta atar hatta yine onlarla sohbet edersiniz. (Mesela ben bazen rüyalarımda yazdığım ya da yazma sürecinde olduğum romanların kahramanlarını görürdüm. Bazen de rüyalarımda yazmakta olduğum romana yeni bölümler ekler, uyanınca da muhteşem dediğim o ölümleri nafile yere hatırlamaya çalışırdım.) Bu da “dünyasızlığa”, “yaşamazsızlığa” ya da “insansızlığa” karşı bir tür vâroluş hâlidir. Bu nedenle müebbet tutsakların yazdığı roman ya da öykülerin edebî değeri daha az olduğu durumlarda bile yazıldıkları koşullar göz önüne alındığında çok değerli oldukları kesindir.

Daha çocuk yaşta dört duvar arasına hapsedilmiş bir tutsak, esaretinin yirminci yılında bir roman yazdığında onca zamandır kopuk olduğu toplumu mu yazacaktır yoksa tutsak düşmeden önceki toplumu mu? Hem istese bile dışarıdaki insanları yazması mümkün müdür? En azından teknik gelişmelerin insan ilişkilerine ve yaşam tarzına yaptığı etkiyi bilmesi mümkün olacak mıdır? Mesela cep telefonu görmemiş bir tutsak bunu romanında nasıl kullanabilir ya da hiç metroya binmemiş bir tutsağın hikâye kahramanı İstanbul’da geçen olayda bir yerden başka bir yere nasıl gidecektir? Bu ve diğer nedenlerle tutsak yazar, “geçmişin ülkesini” kâğıda aktarmaya çalışır belki de ütopik, distopik veya fantastik tarzlara yönelir. Cümleler üst üste yığıldıkça hücresi bir şehre ya da ülkeye dönüşür. İnsanlar sarar etrafını. Sesler birbirine eklenir. Olaylar başka olaylara yol açar. Tam da bu noktada gerçek anlamda zamanı yaşamaya başlar. Zamana böylesine bir anlam yükleme hâli, sistemin “cezaevi” adı altında dayattıklarını boşa çıkarma gibi bir sonucu da doğurur. Bir tür direniştir bu. Rûhun yani yüreğin direnişi… Tutsaklık koşullarında yazdığı cümlelerle özgürlüğü solumaya başlar. Dayatılan ve son derece bıktırıcı olan o tekrar adlı zincirin bazı halkaları nihayet kırılmıştır. Bu da öznelik hâlinin güçlenmesi anlamına gelir.  Bütün bu belirtilenlerden dolayı müebbet tutsak açısından yazmak, vâroluşsal bir eylemdir.

