Connect with us

Yazılar

Ben-Gurion’un Sansürlenmemiş Günlüğü Açığa Çıkardı: ‘Mültecileri Doğuya Gitmeleri İçin Rahatsız Edin’

Yayınlanma:

-

David Ben-Gurion’un 1948-1953 yılları arasında yazılmış günlükleri birçok sırrı ifşa etti: Mizrahi Yahudilerinin gözetim altında tutulması, Filistinli mültecilerin ülkelerini terk etmeye zorlanması ve askerler tarafından işlenen tecavüzlerin detaylandırılması bunlardan sadece birkaçı.

Günlüğünün bir sayfasında, David Ben-Gurion, yeni filizlenmeye başlayan ve daha bir yaşında bile olmayan İsrail’in istihbarat teşkilatının gözetim altında tuttuğu hedefleri ayrıntılandırıyor. Ben-Gurion’un el yazısıyla yazılmış liste “ayrılıkçıları” (Yishuv’un seçilmiş kurumlarına boyun eğmeyen Irgun ve Lehi milis güçleri), “Mizrahi Yahudilerini” (özellikle geçiş kamplarında yaşayan Kuzey Afrikalı göçmenler), “siyasi partileri” (onun siyasi rakipleri) ve İsrail Komünist Partisi MAKİ’yi içeriyor. Ben-Gurion bu listeyi, yeterli personel veya fon tahsis edilmediğinden yakınan, MOSSAD’ın ve Shin Bet gizli servisinin ilk başkanı Isser Harel ile yaptığı bir görüşmeden sonra oluşturmuş.

Ben-Gurion, 1949’da yazıya geçirdiğinden bu yana liste, günlüğünde saklı kaldı. Ancak yakın tarihte, oluşturulduktan 72, yazarının ölümünden de 48 sene sonra yayımlanması için açığa çıkarıldı. Hükümet arşivlerinde tutulan belgelerin gizliliğinin kaldırılması için mücadele eden Akevot İsrail-Filistin Çatışması Araştırma Enstitüsü bu gelişmenin ana aktörü. 2021 yılında kamuoyundan saklamak için elle tutulur bir sebep olmadığı gerekçesiyle Akevot, günlüğü elinde tutan Ben-Gurion Araştırma Enstitüsü’ne günlüklerin önemli bir oranı üzerindeki sansürü kaldırması için talepte bulundu.

İsrail Devlet Arşivlerinden izin aldıktan sonra Ben-Gurion Araştırma Enstitüsü talebi kabul etti ve bazı belgeler üzerindeki sansürü kaldırdı. İlk aşamada 1948-1953 arası dönemi kapsayan bölümdeki karartılmış ya da düzenlenmiş parçalar eski haline getirildi. Sansürsüz halinde devlet sırrı gibi şeyler yok ama okuyucunun birçok tarihi olayı daha iyi kavrayabilmesini sağlaması ve tabii yazarın o olaylar hakkındaki fikir ve duygularını da göstermesi açısından önem teşkil ediyor.

Ben-Gurion, 26 Eylül 1948’de, 1948 Arap-İsrail Savaşı sırasında kaçan veya evlerinden kovulan Arap mülteciler hakkında yazmış. Yazarın, Ulusal Yahudi Fonu Arazi ve Ağaçlandırma Departmanı yöneticisi Yosef Weitz ile olan bir konuşmasını naklettiği yazıda görülüyor ki bu ikili mültecilerin Israil’deki evlerine dönme girişimlerinden dolayı kaygılanmışlar. “Gazze’den Ramle ve Lod’a ulaşmanın daha kolay olacağını düşünerek Ramallah üzerinden Gazze’ye giden Ramle ve Lod’lu mülteciler var. Ne yapmalıyız?” diye yazıyor günlükte, bunu söyleyenin Ben-Gurion mu yoksa Weitz mı olduğunu belirtmeden. Cevap cümlenin ikinci yarısında geliyor: “Onları bıkıp usanmadan rahatsız etmeliyiz… Denize doğru gitmeyecekleri ve Mısır da onları almayacağı için biz güneydeki mültecileri doğuya doğru hareket etmeleri için sıkıştırmalı ve harekete geçirmeliyiz,” diyerek Filistinlileri Ürdün’e doğru itelemekten bahsediyor. “Peki kim gerçekleştirecek bu rahatsız etme olayını?” diye merak ediyor Ben-Gurion günlüğünde, cevabıyla birlikte: “Weitz’ın komitesi ve Shiloah.”

Reuven Shiloah, istihbarat teşkilatında lider ve MOSSAD’ın da ilk yöneticisiydi. Bahsettiği komite ise hükümetin Arap mültecileriyle ilgili politikalarını, daha doğrusu, onları ülkeyi terk etmek için cesaretlendirme yollarıyla ilgili politikalarını incelemek için savaşın ortalarında kurulan Transfer Komitesi’dir.

