Özgür Yazarlar Birliği seminerlerinde 05 Kasım 2022 cumartesi günü Mücahid Sağman, “Post İslamcılık: Vaz Geçiş mi? Vâr Oluş mu?” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi.
Programdan notlar şu şekilde:
Yeni bir süreç, yeni bir dönem demek… Yeni bir kırılma dönemindeyiz şimdi de. Belli dönemler politik kırılmalardır, belli dönemler sosyolojik kırılmalardır. Bugün genel bir kırılma dönemindeyiz.
Kırılma dönemlerini net tanımlayamamak ve getirdiklerini net tanımlayamamak, bugünkü İslamcılığın sorunlarından biri.
Tartışmalar bir sonraki aşamada neyin olacağını bulmada önemli bir role sahip.
İslamcılık da kendi bâbında kırılmalar yaşadı.
Post İslamcılık – Oliver Roy, İslamcılığın öldüğünü söylüyor.
150 yıl önce İslam dünyasının, bir siyasal algı biçimi olarak eksikliğine vurgu yapılıyordu. Dindarlığı oluşturan varsayımlarda eksiklikler yoktu. Onlar peygamberin vefat ettiği günden beri tartışılıyor.
Fakat olayın siyasal paradigma boyutunda sıkıntılar var, güçlü ve zayıf olduğunuz zamanlar var.
Modernleşme dediğimiz süreçte – Kopernik devrimi şöyle bir kırılma yapmıştı: Batı için 1600-700’lere kadar, bir tanrı, bir de temsilcisi var, İsa. Yani tanrının temsilcisi, tanrının neredeyse bütün vasıflarını taşıyan biri. Evrenin merkezi dünyaydı Kopernik’e kadar o yüzden. Sonra, merkezin dışarıda olduğuna dair tartışmalar… Güneş merkezli. Eğer dünya merkezli değilse, “İsa merkezli de değil”e geliyor mesele yani.
Bu aslında Müslüman dünyanın da karşılaştığı bir denklemin sonucu. 80lerin-90ların İslam devleti tartışması, böyle bir tartışma. Devlet ne kadar Allah’ın hükmünün geçtiği bir otoritedir vb.
Kendini var etmek zorunda olan tartışmalardı bunlar 1600-1700lerde.
Devlet-toplum-halk tartışmalarında parçalarının ortaya çıktığı dönemdi.
1800’lerde, Cemalettin Afgani, iki boyutlu bir tanımlama yapıyor.
Gelenek dediğimiz şeyin ıslahı. Çünkü gelenek, nötr bir kavramdır. Tarihsel olarak yaşadığımız, algıladığımız her şeyi temsil eder. Hatta medeniyet kavramının, kültür kavramının üretiminde de böyle bir süreç var. Medeniyet dediğimizde de olumsuz kavram atfetmezsiniz.
Modernitenin yarattığı yeni dünyaya karşı bu kadar refleksif davranamazsınız ama antiemperyalist bir direniş sergilemelisiniz, kültürünüzden kopmadan.
Geleneği ıslah etmelisiniz.
Hem geçmişe hem geleceğe söz söyleme gücünü hiçbir zaman üretemedi İslamcılık. O yüzden Afgani’nin böyle bir önemi var. Bulunduğu anı geçmişle kıyaslayarak serzeniş hali var.
Ama bu iki boyut, bugün ne ortaya çıkarılacak, bunu çıkaracak arka plânda ne olacak.
İslamcılık, Afgani ile başlayıp onunla ölen bir süreçtir, bu bağlamda.
Tekil isimler var arada ama böyle bütünsel olarak ikili bir bağlamda inşa etmeyi Afgani’den sonra göremiyoruz.
İran devrimi kritik bir aşama. Çok da İslamcı sayamayacağımız bir kitle, kırılma yaşıyor.
79’lara kadarki muhafazakârlık, sola karşı bir bagaj, set olarak kullanılmıştır.