Angela Davis, cezaevlerini modern köleliğin bir uzantısı olarak ele alır. Bu kölelik hâli, fiziksel kölelikten daha derindir. Rûhun yani yüreğin köleleşmesinden daha fazlasını amaçlar. Bunun da ismi “Beyaz Ölüm”dür. En fazla üç kişinin kaldığı bir hücrede gününüzün yirmi dört saatini, haftanın yedi, ayın ve yılın bütün günlerini diğer iki kişiyle birlikte geçirirsiniz. İlk bir hafta on gün sohbet eder, değişik şeylerden konuşursunuz. Sonra işte, yavaş yavaş susmaya başlarsınız. Karşınızdakini artık çok iyi tanırsınız ya da tanıdığınızı sanırsınız. Zamanın her ânını birlikte geçirmiş olmanın getirmiş olduğu bir şeydir bu. Bakışlarından, yürüyüşünden, iç çekişinden bile yüreğinin derinliklerinde neler hissettiğini aşağı yukarı anlarsınız. Konuşmak denen şey geri plâna itilir. Öyle bir an gelir ki kapatılmış olduğunuz hücrede bütün gün boyunca konuştuğunuz cümle sayısı dört ya da beşi geçmez. Suskunluk hâli bir tür görünmez duvara dönüşerek tutsağı kendi içine hapseder. Hücre denen o küçücük mekânda artık ruhlar çok nadiren birbirine değer. İçe büzülme olayı derinleştiğinde ise tutsak, beton ve demirden hücrede et ve kandan bir hücreye dönüşür. Yani beden adlı mezara gömülme hâli de denilebilir buna. Sosyal anlamda birbirine “değme, dokunma veya çarpma anlarında” ise bu farklı türde gerilimlere yol açar. Hücrede geçirilen süre aynı zamanda öfkenin damla damla biriktirilmesini de doğurur. Demir parmakları, o betondan duvarları, yıllarca süren tutsaklığı yıkma gücünüz yoktur. Yaşanılan her an, alınan her nefes bu güçsüzlüğü bir tür öfkeye, nefrete dönüştürür ama siz bunu kalkıp son damlasına kadar devlete kusamazsınız. Nihayet öyle bir an gelir ki çok basit bir nedenden dolayı yanınızdaki tutsağa patlarsınız. Bu, ötekinin cehenneme “dönüştüğü”, “dönüştürüldüğü” noktadır. Siz de diğer tutsaklar için bir tür cehennem olursunuz. Artık suskunluğa bilinçli bir biçimde birbirinden mümkün olduğunca uzak durma hâli de eklenmiştir. Hücre oldukça dar bir mekândır ama o mekânı paylaşan tutsaklar arasındaki mesafe kapatılmayacak kadar uzaktır.  Geçmişsizlik ve hafızasızlıkla birlikte yaşanılan bu suskunluk hâli ile her tutsağın kendini kendi kuyusuna hapsetmesi olayının birleşmesiyle ortaya “Beyaz Ölüm” denen şey çıkar. Ben de bir yere kadar bu suskunluğu yaşadım. Ama yazıyor olmak, kalemle bir şeyler söylemek, anlatmak, bu suskunluğu bazı yönleriyle kırmama da yol açtı. Cezaevinden çıktıktan sonra, dönüp içerideyken yazdıklarımı okuduğumda fazlasıyla gereksiz ve şişirilmiş bölümler olduğunu gördüm. Öyle ki, üç yüz elli sayfalık bir romanımın yaklaşık yüz sayfasını gözümü kırpamadan çıkardığım da oldu. Yani suskunluk hâli öykü ve romanlarda fazla konuşmama yol açmıştı. Belki edebî açıdan bu, oldukça olumsuz bir durumdu ama Beyaz Ölüme karşı bir tür yaşam arayışıydı da! Bu yönüyle müebbet yazar, kalemi eline alıp bir hikâyesinin ya da romanının ilk cümlelerini yazdığında aslında bir tür isyan ateşi de yakar. Yazma süreci, yani yazılacak konunun bulunması, bunun belli bir düzeyde olgunlaştırılması, sonra kâğıda aktarılması, ardından da defalarca düzeltilmesi bu ateşin gürleştirilmesinden başka bir şey değildir.

Şunu da belirtmek gerekiyor: Bir Kürt iseniz ve siyasi nedenlerle cezaevine atıldıktan sonra müebbet hapis cezası almışsanız, her şey neredeyse bir kat daha zor olur. En başta kendi dilinizde yazdığınız şeyleri dışarıya gönderemezsiniz. Gönderme girişimleriniz büyük oranda başarısızlığa uğrar. Hücrenizde veya koğuşunuzda yapılan aramalarda yazmış olduğunuz Kürtçe edebî metinlere “bilinmeyen bir dil”, “sakıncalı” veya başka bir gerekçeyle el konulur. Bu nedenle yakın tarihe kadar da sömürgecinin diliyle yazmak neredeyse bir tür mecburiyet olmaktaydı. Sömürgecinin dilini edebiyat dili hâline getirerek bir tür özgürlük arayışı içine girilmesi elbette oldukça tuhaf bir durumdur. Elias Canetti’nin, Franz Kafka’nın resmî dil olan Almanca yazmasına yönelik yaptığı değerlendirmeler bu noktada bir yere kadar açıklayıcıdır.