2 Nisan 1950’de, Ben-Gurion, “Negev’de işler yolunda değil,” diye yazıyor İsrailli askerlerin gerçekleştirdiği kadın cinayet ve tecavüzlerinden ve Mısır ordusunun misillemelerinden bahsederek. “Yine, askerlerimiz (Faslılar) genç iki Arap kadını yakalayıp tecavüz ettikten sonra öldürmüş. Misilleme olarak da Mısırlılar mayın döşemiş ve pusu kurmuş, üç asker iki sivil ölü var.”

Bir ay sonra, o zaman Genelkurmay Başkan Yardımcısı olan Mordechai “Motke” Maklef’in fiziksel ve ruhsal sağlığıyla ilgili görüşlerini belirtiyor Ben-Gurion, Maklef’in karısı Orit ile yaptığı görüşmeye binaen.  “Motke yorgun ve depresif. Omuzlarında çok büyük bir yük var ki bunun gerek fiziksel gerek ruhsal olarak katlanılamaz olduğuna inanıyor,” diye yazıyor Ben-Gurion. “Motke’nin aile hayatı yok, Orit ise umursamıyor çünkü başka seçeneği yok,” diye de ekliyor. Paragrafın sonunda, “Kaçırdığı aile hayatı için üzgünüm ama bizim kuşağımız acımasız olmak zorunda – güvenlik kolay ya da soft bir mesele değildir. Eğer gerekirse savunma bakanı, Motke gibi insanları ölüme gönderir. Ordunun ona ihtiyacı var, ve bana göre de kalmalı.” Her zaman olduğu gibi Maklef’in karısının sözlerini mi iletiyor yoksa kendi düşüncelerini mi belirtiyor yoksa ikisinin karışımını sunuyor, pek belli değil. Maklef ise daha sonra İsrail’in üçüncü genelkurmay başkanı olacaktır.

Sansürü yeni kalkan bir başka bölüm de Yishuv’u sinirlendiren, Haziran 1948’de kurulan İsrail Savunma Kuvvetlerinin Irgun savaş gemisi Altalena’yı batırması olayıyla ilgili. Günlüğünde Ben-Gurion, IDF ile karşılıklı ateş açtıktan sonra gözaltına alınan Irgun üyelerinin serbest bırakılması için yapılan baskıdan sonra gerçekleşen fırtınalı bir hükümet toplantısını anlatıyor. Günlük, Knesset ve kabine üyelerinden “aşağılık”, “paspas”, “rezil” ve “değersiz” olarak bahsediyor (kime atıfta bulunduğu her zaman net olmasa da). Ben-Gurion, “aşağılığın” istifa etmesi gerektiğini belirtiyor, çünkü “ona dedim ki Yahudilere açılan ateş için adalet yerine getirilmeli.” Meseleyi “Partideki durum bu. Umutsuzluk içindeyim.” şeklinde özetliyor.

Günlüğün başka bir bölümünde Ben-Gurion ve ordu için yapılmış pek çok bilimsel projeden sorumlu İsrailli bilim insanı Ernst David Bergmann arasında 1951’de gerçekleşen bir görüşme anlatılıyor. “Dr. Bergmann beni görmeye geldi. Kansere yol açan sentetik bir madde üretmişler ve bu, çok erken bir aşamada kanseri test etmeyi sağlıyor” diyor Ben-Gurion detaylandırmadan.

Sansürlenen bölümlerin ortaya çıkarılması, tarihçi ve Akevot araştırmacısı Adam Raz’ın sansürün kaldırılması talebinde bulunduğu günden iki yıl sonra gerçekleşti. Bununla birlikte, bu günlüklerde ve Ben-Gurion Enstitüsü‘nün elindeki diğer belgelerde birçok materyal hâlâ sansürleniyor. Halkın gözünden uzak tutmak için bariz bir neden olmadığından, Akevot, aynı zamanda Devlet Arşivlerinden döneme ait diğer birçok belgenin de sansürsüz olmasını istedi.

Akevot’un direktörü Lior Yavne, “Günlüğün karartılmış bölümlerinin (kısmen de olsa) açığa çıkarılması önemli bir adım” diyor ve “arşivlenmiş belgelerin karartılması, İsrail toplumu ve tarihinin önemli kısımlarının içinde kaybolduğu büyük çukurlar yaratıyor.”  Kısmen arşivlerdeki kaynak, bilinç veya istek eksikliğinden dolayı bu sansürler, yasanın onların kaldırılmasına izin vermesinden yıllar sonra bile hâlâ yerinde duruyor.

Ben-Gurion’un günlüğünün daha önce sansürlenen bu bölümlerini açığa çıkarmak, konu tarihsel belgeler söz konusu olduğunda sansürün ne kadar ağır olabileceğini gösteriyor. Yavne bunların pek çok durumda, güvenlik, diplomatik veya gizlilik nedenleriyle halktan saklı tutulmadığını, ancak “bazı kurum veya figürlerin kamusal imajını korumak veya bilgileri alıkoymak veya İsrailli-Filistinli çatışmasının temelleri üzerine olan tartışmaları engellemek gibi tamamen farklı nedenlerden ötürü” gerçekleştiğini söylüyor. Diğer durumlarda ise, Ben-Gurion’un günlüğünün onlarca yıldır sansürlenen bölümleri başka arşivlerde de mevcuttu ki bu da arşivlenmiş belgelerin sansürü söz konusu olduğunda, tutarlı bir politikanın olmadığını gösteriyor.

