Connect with us

Söyleşiler

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı

Yayınlanma:

-

Az ama özenli ve düzenli haber ve analizleri ile beş yıldır yayın hayatında olan ve kendine özgün bir yer edinen sitemiz YeniPencere’nin yazarlarından Murat Kurtuldu ile Aksa Tufanı sürecine dair söyleştik. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana olanca ehemmiyet ve aciliyeti içinde gündemimizin birinci maddesi Gazze; açık ara Gazze! Çünkü Gazze’de dehşet verici bir dram yaşanıyor. Murat Kurtuldu ile Filistin Davasının bugünü ve içinde neş’et eden Direniş Çadırı’nı konuştuk. Bu yakıcı gündem içinde komple bir Filistin Dostu ile tanışacaksınız. Hem teorinin içinde “okumalar” yapan, hem sokaklarda eylem üreten, konuşan- eden bir isim kendisi. Muhabbete buyurun!

7 Ekim 2023’te Filistin’in Gazze şehrinde başlayan Aksa Tufanı sonrasında dünya İsrail’in soykırımına şahitlik ediyor 19 aydır. Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar, Filistin’in özgürlüğü için ayağa kalkmışken Türkiye’de birkaç yeni oluşum sokakları hareketlendirdi. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’ndan bahsederek başlayalım istiyorum. 10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilde yürüyüş ve eylemlerle, sabır ve istikrarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyor Direniş Çadırı. Adı nerden geliyor, nasıl bir oluşum bu, ne amaçlıyor?

Direniş Çadırı bir bakıma bıkkınlığın hikâyesi. Aksa Tufanı’ndan sonra Gazze’nin haklı mücadelesi için burada, bu topraklarda doğru soruları sormaktan imtina eden kötürümleşmiş sivil toplumun etkisizliğine tepkinin yalnızca bir örneği. 7 Ekim’den sonra az çok hareketlenen sokaklarda “Kahrolsun!” sloganlarının hamaseti dışında hiçbir önerisi olmayanlar bu tepkiyi doğurdu. Soykırıma karşı bir şey yapıyormuş gibi görünen bu çevrelerin niyetleri hakkında asıl şüpheye düşmemize neden olansa kendi “akredite” söylemleri dışında hiçbir slogana, öneriye, tepkiye, öfkeye izin vermemeleriydi. Bu tavır, pek çok insanda aidiyet duygusunun kırılmasına yol açtı.

Bence bu durum, kişisel olarak bir bıkkınlık duygusuna da yol açıyor. Günün sonunda kendinizi ifade edemiyorsanız, geriye iki seçenek kalıyor: Ya sessizleşeceksiniz ya da sesinizi yükseltebileceğiniz özgür bir alan inşa edeceksiniz.

Şunu da kabul edelim: Bu topraklarda, özellikle İslamcılığın sokak tecrübesi ve eylemlerle kendini ifade etme pratiği, yirmi küsur yıldır kurumsal-profesyonel STK’ların insafına bırakılmıştı. Kendiliğinden sokakta biriken, sırf hakikatin şahitliği için -üstelik hiç de konforlu olmayacak- eylemsellikleri galiba en son 2000’lerde, başörtüsü yasaklarına karşı deneyimlemiştik.

Gazze’deki yıkım ve soykırımın sıcaklığı her yana yayıldığında ise, yine gözümüzü bu kurumsal yapılara diktik. Sokakta ve toplumda tabanı olduğunu düşündüğümüz örgütlerin güçlü bir mevzi oluşturacaklarına inandık.

Bu noktada şunun altını çizmek gerekiyor: Gazze için sokağa çıkanlar her konuda uzlaşan, aynı hafızaya ve ideallere sahip değiller. Ancak onları sokağa çıkaran Gazze’deki soykırıma karşı harekete geçme, direnişin yanında siyonist ve emperyalist kuşatmanın karşısında olma duygusuydu. Bu motivasyon doğal olarak şunu bekledi: Gazze’deki katliamın birincil derecedeki faillerine sesimizi yükselttiğimiz kadar onların yerli işbirlikçilerine de itiraz gelişmeliydi. Çünkü katliamı mümkün kılan bir ölçüde devam eden ticaret, petrol sevkiyatı ve işgalcilerle her türlü işbirliğiydi. Ancak Filistin davasını hamasetle sahiplenen ve sokağı o güne dek “örgütleyen”ler, sıra işbirlikleri ifşa etmeye -bir bakıma ittifaklar kurduğu, ortaklaştığı ya da dayanıştığı mahalleyi eleştirmeye- gelince susmayı tercih ettiler. Vicdanlı birkaç gazetecinin ve aktivistin ortaya çıkardığı kanlı ortaklıklara karşı bu kurumsallıkların hiçbir etki yaratamayacağını kısa zamanda anladık. Belki de Filistin için yapılan gösterilerde “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganının atılmasına bile “tahammül edilememesi” kırılmayı yarattı.

Direniş Çadırı’nı da doğuran bu vasat, artık inisiyatif almayı vicdani ve ertelenemez bir sorumluluk olarak gören her yöreden insanın adım atmasıyla gelişti. Açıkçası Direniş çadırının ne ismi ne de organize olma biçiminde bir “hesap” ve “strateji” yok. Adı da zaten bu doğallıkta ortaya çıktı. İlk birkaç çağrıda 35 noktaya kadar çıkan eylemler bir plânlamayla gelişmedi. Zaten rahatsız ancak vicdanen sessiz kalamayacak insanların eylemleri bir araya gelmiş oldu.

Direniş Çadırı bir dernek / vakıf -yani bildiğimiz türden- bir stk olmayı düşünmedi. Logosu yok. Basın açıklamalarında kendini kategorik olarak bir markanın altında tanımlamıyor. Hatırlıyorum, Kocaeli’deki ilk eylemimizde polis bizi arayıp “Siz kimsiniz?” diye sorunca verdiğimiz cevaptan afallamıştı. “Vakıf değilsiniz, dernek değilsiniz, inisiyatif değilsiniz, peki kimsiniz?” demişti. Kategorik düşünmeye fazlasıyla alıştık. Bir eylemselliğin derin stratejik öngörülerle, hesaplı-kitaplı ve modern bir yapının gücüyle gelişmesi gerektiğine dair sarsılmaz bir inancımız var. İşte bu noktada Direniş Çadırı tecrübesi kurumsallaşmanın kısa vadeli faydasının dışında bir yozlaşma yarattığını fark ederek kendini konumladı ve markalardan – logolardan uzak durdu. Aslında modern dönemin kurumsallık ruhunu içeren stk’cılığın nasıl uzun vadede hakikatin yanında yer almak yerine ittifaklar, çıkarlar ile hareket edebildiğini ve beka meselesini her şeyin merkezine çok kolay alabildiğini fark ettik sanırım. Elbette sivilliğin bütün örnekleri, bütün “yan yana” gelme çabaları kategorik olarak mahkûm edilemez. Ancak dönüp kendi muhasebemizi yaptığımızda yapılarından, liderlerinden işaret gelmeden hakikatin şahitliğini yapma takatini bile kendinde bulamayan bir toplumsallığı ördük gibi görünüyor.

Artık bunun dışında hem bir bakıma “yataylığıyla” yeni hem de İslam’ın şahsiyeti özne yapan hafıza tazeleyecek örneklere ihtiyaç vardı, Direniş Çadırı işte bu deneyim içinde bir örnek olarak yerini aldı sanırım.

Biraz daha belirgin kılmak için sormak istiyorum: Nasıl bir çerçeve içinde hareket ediyorsunuz? Direniş Çadırı’nın olmazsa olmazları, sınırları neler? 

Bu coğrafyada alışık olmadığımız bir deneyimi ifade ediyor Direniş Çadırı. Çoğu zaman kendiliğinden gelişen, hesapsız ve politik kaygılara gerçekleri kurban etmemeye çalışan bir motivasyonu var. Bu nedenle dikey bir hiyerarşiyi barındırmıyor. Bir yöneticisi, yönetim kurulu, sekreteryası ya da strateji üretip mensuplarına yalnızca uygulama sorumluluğu yükleyen bir bakış açısı yok. Yatay biçimde gelişen dayanışmaya ve kim daha çok üretken olursa o kadar sorumluluk alma esasına dayanıyor.

Yatay ve dikey örgütlenme üzerine daha çok konuşmalıyız belki ama şunun özellikle altını çizmeliyiz: Yatay ilişki biçiminin her bireyi inisiyatif almaya zorlayan bir boyutu var. Eylemlerde bir emir-komuta zinciri inşa etmiyor, en azından. Sorumluluğu paylaştıran; herkesi gücü ve odak alanı açısından harekete geçirmeye motive eden bir sahiplenme duygusu geliştiriyor.

Bir diğer önemli farklılık da burada ortaya çıkıyor bence. Dikey hiyerarşinin boğucu kurumsallığından ve yapıyı hareketin merkezine alan “beka” söyleminden azade oluyoruz böylece. Bu nedenle Direniş Çadırı, başından beri çağrısına kulak veren hiçbir Filistin dostuna logo, isim, marka, kurumsallık dayatmadı. Hatta özellikle bundan kaçındı. Her birey, kendi yapıp ettikleri, inisiyatif alıp öne çıktığı söylemin/eylemin sorumluluğunu yüklenme iradesini gösterdi böylece. Bir ‘marka’nın ya da yapının ardına sığınma, sorumluluğu devretme kolaycılığına izin verilmedi. Bunun da bana kalırsa en büyük artısı mensubiyet duygusunun yapıyla değil, davayla ilişkili olarak gelişmesiydi.

Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, farklı renklere ve ideolojik mevzilere rağmen soykırıma karşı anti-emperyalist ve anti-Siyonist itirazların kesişim noktasında duran Direniş Çadırı’nın görevi yalnızca “çağrıda” bulunmak oldu. Her bölge, grup ya da kişi bu çağrıya nasıl cevap vereceğini kendisi belirledi. Eylemlerinin uygulama biçimini ve sonuçlarını kendi meşreplerince üstlendi. Kimsenin kimseden doğrudan sorumlu olmadığı bir özgürlük alanını da böylece korumuş olduk. Dikey hiyerarşik yapılarda ortaya çıkan çok boyutlu uzlaşılara ve politik hesaplara da gerek kalmadı.

Direniş Çadırı yataylığına rağmen elbette çağrısına cevap verenlerin kimliklerinden ve bakış açılarından tümüyle bağımsız değil, olamaz da. Bu açıdan Direniş Çadırı’nın söyleminin merkezinde İslami reflekslerin bir “uzlaşma” noktasına dönüştüğünün altını çizmeliyiz. Bu uzlaşı aynı zamanda yalnızca karşıtlık üzerinden uçucu bir kampanya siyaseti üretilmesinin de önüne geçiyor. Anti-emperyalist, anti-Siyonist perspektifin aynı zamanda geniş çerçevede bu uzlaşma noktasına dayanan ideal tanımları, mücadele ekseni ve belirli önerileri var.

Yine belki bu uzlaşının bir diğer boyutu da eylemsellikte tercih ettiğimiz “şiddetsiz” yöntemlerle ilgili olabilir. Soykırımcılara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı gelişen mücadelenin zorlayıcı bir boyut taşıması gerektiğine inanıyoruz. Üstelik bu durum sokakta kimi zaman uzlaşıyı tamamen kapatan direngen bir iradeyi de gerektiriyor. Fakat tüm bu adımları gerçekleştirirken şiddeti araçsallaştırmaktan kaçınıyoruz.

Direniş Çadırı’nın Gazze’deki soykırımın gerekli kıldığı aciliyet içinde Türkiye’yi yöneten iktidara ve topluma çağrısı nedir? 

En başından beri tek bir taleple ilgilendik: Gazze’deki soykırımın faillerini bu topraklardan besleyen tüm siyasi, ekonomik ve sosyolojik ilişkiler kesilmelidir. Ertelenemez bir gündem olan soykırım ile ilgili hamasetin yalnızca vahşeti derinleştirdiğini ve işbirlikçileri görünmez kıldığını ifade ettik. Bu nedenle sokaklarda, liman önlerinde, işbirlikçi sermayenin ve iktidarın kapısında hep somut talepleri yükselttik.

Çünkü şunu iyi biliyoruz: Türkiye’nin İsrail’e uygulayacağı tam boykot sonuç verici olacaktır. Yemen’in örnekliği de bizi bunu gösterdi. Küresel kapitalist sistem ne sandığımız kadar güçlü ne de aşılamaz bir kuşatma var. Bu düzenin en büyük silahı yarattığı “yenilmezlik” yanılsaması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik durumu yaşıyoruz. Ne yazık ki bu çaresizlik duygusu sermayenin de işine geliyor. Küresel ekonomik dengeler söyleminin arkasına sığınarak Gazze’nin katilleriyle iş tutmaya, savaşın o çok kanlı rantını paylaşmaya devam ediyorlar. Siyasi irade de bu çaresizlik duygusundan besleniyor. Kamuoyu önünde kitlelerin öfkesini soğuran en üst perdeden açıklamalara rağmen hiçbir somut adım atmamasını bu gerekçeyle perdeliyor.

İşte Direniş Çadırı ve aynı mevzideki diğer hareketler bu algı manipülasyonunu kırmaya odaklı. Şunu diyoruz: Dünya düzeni kuşatıcı görünümüyle aynı oranda kırılgan. Atılamaz denilen adımlardan herhangi birinin kararlılıkla uygulanması bile siyonist saldırganlığı fiilen durdurabilecek bir süreci başlatabilir. Yöneticiler, iktidar sahipleri bu adımları atmıyorlarsa bilin ki size sunulanın dışında sadece iki gerekçe olabilir: Ya Türkiye emperyalist bloktadır, suç ortağıdır ya da egemenliği sınırlı, belirsiz ve etkisizdir. Her ikisi de bu düzenin meşruiyetini temelden sarsar. Bu nedenle sadece Gazze’nin değil bu düzenin tarafında olan bütün ülkelerin ve halklarının kuşatma altında olduğunu bilin. Kuşatma altında olduğumuzu bilelim.

Talep ve çağrı ne denli haklı ve gerekli olsa da ne toplumdan ne de iktidardan karşılık buluyor. Beklentinin çok altında kaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bunun sebepleri nedir? 

Aslında buna çok katılmıyorum. Genelde şöyle bir önyargıyı taşıyoruz: Büyük tarihsel kırılmalar ciddi ön hazırlıklara, dalga dalga büyüyen tepkilere bağlıdır. Bugünden geriye doğru baktığımızda tarihi yukarıdan izlemenin bir yanılgısı olarak kusursuz bir örüntü, neden-sonuç ilişkilerinin ilmek ilmek ördüğü bir hikâye izliyoruz. Oysa tarih, bir kırılmalar, sıçrayışlar öyküsüdür. Başta Peygamberler bir sıçrayıştır, kırılmalıdır. Büyük çöküşler, büyük dönemeçler yaşayanlar için genellikle aniden denilebilecek kadar kısa sürede olgunlaşır ve şekillenir.

Tarihin “sürpriz faktörü” diyorum ben buna. Ne yazık ki modernite her konuda olduğu gibi tarihi algımızı da yeniden yapılandırdı. Kırılmalara, sıçrayışlara değil çok sıkı neden-sonuç ilişkilerine bakar olduk. Bu da hayli takat düşüren bir anlayış! Ne olursa olsun adil şahitliğini ortaya koymaya niyetli insanı da geriye çekiyor. Oysa Kur’an Bakara Suresinde “azların çoklara” galibiyetini anlatırken, Enfal Suresinde “Onlar plân yaparken Allah da plân yapıyordu” derken her şeyin düşünüldüğü kadar mekanik, kesif ve aşılamaz bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden yürümediğini, Allah’ın yardımını hatırlatıyordu.

Ben bundan dolayı eylemlerimizin ne kadar karşılık bulduğu konusundaki göstergelerin yanıltıcı olabileceğini düşünüyorum. Sadece romantik bir hüsn-ü niyet olarak da değil üstelik. Dikkatli bakıldığında bunun emarelerinin göz kırptığını da görüyorum.

Bir örnek vereyim; “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” söylemini ısrarla vurguladığımız ama toplumda karşılık bulmadığını düşündüğümüz günlerde -ambargo kararından önce- Cumhurbaşkanının Kocaeli’ndeki mitingine arkadaşlarımızla katıldık. Amacımız yine bu talebi yükseltmek, bir pankart açmaktı. Miting alanına girişte pankartımız fark edildi ve arkadaşımız gözaltına alındı. Kardeşimizin yanında olmak için karakola gittiğimizde olağandışı bir kalabalık fark ettik. Sonradan öğrendik ki mitinge aynen bizim gibi gelmiş kişiler varmış. Hepsinde aynı slogan. Kimi kâğıda yazmış gelmiş, kimi bir beze yazıp gelmiş. Aralarında tek başına miting alanına gelen orta yaşlarda bir ablamız da vardı, uzak bir ilçeden gelen sakallı, sarıklı kardeşlerimiz de. Hepsinin ortak noktası kimsenin birbirini tanımaması, birbirinden habersiz olunmasıydı!

Biz, “Sesimizi acaba kim duyuyor?” diye hayıflanırken Rabbimiz bizleri buluşturdu, yalnız olmadığımızı, bir tür “dip dalga”nın geldiğini gösterdi. Nitekim iktidar da bunu fark etmiş olmalı ki “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” diyenler sayıca az olmalarına, kitlesel bir eylemsellik ortaya koyacak güçte olmamalarına rağmen kısıtlama ve ambargo kararı alındı. Düzen, anlatısının bir anda yıkılacak büyük bir boşluğa düştüğünü ve bu halüsinatif durumun fark edildiğini gördü çünkü.

Sonuç olarak soykırım karşıtlarının hamasetten uzak söylemlerinin karşılık bulmadığını söylemek çok doğru değil. Bunun aksi göstergeler var. Fakat evet, bu tepki bir türlü kamusallaşamıyor, kitlesel bir boyut kazanamıyor. Nedenlerini konuşmak için Türkiye’de hafızasında “Filistin” olan iki başat mahallenin deneyimlerine bakmak gerekiyor.

İstisnaları olmakla birlikte, Müslümanlar, son 20 yıldır sokakta değillerdi, farklı biçimde kendi eylemselliklerini üretiyorlardı. Müslümanlığın siyasal bilincine sahip küçük öbekler daha dar alanlarda kalmayı tercih ettiler, değişimin sokakla ilişkisini unuttular hatta sokağı küçümsediler. Muhafazakârlık ise bütünüyle iktidarın aparatı haline gelmişti zaten, başkası da beklenemezdi. Tarih boyunca -özellikle Türkiye’nin modern tarihi açısından- mevcut durum muhafazakârlıktan beslendi.

Filistin mücadelesine gönül veren solun ise farklı sorunları vardı. Büyük bir sekterleşme hâli içinde takatsiz kalmıştı. Gazze direnişinin İslami motivasyonlarını bir geri çekilme gerekçesi olarak gördü. Elbette her şeye rağmen Gazze’nin birlikte dövüşen ve toprağa birlikte düşen savaşçıları gibi alandan hiç çekilmeyenler de vardı ama bu, yeterli olamadı.

Yine de umutsuz olmaya gerek yok. “Hayal kırıklığı” atakları geçiriyoruz bazen ama bilelim ki Gazze’nin omuz omuza direnişi dünyanın her yerindeki aktivistleri de birbirine bitiştirdi. Norveç’ten Türkiye’ye Japonya’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde küresel düzenin kuşatıcılığının farkına varan ve artık bu düzenin gizlenemeyeceğini; özgürlük ve refah söyleminin ardına saklanamayacağını haykırıyorlar. Bu tarihi şahitlik elbette ki benzersiz bir mevzi oluşturdu.