Metin Yüksel, Sedat Yenigün gibi temel iki isim ortadan kaldırılarak, 80 sonrası da iktidarın zeminini oluşturmak üzere kullanılmıştır İslamcılık.
İran devrimi, darbe… O sürece kadarki İslamcılığın içindeki emeği heba etmeden söylüyorum, o zamana kadarki muhtemel bir sola karşı kullanılan İslamcılık, 80’lerden sonra marjinalleştirilerek, muhafazakârların yönettiği bir iktidara zemin hazırlamıştır.
Üsame bin Ladin bir farklılık getiriyor, bu savaşı burada yapalım, diye batıyı işaret ediyor.
80 sonrası marjinal söylemleri kullananları, bir şekilde batıya göç etmiş Müslümanların varlığıyla kurmuş bir denklem var.
İran’daki devrim sonrası İslam dünyasındaki artan özgüveni kendisine güç edinen bir bağlam var.
Bu bağlam bir şekilde marjinal bir söylemle, uluhiyeti ve sınırları belirlenememiş bir çatışma başlatıyorlar.
Devlet meselesini tarihsel kökenleriyle anlamamız lazım. Abdurrahman Arslan diyor ki, tanrı inancımız, bu coğrafyada, Müslümanların daha çok yaşadığı bölgede, içkin bir tanrı inancı vardı. Kuralların vb. süreçlerin sokakta oluştuğu bir tanrı inancı vardı. Bugün aşkın bir tanrı inancı var. Öte dünyada olan. O aşkın ilahın buradaki işlerini yapan Müslüman profiller var.
Sınıfsal olarak ruhbanları olarak, onun işlerini yöneten insanlar var.
Nesne-özne ilişkisinden ziyade, doğayla çatışmadan, birlik olarak yaşama vardı doğayla.
Ulusla birlikte, ben ve öteki kavramları ortaya çıkmıştır. Ben ve öteki ilişkisiyle devlet ortaya çıkmıştır.
Post İslamcılık meselesi bizim için, İslamcılığın ortalama ürettiği cevaplar ne olacak tartışmalarıyla yürüyor.
Roy, İslamcılık öldü diyor.
Tarih bitti – eğer yeni bir arayış olmayacaksa, Arap baharı gibi olaylarla demokrasi yerleşecekse İslamcılık ölmüştür.
99’daki makale: iyi üniversiteleri bitiren ya da buralarda okuyan Arap gençleri, radikalize olarak ülkelerine geri dönüyorlar? Gördük ki, 2001 saldırılarını yapanlar iyi eğitimli adamlar. O demokratik ülkelerden kaçarak burada o dünyanın varlığının imkânını tartışıyorlar.
2000’lerden itibaren estirilen o demokratik ortam daha faşist bir zemine bıraktı burada da.
İslamcılık sonrası – artık bu kırılma aşamalarında kendilerinden önceki kullanılan anlamlarında kullanılamaz.
Bugünün dünyasıyla muhatap olan insanlar yeni kavramları üretmeli.
Ana paradigmanın ürettiği kavramı kullanırsınız yoksa.
Heidegger, insan kavramını kullanmıyor. Yoksa bu paradigmanın içinde kalarak konuşurum, diyor.
Sonra bırakıyor bunu. Çünkü insanlığın başından beri kullanılan şeyler bunlar.
Yeni bir paradigma üreterek var olma tartışmasını başlatmalıyız.
Güçlü bir kavram çerçevesinin tartışılması gerektiğini düşünüyorum İslam dünyasında.
3 kavram:
Akıl
Bilgi: 90larda bunu tartıştı İslam dünyası
Perspektif: batının bugünün dünyasını inşa ederken kurduğu perspektif.
Aklın yerine tahayyül eksenli bir çerçeve oluşturulabilir. Tahayyül, çerçevesi belirlenmemiş, sınırsız tartışma evrenine karşılık gelebilecek kavram.