Ben-Gurion’ın biyografisi “A State at Any Cost” kitabını yazan tarihçi Tom Segev, sansürü yeni kaldırılan metinlerin “Ben-Gurion’un kaba konuşmalarını” belgelediğini söylüyor. Ben-Gurion’un İsrail’in ilk adalet bakanı Pinchas Rosen’a atıfta bulunmak için “tipik bir Nazi” lakabını kullandığı bir bölümü de örnek olarak gösteriyor. “Elbette, Rosen’in bir bilgiç, bir Yekke olduğunu kastediyordu” (Alman kökenli Yahudiler için kullanılan bir terim). “Ben-Gurion onu gerekli bir baş belası olarak görüyordu. Ona hayır diyen insanlardan daha çok nefret ettiği hiçbir şey yoktu, özellikle avukatlar,” diyor Segev. “Nazi terimini kullanması, Ben-Gurion’un bu lakabı ne kadar kolay kullandığını gösteriyor,” diyen Segev, Ben-Gurion’un rakibi Menachem Begin’in de benzer bir takma ad aldığını ekliyor.

Segev, günlüğün daha fazla bölümünün ve Ben-Gurion arşivindeki diğer belgelerin ortaya çıkarılmasını istiyor. “Iraklı Yahudileri İsrail’e gelmeye teşvik etmek için 1951’de Bağdat’ta bir sinagoga yapılan saldırının arkasında İsrail’in olduğu iddiası ve Mısır’daki Lavon meselesi gibi, yayınlanmak üzere asla ortaya çıkarılmayan gerçekten önemli şeyler var,” diyor Segev. “Sır olan ne? Bunun gibi daha pekçok vaka var.

Çeviren: Melike Belkıs Örs

Kaynak: Haaretz.com

Yazılar

Dünyadaki Üniversiteler, Gazze’deki Soykırım Nedeniyle İsrail Akademisiyle Bağlarını Kesiyor

Yayınlanma:

-

“Avrupa’dan Güney Amerika’ya kadar pek çok eğitim kurumu, İsrail kurumlarını boykot ediyor ancak İngiliz üniversiteleri bu eylemi desteklemediklerini açıklıyor.”

Dünyanın dört bir yanındaki üniversiteler, akademik kurumlar ve bilimsel kuruluşlar, İsrail’in Filistinlilere yönelik eylemlerine iştirak ettiği iddiaları üzerine İsrail akademisiyle olan bağlarını giderek kesiyor.

Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre, bölgede 63.000’den fazla kişi öldü ve bunların çoğu sivil; gerçek kayıp sayısının muhtemelen çok daha yüksek olduğu belirtiliyor. Uzmanlar, yıkıma uğrayan Gazze’nin bazı bölgelerinde “insan yapımı” bir kıtlığın yaşandığını doğruluyor.

Buna cevap olarak giderek daha fazla akademik yapı, İsrail kurumlarından uzaklaşıyor. Geçen yıl Brezilya’daki Ceará Federal Üniversitesi, İsrail’deki bir üniversiteyle plânlanan bir inovasyon zirvesini iptal etti; Norveç, Belçika ve İspanya’daki birçok üniversite ise İsrailli kurumlarla bağlarını kesti. Trinity College Dublin gibi diğer üniversiteler de bu yaz aynı adımı attı.

Amsterdam Üniversitesi, Kudüs’teki İbrani Üniversitesi ile öğrenci değişim programını sonlandırdı ve Avrupa Sosyal Antropologlar Derneği, İsrail akademik kurumlarıyla iş birliği yapmayacağını açıkladı ve üyelerini de aynı şekilde hareket etmeye teşvik etti.

Tüm bu adımları atanlar genel bir akademik boykotu desteklemese de söz konusuhareket, İsrail’de akademi, ordu ve hükümet arasındaki bağlarla ilgili endişeleri yansıtıyor.

Filistin Akademik ve Kültürel Boykot Kampanyası’ndan Stephanie Adam, İsrail akademik kurumlarının İsrail’in onlarca yıldır süren askerî işgali, yerleşimci apartheid rejimi ve şimdi de soykırım eylemlerine iştirak ettiğini belirterek üniversitelerin “suç ortağı İsrail üniversiteleriyle bağlarını kesme konusunda ahlâkî ve yasal bir yükümlülüğü” olduğunu söyledi.