Gerçekçi olmak gerekirse Gazze’nin, daha genelde de Filistin’in geleceği konusunda ne kadar umut var? İsrail işgalinin göstergesi her geçen sene daha da delik deşik hâle gelen Filistin haritasına baktığınızda siz nasıl bir gelecek görüyorsunuz? 

Umut etmek için siyaseti iyi bilenlerin görüşlerine, askeri uzmanların analizlerine ihtiyacımız yok artık. Yemen’in mücadelesi, Gazze’nin direnişi bize gösterdi ki kolayca paramparça olacak bir halüsinatif durumun içindeyiz. Bu belki ilk kez toplumsal tabanda bir karşılık buldu. Düzenin anlatısı parçalandı. Filistin’de o denli çok tohum toprağa ekildi ki artık bu coğrafyanın her yerinde yeni bir örneklik tomurcuklanmaya müsait. Gazze’yi aylardır yedi düvelle birlikte alaşağı etmeye çalışanlar; ekine, nesle, taşa, toprağa bile öfke kusanların bir türlü istedikleri sonucu alamamaları kudretlerinin sınırları hakkında bize çok şey söylüyor.

16. yüzyılda yaşamış Boetie’nin sözünü anımsıyorum: “Pek çok insan, pek çok köy, pek çok şehir, pek çok ülke bazen tek bir tiranın yönetiminden ıstırap çeker; oysa bu tiranın, onların kendisine verdiği güçten başka bir gücü yoktur ve bu tiran, onlar kendisiyle çatışmak yerine katlanmayı tercih ettiği sürece onlara hiçbir zarar vermez.” Küresel tiranlığa karşı tüm halkların katılımına açık ve yalnızca bir “fark ediş”e bakacak bir küresel direniş de gelişiyor. Gazze bunu bize öğretiyor. Gazze önce kuşatmada olduğumuzu bize fark ettirdi ardından bu kuşatmanın “anlatıldığı” kadar aşılamaz olmadığını kanıtladı.

Ümitvâr olmak için tarihin daha uygun bir zamanı pek az bulunur.

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Söyleşiler

Nevzat Güngör: “Yazmasaydım direnemezdim”

Yayınlanma:

-

Yazar Nevzat Güngör ile hayatı, yazarlık serüveni, eserleri, öykü ve roman türlerine bakışı üzerine konuştuk. Baştan ayağa direniş kesilmiş ve adeta imkansızın içinden çıkagelmiş biri kendisi. İddialı mı oldu? Röportajı okuyanlar karar versinler buna. 

 

Üç öykü kitabının ardından 2014 yılında ilk romanınızı yayınladınız. Özgür Ölüler, Ömer Türkeş’in editörlüğünde Ahmet Büke tarafından yayına hazırlandı ve Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Aradan 11 yıl geçtikten sonra, bu yıl içinde Körünoğlu, Kerbela ve İsimsiz ve Melek adıyla üç roman daha yayınladınız. Hızlı bir yıl ve sıkı romanlar. Kim bu yazar Nevzat Güngör? Kitapların künyesinde verilen bilgilerin ötesinde sizi tanıyabilir miyiz?

Aslında çok zor bir soru sordunuz. Kim olduğuma tam anlamıyla bir cevap verip veremeyeceğim elbette tartışmalı bir konu. Hem ayrıca kim olduğuma dair düşünce ve görüşlerimin, beni iyi tanıyanların düşünce ve görüşleriyle çelişebileceğini de belirteyim.

Kim olduğumu nasıl ifade edebilirim? Bir yazar dersem elbette bu yetersiz kalacak. Otuz yıl cezaevinde kaldıktan sonra tahliye olan eski bir tutsak dediğimde de aynı şey yaşanacak. Kimlik, çoğunlukla kişinin insan boyutunu tümden kapsama noktasında yetersiz kalabilmektedir…

Resmi kayıtların aksine on yedi yaşındayken siyasi nedenlerle tutuklandım. ‘90’ların Türkiye’sinin gençliğime denk gelmesi belki de yaşadığım en büyük talihsizliktir. Devlet Güvenlik Mahkemelerinde sözde bir yargılanmaya bile tabi tutulmadan müebbet hapis cezasına çarptırıldım.

Cezaevi, bir tür yeryüzü cehennemidir aslında. Cezaevine düşmek ise, kör ve de dipsiz diye tanımlanan kuyuya düşmekle birdir. Bu kuyuda otuz yıl yatmak ise imkânsız diye tanımlanabilecek bir şeydir. Nitekim ben de bu kadar zaman boyunca yatacağımı düşünemediğimden ya delireceğim ya da öleceğim diyordum. Bir ömür haksız hukuksuz şekilde nasıl dört duvar arasında geçirebilirdi ki? Buna hangi yürek dayanırdı…

Ama hayat işte…

Delirmemek için kendimi kitaplardan o dünyaya gömdüm. Bu kendi özgür irademle seçmiş olduğum biricik mecburiyet, yani kaderimdi! Beton ve demirden duvarlar arasında tutsakken, cümlelerden o dünyada ise özgürdüm artık. Etrafımda kitaplardan bir duvar örmüş ve duvarın benim bulunduğum tarafında ise bambaşka bir dünya yaratmıştım. Sonra işte ‘Bu ömür neden boşa harcansın’ diye düşünmeye başladım. Boşa harcanan bir ömür, kendi ölümünü anı anına seyretmek demekti. ‘Derdimi paylaşmalıyım’ ve de ‘acaba acımı hafifletebilir miyim’ sorusu hiç susmayan bir yaraya dönüşünce de yazmaya başladım. Bu o kadar da kolay bir şey değildi ama. Türkçe yabancı dildi benim için. Öğretmen dayağıyla öğrenilen, devletin resmi dili. Türkçe bir mektup yazmak bile işkenceydi. Çünkü yazmaya başladığımda, o dile ruhumu ve yüreğimi de katmak zorundaydım. Bu sürece ‘Türkçe ile barışmak’ diyebilirim. ‘Türkçe ile mecburen barışmak.’ Dayak, acı ve resmiyetin aşağılayan yüzüyle öğrenilen bir dilin aşk, sevgi ve umudun diline dönüştürülmesi yani…

Öyle elbette, bir dilde yazacaksanız o dili çok iyi kullanmak zorundaydınız. Hatta daha da ötesi, o dili kanat haline getirerek ruhunuza takmalıydınız. Benim ise buna gerçekten hiç niyetim yoktu. Kürtçe yazmak ise yasaktı. Hem Kürtçe sadece bir konuşma diliydi benim açımdan. Onu yazı dili haline getirmek için dilbilgisinin bütün düğümlerini çözdükten sonra ağzına kadar doldurulmuş kelime hazinesinin gölgesinde kılı kırk yararak kağıdın yüzüne nakşetmem gerekiyordu. Hadi diyelim bunu yaptım, cezaevi idaresinin gerçekleştirdiği aramalarda ‘bilinmeyen bir dilde yazılmış yazılar’ denilerek el konulduğunda, yapacağım tek şey, buruk bir öfkeyle  havalandırmada bir sigara yakıp bakışlarımı gökyüzüne dikmek olacaktı.

Yani yürünecek bir tek yol vardı: Türkçe.

O yolu yürümeye başlayarak yazmaya başladım. Edebiyatçı olmak değildi amacım. Kendime yazıyordum. Kendi kendime! Kendime kendimi anlatıyor, kendime kulak verirken de kendi derdime ortak oluyordum. Geçmişimi döküyordum önüme. Görmek için bakıyor, sonra ‘demek bunları yaşamışım ha!’ diye mırıldanıyordum. Sonra bakışlarımı duvarın, tel örgülerin, yani tutsaklığımın ötesine dikerek dışarıyı, yani özgürlüğü görmeye çalışıyordum. Acıyla inleyen bir yürekten doğan o belli belirsiz inlemeyi duymak için ise gözlerimi kalemimin ucuna dikip bekliyordum. Bekliyor ve yazıyordum. Elbette ilk yazdıklarım berbat şeylerdi. Sonradan yazdıklarım da. Ama kimin umurundaydı bu. Yazmış olduğum o öykülerle cezaevinden firar ederek özgürlüğe dokunmuştum her seferinde. Bundan daha değerli ve de güzel bir şey var mıydı acaba?

Sonra…

(Hep bir sonra vardır işte!)

Sonra zindan adlı değirmende öğütülmemeye çalışırken devletle birlikte diğerlerine karşı da ruhumu ve de yüreğimi korumalıydım.

Sait Faik Abasıyanık ‘Yazmasaydım delirirdim’ demiştir. Hassas bir yürek açısından bu, çığlık atmak gibi bir şey olsa gerek. Ben ise o dört duvar arasında ‘Yazmasaydım direnemezdim. Yazmasaydım, ben ben olmazdım’ diyorum.

Evet, yazdım. Kötü şeyler yazdım çoğunlukla. Ama dört duvara, demir parmaklıklara, yani bütün o şeylere inat gülümsemeyi de başarabildim. Kelimelerden kanatlarım vardı artık. Kelimelerden bir kalenin içindeydim. Kelimelerden bir dünyanın özgür yurttaşı. Kendi kalemimle yarattığım insanlarla birlikteydim. Daha da ötesi o kalemle kendimi de yazmakla kalmıyor kendimi de büyütüyordum. Dört duvar arasında kalmak bir tür geçmişsizliğe mahkûm olmak demektir. Düşünün, hayal edin, on yıl, yirmi yıl boyunca bir odada kapalı halde kalıyorsunuz. Bir geçmişiniz olur mu? Zaman, sizin için tekrarların yarattığı bir tür zamansızlık haline dönüşmeyecek midir? İşte ben de kendime yazarak bir geçmiş yaratmaya çalıştım. Neredeyse kalemimle kendimi de kurgulayarak eklemeler ve çıkarmalar yapıyordum. Rüyalarımda bazen yazmış olduğum romanların ya da öykülerin kahramanlarını görürdüm. Uyanıp da havalandırmaya gittiğimde ise, o kahramanlarla volta attım. Yani yazmakla sadece özgürlüğü onlardan çalmadım, şu anki beni de kalemimle ‘yarattım.’