Müebbet demek, ömür boyu yahut hayatının en az otuz yılını cezaevinde geçirmek demektir! Bu da aslında bir mezara diri diri gömülmek anlamına gelir ama gerçekte daha da ağır bir durumdur. “Kabir azabı” denilen şey çok daha yoğundur. Yani sistem, sizi hücreye attıktan sonra “Ne hâliniz varsa görün!” demek yerine gerektiğinde çıplak zoru da uygulayarak öğütmeye çalışır. Müebbet yazar, kalemiyle buna direnmeyi seçtiğinde bu oldukça uzun süreli bir direniş olacaktır. Kalemle direnişin insanın homo narrans (hikâye anlatan insan) olmasıyla da yakından ilişkisi vardır. İnsan; kimliğini, kültürünü ve tarihini hikâyeler aracılığıyla inşa etmeye çalışmaz mı? Kalemle direniş; hikâyeyi yaşamak değil, hikâyeyi yazmak anlamına gelir tutsak açısından. Müebbet tutsak yazar, “zamansızlık”ın bir sonucu olan “hikâyesizlik”i yazarak aşmaya çalışır. Yazılan yani kurgulanan hikâyeler bir süre sonra tutsak yazarın geçmişini oluşturur. Bu geçmiş de kimliğin üzerinde yükseldiği temel dayanaklardan biri hâline gelir. Yani özcesi tutsak, yazarak kendini yaratmakla kalmaz, yaşatır da!

Sonuç yerine

Ve o gün gelip de müebbet yazar, çocuk denilebilecek bir yaşta düştüğü cezaevinden yaşlı denebilecek bir yaşta çıktığında bir “hafıza”ya dolaysıyla geçmişe sahiplik edecektir. Evet, yaşamak yerine yazmıştır. Kaleminin doğurduğu hikâyeler ve okuduğu bütün o edebî eserler, yarattığı kahramanlar da onunla birlikte özgürlüğe adım atmışlardır ama özgürlük demek, tutsak yazar açısından öyle sansa, öyle hayal etmiş olsa bile masallarda görülen bir tür mutlu son değildir. Bir anlamda kurguladığı o toplumda kendini de bir yere yerleştiren yani kendini bir tür kurgusal kahramana dönüştüren, bu nedenle de kendi kaleminin çocuğu olan müebbet yazar, yazarak yarattığı bütün o naif hikâyelerin, gerçekliğin buzdan yüzüne çarparak paramparça olmasına tanıklık edecektir. Otuz yıl boyunca beklediği özgürlük denen şeyin ne olduğunu anlamaya ve bunun bedelini ödemeye çalışırken rûhu da sahiplenmek zorunda kalacağı yaralarla birlikte büyümeye başlar. Bu, aslında bir tür hızlandırılmış yaşlanma sürecidir. Hikâyelerle “kurguladığı” geçmişi yani “kurgusal toplumsallık”, yerini yaşayarak yazacağı hikâyelere bırakır. Bu hikâyelerde çoğunlukla kahraman değil, yenilgilerle yüz yüze olan, ne yazık ki onları sahiplenmek zorunda da kalan bir yan karakterdir. Sonra işte, beklenen o gün gelip çatar ve cezaevinden kaç zamandır çıkmış olan eski müebbet yazar, kalemini eline alıp çok daha farklı hikâyeler yazmaya başlar. Buna mecburdur da!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sosyal Adalet Arayışlarının Zemin ve Çerçevesi

Yayınlanma:

-

Köleleştirme ve sömürünün alabildiğine derinleştiği neoliberal dönemde adalet arayışları, hayatın bütün alanlarına yayılmış durumdadır. İnsanın ve tabiatın kapitalizmin son sürümü neoliberalizm tarafından ayrım gözetmeden, istisnaya tabi tutulmadan süratle sömürge hâline getirilmesi ne denli ürkütücü zamanlarda yaşadığımızı göstermektedir.

Sömürü ve tahakkümün çok boyutlu hâli, bütün toplumsal alanları krize sokmuştur. Modern kapitalist medeniyetin karakteristiğinin tabii sonucu olarak son yüzyıllarda adım adım mesafe kat eden bu sürece karşı direnç gösteren pek çok ideolojik teori ve fiili hat tespit edebiliriz.

İnsanlığın hakikat arayışı ile de paralel ilerleyen bu sürecin siyasal, onunla bağlantılı olarak da ekonomik boyutları baskın biçimde öne çıkmaktadır. Sosyal adalet kavramının genel çağrışımı, takdir edilmeli ki ekonomik ağırlıklıdır ancak bunun politik alandaki kuramsal tartışmaları davet eden tarafları fazlasıyla öne çıkmaktadır. Siyasal, hukukî çerçeveyle onun güçlü fiilî karşılıklarından iktisadî işleyişin birlikte oluşturduğu çerçevenin neticelerine dönük itirazların, buna mukabil vücut bulan taleplerin şemsiye söylemi olarak sosyal adalet kavramının geniş bir çeperde sahiplenildiği söylenebilir.

