Connect with us

Söyleşiler

İslamcılık Bir Yenileşme Düşüncesidir ve Bu İlkesini Korumakta Israrcıdır

Yayınlanma:

-

Yazar Ümit Aktaş’la, haziran ayında Çıra Yayınları arasından çıkan “Siyasal Arayışlar – Nasıl Yapmalı?” kitabında tartıştığı meselelerle ilgili bir söyleşi yaptık. İlginize sunuyoruz.

“Siyasal Arayışlar – Nasıl Yapmalı?” kitabınız bu minvaldeki diğer çalışmalarınızla mukayese edildiğinde işlediğiniz teorik boyutların yaşama geçirilmesi mahiyetinde bir niteliğe sahip görünüyor. Tam da böyle bir eseri yayımladığınız bu aşamada hissettiğiniz sorumluluk nedir?

İslam, toplumun ve dünyanın ıslahını uğraşının esası kılan, bu nedenle de doğal bir biçimde siyasallığı dinîlikten ayrıştırmayan, eşyanın ve toplumun anlaşılmasının ancak bütünsel bir biçimde kavranılmasıyla mümkün olacağını kabullenen bir din. Bu kabul, dünyanın ve hayatın birliği ve dirliğiyle ilgili olduğu gibi, siyasal uğraşı da anlamlı kılan bir esas. Kuşkusuz ki büyük ölçüde bu esasa binaen, Türkiye’de, özellikle de İslami camialarda siyasete yönelik ilgi oldukça canlı. Ama ne var ki siyasal ya da ideolojik gruplar kadar genel olarak toplumun siyasete yönelik bu ilgisi, ciddi ve kapsamlı siyasal teorilerden ve bunlara dayanan aklı başında müzakerelerden yoksun. Sık sık tekrarladığım Ali Şeriati’nin bir sözü var. Bir konuşma esnasında kendisine yöneltilen “Bu meseleler üzerinde çokça konuştuk; peki ama şimdi ne yapacağız?” sorusu üzerine, “Durun hele bir, daha ne konuştuk ki; neyi ne kadar konuştuk, ne kadar anladık ki?” diyerek aceleci muhatabına konuşmanın ve sözün önemini hatırlatır.

Kuşkusuz ki siyasal konularda konuşmaktan başka ne yaptığımız meselesi, sorgulanmaya açıktır. Ama her nedense ülkemizde, belki de tüm dünyada siyaset en harcıâlem meseledir. Öyle ki herkesin bu konuda edecek bir sözü bulunduğundan, bu mesele, en azından üzerinde konuşma babında, oldukça sıradanlaştırılmıştır. İnsanlar elbette ki doğrudan kendi kaderlerini ilgilendiren bu mesele üzerinde konuşmalıdır. Çünkü bu, sadece bir hak değil ama aynı zamanda bir ödevdir de. Ama bu konuşmalar ne yazık ki ciddi ilgilere dönüştürülememekte, siyasal partiler ile insanlar arasındaki bağ, basit bir taraftarlık bağının ötesine geçirilerek, biraz da siyasetin teorisiyle beslenerek ciddi bir ilgi haline getirilememektedir. Esasında devletin ve devletlûların baskılarıyla da bu ilgi, sadece bir basitlik düzeyinde tutulmaktadır. Oysaki bu konularda oldukça ciddi çalışmalar, çözümlemeler de yapılmakta ve siyasal anlayışlar derinleştirilmekte, eğilimler giderek farklılaşmakta, sürekli yepyeni bakma biçimleri ortaya çıkarılmakta. Sonuçta pek de harcıâlem bir mevzu değil bu mevzu ve oldukça ciddiye alınması gereken bir yönü var.

Ben de evet, bir soru sormaktayım, ama “Ne yapmalı?” değil de “Nasıl yapmalı?” babında bir soru. Yani tartışmaları aşan bir yöne, nasıllığa doğru evrilişe çağırmaktayım ama bunu yaparken de içerisinde bulunduğumuz havzanın ve kültürün el değmemiş konularını irdeleyerek, siyasal anlayışların ve kavrayışların arka planına uzanarak, oradan doğru bazı kritik meseleler üzerinde yeniden ve birlikte düşünmeye çağırıyorum. Düşünmenin, yapmanın olmazsa olmaz bir koşulu olduğu çerçevesinde. Çünkü meselenin en ehemmiyetsiz gözüken yönü çoğu kez bu olur her nedense. Göçebe akıl göçü yolda düzmek ister. Oysa bir kez yola koyulduğunuzda, çoğuleyin düşünmek için iş işten geçmiş olur ve çözüm de çoğu kez kaba kuvvetin ya da çoğunluğun baskısının şiddetine bırakılır.