Otuz yılın yarısı tamamen yazmakla geçti diyebilirim. İyi, iyi ki de böyle oldu…

Yayınlanış sırasına bakılacak olursa edebiyata öykü yazarak başladınız. Öykü, romana geçiş için bir köprü vazifesi mi gördü sizin için? Her iki türde eseler vermiş bir yazar olarak bu türleri nasıl görüyorsunuz, kendinizi hangisine daha yakın veya ait hissediyorsunuz?

Yazmaya öyküyle başladım. Bu bir tercih değildi. Neredeyse kendiliğinden olan bir şeydi. Ne öykünün nasıl yazıldığını biliyordum, ne de buna dair bir okuma yapmıştım. Anlatmak ihtiyacı kendini öykü biçiminde dışa vurmuştu. Kaç yıl boyunca da hikâye, yani öykü yazdım. Çoğu elbette kötüydü. Ama işte ‘ustalığa’ ulaşmak için acemiliğin o uzun mu uzun yolunu sabır ve inatla yürümek gerekiyordu. Ki, hala o yolu yürüdüğümü de düşünüyorum…

Romana geçmek öyle bilinçli bir tercih değildi. Ya da bir sabah kalkıp ‘artık roman yazmalıyım’ demedim. Ayrıca öykü, romana geçmek için kullanılan bir köprü de değil. Her ikisi de ayrı birer tür.

Yeni bir öyküye başlamıştım, biraz uzun olacağını tahmin ediyordum. Yapmış olduğum taslakta  sonuç bölümü kaç cümleyle özetlenmişti de. Yazmaya başladım başlamasına da, ama bir türlü bitiremedim. Öykü kahramanım kalemime karşı direniyordu. Neredeyse kendi kendinin yazarı konumuna gelmişti. Direndim ama. O da direndi. Müdahale etmem metni sakatlayacak, kendi öykü kahramanımın katili olmama yol açacaktı. Elimde kurgu bir cesetle ne yapabilirdim ki? Direnmekle kalmıyor, yepyeni kelimelerle dünyasını büyüttükçe büyütüyordu da. Onu takip etmekten başka yapacak bir şey var mıydı? Onlarca sayfa yazdığımda ise, elimdeki metnin bir öykü olmadığını, farklı bir şeye dönüştüğünü, o sınır çoktan aşarak romana doğru gittiğini anlayınca da, ‘İşte şimdi bir roman yazmak zorundayım’ diye düşünmüştüm.

Yani biraz ‘kendiliğinden’ olan bir şeydi. Metin, kendisine bir form belirlemiş ve hiçbir tereddütte yer bırakmayacak şekilde tutup önüme de koymuştu. Yine el yordamıyla dayatılmış olanı yapacaktım. Metnin kurgusunu yeniden gözden geçirdikten sonra yazdıklarımı tekrardan okudum ve hayatımın ilk romanını bitirmek için kalemime uzandım….

İlk romanım, elbette kötü bir metindi. Şimdi karşıma çıksa, belki de başımı önüme eğip ona selam vermeden geçip giderim. Ama iyi edebiyat kapsamında nitelikli ürünler vermek için bir sürü kötü şey yazmak gerekiyor. Buna ‘pişmek’ denebilir. ‘Olgunlaşmak’. Yani çocukluğun ve gençliğin yıllarını arkada bırakmak…

Öykü, yüz metre koşusu, roman ise maraton. Öykü yazarının silahında tek kurşun vardır ve ateş ettiğinde okuyucuyu kalbinden vurmak zorundadır. Roman ise, içi her türlü silahlarla dolu cephaneliktir. O çok bilinen örneği de vereyim: Öykü, ringe çıkan boksörün rakibini ilk saniyelerde tek yumruklarla nakavt etmesi ise, roman, onlarca raunt süren bir boks karşılaşmasıdır. Öykü aşk, roman sevgidir…

Öykünün kendine ait zorlukları vardır elbette: Çok az kelime ve boşluklarla okuyucuyu yüreğinden yakalamak mesela… Tek fazla kelime o öykünün kanatlanıp uçmasını engeller. Romanda ise, bazen bir evren yaratmak ve o evreni ‘yeni’ şeylerle doldurmak zorundasınızdır. Yan karakterlerle birlikte onlarca kahramanınız vardır ve her birinin hangi gün ne giymesi gerektiğini bile netleştirmek zorundasınızdır.

İnsan, ‘yaratıcılığın ve ifadenin varlığı’dır. Duygularını, korkularını, sevinçlerini, trajedilerini taşa, sese, renge, beden hareketlerine döken bir varlıktır. Edebiyat, onun dünyayı algılama, yorumlama ve ona kattığı estetik değerdir. İnsan, kurgunun ve metaforun mimarıdır. Gerçeklikle yetinmez, onun üzerine katmanlar inşa etmek ister. Kahramanlar, kötüler, âşıklar, canavarlar yaratır. Kendi iç dünyasını ve toplumsal ilişkilerini bu kurgular üzerinden anlatır ve de anlar.  Bu da insanın aslında ‘hikâye anlatan bir ‘hayvan’, yani Homo Narrans olmasıyla ilişkilidir. İnsanı insan yapan şeylerden biri de inşa ettiği bu sembolik dünyadır. Ve bu sembolik dünyanın temel tuğlaları da hikayelerdir. İşte öykü ve romanın buluştuğu nokta tam da budur: Hikayeler… Bu temel üzerine farklı binalar yükselir yani…

Körünoğlu, dolu dizgin akıp giden, okuruna esaslı sorular için derin alanlar bırakan büyük bir roman. Bu kitapla ilgili tek eksik, iyi bir yayınevinin etiketi olabilir. Ayrıca, bu kitabın sinemaya uyarlanmaya çok müsait olduğu izlemi de edindim. Bir yazar olarak sinema ile aranız nasıl? Sinema edebiyat ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Körünoğlu romanı, aslında yaşadığımız dünyanın bir eleştirisi. Kapitalist sistemin insani olan her şeyi nasıl yok etmeye çalıştığını anlatma istemidir de. Bunu yaparken de daha çok sorular sordum. Hayatının anlamını kaybeden Ahmet’in fırlatılmış olduğu şizorfenik bir paralel evrende kişisel sorgulamalarını toplumsal sorgulamalara dönüştürmesinin yolculuğudur Körünoğlu. Ayrıca  Ulysses’in 21.yüz yılda bir tür yeniden yazımıdır da.   James Joyce, Kafka, Jose Saramago gibi yazarlara göz kırparken daha ‘toplumsal’ bir duruş sergilemeye de çalışır…

Tabi benim kalkıp bu roman hakkında bu tür şeyler belirtmemin bir noktadan sonra hiçbir anlamı yok. Belirleyici olan okuyucunun o kitaptan ne ‘anladığı’. Kitabı bitirdiğinde yüreğinde kalan o tat olacaktır.

Aslında sinemayla çok yakından ilgiliyim. Senaryolarım var. Yine epey tiyatro da yazdım. Yani ‘görsel düşünme’ yönümü hep geliştirmeye çalıştım. Körünoğlu’nun sinemasal bir yönü elbette var. Çoğu sahneyi önce görüntülerle canlandırdım, sonrada o görüntüleri elimden geldiğince sade bir şekilde kelimelerle dökmeye çalıştım. Orhan Pamuk, ‘görsel düşünmek’ diye bir kavramdan söz eder. Görsel düşünen yazarlar için romanın merkezi genellikle somut bir manzara, bir şehir silueti, bir oda veya bir nesnedir. Bu merkez, yazarın hikâyesini inşa ettiği görsel bir odak noktasıdır. Sözel/kavramsal yazarlar için diyalog ve fikirler ön plandayken, görsel yazarlar için betimlemeler ve ayrıntılar hikâyenin ta kendisi olmaktadır. Orhan Pamuk için ‘görsel düşünmek’ bir yazma tekniğinden çok daha fazlası, bir var olma ve dünyayı algılama biçimdir. Benim de hareket noktam budur aslında. Ne kadar başarılı olup olmadığım elbette tartışılır bir konu…

Ayrıca Körünoğlu romanında riskli bir işe girişerek okuyucunun kendini kahramanla özdeşleştirmesinin önünü alamaya, onunla empati kurmasını elimden geldiğince engellemeye çalıştım. Dolaysıyla herhangi bir kahramanla özdeşleşme imkânı bulmayan okurun yarattığım o dünyada kalması için de bir şeyler yapmak zorundaydım. Yoksa okuyucu, neden zaman ve emek harcayarak Körünoğlu’nu okusun ki! Tam da bu nedenle işte görsel, yani sinemasal bir dünya yaratarak okuyucunun o dünyada kalması için eline sağlam bir neden vermek istedim.‘Alice Harikalar Diyarında’ masalının bir tür tersine çevirme hali yani.

Başardım mı peki?

Bilmiyorum. Hiç bilmiyorum.

Bir yazar olarak güçlü eserler vermek için ne gibi pratikler içindesiniz? Daha özelde, bir kitaba nasıl başlıyor ve ne şekilde son noktayı koyuyorsunuz? Size ait yazarlık yordamını merak ediyorum.

Güçü eselerler vermenin matematiksel bir izahı yok. Böyle bir formül de. Neredeyse yirmi yıldır hiç durmadan okuyor ve de yazıyorum. Bu aynı zamanda güçlü bir eser vermenin arayışı da. Yazarlık potansiyelim ne kadar? ‘Herkes kendi yüreğinin büyüklüğü kadar sever’ diye bir söz var, bu sözü şöyle de ifade edebiliriz: ‘Herkes yeteneğinin büyüklüğü  kadar yazar.’ Bazıları dâhidir, kaleminden sihir damlar, bazıları ise yeteneklidir, bu yeteneklerinin bittiği noktada devreye harcadıkları o imrenilesi emek girer.