Bilgi yerine, dil kavramı konuşulmalı. Anlam dünyamızı geliştiren şey dildir. İslam dünyası bugün, Müslüman bilgi kavramı yerine dili merkez almalı.
Perspektif yerine estetiği inşa etmek.
Aslında, sırtımızı yasladığımız mekânsal bir bütünlüğümüz yok.
Kabe, bir merkez inşa eder.
Musa’nın kıssası anlatılan bir kıssa zaten. Ama Kur’an, “Allah Musa’ya dedi ki-, Allah şunu dedi ki” diyor, olayın merkezinde Allah var. Dinin temel olayı Allah üzerine inşa edilir. Merkezde Allah olması, tek eksende hareket etmek anlamına geliyor.
Hacc’ın böyle bir metaforu var.
İslam dünyasının böyle bir merkez problemi var bugün. Belli bir mekân yok.
Modernlikte bilim atomu merkeze koydu. Sonra atom da parçalanınca, post modernizmde merkezsizlik ortaya çıktı. Bir evin olmaması.
Haliyle, kardeşlik vb. gibi soyut kavram anlamını yitiriyor.
Kendi evimizi inşa edemediğimiz için, kendi kavramlarımızı da inşa edemiyoruz.
Son elli yılın İslamcılık tartışmaları, devlet merkezli tartışmalarıdır. Devlet dışında bir tartışma üretemediğimiz için, devletin içinde olanlar da dışında olanlar da devlete hizmet ediyor.
Temel kavramların gerçekçi bir bağlamda yeniden inşa edilmesi gerekiyor.
Üçüncü yol tartışmaları – muhalefetin ve iktidarın dili dışında tartışamıyoruz. Kadın, Kürt meselelerini devlet bağlamı dışında tartışamıyoruz.
İslami bir değer olarak inandığımız bütün kavramları yeniden masaya yatırmalıyız.
İslam’ın temeli ailedir, mesela. Öyle midir? Kullandığımız böyle merkezi kavramların içlerini gerçekten biz mi oluşturduk yoksa başka kaynaklar tarafından inşa mı edildi?
Ali Şeriati’nin batılı paradigmanın dışına çıkarak konuşmaya çalışması mesela, özgün bir dokunuştu.
Doğru soruları sormak asıl mesele. Antik Yunan felsefesine dönüş var şu dönemde. Bu krizden dolayı. Ama krizler, üretim için bir fırsattır, yeni bir paradigma inşası için. Fakat İslam dünyasının yeni paradigmalar üretememesi sorun şu an. Sembolik düşünce biçimlerinin dışına çıkmak için uğraşıyor İslam ama bugün öyle değil. Önder figürler mesela sembol haline geliyor. Günlük hayat semboller üzerine kurulu.
Sembollerden vazgeçip, dinin tartışmalara çok müsait canlı bir zemin olduğunu fark etmemiz lazım. Normal konulara dair bir şey dediğinde peygamber, toplumsal zemin onunla tartışmaya müsait bir zemindi. Toplumsal hayatta tartışılması, özerk bir hayattı. Artık, İslam dünyasında tartışılmaya müsait olmayan binlerce konu üretildi. Tartışma konuları, önemine ve coğrafyasına göre inşa edilebilirdi. Artık öyle değil. Bugün, tartışan isimlerin mesela batıyla problemi yok. Orayla problemi olan adam da burayla ilgili statüko üretiyor.
Örgütlü hareketliliği üreten düşünce olmadığı için örgütlülük yoktur. Eğer bir toplumda kimse emekten yana hareket etmiyorsa, toplumun zihninde teorik olarak bir karşılığı olmadığı içindir. Bir tartışma yoksa zihinlerde, pratikte vuku bulması beklenemez. Olursa da statüko üretir.
Notlar: Melike Belkıs Örs