Düşünmeyi küçümsemeyiz belki ama dilimize bir biçimde yerleşmiş olan ve elimizin altında bir avadanlık gibi duran kavramlar ve olgulara o kadar aşina hissederiz ki kendimizi, çoğu zaman bunların üzerinde hiç düşünmeksizin konuşmalara dalarız. Ve hatta bazen de, hemen yanı başımızda bulunan bir dostumuzu aslında hiç de tanımadığımızı fark ederiz, farklı bir karşılaşmaya binaen. O nedenle bunlara yönelik hatırlatmalar ve farklı bakış açıları, kavramın üzerine düşen yeni bir ışık ya da dostumuzun alnındaki bir kırışık gibi, bizi farklı bir sima ile yüzleşmeye tabi tutar. İçerisine gömüldüğümüz bir siyasal mücadelede de, aslında sürecin en olmazsa olmaz gereçleri olan kavramları sırası geldiğinde ne denli alelusûl ve ne denli yerli yersiz kullandığımızın farkına vardığımızda, ne kadar yanlış bir yerde durduğumuzun da farkına varabiliriz. Geç mi kalmışızdır? Elbette ki hayır! Sorun bu geç kavrayışta değildir, bu geçliğin telafisinde, tembellikten ve boş vermişlikten kurtulmakta; hayatın özüne dair bu ilginin sahici bir uğraşa dönüştürülmesindedir. Bir de var ki, şu içerisinden geçtiğimiz kritik günler gibi zamanlar, tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılabilir bizi. Kavramlarla kılgılar birbirinden uzaklaşmış ve insanlar yabancılaşmıştır durdukları zeminle. İşte o zaman bazı yüzleşmeler bizi her şeyi en başından itibaren ele almaya ve hayatın yeniden gözden geçirilmesine zorunlu kılabilir.

Mevcut siyasal iktidarın icraat ve söylemlerinden yola çıkılarak İslamcılığı, en basit tabiriyle tahfif edip gözden düşüren baskın bir dil var. Siz, kitabınızda İslamcılığın, içinden geçtiği ağır kriz ve yetersizliklere rağmen evveliyatından bugüne alternatif bir yol arayan niteliğine dikkat çekmişsiniz. İslamcılık, ülke ve bütün bir yeryüzü için yeni ve etkili çıkışlar üretebilir mi?

İslamcılık temelde bir yenileşme düşüncesidir ve birçoklarının çeşitli tezviratlarına rağmen bu ilkesini korumakta ısrarcıdır. O nedenle değişmekten hiç çekinmez çünkü döngüsel tekrarlar kadar değişmenin de hayatın özüne ait bir esas olduğunu kabullenir. Kendisini belli bir düşünsel ve eylemsel mekâna sabitlemektense, sapakları kullanır ve oralardan doğru yollar çıkarır kendisine. Yanlış da yapabilir bu uğurda ve bundan da çekinmez. Bu nedenle zaman zaman ve bazı kem gözlerce adap bilmemekle de suçlanır. Doğrudur belki bu ama adap dediğimiz göreneğin de bu tür delişmence tavırların tarihe ve topluma hediyesi olduğu da çoğu kez unutulur.

Bu anlamda dinin dünyaya ve geleceğe açık bir yüzü olarak İslamcılık, başlangıcından günümüze gelinceye değin birçok kez kendisini sorguya çekmiş, değiştirmiş ve kitabın temel çağrısını yeniden anlamaya çalışarak kendisini de yenilemiştir. Zaman geçtikçe ve şartlar değiştikçe anlama biçimlerimiz de değişmektedir çünkü. Ve belki de en doğru olanı, temel kavramları ikinci kez okuduğumuzda veya herhangi bir olayı ikinci kez yaşadığımızda, farklı bir anlamayla öncekini aşabilmektir. Çünkü değişen sadece köprülerin altından akan sular değildir. Asıl değişen, değişmesi gereken bizleriz. İki günü bir olmaması gerekenler yani. Mevlânâ’nın söylediği gibi: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”

Medine Sözleşmesi son on yıllar boyunca çokça tartışıldı, siz de kitabınızda ele almışsınız. Sözleşme, yeni bir toplumsallığın inşasına ilham verme potansiyelini ne kadar taşıyor size göre?