Nitekim V. Nabokov, için ‘yazar’, dili bir usta gibi kullanan, kelimelerle resim yapan, metinlerinde karmaşık yapılar, desenler, kelime oyunları ve çok katmanlı anlamlar kuran kişidir. Bir büyücüdür o. Kelimelerden sihir yaparak okuyucuyu bambaşka bir dünyaya fırlatır. O tür yazarlar için önemli olan, hikâyenin kendisinden ziyade, o hikâyenin nasıl anlatıldığıdır. Büyük eserler vermek ise genellikle bu tür yazarlara nasip olmuştur.

Çok okudum. Çok. Hâlâ da okuyorum. Rus klasiklerini neredeyse baştan sonra iki kez okudum. Önce yirmili yaşlardayken sonrada kırklı yaşlarda. Çok da yazdım. Neredeyse yedi yüz tane öykü… Romanlar… Tiyatrolar… Birkaç tane de senaryo… Ama kabul ediyorum, çoğu kötü şeylerdi. Elden ne gelir. Acemiliğin o yolunu yürümek bir mecburiyettir işte…

Bazen tek bir fotoğraf bile bana roman yazdırır. Mesela ‘Özgür Ölüler’ romanını yazmama neden olan şey, iki fotoğraftı. Kerbela anmasında yapılan intihar saldırısında kana bulanmış küçücük bir çocuğun gözlerindeki sessiz çığlığı ölümsüzleştiren ile İran’da idam edilmek üzere olan bir gencin meydanda kendini seyredenler arasında gördüğü tanıdık birine elleri arkasından bağlı olmasına karşın selam vermeye çalışırken gülümsemesini ölümsüzleştiren o fotoğraf…  Çokça etkilemiş ve kendime bazı sorular sormuştum. Bu fotoğraflar tohuma dönüşerek yüreğimin toprağına ekilmişlerdi. Akıp giden zaman, hem yağmura dönüşmüştü, hem de rüzgâra. Sonunda o tohumlar başlarını toprağın dışına çıkarmakla kalmamış, büyümeye de başlamışlardı. Yalnızlığımda her fırsat bulduğumda dönüp o tomurcuklanmış tohumlara bakıyordum. Yeşermeye devam eden bu iki fotoğrafa. Yaşamakta olduğum coğrafyayı daha iyi anlamak için teorik kitaplar okumaya başladım sonra. Ardından da ‘artık bunun romanını yazmalıyım’ dediğim noktaya geldim ve kalemi elime aldım.

Daracık bir hücre hayal edin. Beş adımlık bir havalandırma. Yokluk ve yoksunluk mekânı. Zamanımın her anı artık romanı nasıl bir kurguyla yazacağım sorusunu cevaplamakla geçiyordu. Hücrenin duvarını büyük beyaz bir karton yapıştırmıştım. Gece gündüz demeden, hatta uykudan uyanarak notlar alıyordum oraya. Bu süreç, yoğun tecritin uygulandığı F tipi hücresinde kendimi tümden yalnızlığa mahkûm etme süreciydi de. Kuyunun dibinde kendi ellerimle kazdığım başka bir kuyuya kendimi gömme hali yani! Kuyunun içindeki kuyu! Oldukça sancılı bir süreçti elbette. Sonra işte oturup yazmaya başladım kalemimin kanatlanmasını beklerken. Duvarlara, demir parmaklıklara ve diğer şeylere inat. Köle gibi çalışmasına karşın tutsaklığını yıkan bir yazardım artık. Aylar sonra bitirdiğimde kaldırıp dolaba koydum demlenmesi için. Rüyalarıma gidiyordu elbette. Daha da ötesi, o romanla nefes alıyor, o romanla bakıp görüyor ve de o romanla uykuya dalıyordum. Benimkisi roman yazmak değil o romanı satır satır yaşamaktı da Sonra sıra en zor şeye geldi; düzeltmeye. Düşünün, beş yüz kitap sayfasını yedi-sekiz kez baştan sonra okuyup düzeltiyorsunuz.  Kelime kelime… Cümle cümle… Defalarca, defalarca… Bıkıyorsunuz artık. Yazmış olduğunuz metinden ölümüne nefret ediyorsunuz.  Yayınevine gönderdiğinizde ise, vermiş olduğu onca eziyet ve de çektirmiş olduğu onca cefadan dolayı onu sonsuza dek unutmaya çalışıyorsunuz…

‘Büyük bir roman yazmak’ nerdeyse her yazarın hayali. Bunun altında belki de bir tür ölümsüzlük arayışı vardır. Kendim için söyleyeyim, yazarlık yeteneğimin ne kadar yüksek olduğunu tam olarak bilmiyorum. Belki de büyük bir eser verecek yeteneğe sahip değilimdir. Yeterli cabam da yoktur. Ya da o cabamı oldukça yanlış bir şeklide de kullanıyor olabilirim. Hem ayrıca yaşanan dijital salgının insanları ekranlardan hücrelere hapsetmesi gerçekliği de var. Kitap ölmek üzere. Sadece direnen ruhlar ona sımsıkı tutunmaya çalışıyorlar. Belki de günün birinde dijital salgın onları da ele geçirir. Böylesi bir dünyada büyük bir eser yazmanın bir anlamı olacak mıdır? Okunmadıktan sonra her kitap aynı değil midir?

Benim için mesele şu: anlatmak zorundayım. Söylemek. Bunun dertlerimi azaltmayacağını biliyorum, ama yine de mecburum. Beni duyacak kulaklara ihtiyacım var. Yazdıklarımı görecek gözlere… Belki de mezarlıklara yazıyorumdur, morglara veya hastanelerin yoğun bakım ünitelerine. Duyacak bir kulak, görecek bir göz umuduyla…

2025 yılında 3 kitap yayınladığına göre, okurla buluşmak için hazırda beklemiş olmalılar. Gelecek yıllarda okurlar Nevzat Güngör’den hangi kitapları bekleyebilirler? Hali hazırdaki dosyalar ve yayınevleri hakkında bilgi verir misiniz?

Tutsaklığım boyunca hep okumaya çalıştım. Açlıktan kırılmak üzereymiş ve bu açlığımı da sadece kitaplar giderebilecekmiş gibi… Hep, hep okudum…  Sonra tutsaklığımın son on beş yılında gece gündüz demeden yazmaya başladım. Dolaysıyla birçok dosya biriktirdim, ama yayınevleriyle kişisel bir ilişkim yok. O ‘camiadan’ pek kimseyi de tanımıyorum. Dolaysıyla yayınevlerine ait sitelerden yapmış olduğum başvuruların değerlendirmeye tabi tutulup tutulmadığını, dosyalarımın okunup okunmadığını bile bilmiyorum.

Yine de değişik yayınevlerine on tane dosya ile başvurdum.

Bekliyorum.

(Belki de beklemek ömrüme verilebilecek o isimlerden biridir?)

Çok güvendiğim dosayalar var. Mesela; ‘Çölün Gölgesi.’ Yeri gelmişken söyleyeyim, bu dosyayı yaklaşık on iki yıl önce yazmış ve büyük bir yanlışlıkla ham öykülerimin bulunduğu bölüme kaydetmişim. Tahliye olduktan üç yıl sonra, bilgisayarımda öykü ve roman dosyalarımı öylesine gözden geçirirken ‘Çölün Gölgesi’ne rastladım. Tek öykü sanıyordum. Tek ve ham bir öykü… Öylesine göz attığımda da bir roman dosyası olduğunu gördüm ve çok şaşırdım. Oturup okumaya başladığımda ise, bu roman dosyasını başkasının yazmış olabileceğini düşündüm. Okuyup bitirdiğimde ise mutlu oldum. Çok beğenmiştim. Üstelik de o romanı yazdığım süreçte neler yaşamış olduğumu da hatırlayarak geçmişime yeni şeyler katmıştım.

Daha birçok roman ve öykü dosyası var elimde. Tahliye olup da iki yıl ‘özgürlük’ denen bu dünyada yaşadıktan sonra çoğunu yeni baştan okuyup düzelttim. Hâlâ da düzeltmeye devam ederek onlara yaşanmışlığın kokusunu eklemeye çalışıyorum.

Elbette yazmaya devam ediyorum. Ağır aksak da olsa… Yarım yamalak… Dışarda, yani bu dünyada, yine öyküden başladım. Hikâyelerden… Romana ise ne zaman geçerim hiç bilmiyorum… O zamanın gelip gelmeyeceğini de…

Devamını Okuyun

Söyleşiler

“Yazmak Hayatıma Usul Usul Sızdı”

Yayınlanma:

-

Yasin Yarar sıkı bir okur ve yazar olarak edebiyat dünyamıza birden bire paraşütle iniş yapmış gibi görünüyor. Beş ay içinde 3 kitabı okurlarla buluştu, üstelik yenileri de yolda. İşin aslı, uzun ve meşakkatli bir okuma, yazma ve yayımlatma çabasının sonucu sahneye çıkmış bir yazar kendisi. Benim bir vesileyle dikkatimi çekti, Türk Edebiyatında da dikkat çekeceğine inanıyorum. Umarım bu tez zamanda olur zira bunu fazlasıyla hak ediyor bana kalırsa. Yeni veya genç olduğundan değil okurluk ve yazarlık kumaşından ötürü kendisini daha yakından tanımayı teklif eden röportajımızla sizi baş başa bırakıyorum.

2024 Aralık’ta Dijital Labirent, 2025 Mart’ta Zeytin Ağacının Gölgesi, 2025 Nisan’da Şehrin Kayıp Şarkısı adlı kitaplarınız Nar Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Beş ay gibi kısa bir süre içinde gençler için kaleme alınmış 3 romanınız yayınlanmış oldu peş peşe. Sıra dışı bir yayın takvimi doğrusu. Bu kitapların yazım ve yayım süreçleri nasıldı?