Sosyal ve adalet kavramlarının geniş karşılıkları, muhatap olduğumuz zeminin de ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Neredeyse sınırları belirsiz bu zeminde, politik ve ekonomik boyutlara yoğunlaşmanın tartışmaları yürüten çevreler için kolaylaştırıcı olduğu söylenebilir. Seyyid Kutup’un meşhur eseri “İslam’da Sosyal Adalet”, vurguda bulunduğum o geniş zemini eksiksiz sunma cesaretini göstermiş ve sosyal adaleti besleyen neredeyse bütün alanları tartışmıştır.

Küresel kapitalizme bütün siyasal yapıların neredeyse tümüyle dahil olduğu bir dünyada tahliller de itirazlar da illâki eksik kalacaktır ancak bu bilinci kaybetmeden iddialı bir karşılama yapılması da bir zorunluluktur. Sosyal adalet vurgusunda bulunulduğunda çok boyutlu eşitsizlikler ve hukuksuzluklarla karşı karşıya olduğumuz iddiasıyla muhatap olduğumuzu anlıyoruz: Hakça bölüşüm, adil paylaşım temelli bir işleyiş; bağlantılı olarak da “Herkes için yeterli ekmek yoktur ve bunu besleyen/bundan beslenen bir hukuksuzluk vardır! Hukuksuzluklar da zorunlu olarak siyasal alanı kötürümleştirmede, özgürlükler baskılanmaktadır.

Sosyal adalet tartışmalarında, bahsi geçen sömürü ve hukuksuzlukların telafisi bahsindeki taleplerin muhatabının doğrudan devlet organizasyonunun olması ve bu temaslanmalardaki usûlün liberal teorilere yakın hatlarda seyretmesi, üzerlerinde durulmayı hak ediyor. Tam da burada şu soruyu sormak gerekiyor: Modern kapitalist medeniyetin ulus devlet örgütlenmesi, kendini vâr eden zihinsel çerçeve karşısında bir kurtuluş kapısı açabilir ya da kısmî bir felâha izin verebilir mi?

Eşyanın tabiatı gereği bu sorunun cevabı bana göre kesin olarak menfi istikamettedir. Hastalığı üretenden deva beklemek olacak şey midir! İnsan hakları söylemindeki temel zaaf, burada da karşımıza çıkmaktadır. Keynesçi refah devleti arayışları, Rawlsçı liberal adalet teorileri derken devleti, modern kapitalist medeniyeti vâroluşsal bir sorgulamaya tâbi tutmayıp temel hakikat arayışını sorunsallaştırmayan arayışlar, insanlığı oyalamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Buradaki “insanlık”ı da söz konusu medeniyet dairesinde sınırlandırmakta fayda olacağını ayrıca belirtmeliyim.

Sermaye tarafından domine edilen modernliğin tekçiliği dayatan yapısı bir bütün olup insanı ve tabiatı boyunduruk altına almışken adalet arayışçılarının hâlâ o çerçevenin hiçbir bileşenini dışarıda bırakmayan bir devrimci tutuma gönül indirmemesi anlaşılır gibi değildir. Kapitalist üretim biçimlerinin bütün unsurlarıyla reddedilmeksizin bir felâhtan bahsedilebilir mi? Refah kavramının -zaten hatalı olan tercihinin- ürettiği yanılsamalar şimdiye kadar derin bir hayal kırıklığından başka bir şey üretmemiş, diğer yandan da hakikate giden yolları tıkayarak kurtuluşu bütünüyle engellemeye azmetmiştir.

Tabiatı açık açık ifsat eden üretim ve tüketim biçimlerinden -Musa peygamberin İsrailoğullarıyla birlikte Mısır’dan çıkışı gibi- cesaretle kopmayı hedef olarak belirlemeyen bir mücadele, müfsit işleyişten pay kapma zilletiyle malul kalmayacak mıdır? Toplumsal-siyasal dayatmaları, onları üreten yerel ve küresel düzenleri aşmaya niyet etmeyerek yine onların içinde kalıp köklü paradigmatik kopuşlara tevessül etmeden püskürtmek (Aslında bu durumda püskürtmek-aşmak sözcükleri de kullanılamaz!) imkânsızdır.