Sözleşme, belki de tarihte ilk kez bir şehrin ahalisinin birlikte yaşayabilmenin koşulları üzerinde birlikte düşündüğü, hazırladığı ve/veya katıldığı bir sözleşme olması açısından çok önemli. Öte yandan bu sözleşmeye göre Resulullah, hakem, yani anlaşmazlıkların çözümünde başvurulacak merci pozisyonunda. Medine’deki tüm ahali bir “ümmet” olarak tanımlanmakta ve doğrudan ya da dolaylı olarak bu sözleşmeye katılmakta. Kısacası bu sözleşme insanlık tarihinde farklılıklarla aktedilen bir birlikte yaşama sözleşmesi olarak insanlık tarihinde yeni bir başlangıcı müjdelemekte. Hatta Tahsin Görgün’ün “İslam, Modernizm ve Batılılaşma” adlı kitabındaki nakline göre, 1730’larda hazırlanan “Universal History” isimli tarih ansiklopedisi, insanlık tarihini Hz. Muhammed eksenli olarak “eski” ve “yeni” olarak ayırmakta.

Ancak ne yazık ki Müslümanlar bu sözleşmenin ve onun başlangıç yaptığı yeni tarihin anlamını ve kıymetini yeterince idrak edebilmiş değil. Ve hatta bu konudaki farklı bakışları ve incelemeleri ortaya koyarak belki bizim dikkatimizi metne yeniden çekenler de “maalesef” Batılı bilim insanları. Birçoğumuzun müsteşrik diye hafifsediği Welhausen, Caetani, Watt, Serjeant… gibi. Bu dikkati İslam dünyasına taşıyan ise, yine birçoğumuzun kıymetini yeterince bilemediği Muhammed Hamidullah Hoca. Türkiye’de ise özellikle Ali Bulaç ve Hikmet Zeyveli tarafından konuyla ilgili müstakil incelemeler yazılmış ve konu yeniden tartışmaya açılmıştır.

Sözleşme doğal olarak oldukça farklı okumaları mümkün kılmakta ve dolayısıyla da buradan hareketle farklı toplumsal ve siyasal ufukların imkânını barındırmakta. Kimileri açısından sözleşme, Medine’de kurulmuş olan ilk İslam devleti anayasasıdır ve buradan hareketle yeni anayasalar oluşturmak mümkündür. Bir bakıma içerisinde yaşadığımız koşulları geçmişe uygulama ya da oradan doğru temellendirmek gibi olan bu tip yaklaşımlara pek de katılmıyorum. Çünkü bu, sözleşmenin çok daha geniş ve anlamlı olan çerçevesini daraltarak üzerindeki çok boyutlu düşünmeleri sınırlayan bir yaklaşım. Kimileri ise sözleşmeye çoğulcu bir toplum modelinin birlikte yaşama metni olarak bakmakta. Dolayısıyla sözleşme, oldukça farklı bakışları ve çıkarımları mümkün kılan, dolayısıyla da üzerinde daha çok tartışmaların ve müzakerelerin yapılması gereken bir niteliği haizdir.

İslami çevrelerin çok uzun yıllar boyunca sakındığı, sizin de önceki kitap ve yazılarınızda pek öne çıkmayan “demokrasi”yi, “şûra” kavramıyla birlikte yoğun bir şekilde tartışıyorsunuz kitabınızda. Bu iki kavram dolayımındaki tartışmalardan özellikle İslam düşüncesi ve pratiği, genel olarak da insanlık için hangi neticelerin çıkacağını umuyorsunuz?

Meseleyi özellikle “Siyasal Arayışlar, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitabımda enine boyuna tartışmaya çalıştım. Şurası çok açık ki, Türkiye toplumunun etnik, dinî, kültürel ve siyasal farklılıklarının çeşitliliği ve zenginliğini, cumhuriyetçi bir tek biçimliliğin çerçevesine sığdırmak mümkün değil. Zaten cumhuriyet tarihi bu imkânsızlığı açıkça ortaya koymakta. Hâlâ ardı arkası kesilmemiş olan baskılar, yasaklar, hapisler, sürgünler ve katliamların ardından baktığımızda, duyabildiğimiz sadece derin bir üzüntü, pişmanlık ve acıdan ibaret. Cumhuriyetçi ekâbir ise,  yüzyıl önceki Cumhuriyetçi girişimin minnetiyle bizlere mihnet çektirmekten bir türlü usanmadıkları gibi, bizler de özgürlük, adalet ve barış arayışımızdan hiç mi hiç vazgeçmedik.

Evet, padişahlıktan cumhuriyete geçiş olumlu bir adım ve kimsenin buna bir itirazı yok. Ama bu sadece bir ilk adım. Bu adımı izleyecek olan yeni adımlar atılmadıkça, bu adımın hiç mi hiç kıymeti yok. Çünkü cumhuriyetin, akabinde gelişmesi gereken sair adımlar atılmadığı sürece, biçimselliği dışında, padişahlığın meşruti yönetiminden hiçbir farkı yoktur. Yapılması gereken ise, buna ister şura sistemi deyin, ister demokrasi ya da başka bir şey, çoğulcu, katılıma dayanan, farklılıkların kendilerini ifade ve temsil özgürlüğüne sahip olduğu, güçler ayrılığını ve ifade hürriyetini sağlayan bir sisteme geçiştir.