Evet, yayımlarla ilgili takvime dışarıdan bakan biri için ardı ardına çıkan kitaplar şaşırtıcı görünebilir. Fakat bu işin görünen yüzü. Oysa buz dağının suyun altında kalan kısmı çok daha karmaşık ve sabır isteyen bir süreci barındırıyor. Çocuk edebiyatıyla ilgili dört dosyam aslında uzun zaman önce tamamlanmıştı. Fakat yayımlanacak mecra bulamamak gibi can sıkıcı ama yazarlığın neredeyse doğal parçası hâline gelen bir bekleyişle yüzleşmek zorunda kaldım.

Nar Yayınları, dosyalarımı kabul ettikten sonra, işler hız kazandı. Editoryal süreç başladı. Her bir dosya, yıllar önce tamamlanmış olsa da yeniden gözden geçirildi, düzeltildi, kimi yerde baştan yazıldı. Bu süreçler tamamlandıkça kitaplar birer birer yayımlanmaya başladı. Şu anda ise “Dijital Düşler Bahçesi” isimli dosya üzerinde yoğunlaşmış durumdayız. O da hazır olduğunda okurlarla buluşacak.

Bununla birlikte, sadece çocuk edebiyatı değil hem yetişkin hem çocuklar için yazdığım farklı dosyalar da var elimde. Ana kurgusu tamamlanmış, ama üzerinde ince ince çalışılması gereken metinler… Yani bir anlamda hamur kıvamını almış ama şekillendirilmeyi bekleyen işler… İnşallah onlar da zamanla gün yüzüne çıkacak.

Yazmak kolay değil. Bir metni ortaya koymak, sadece bir hikâye anlatmak değil benim için. Yaşadığım dünyayı anlamak gibi bir sorumluluk hissediyorum içten içe. Bu yüzden çok geniş bir alanda, mümkün olduğunca düzenli okumalar yapmaya çalışıyorum. Felsefeden çocuk psikolojisine, tarihsel travmalardan güncel teknolojik meselelere kadar pek çok alanda okudukça, zihnimde notlar birikiyor. Bir noktada bu notlar bir fikir halini alıyor. O fikir içimde yer edinmeye başladığında, yazma süreci de kendiliğinden başlıyor. Sonrası sabır, ter, sebat… Ve bazen de bir romana dönüşen uzun bir yolculuk. Özetle: Dışarıdan hız gibi görünen şey aslında yıllara yayılan emek, bekleyiş ve yeniden doğan umutların sonucu. Her kitabın ardında çokça sessizlik, çokça sabır ve içten gelen derin bir “anlama” arzusu var.

Sizi sosyal medya hesabınızda çok nitelikli kitapları kısa yorumlarla okurlara tanıttığınız paylaşımlarla tanıdım. Tutkulu bir okur olduğunuz belli fakat yazmaya ne zaman, nasıl merak sardınız? İşler bu düzeye gelirken nasıl bir güzergâh seyrettiniz ve kimlerle?

Ne güzel, bunu duymak çok sevindirici. Okumalar ve onlardan doğan tanıtımlara ara vermemek niyetindeyim; çünkü biliyorum ki her iyi kitap, başka bir yolculuğun haritasını çıkarıyor bizlere. Yazmaksa, eh, bir yazar olarak siz de bilirsiniz, bu öyle sonradan öğrenilen bir beceri değil. İnsan bazen farkında olmadan yazının çağrısıyla doğuyor sanki. Ne yöne dönerseniz dönün, yolun sonunda yine kaleme varıyorsunuz.

Tam da Joseph Campbell’ın Kahraman’ın Sonsuz Yolculuğu’nda söylediği gibi… Kahramanın önüne çıkan yolculuk çağrısını reddetmesi, o yolculuğun tamamen silinmesine yol açmaz, sadece ertelenir. Benim için de öyle oldu aslında. Yazmak, daha ilkokul sıralarında hayatıma usul usul sızdı. Bazen bir kompozisyon yarışması, bazen öğretmene yazılan bir mektup, bazen de sadece kendi kendime kurduğum hayal dünyası… Lise boyunca devam etti bu yazı hâlleri ama kimi zaman uzun sessizliklere de gömüldüm. O sessizlikler de yazının parçasıydı aslında. Gerçek anlamda yazmaya üniversite yıllarında, birtakım dergi çalışmalarıyla ve biraz da disipline edilmiş bir şekilde başladım diyebilirim.

Fakat burada altını çizmek istediğim çok temel bir şey var: Yazmayı mümkün kılan asıl damar, hiç şüphesiz okumaktır. İçtenlikle söylüyorum; nitelikli bir okur olmadan yazmak bana pek de mümkün görünmüyor. Çünkü ne yazacağınızı, nasıl yazacağınızı ve hatta neden yazacağınızı size okumalarınız gösteriyor. Benim okuma serüvenim kolay gelişmedi, zorlu ama çok öğretici bir patikaydı. Bulunduğum her şehir, tanıdığım her insan bu yolculukta iz bıraktı. Bu yüzden hangi şehirde olursam olayım, bir okuma grubu bulurum yoksa da o grubu/grupları kendim kurmaya çalışırım. Çünkü biliyorum ki yalnız okuyan bir insan, bir noktadan sonra rüzgarını kaybeder. Paylaşmadan, tartışmadan ve başka zihinlerden geçmeden büyüyemez o okuma.

İstanbul’da on yedi yıl yaşadım. Beni bir okur olarak sabitleyen, kök salmamı sağlayan asıl tecrübe burada şekillendi. Trabzon’da üniversiteyi bitirip İstanbul’a geldiğimde içimde ciddi bir arayış vardı. Çok sayıda insanla, grupla, vakıfla, dernekle temas kurdum ama nedense içimdeki kıvılcımı alevlendirecek o ortamı bir türlü bulamadım. Uzun bir süre bireysel okumalarımla devam ettim. Ta ki biri ayakkabı ustası olan müthiş bir okur, diğeri öğretmenlik yapan ama bana göre birçok konuda sıra dışı düşünen, tanıdığım en nitelikli okurla yollarım kesişene dek…

İki dostla tanıştıktan sonra kurduğumuz samimi ve sahici okuma halkası, beni başka bir noktaya taşıdı. Çünkü mesele sadece kitap okumak değildi artık; mesele dünyayı birlikte okuma biçimimizdi. Her kitapla birlikte hem kendi içimize hem de yaşadığımız çağın ruhuna dair daha derin katmanlara iniyorduk. İşte o dönem hem yazarlık yönümün hem de okur kimliğimin derinleştiği dönem oldu.

Yani özetle; yazmak benim için bir yolculuğa doğuştan çağrılmak gibi. Okumak ise o yolculuğun azığı. Yol boyunca tanıdığım insanlar, şehirler, sokaklar, sessizlikler ve konuşmaların hepsi bu hikâyenin bir parçası. Ve biliyorum, hâlâ yolun başındayım. Çünkü yazmak, her defasında kendini yenileyen bir çağrıdır.

Muş’ta 10 kardeşli bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelip Osmaniye, Trabzon, İstanbul ve son olarak Sakarya’da yaşadınız, yaşıyorsunuz. Çok çocuklu bir ailede ve çok şehirli bir hayat yaşamak size, yazarlığınıza neler katmıştır, merak ettim.

Her ailenin bir insan ve kendi bağlamında benzeri olmayan bir şehir olduğuna inanıyorum. Kendimi bildim bileli, insanın, insanın yurdu olduğuna, insanın, insanda çoğalıp anlam bulduğuna inandım/inanıyorum. Her insanın farklı bir hikayesi her şehrin kendine özgü bir kimliği olduğuna göre tanıştığım her insan, hicret ettiğim her şehrin benim kendi serüvenimde inkâr edilmez bir zenginlik yarattığını içtenlikle söyleyebilirim. Bütün bunların yazarlığım için ne büyük zenginlik olduğunu tarif etmem mümkün olmasa da çok önemli bir katkı sağladığını söyleyebilirim.

Yetişkinler değil çocuklar değil tam da ‘Genç’ler için yazıyorsunuz. Belki de en zor kategoridir. Okurlarınız ne çocuk ne genç. Dahası ergenliğin çalkantılı sayılabilecek sularında yüzüyorlar. Bu tercihin özel bir anlamı mı var yoksa bir meydan okuma mı kendinize?

Aslında hem çocuklara hem gençlere hem de yetişkinlere yazıyorum. Bunu bir kenara koyup gençler meselesine gelelim zira çok önemli bir meseleye işaret ediyorsunuz. Bunun için ayrıca teşekkür ederim. Gençler için yazmak ne söylenirse söylensin meselenin önemini anlatmak için az kalacaktır. Çünkü gençler, tam da arada kalan, adı konması zor, kimliği sürekli dönüşen, sesi zaman zaman çatallanıp zaman zaman suskunluğa gömülen o “genç”ler için de yazıyorum. Ve evet, bu bir tercih. Hem de çok bilinçli, çok içten bir tercih.

Gençlik… Ne çocukluk kadar saf ne de yetişkinlik kadar hesaplı. Duyguların çırılçıplak olduğu, soruların cevaptan çok olduğu bir dönem. İçinizdeki çocuğun ölmemesi için direnirken dış dünyadan gelen “büyü artık!” baskısına da maruz kaldığınız o ikili dünya… İşte ben tam da bu geçiş halini anlatmayı da istiyorum. Çünkü bana kalırsa insanın en şiirsel, en kırılgan ama en hakiki zamanı burasıdır. Ve ben yazarken kelimelerimi oradaki o gence, kendi içimde hâlâ yaşayan, zaman zaman isyan eden, zaman zaman susan o genç adama hitaben kurmaya gayret ediyorum. İnşallah dişe dokunur bir şeyler söylüyorumdur.