“Venki Ramakrishnan, boykot fikri hakkında karmaşık duygular taşıdığını ifade etti. Fotoğraf: Richard Saker/The Guardian”

Nobel ödüllü ve Royal Society eski başkanı Venki Ramakrishnan, boykotlarla ilgili karmaşık duygular içinde olduğunu ifade ederek “Bir yandan, İsrail hükümetinin Gazze’ye yaklaşımı son derece orantısız oldu ve binlerce sivili hatta küçük çocukları, ciddi şekilde etkiledi.” dedi ve sözlerine “Öte yandan, tanıdığım çoğu İsrailli akademisyen -arkadaş olarak saydıklarım dahil- Netanyahu ve hükümetinden nefret ediyor. Böyle bir boykot, İsrail hükümetinin eylemlerinden sorumlu olmayan ve aslında Filistinlilerin durumuna çok duyarlı olan kişilere ceza verir.” diye devam etti.

Bununla beraber İsrailli tarihçi ve siyaset bilimci Ilan Pappé, birçok akademisyenin Filistinlilerin durumuna duyarlı olduğu iddiasını reddetti. “Böyle olsaydı, savaşın bir soykırım olduğu için değil, rehineleri geri getirmediği için -İsrail’de yasa dışı kabul edilen- gösterilere katılan birkaç yüz cesur İsrailli arasında görürdüm.” dedi ve İsrail’deki akademisyenlerin büyük çoğunluğunun orduda hizmet etmeyi reddetmediğini ekledi.

Pappé, akademisyenlerin gizli servis, polis ve hükümetin Filistinlileri günlük olarak baskılayan kurumlarına eğitim verdiklerini belirtti.

Akademik boykotu değerlendiren Pappé, bunun “İsrail akademik kurumlarıyla çok sert ve zorlu ama gerekli bir konuşma” olduğunu ve onlara sorumluluklarını gösterdiğini söyledi ve “Bu, 77 yıldır süregelen bir gerçeğin farkına varmalarını sağlayacak ve İsrail akademisine artık bu tür davranışların bir bedeli olduğunu gösterecektir.” dedi.

Glasgow Üniversitesi rektörü ve Filistin kökenli İngiliz cerrah Ghassan Soleiman Abu-Sittah, İngiltere’deki öğrenciler ve akademisyenlerin İsrail’e akademik boykot yapılması için çaba gösterdiklerini ancak üniversitelerin yönetim organları tarafından engellendiklerini söyledi ve “İsraillilerin yaptığı şeylere duyulan ahlâkî öfke, giderek daha fazla akademisyenin kişisel kararlar almasına ve onları İsraillilerle ortak projelere katılmamaya yöneltiyor.” dedi.

Akademik bağların kopmasının İsrailli araştırmacılar veya Netanyahu hükümeti üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığı tartışmalı: Bazı İsrailli akademisyenler bunun araştırmalarını veya uzun süreli iş birliklerini etkilemediğini belirtiyor ancak bu hareket yayılmaya devam ederse durum değişebilir.

Uzmanlar, İsrail kurumları ile Ivy League ve Batı Avrupa üniversiteleri arasındaki iş birliklerinin önemine dikkat çekiyor.

Araştırma fonlarına getirilecek engeller, hem İsrail üniversiteleri hem de ülke için mühim sorunlar çıkarabilir zira İsrail ekonomisi yoğun biçimde bilim ve teknolojiye dayanıyor.

Bu endişeler gerçek: 2021’den bu yana İsrail, AB’nin Horizon Europe programından bilimsel araştırmalar için net 875,9 milyon € aldı ancak Temmuz ayında Avrupa Komisyonu, İsrail’in Horizon Europe programındaki üyeliğinin kısmen askıya alınmasını önerdi.

AB Komisyonu sözcüsü Thomas Regnier, “Bu öneri, EIC Accelerator’a katılan İsrail kurumlarını etkileyecektir. Bu program; siber güvenlik, drone ve yapay zekâ gibi potansiyel çift kullanımlı yenilikçi teknolojilere sahip start-up’ları ve KOBİ’leri kapsıyor.” dedi

“İsrailli tarihçi Ilan Pappé, boykotların İsrail akademisine ülkenin eylemlerinin sonuçları olduğunu göstereceğini söyledi. Fotoğraf: Murdo Macleod/The Guardian”

Programın şu anda askıya alma olasılığı düşük görünüyor; üye 10 ülke, İsrail ile diyaloğu sürdürmenin daha iyi olduğunu savunuyor ancak Horizon Europe’un 2028’de başlayacak bir sonraki programından İsrail’in dışlanması ihtimali endişe yaratıyor.

Adam; mezkûr akademik eylemlerin etkili olduğuna dair işaretler olduğunu, İsrail hükümetinin Mayıs 2024’te soykırımın ateşlediği akademik boykotu engellemek için özel olarak 22 milyon € ayırdığını ve İsrail’in AB araştırma fonlarından aldığı payın azaldığını belirtti.

Geçen perşembe günü Horizon Europe programı kapsamında Avrupa Araştırma Konseyi tarafından 2025’te başlangıç hibeleri almaya hak kazanan 478 aday kariyer araştırmacısından sadece 10’unun İsrailli olduğu ilan edilmişti. Hâlbuki bir önceki yılın 494 hibe alıcısından 30’u İsrailli idi.