Hakça üreterek bölüşmeyi, adil paylaşımda bulunmayı reddeden modern kapitalist medeniyet bu tutumunun neticesi olarak politik ve iktisadî hiçbir alanda infaka yönelemez. Musa peygamber bu zorba ve değişmez yapıyla Rabbimizin emri mucibince Mısır’da karargâhlar edinerek örgütlü bir mücadele yürütmüş ancak oradaki güçlü sömürü mekanizmasını alt edememiştir. Firavun düzeni; bekası için sınıflı yapıyı, sömürü işleyişini muhafaza etmede kararlı olunca Musa peygamber köleleri o sömürü işleyişi ve mekânsallığından çıkarmıştır. Güçlü sömürü mekanizmasının çarklarını hidayet ve direniş aşamalarıyla parçalayarak herkes için bir özgürleşme vâr edebilseydi hârika olacaktı ancak olmadı, olabileceğine dâir örneklikler de doğrusu pek mevcut değil.

Musa peygamberin bahsettiğim modeli, örgütleyip çıkarabildiği köle topluluğu bakımından aynı olmasa da çıkış bakımından benzeri olan İbrahim peygamberde de vardır. Resuller; güçlü, hayatın bütün alanlarına yayılmış devasa müfsit sömürü düzenlerinden çıkmayı salık vermektedirler. Aşamaların ilki, az evvel bahsettiğim gibi tebliğ-hidayet basamaklarıdır lâkin orada Sabâ melikesi gibi içsel bir devrim yaşanmazsa çıkış, kaçınılmaz aşama olacak ve sahih bir model için özgür bir alanda yeni bir yurtlanma başlayacaktır.

Adalet mücadelesini gayba iman temelli “tevhid-adalet-özgürlük” ekseninden koparan yorumlarda eksik kalan, bütünlüğü yakalayamayan taraflar kaçınılmaz olarak vâr olacaktır. Az evvel kendisinden bahsettiğimiz sermaye destekli modern ulus devlet zoru karşısında sadece imandan ilhamla somutlaşacak gönüllü iradeler durabilir. Ahirete iman, bu siyasal duruşun en güçlü motivasyonu olacaktır. Aksi durumda hâl-i hazırdaki işleyişin birtakım sözüm ona iyileştirme ve rötuşlarla kendini tekrar etmesi kaçınılmaz hâle gelecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Akay Yokuşunda Tek Başıma Kutladım, 29 ARALIK 1984 ATILIMI’nın Birinci Yıldönümünü

Yayınlanma:

-

Nuri Pakdil’le ilgili etraflıca bir yazı kaleme almak istedim şimdiye değin lâkin bu, bir türlü nasip olmadı ancak daha önce Tasfiye’de “Nuri Pakdil Mektuplarını Okuma Denemesi-Yazı ve Devrim”[1] ile “Takvim Yırtıkları”ndan Sızan “Entelektüel Öfke”[2] başlıklarıyla iki yazı yayımlamıştım.

Bu iki yazı, Pakdil’in mektuplarını[3] ve Hüseyin Su’nun günlüklerini[4] odağa aldığı için daha çok Nuri Pakdil’den aktarılan ilkelere odaklanıyordu. Çok daha önce Hece dergisinin Nuri Pakdil özel sayısı[5] da bu bağlamda oldukça önemli bir içeriğe sahipti. Elbette süreç içerisinde farklı dergilerce başka özel sayı ve kitaplar yayımlandı Pakdil için ancak bunların pek çoğu sadra şifa olmayan ve birbirini tekrar eden çalışmalar olmaktan öteye gidemedi doğrusu.

Nuri Pakdil vefat edeli altı sene oldu. En sonda söylenmesi gerekeni hemen başta söyleyelim: Hoyrat muhafazakâr siyasetin elinde Nuri Pakdil’i ve onun hakkı teslim edilmemiş söylem birikimini, öncülüğünü yağmaladılar! Buna vesile olan herkes, tarih önünde ve elbette Allah katında suçludur. Hüseyin Su, Nuri Pakdil’i anlattığı “Entelektüel Öfke”[6] kitabının sonunda -henüz gerçekleşmeyen bir vaat olarak- Nuri Pakdil’in imhasını anlatmak istediğini yazmıştı. Açıkçası benim de heyecanla beklediğim bu çalışmanın Hüseyin Su’nun da bir şekilde dahil olduğu mevcut siyasal atmosferde vücut bulacağına olan inancım epeyce zayıflamış durumda.

Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi ile bütünleşik siyasal-ideolojik hattının kısa manifestosu olarak sunulabilecek şu kısa metni, iddia ediyorum ki Nuri Pakdil’i ölmeden önce bütün varlığı ile yağmalayanlar zerrece anlamaktan fersah fersah uzaktılar:

Edebiyat dergisi; sermayeye, mülkiyete, kâra sırtını dönmüş bir inanmışlığın adıdır; çünkü, bu üç kavram (yani; mülkiyet, sermaye, kâr; ülkemiz özelinde çok kirli ve lekelidir): İNSANI BUGÜN ESİR ALMIŞTIR. Herkesin boynunda, ince kalın, görünür ya da görünmez, paganizm ipleri: bağlı herkes. Sermaye (mülkiyet): özgürlüğe ivme kazandırmıyor: ayaklarımızın altında, toprağın altında çatışma: inanç, mülkiyetten arındırılmadıkça, o insana feyz bulaşmayacak : feyz, burada, faizi silmek için: aşkımızda: kırıklıklarımızda: kinimizde: sanatımızda: yapıtımızda: Kelâm’dan koyu yeşil kırmızı tohumlar saçılıyor: ruhumun, vicdanımın derinliklerinde.[7]

Nuri Pakdil’in çok öncesinde filizlenip 70’li yıllar boyunca güçlenen ve yukarıdaki alıntıda özünü, mahiyetini genel çerçevesi itibariyle beyan eden ideolojik çerçevesi kabul etmeli ki ülkedeki İslami çevrelerde görülemeyecek bir düzey ve netlikteydi. O gün Pakdil’i anlamayanlar bugün de anlamadı ve onun tarihsel misyonunu bir Kudüs şairi parantezine hapsederek imha ettiler. Suçları, veballeri büyüktür.

Ölümüne yakın yıllarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a varana kadar Nuri Pakdil’e yönelen teveccühü anlamak için biraz kafa yormak gerekir. Demans teşhisi konulan yaşlı birinin peşi sıra konuşmalara, kitap imzalarına taşınması, altı doldurulup konuşulmayan sloganlar çerçevesinde sunulması yakın dönem İslamcılığının can yakıcı ihanetlerinden biri olmuştur. Yedi İklim dergisinin özel sayısında[8], Pakdil’le ilgili bir hatıra nakledilirken onun, yaşlılığın da tesiriyle konuşmak, anlatmak istediği, anlattıkça açıldığı yazılmıştı. Bu ifadeler, yozlaşan muhafazakâr siyasanın farklı uzantılarıyla nasıl bir Pakdil muhasarası ve yağması icra ettiğini gözler önüne sermektedir.  Ketumluğu, ciddiyeti ile bilinen ve sükût sûretinde yaşamış Pakdil’in bir aileden mahrum oluşun da getirdiği handikaplarla örülmüş korunmasızlıkta nasıl istismar edildiği bu sayede belki tahmin edilebilir.

İslam’a karşı katı ideolojik saldırıların boy verdiği cumhuriyet uygulamalarına karşı keskin bir muhalefet dili üreten Pakdil’in, sosyal hafıza hastalığının tesiriyle mevcut AKP iktidarının neredeyse bir devrim yaparak bambaşka ve yeni bir sayfa açtığına inandı(rıldı)ğı pekâlâ savunulabilir.

İslami çizgide eşi benzeri olmayan antikapitalist/antiemperyalist bir tutum/gelenek ve buna bağlı kavramlar üreten Pakdil’in neoliberal uygulayıcılığın ve emperyalizmle süregiden işbirlikçiliğin şampiyonluğunu yapan mevcut muhafazakâr iktidarı ve onun politikalarını onaylaması ilkesel olarak elbette düşünülemez.

Nuri Pakdil’in eserleri ve özellikle mektupları ortadadır. Dileyen herkes bu eserlerde savunulan hattı müzakere edebilir. Hüseyin Su da “Takvim Yırtıkları”nda benzersiz bir çalışma koymuştu ortaya. Yakından, oldukça yakından bir Nuri Pakdil portresi, fikriyatı o eserde görülebilir ve ömrünün sonunda yağmalanan bir entelektüeli/yazarı/devrimciyi ve onun yakın çevresi tarafından bile anlaşılamamış/benimsenmemiş bir fikriyatı herkes kolaylıkla tespit edebilir.