Gençler için yazmak daha çok bir “yaklaşma” arzusu. Yetişkinler çoğu zaman gençleri anlamaya çalışmak yerine onlara hükmetmeye çalışır. Onlar üzerinde bir iktidar inşa etmeye yönelir. Bütün bunlar olurken onlara değil, onların yanında konuşan çok az metin var. Ben işte o metinlerden biri olsun istiyorum yazdıklarımın. O gencin duygularını küçümsemeden, onu didaktik bir dille sıkıştırmadan ama yine de ona pusula olacak bir sıcaklıkla yaklaşmak istiyorum.

Şehrin Kayıp Şarkısı’nı dün okudum. Rüştünü ispatlamış, iyi bir yazarla karşılaşmaktan ve sizi bu vesileyle daha yakından tanıyacak olmaktan ötürü memnunum. Biyografinizde üniversiteyi KTÜ’de okuduğunuzdan ve en çok da Nazan Bekiroğlu’nun şiir kokan derslerini sevdiğinizden bahsetmişsiniz. Nazan Hoca içe dönük, pek ortalıkta görünmeyen ve büyük eserlerine odaklı, üretken bir isim. Trabzon şehri ve Nazan Bekiroğlu sizde nasıl izler bıraktı?

Ne güzel bir mesaj… Teşekkür ederim. Şehrin Kayıp Şarkısı’nı okumuş olmanız ve böylesine içten bir iltifatta bulunmanız beni gerçekten çok mutlu etti. Kitapların, insanlar arasında kurduğu görünmez ama derin bağlara hep inanmışımdır; demek ki şimdi sizinle böyle bir bağın ucundayız.

Evet, üniversite yıllarımı Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde, Trabzon’un o rüzgârlı, puslu ama bir o kadar da büyülü sokaklarında geçirdim. Gençliğimin en belirleyici yıllarıydı o dönemler. Trabzon, ilk bakışta içine kolay kolay herkesin giremediği, biraz mesafeli görünen bir şehir gibi gelir ama tanıdıkça başka bir ruh derinliği sunar. Kendine has bir yalnızlığı, kendine özgü bir lirizmi vardır. O dağların arasında, o kıyıya yaslanmış sokaklarda yürürken insan hem kendini kaybeder hem de yeniden bulur. İşte ben de tam olarak böyle bir ruh hâliyle yoğruldum Trabzon’da.

Ve elbette Nazan Bekiroğlu… Onun dersi ders olmasının ötesine geçip bir iç yolculuktu, bir edebiyat meşk’iydi, neredeyse mistik bir metin yolculuğuydu. Nazan Hoca, sınıfta kelimeleri öyle bir tonda söylerdi ki, her cümlesi içimize işleyen bir dua gibi yankılanırdı. Sesi alçak ama etkisi büyüktü. Biz-en azından ben- ders değil de şiir dinlemeye gider gibi giderdim onun derslerine. Nazan Hoca’nın, dışa dönük olmamasını bir eksiklik değil, bir erdem olarak görürdüm. Çünkü bize öğrettiği şey metnin içinde sessizce yol almaktı. Yani söze hürmet etmeyi, kelimenin mahremiyetini, susmanın da bir dil olduğunu ondan öğrendim.

Trabzon’un sisli dağlarıyla Nazan Hoca’nın şiirsel suskunluğu arasında gizli bir akrabalık vardır bana göre. İkisi de seni zorla içeri almaz ama kapıyı açık bırakır. Girersen, dönüşü olmayan bir iç derinliğe adım atarsın. İşte benim yazarlık damarım da tam oradan, o sessizlikte çatladı belki. Nazan Bekiroğlu bana “sözün ağırlığını” öğretti. Bir cümlenin sadece bilgi değil, bazen bir ömür kadar anlam taşıyabileceğini onun derslerinde fark ettim. Bunu onu tanımayıp kitap okuyanlar da hisseder.

Bugün yazdığım her metinde, kurduğum her imge dünyasında o şehirden ve o hocadan izler vardır. Kelimelerime sinmiş bir Karadeniz rüzgârı, cümlelerime gömülmüş bir Nazan Bekiroğlu suskunluğu… Bu izleri taşıdığım için değil utanmak, bilakis onur duyuyorum. Çünkü insanı yazar yapan yalnızca iç sesi değil, o sesi büyüten topraklar ve ona yön çizen yol göstericilerdir.

O yüzden, Şehrin Kayıp Şarkısı size ulaştıysa… bilin ki o şarkının notalarında biraz Trabzon, biraz da Nazan Hoca’nın sessiz esintisi vardır.

Edebiyat öğretmenisiniz, iki oğlunuz var. Günümüz dijital oyuncaklar, ayartılar çağında gençlerin okumakla, kitaplarla ilişkisi sizce ne düzeyde? Endişeli olmayı gerektiren bir durum var mı?

Evet, edebiyat öğretmeniyim ve aynı zamanda iki oğul babasıyım. Yani hem sınıfın önünde hem evin içinde gençlikle, çocuklukla ve değişen çağın ruhuyla doğrudan temas hâlindeyim. Elbette dijital dünyanın ayartıları, ekranların parıltılı cazibesi ve “anında haz” kültürü, kitaplarla kurulan ilişkiyi gölgeliyor. Gençlerin büyük kısmı artık okumaktan çok “tüketiyor.” Derinleşmeden geçip gitmeye alışmış durumdalar. Bu tablo, elbette ki kaygı verici. Ama bu tamamen karanlıkta olduğumuz anlamına gelmiyor.

Şunu net biçimde söyleyebilirim: Gençlerin okuma isteği yok değil; ama onları kitaba çağıran ses çoğu zaman yeterince cazip değil. Kitaplar, artık yalnızca bilgi değil, bir “deneyim” de sunmalı gençlere. O yüzden mesele, yalnızca “okumuyorlar” diye hayıflanmak değil; biz onlara neyle, nasıl sesleniyoruz, esas soru bu. Kitabı bir ödev gibi sunarsak doğal olarak uzaklaşıyorlar. Ama kitapları, onların varoluşsal sorularına temas eden, kalbine değen, gündelik yaşamlarıyla kesişen bir bağlamda sunduğumuzda gözlerinin parladığına defalarca tanık oldum.

Endişeli miyim? Evet, bir yanım endişeli. Çünkü dikkat dağınıklığı ve sabırsızlık bu kuşağın büyük yarası. Kitap gibi sabır isteyen, sessizlik isteyen, içe dönük yolculuklara alan açan bir dünya için bu hız çağında yer açmak gittikçe zorlaşıyor. Ama öte yandan umutluyum. Çünkü gençler içtenliğe aç. Gerçekliğe, sahici hikâyelere, derinlikli ilişkilere susamış durumdalar. Kitap bunu sunabildiğinde, dijitalin ayartıcı çağrısını bir kenara itebiliyorlar.

Ben hem öğretmenlikte hem babalıkta şunu gözlemliyorum: Kitapla kurduğun ilişki bir zorunluluk değil, bir yakınlık ilişkisine dönüşünce büyü başlıyor. O yüzden çocuklarıma da öğrencilerime de kitap önerirken bir değil, on defa düşünecek kadar çok dikkatli olmayı tercih ediyorum. Mümkünse kitap önermekten ziyade onlarla kitapları konuşuyorum. Hissederek, bağ kurarak, birlikte düşünerek… Bu yaklaşım onları yalnızca birer okur yapmıyor, aynı zamanda düşünen, sorgulayan, hisseden bireyler hâline getiriyor.

Kısacası: Evet, bir çağ kriziyle karşı karşıyayız. Ama unutmayalım, her kriz bir imkandır ve yeniden kurmayı mümkün kılmaktadır. Kitabı yeniden kurmak, okumayı yeniden tarif etmek, gençliği sadece eleştirmek değil onlarla bu anlamı yeniden inşa etmek… İşte asıl görevimiz bu. Yoksa kitaplar hâlâ orada bir köşede sessizce bekliyorlar. Mesele, biz o sessizliği nasıl duymayı seçiyoruz?

Günümüz çocuk edebiyatının yazılı ve yazısız pek çok kuralı var. Bu kurallar çocuk dünyasını biraz fazla steril, deyim yerindeyse ponçik gören, görmek isteyen modern ebeveynlik ile malul gibi geliyor bana. Bu hissiyat ve eleştiriye katılır mısınız? Çocukları koruyacağım derken aşırıya kaçan ve yapaylaşan bir dünya tasarımı var sanki.

Kesinlikle… Aslında burada Avrupamerkezci dünya tecrübesinin Batıdışı toplumlarda putlaştırılması meselesini yüksek sesle konuşmamız gerekiyor. Fakat bunu ancak daha geniş bir zaman ve zeminde ele almak daha doğru olur. Yine de soruyu yanıtlamak gerekir ve şöyle diyebilirim:

Bu hissiyatı hem bir yazar hem bir baba hem de edebiyat öğretmeni olarak yürekten paylaşıyorum. Günümüz çocuk edebiyatı zaman zaman öyle steril, öyle parfümlü, öyle “kötülükten arındırılmış” bir dünya sunuyor ki… İnsan kendine şunu sormadan edemiyor: “Peki bu çocuklar gerçek dünyaya ne zaman temas edecek?”

Modern ebeveynliğin “aşırı korumacılığı”, çocuk edebiyatını da bir tür pamuklara sarılmış cam fanusa çevirdi maalesef. Hikâyelerden ölüm çıkarıldı, yoksulluk yok sayıldı, yalnızlık yokmuş gibi davranılıyor. Halbuki çocukluk tam da bu duygularla ilk kez karşılaşma cesaretidir. Korkunun adını koymadan cesaret olmaz. Yalnızlığı bilmeden dostluk da anlam kazanmaz. Ama biz, çocukları koruyacağım derken onların dünyasını yapaylaştırıyor, sterilize ediyor, hayata dair her şeyi pamuklara sarıyoruz.