Fon akışı durur ve prestijli iş birlikleri sona ererse araştırmacıların İsrail’den ayrılacağı ve bu ayrılacak araştırmacıların geri dönmeme ihtimali olduğu, bu durumun zaten tıp alanında endişe yaratan bir “beyin göçü” yaratacağı iddia ediliyor.

srailli araştırmacılar, Guardian’a, akademinin boykot için yanlış hedef olduğunu söylerken bazı uzmanlar tek başına akademik boykotun etkili olmayacağını ancak bunun güçlü bir araç olduğunu savunuyor.

Bütün bu değerlendirmelere rağmen Abu-Sittah, “Akademik boykot tehdidi, İsrail hükümetini bu soykırımı sonlandırmaya zorlamak için önemlidir.” diyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak: theguardian.com

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi

Yayınlanma:

-

İsrail’in Doha saldırısı İslam ülkelerinin aşağılanmasında zirve noktalarından biri olarak kabul edilmeli. Katar’ın özel konumu, hiç şüphesiz bu yargıyı alabildiğine pekiştiriyor. Yemen’e, İran’a, Lübnan’a, Suriye’ye -özellikle önceki rejim döneminde- Suriye’ye yapılan saldırıların sıcak cepheler olması bakımından Siyonistler ve neredeyse bütün muhataplar için anlaşılabilir bir yanı vardı ancak ABD’nin yakın müttefiki ve devasa askerî üssünün ev sahibi, HAMAS-İsrail müzakerelerinin arabulucusu Katar’ın hedef alınması, doğrusu ileri derecede şaşkınlığa sebebiyet vermiş görünüyor.

İslam ülkelerinin çok büyük kısmının emperyalizm saflarındaki işbirlikçi konumu, kendilerine köleliğe dâir olsa da herhangi bir hukukun bile çok görüldüğü bir kez daha açığa çıkmış bulunuyor. İngiliz uçaklarının Katar’daki üslerden havalanarak Siyonistlerin uçaklarına havada yakıt ikmali yapması, ikmalden sonra tekrar Katar’daki üslerine dönmesi, İsrail uçaklarının bu ikmal sayesinde gidip ABD teklifini müzakere eden HAMAS heyetini Katar’daki mekânlarında vurması sizce de ultra enteresan değil midir?

Tarihte pek çok örneğini okuduğumuz ve herkesin gözleri önünde gerçekleşen bir hadise yaşandı: elçilere ya da müzakere heyetlerine tuzak kurulması! Egemen dünya düzeninin şeytan atlıları ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün ne denli güvenilmez ve hâin oldukları bir kez daha kanıtlandı ancak bu somutluğun halklar ve siyasal mücadeleler bahsinde nasıl bir karşılığı olacak?

Özellikle İran’a karşı işbirlikçi Körfez rejimlerini ve İsrail’i korumak ve elbette İran’ı farklı bir cihetten kuşatmak, müslüman halklara gözdağı vermek için 10 bin askeriyle gelen ABD’yi ve İngiltere’yi El-Udeyd üssünde ağırlamak bile Katar’ı dokunulmaz kılamıyor! Gerektiği zaman egemen güçler her durumda sözüm ona bütün diplomatik ölçüleri pekâlâ yerle bir edebiliyor.

Efendilerin bu aşağılayıcı, köleci nizamına karşı haysiyet sancağını yükseltecek bir irade insanlığın umudu olabilir. Bu sancağın benzerleri insanlığın uzun tarihi boyunca pek çok defa farklı coğrafyalarda farklı öncü kişi ve topluluk tarafından yükseltildi. Geldiğimiz evrede isyancı geleneklerin büyük bir savrulma ve dağılma içinde olduğu kabul edilebilir. Kapitalizme karşı emek hareketlerinin iyice zayıflatıldığı, sömürü ve işgallere karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerinin hırpalanıp yalnız bırakıldığı bir vasatta hiç şüphesiz Gazze direnişi, insanlığın ufkunda yepyeni bir pencere açtı.

Sumud Filosu; Mavi Marmara, Madleen ve Hanzala gemilerinin çok daha coşkulu bir halkası olarak vücut buluyor ve haysiyet sancağını daha da görünür bir seviyeye çekme niyetinde. Batı’da daha yoğunluklu olmakla birlikte dünyanın dört bir yanında son iki yıldır bahsettiğim aşağılamalara itiraz eden vicdanları büyük bir minnet ve ihtiramla görüp takip ettik. Yeryüzünün pek çok noktasında boy veren irili ufaklı bu haysiyet dalgaları şimdi de Sumud Filosu olarak vâr oldu ve Akdeniz’de özgürlük için çırpınıyor.