Bu kısa yazıyı, ömrünün sonuna doğru kendi amaç ve çıkarları için kalabalıklara hitap ettirilen, hâl-i hazırdaki kapitalist sömürünün sınırsız yürütücüsü muhafazakâr iktidarın tüm varyantlarıyla meşrulaştırılması misyonuna koşulan, ölür ölmez de neredeyse tümüyle unutturulan tarihsel bir şahsiyetin Edebiyat dergisiyle mücessem hareketinin ölüm anlarına doğru iç çekişleriyle bitirmek istiyorum. Yalnızlığa terk edilen ve layıkıyla anlaşılıp kavranılamayan bir portre, bakın bu ızdırabı bir feryat hâlinde mektuplarına nasıl yansıtıyordu:

Ciddiyetine inandığım bütün arkadaşları böyle bir sorumluluk çizgisine çekmek istiyorum. Bir de böyle deneyeceğim. Bu deneme de tutmazsa, bu sorumluluk çizgisinde de bilinçli olan arkadaşlar çıkmayacak olursa, bir başka ve son denemem daha olacaktır. O son ve başka denememde de, yine arkadaşları ciddiyet çizgisinde yakalayamayacak olursam, bütün arkadaşların bilinçsiz ve sorumsuz olduklarına inanıp, yalnız başıma eylemi sür dürmeye devam edeceğim.

Sorumsuzluk, boş vermişlik gitgide yaygınlaşıyor; hatta ukalalık da giriyor kimi insanların davranışlarına. Sorumluluk duygusu artacağına, hafifliyor. Sorumluluktan herkes uzaklaşıyor. Bu da değil sadece; ‘kopmak’ için bahaneler icat edecekler neredeyse. Ama, ben bu belirtilere çok alıştım; bütün gücümle sabırlı olmaya çalışıyorum. Kalıcı olan, sorumluluk bilincidir.

 Ciddî, güvenilir hemen hemen kimse yok, denebilir. Herkes kendi keyfinde, denebilir. Ama, ne olursa olsun, bir yöne doğru direniş, gerçekten emsalsiz güzel!

Akay Yokuşunda tek başıma kutladım 29 ARALIK 1984 ATILIMI’nın birinci yıldönümünü.[9]

Nuri Pakdil’in fikriyatı pek çok eleştiriye tâbi tutulabilir. Kavramsallaştırmalarının bir kısmına itiraz edilebilir ancak onun henüz bağımsız bir İslam düşüncesinin vâr olma çabalarının cılız örneklerinin görüldüğü dönemlerde yerel ve küresel sömürüyü tespit ve teşhis etmesi, müslüman fikriyâtın bu işleyişe devrimci karşı koyma potansiyel ve iradesine işaret etmesi -kim ne derse desin- efsanevî bir hamledir!

Yazıma dahil ettiğim son alıntılar, onu yağmalayan muhafazakâr çeşninin özünü ve esasını ele vermektedir. Zor zamanlarda -tam da 12 Eylül yılları- Pakdil’i terk eden zevât, bu alıntılarda bütün mahiyetleriyle işaretlenmiştir. Yazıklanıp durmanın bir işe yaramayacağını, pek çok kişi tarafından bir aklama gayretinde olduğumuzun söyleneceğini tahmin edebiliyorum ancak çok şükür ki kişilerin değil ilkelerin takipçisi olmaya ahdettik ve söylemimizin kökenlerine dair kazılar yapmaya inşallah devam edeceğiz.

Dipnotlar: 

[1] Ahmet Örs “Nuri Pakdil Mektuplarını Okuma Denemesi: Yazı ve Devrim”, Tasfiye dergisi 48. sayı.

[2] Ahmet Örs, “Takvim Yırtıkları”ndan Sızan “Entelektüel Öfke”, Tasfiye dergisi, 55. sayı.

[3] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

[4] Hüseyin Su, Takvim Yırtıkları, Şule yay.

[5] Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil, Hece dergisi, 85. sayı.

[6] Hüseyin Su, Entelektüel Öfke, Şule yay.

[7] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

[8] Nuri Pakdil Özel Sayısı, Yedi İklim dergisi, 358. sayı.

[9] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x