Çocuklar sandığımızdan çok daha güçlü varlıklar. Onların dünyası sadece “ponçiklikten” ibaret değil. Duyguları derin, soruları sert, sezgileri keskindir. Karanlığı fark ederler ama bizden, o karanlıkla başa çıkabilmeyi öğrenmek isterler. Onlara sunulan hikâyelerde hayatın tüm renklerinin -hem sıcak hem soğuk tonlarının- yer alması gerek. Yoksa okudukları sadece bir duygu dekoru olur; gerçek bir deruni deneyim değil.

Ben çocuk edebiyatında hakiki olmayı, duygularda samimiyeti, dilde ise saygıyı savunuyorum. Elbette çocuklara uygun bir dille anlatmak zorundayız ama bu anlatımı gerçeklikten koparırsak onları hayata hazırlamak yerine hayattan uzaklaştırmış oluruz. Masallarda bile ejderhalar vardı; önemli olan o ejderhayı nasıl anlatacağımız, nasıl birlikte göğüsleyeceğimiz.

Kısacası: Çocuk edebiyatı pamuk şekeri olmak zorunda değil. Bazen acı, bazen kaygı, bazen ölüm de anlatılmalı. Ama elbette sevgiyle, dikkatle, incelikle… Çünkü çocuklar, gerçek olanı hisseder. Onlara saygı, gerçeklikle baş etmeyi öğretmektir; her şeyin pembe olduğunu söylemek değil. Ve bana kalırsa edebiyatın en güçlü yanı da tam burada başlıyor: Gerçeği çocuk kalbine uygun biçimde ama tüm ağırlığıyla duyurabildiğinde.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

“İyi Ki Yazmışım” Diyorum

Yayınlanma:

-

Süleyman Dilmen son yıllarda dümeni çocuklar için yazmaya kırmış üretken bir yazar. En taze kitabı Hayal Kâşifi bu ay içinde Timaş Yayınları etiketiyle yayınlandı. Boğaziçi Üniversitesi Fen Bilimleri mezunu yazar, okurlarının dünyasına bol bol merak ve ilim-bilim sevgisi serpiştiren idealist bir öğretmen aynı zamanda. Kendisiyle kitapları ve yazma serüveni hakkında kısa bir röportaj gerçekleştirdik.

Beşi çocuklar için olmak üzere on beş kitabınız var. En yeni kitabınız Hayal Kâşifi geçen hafta okurlarla buluştu. Son 3 kitabınız da çocuklar için olunca dümeni çocuk edebiyatına kırdığınızı söyleyebilir miyiz?

Yazarlığa yetişkin edebiyatı ile başladığımı söyleyebilirim ancak dediğiniz gibi son dönemde çocuk edebiyatına yöneldim ve büyük ihtimalle de böyle devam edeceğim. Bunun en önemli nedeni çocuklarla vakit geçirmenin gerçekten çok kıymetli oluşu. Hem ortaokul öğretmeni olmam hem de okurlarımın çocuk olması yaptığımız etkinliklerin ne kadar değerli olduğunu göstermesi bakımından manidar. Örneğin: “Ben de yazar olabilir miyim?” diye heyecanla soran gözleri ışıl ışıl tertemiz çocuklar olduğunda karşınızda “İyi ki yazmışım” diyor ve doğru yolda olduğunuzu anlıyorsunuz.

Özgeçmişinizi okuyunca çocuklar için yazmanın sizin hayatınızda ve yazarlığınızda pozitif anlamda bir kırılmaya tekabül ettiği sonucuna vardım. Katılır mısınız?

Kesinlikle katılıyorum. Önceki soruya verdiğim cevap, kısmen bu soruya da bir cevap niteliği taşıyor. Çocuklar için yazan ve ardından onlarla söyleşi yapan her yazar azimle yazmaya devam ediyor ve bu etkinliklerin devamını istiyor.

Dışardan bakınca çocuklar için yazmak “çoluk çocuk işi” gibi görülüp küçümsenebiliyor bu ülkede halen. Siz hem çocuklar hem yetişkinler için karşılığı olan, sevilen ve okunan kitaplar yazıyorsunuz. Bu iki tür yazarlığı mukayese etmenizi istesem, neler söylersiniz?

Açıkçası bu soruya hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap edebilen birçok yazar benzer cevaplar vermektedir. Bu durumda olan yazarların büyük çoğunluğu yazın hayatına yetişkinlerle başlar. Çünkü yetişkin olanların yetişkinlere hitabı çok daha kolaydır. Yetişkinlerin çocuklarla çok vakit geçirmesi, kendilerini onların yerine koyabilmesi ve onlar için yazılmış eserleri severek okuması göründüğü kadar kolay değildir. İlkokul ya da ortaokul öğretmenlerinden ebeveyn olanlar aynı zamanda çocuk edebiyatının kıymetini biliyorlarsa (örneğin ben 🙂) bu alanda başarıyı yakalama imkânına sahiptirler diyebiliriz.

Allah Seni Çok Seviyor adlı kitabınız iddialı, dikkat çekici bir çalışma. Çocuklar ve Gençler İçin Meal-Tefsir üst başlığını taşıyor. Böylesi bir çalışmayı hazırlarken sizi en çok zorlayan hususları ve okuyuculardan nasıl geri bildirimler aldığınızı merak ediyorum.

Hakikaten çok iddialı bir çalışma. Ancak benim amacım iddialı bir çalışma ortaya koymak değildi. Bu alandaki ihtiyacın çok büyük olduğunu gördüm. İstiklal şairi yazarı Merhum Mehmet Akif Ersoy’un aşağıdaki sözleri beni harekete geçirdi diyebilirim:

“ İbret olmaz bize her gün okuruz ezberde.

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde

Lafzı muhkem yalnız anlaşılan Kur’an’ın

Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın

Ya açar bakarız nazmı celil’in yaprağına

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”

En zorlandığım hususlar, hedef yaş grubunun ilgileri, anlatımda akıcılık, dilde sadelik, yorumu mutlaklaştırmama hassasiyeti, hedef yaş grubunun psikolojisini dikkate almak, çok tekrara düşmemek, büyük hacimli bir eser ortaya koymamak ve fakat Kur’an’ı bütüncül yaklaşıp Rabbimizin mesajlarını eğmeden kırpmadan ve eksiltmeden vermeye gayret etmekti.

Çok memnun olup takdir eden de olduğu gibi senin ne haddine yaklaşımında olanlar da oldu. Bu konuda önemli olan yüreğimizi taşın altına koyabilmektir.

Gerekirse kendi kitabımız için sponsor olup okul okul gezebilmek, öğretmenin ve öğrencinin ayağına gitmek, gençlerimize her anlamda umut olup hayatlarının tüm alanlarına vahyin rehberliğinde bakıp dünya ve ahiret saadetine ermeleri için çaba göstermektir.

Bir yazar olarak Süleyman Dilmen neler okur, nasıl besler kalemini? Rutinleri, bu anlamda varsa, ritüelleri nelerdir?

Benim en önemli beslenme kaynağım ve 25 yıldır devamlı okuduğum kitap, Rabbimizin tabiriyle Ummul Kitap (Kitapların anası:) Kur’an-ı Kerim’dir. En önemli ilham kaynağım da ister istemez budur. Çünkü çok cömert olan kitabımız kendisine Şüphesiz inananları aktif iyi yapmaktadır. Diğer beslenme kaynaklarım öğrencilerim gezip gördüklerim ve tabiat ayetleridir.

Okullarda küçük okurlarınızla sık sık bir araya geliyor, kitaplar ve okumak başta olmak üzere pek çok konuda söyleşiyorsunuz. Okurlarınızla buluşmalarınız nasıl geçiyor? Gözlem ve tecrübeleriniz yeni kuşaklar ve çocuklarımız hakkında ne söylüyor?

Ben yeni kuşaklar için daima umutluyum, hakikaten çok değerli öğretmenlerimiz ve velilerimiz var. Bunlar ister istemez çocukların da çok değerli olması yönünde olumlu yansımalar oluşturuyor. Ancak maalesef hâlâ kitap, ihtiyaçlar listesinde kendisine yer bulamamış bir durumdadır. Hâlâ ötekileştirilen, para verilip alınacak kadar değerli görülmeyen bir nesnedir. Söyleşilerim kitaplarım okunduğunda kıymetlidir. Kitaplarımı okumayanlarla yaptığımız söyleşiler ise maalesef çok verimli geçmemektedir. O yüzden bir yazarı en mutlu eden okurunun önceden kitabını okuması ve sorularını önceden belirlemiş olmasıdır. Bu konuda öğrencilerine rehberlik eden çok değerli öğretmenler var. Bunları sosyal medya hesabımda paylaşıyorum. İyi ki varlar.

Anne babalar bir çocuk edebiyatı yazarına rastladılar mı, fırsat bu fırsat deyip, çocukları için kitap tavsiyesi isterler. Siz de sık sık böyle sorula karşılaşıyorsunuzdur. Cevaplarınız neler oluyor?

Açıkçası bu tür sorular azaldı ancak yine de oluyor olduğunda da seviniyor ve elimizden geldiğince en güzel şekilde cevaplamaya çalışıyoruz.

Çocuk edebiyatı yazarlarının bana göre tuhaf bir kaderi var: Okurlarınızın hangi kitabı okuyacağına, satın alabileceğine büyük oranda büyükler (anne-baba ve öğretmenler) karar veriyor. Bu durum yazar ile okur arasında bir sorun veya bariyer oluşturuyor mu size göre?

Evet, açıkçası bazı sorunlar oluşturabilir. Çocuğun üretkenliğini sınırlandırması, tek taraflı bakış açısı gelişebilmesi ve ilgi alanlarının göz ardı edilip bir birey olarak görülmemesi ya da güven sorunları ve bunun sonucunda kitap okumaya karşı soğuma ve isteksizlik oluşturabilir.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

1
0
Would love your thoughts, please comment.x