Bu ve benzeri filoların muvaffakiyeti farklı coğrafyalardaki isyan ve itirazların muhasara edilmesi, bütün ahlâkî değerlerden kopuk egemenler için çalışan işbirlikçi ağları nedeniyle içinde bulunduğumuz şu aşamada pek mümkün görünüyor. Sumud filosunun henüz Tunus limanlarında açık saldırılara maruz kalması bunun kanıtıdır. Mavi Marmara katliamı karşısında gözlemlediğimiz sessizlik, March to Gaza yürüyüşünün başına gelenler, Madleen ve Hanzala gemilerinin İsrail saldırganlığına teslim edilmesi ve şimdi de Sumud’un türlü bahanelerle yolundan alıkonulmaya çalışılması bunun açık kanıtları olarak önümüzde duruyor.

Vicdanı lâyıkıyla örgütleyemedik; sarsıcı, ufuk açıcı bir paradigmayla mayalayamadık, öyle görünüyor! Haysiyet ve vicdan sancaklarının zemininin sağlamlaştırılması gerekiyor. İdeolojilerin değersizleştirilip aşağılandığı, İslami hareketlerin ve neredeyse bütün dini değerlerin çok farklı araç ve imkânlarla çürütülmek istendiği bir vasatta bu, hakikaten zor hem de epeyce zor ama elbette imkânsız değil. “Wall Street’i işgal et!” eylemlerinden küresel anti-kapitalist isyanlara, grevlere, büyük çadır eylemlerine kadar son çeyrek asrı çoktan aşan bir zaman diliminde yerel düzenleri ya da küresel sistemi esastan sarsacak bir netice alınamadı ve görünen o ki süreç hâlâ aynı hattan ilerliyor.

Vicdanın ideoloji ve örgütlenme ile buluşması, her bir muhatap için bambaşka bir aşama ve atılım olacaktır. Kitleler var, vicdanlar milyonlarca varlar evet ancak bu yetmiyor! Egemen dünya düzenini, onun bütün paydaşlarını lâyıkıyla tanıyacak, bir bütün hâlinde ideolojik kavrayışını yapacak bir çerçeveye ihtiyaç var. Bu kavrayışın örgütlenmesi gerekiyor elbette. Kavrayışların örgütlenememesi egemenlerin zulümlerinin sürmesi anlamına gelecektir.

Esastan bir paradigmatik dönüşüm öncülük etmediği sürece kötülüğün örgütlü güçlerini geriletmek mümkün olamaz. İnsanlığın mevcut siyaset yapma biçimleri, önemli ölçüde terbiye edilmiş biçimlerdir. Silaha, şiddete, mevcut yaşam ve tüketim tarzına, siyaset yapma biçimlerine, demokratik ideallere, kapitalizm tarafından yapı bozumuna uğratılan hayatlara, bütün bunları yeşerten iklime köklü eleştiriler barındırmayan itirazlar kadük kalacaktır.

Bugün müslüman kitleler, öncüler Katar’ın ileri düzeyde yaşadığı aşağılamayı zaten iki yüz-üç yüz yıldır farklı ağırlıklarda yaşamakta ancak örgütsüz ve paradigmatik yetersizlikle malûl oldukları için onu ancak küresel vicdanların oluşturduğu filolarla, eylemliliklerle aşmaya çalışmaktadır. Birtakım temrin örneklerini esas kabul etmenin yıkıcı yanılgısı ile sayısız defa yüzleşilmesine rağmen hakiki bir hesaplaşmaya niyet edilmemesi anlaşılır gibi değildir. Katar’dan Suriye’ye, mukavemetleri kırılmak istenerek egemenler tarafından yeni bir aşağılanmaya maruz bırakılmak istenen Lübnan coğrafyasına kadar kötülük, büyük bir pervasızlıkla kol gezerken İslam’ı hakikatleri bütün kıtalara nimet sağanağı olarak bahşedecek bir cevher olarak görememek hâlâ o büyük basiretsizliğe ne denli teslim olunduğunu izah etmeye yeterli sayılabilir.

Bununla beraber Gazze direnişinin yukarıda saydığımız maddelerdeki paradigmatik üstünlüğü, egemenleri ontolojik bir hesaplaşmada açığa düşürmekte ve işaret ettiği ufuklar bakımından da fevkalâde endişelendirmektedir. İslam, algılardaki birtakım hatalara ve temsilcilerinin zafiyetlerine rağmen mezkûr paradigmatik boşluğu fazlasıyla dolduracak kabiliyete sahiptir. İslam coğrafyalarına/halklarına dönük çok boyutlu saldırı ve aşağılamalar, biliyoruz ki geleceği boğup kurutma amacı taşımaktadır. Başta Batı olmak üzere kurtuluşunu arayan insanlık için bazı işaretler belirmiştir ancak bunun ete kemiğe bürünmesi elbette gayrete paralel olarak zaman alabilecek ve egemen dünya düzeni ile gerçek bir hesaplaşma ancak o zaman olabilecektir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gazze’nin Çığlığını Batı’da İslami Bir Devrime Dönüştürmek – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Seyyid Kutub, “Gördüğüm Amerika” adlı eserinde Batı toplumlarının iç dünyasına dair derin gözlemler yapar. O dönemde Amerika’da gördüğü refah, teknolojik ilerleme ve bireysel özgürlük görüntüsünün ardında maneviyattan yoksun, anlam arayışı içinde kaybolmuş bir toplum portresi çizer. Bugün, aradan geçen onlarca yıla rağmen Kutub’un bu tespitleri hâlâ geçerliliğini korumakla kalmıyor, Gazze’de yaşanan soykırımın Batı toplumlarına bizzat kendi tecrübeleri üzerinden bu gerçeği daha açık biçimde gösterdiği söylenebilir.

Bugün Batılı halklar, kendi yönetimlerinin Gazze’de işlenen insanlık suçlarını alenen desteklediğini görmekte. Yıllarca “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük” gibi kavramlarla dünyaya ahlaki üstünlük taslayan Batılı devletler, canlı yayımlanan soykırıma sessiz kalarak hatta tüm gelişmiş silah ve savaş mühimmatları ile destekleyerek bu kavramların aslında sadece birer aldatmacadan ibaret olduğunu kendi halklarına çok açık bir şekilde ifşa etmiş oldular.

Batılı gençler, bu yalanların içinde büyüyüp şimdi bu acı gerçekle yüzleşiyor ve kendi yöneticilerinin, Filistin’deki katliamı meşrulaştırmak için sahte kavramları nasıl araçsallaştırdıklarını görüyorlar. Bu tecrübe, onları yeni bir anlam arayışına, varoluşsal bir sorgulamaya itmektedir. İşte tam da burada Kutub’un işaret ettiği maneviyat boşluğu devreye giriyor: Batı, içten içe aradığı hakikati artık İslam’da bulmaya çok daha yakın. Dolayısıyla bugün Batı’da bir İslami devrim fikri, tarihsel olarak hiç olmadığı kadar güçlü bir zemine oturmaktadır.

İslam coğrafyasında ise durum tersinedir. Gazze’de akan kan, İslam ülkelerindeki rejimlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır. Halklar öfkeli ve direnişe gönüllü olsa da rejimler işbirlikçi ve teslimiyetçidir. Yahya Sinvar’ın dediği gibi:

Bu şehir tüm normalleşenleri ifşa edecek, tüm düzenbazları rezil edecek, tüm terk edenlerin ve tavizcilerin hakikatini ortaya çıkaracak!

Bugün bu sözün muhatapları açıktır:

Mısır, Gazze’nin nefes borusu olan Refah sınır kapısını kapatarak İsrail’in kuşatmasına ortak oldu, oluyor.

Ürdün, halkının öfkesine rağmen İsrail’le diplomatik ilişkilerini koruyor, İran füzelerinin İsrail’e ulaşmasını engelleme çalışmalarına destek verdi. ABD, İngiltere ve İsrail’le birlikte hareket etti.

Türkiye, sözde sert açıklamalar yaparken İsrail’le ticaretini sürdürüyor, Azerbaycan petrolünün soykırım süresince kesintisiz sevkiyatını yaptı, çelikten çimentoya, gıdadan kabloya kadar göndermeye devam ederek soykırımın en büyük sponsorlarından biri hâline gelmiştir.

Suudi Arabistan ve BAE, “normalleşme” adı altında İsrail ile ittifaklarını derinleştirdi.

Bu tutumlar, sadece ihanet değil; aynı zamanda ümmetin onuruna karşı işlenmiş suçlardır. Gazze’de çocuklar toprağa düşerken bu rejimler, İsrail’le masaya oturmayı, ticaret yapmayı ve Amerika’ya sadakat göstermeyi tercih etmiştir. Sinvar’ın dediği gibi, Gazze bu ikiyüzlülüğü ifşa etmekte, tarih önünde bu rejimleri rezil etmektedir.

Öte yandan İslam ülkelerinde İslami bir devrimin şu an için mümkün olmadığı açıkça görülüyor. Bunun sebebi dışsal değil, içseldir: Bu ülkelerdeki diktatör rejimler, halklarını uyuşturmakta, sürekli illüzyona tâbi tutarak bilinçlerini ifsat etmekte ve İslami talepleri bastırmaktadır. Ordu ve güvenlik aygıtları kendi halklarına karşı dizayn edildiği ve halkı korumak için değil, tam aksine kendi halkına karşı kurulmuş birer baskı aracıdır.

Bu nedenle İslami coğrafyalarda, sokaklardan yükselmesi gereken İslami devrim talebi, çoğunlukla iktidarın gözüne bakarak şekillenen edilgen bir bekleyişe dönüşmüş durumda. Gazze halkı, kanıyla direnirken birçok İslam ülkesinde rejimler, halkların öfkesini kontrol altına alarak İsrail’in zulmüne fiilî bir destek sağlamış olmaktadır. İsrail sadece ABD ve Batılı devletlerin desteği ile soykırım yapmıyor, bundan daha çok bölge ülkeleri, sözüm ona İslam ülkelerinin desteği ve yardımı ile soykırım yapmaktadır.

Sonuç olarak İslam dünyasında rejimler, ümmetin kanıyla kurdukları saltanatlarını sürdürürken Batı toplumları kendi iktidarlarının ikiyüzlülüğünü görerek yeni bir anlam arayışına girmiştir. Seyyid Kutub’un işaret ettiği, Sinvar’ın ifşa ettiği ihanet gerçeği, birleştiğinde ortaya şu hakikat çıkıyor:

İslam ülkelerinde devrim, diktatörlükler yüzünden felce uğramışken; Batı’da İslami bir devrim imkânı tarihsel olarak daha güçlü bir şekilde gündemdedir çünkü Batı halkları artık kendi yöneticilerinin “demokrasi”, “insan hakları” ve “özgürlük” adı altında nasıl bir sahtekârlık yaptıklarını görmüş, İslam’ın hakikatini kavramaya bir adım daha yaklaşmıştır.

Yani, şunu bir kez daha söylemek istiyorum Seyyid Kutub’un “Gördüğüm Amerika”da işaret ettiği Batı’nın manevi çürümesi, bugün Gazze gerçeğiyle birleşerek bambaşka bir tablo ortaya çıkarmıştır. Bu da İslam ülkelerinde devrim ihtimali zayıfken, Batı toplumlarında İslami bir devrim umudu güçlenmektedir. Dediğim gibi Batı halkı artık kendi yöneticilerinin ikiyüzlülüğünü görmüş, sahte değerlerin maskesi düşmüştür. Önümüzdeki dönemde bu yüzleşme, Batılı insanları İslam’ın adalet, merhamet hakikat ve tevhid merkezli dünya görüşüne daha da yakınlaştıracaktır. Müslümanlar olarak batıda bir İslami devrimin imkânları üzerine kafa yormamız bu konuda gayret etmemiz belki de Gazze direnişine verilebilecek en büyük destektir.

Gözden kaçırılmaması gereken konu Batı toplumları hakikati arayıp İslam’a yönelirken Müslümanların omuzlarında ağır bir sorumluluk yüklenmiş oluyor. Bu hem bir imkân hem de aynı zamanda ilahi bir yükümlülüktür.

Kur’an’ın “Sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara şahit olasınız.” (Bakara, 143) ayeti, bu çağrının merkezindedir. Bugün Batı’da arayışa giren insanlara İslam’ın adaletini, merhametini, hakikatini ve tevhidi ulaştırmak, onları yalnız bırakmamak Müslümanların görevidir. Gazze’nin kanı, Batılı vicdanları uyandırmıştır fakat bu uyanışın bir hakikate dönüşmesi ancak Müslümanların davet çabasıyla mümkündür. Biz sustuğumuzda, daveti ulaştırmadığımızda, bu arayış başka ideolojilerin pençesine düşecek, Gazze’nin şehit kanlarının uyandırdığı vicdanlar yeniden sönecektir. Bu, sadece bir ihmal değil; ümmete ve insanlığa karşı bir ihanet olacaktır. Eğer bu görev ihmal edilirse büyük bir tarihî fırsat heba edilmiş olacaktır. Dolayısıyla, bugün sadece Gazze için değil, tüm insanlık için bir sorumluluk, Batının erdemli insanlarına sahih İslam’ı tebliğ etmek ve daveti ulaştırmaktır. Bu adım atıldığında, Batı’da İslami bir devrimin fitilini ateşlemek, artık sadece bir ihtimal değil, güçlü bir gerçeklik olacaktır. Eğer bundan kaçınırsak Gazze, ihanet edenleri nasıl rezil ediyorsa daveti taşımayanları da aynı şekilde mahkûm edecektir.

Tarihin çok ciddi bir kırılma noktasındayız; onun doğru tarafında yer almak durumundayız. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, sadece Gazze’de değil hiçbir yerde eski sistem devam edemeyecek; Gazze’den başlayarak Madrid’ten, Lizbon’dan, Londra’dan, Paris’ten, Roma’dan, Zagrep’ten, Toronto’dan, New York’tan, Berlin’den, Pekin’den, Moskova’dan başlayarak insanca ve Müslümanca yaşayabileceğimiz yeni bir düzen kurmak için çabalarımızı bütünleştirip birleştirmek durumundayız.

21. yüzyıla söyleyeceklerimiz de yapacaklarımız da sorumluluklarımız da var! Sorumluluklarımızdan kaçarsak 21. yüzyıla biz de maruz kalırız, çocuklarımız da maruz kalır. Bu pis oyunu bozarsak -ki ancak biz bozarız- kendi coğrafyamızdaki totaliter rejimlerin peşi sıra domino taşı gibi devrildiklerine de şahit olacağız!

Unutulmamalıdır ki Gazze, sadece bir direnişin değil, aynı zamanda bir çağrının adıdır. O çağrıya icabet etmek, Müslümanların tarih önündeki imtihanıdır. Ya bu daveti omuzlayacağız ya da tarih bizi de işbirlikçi rejimlerle birlikte ifşa edecektir. Bugün ya Gazze’nin çığlığını İslam’ın davetine dönüştüreceğiz ya da tarih sustuklarımız için bizi de zalimlerin safına yazacaktır.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x