Ama maalesef Müslüman aydınlar da onlarca yıldır biçimsel bir hilafet takıntısı dışında, bu hilafetin neliği kadar, şura sistemi, bunun tarihsel örnekleri veya neden bu örneklerin yeterince bir uygulanabilirlik düzeyine geçirilemediği; ya da izonomi ve demokrasi ve bunların şura sistemi ve hatta pastoral yönetimlerle farkları veya benzerlikleri üzerinde kafa yormuş değiller. Dolayısıyla da bizdeki siyasal mücadele, daha çok iktidarı ele geçirip karşıtını baskı altına alma ve ezme imkânına sahip olma çabasından öteye gitmemekte. Hatta bu konuda da “arâf” kavramı ve bunun siyasal içerimleriyle ilgili bağıntılar kurulabilmiş değil. Kurulamadığı gibi, tıpkı irfan ya da ârif kavramlarının da tutanın elinde kaldığınca, biçimsel bir değersizliğe teslim edilmiştir. Oysa sadece felsefe değil, siyaset üzerinde de ancak özgün kavramlarla düşünülebilir. Bizim kavramlarımız ise nadanların elinde perişan bir durumdalar ve bizler ise siyaseti kavramlarla değil, kavgalarla sürdürmeye çalışmaktayız.

Siyaset felsefesinden şiire, tarih ve sosyolojiden romana kadar çok geniş ve farklı sahalarda eser veren velûd bir yazarsınız. Bütün bu alanların düşünce dünyanızda tamamladığı çerçeveyi okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?

Belki kuşağımın da bir yönü olan, yabancısı olduğu bir dünyayı, dünyaları tanımak, anlamak, sorgulamak ve cevaplamakla ilgili kaygıların ve sorumluluk duygusunun bir sonucudur bu geniş ilgi. Zira biz hemen hiçbir meselenin enine boyuna tartışılıp önümüze konulduğu bir süreçte büyümedik. Zihnimizde yığınla soru vardı ve bu sorulara ilaveten şehirlere taşınan, orada şehirler ve modernlikle yüzleşen bir kuşağın mensuplarıydık. Bu ise sorduğumuz soruların cevabını da vermek gibi bir yükümlülük altına sokmaktaydı bizleri. Tabi ki bunu da tüm taşralı acemiliğimiz ve cesaretimizle gerçekleştirmeye çalışmaktaydık. Birkaç kuşak devam eden bu süreç, birçok konuda yanılgılara düşmemize de yol açacaktı. Dolayısıyla düşe kalka bir büyümenin karşılığı aslında senin de çok güzel bir biçimde dillendirdiğin yol hikâyeleriyle, düşünsel kazılarla ve kavramsal tanışıklıklarla semerelendi. Ve yolculuk hâlâ sürmekte. Sorunlar kadar ilgilerimiz de devam etmekte. Sormaktan ve yormaktan yorulmadık henüz ve dünya da önümüze yeni soru(n)lar koymaktan vazgeçmedi. Garaudy’nin söylediği gibi, zaman zaman cemaatlerimiz değişse de kendimizi ve dünyayı anlama ve değiştirme çabamız hiç değişmedi. Tüm kitapların bir tek kitabın anlaşılma ve yorumlama çabasının bir ürünü olduğu bilinciyle, kitaba, topluma ve Allah’a karşı sorumluluğumuzu ifaya devam etmekteyiz.

Söyleşi: Ahmet Örs

Ümit Aktaş: 1955 yılında, Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. Orta öğrenimini Erzincan’da tamamladıktan sonra, İstanbul’da, YTÜ Elektrik Mühendisliği bölümünü bitirdi. Üniversite yılları içerisinde şiir yazmaya başladı. Şiir ve denemeleri, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. 1989 yılında yayımlanan ilk kitabı olan Toplumsal Hareketlerde Yöntem’i, Anarşizm, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Okuma Serüveni, Akıl, Aşk ve İslam, İslamî Hareket -Etik, Estetik, Politik-, İslamî Hareket ve Yöntem, Toplumsal Hareketler ve Devrimler, İnsan ve İslam, Bir Kriz Sürecinde Strateji Arayışları, Edebiyat, İdeoloji ve Poetika, Çağımızın Tanıkları, Yüzyıl ve Gelecek gibi araştırma-deneme çalışmaları; Âdem, Rüya, Yeşil Vadi, Musa ve Yol Arkadaşı isimli romanlar; Cennetten Düşüş ve Şehri Terketmeden Önce isimli şiir kitapları izledi.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Söyleşiler

“İyi Ki Yazmışım” Diyorum

Yayınlanma:

-

Süleyman Dilmen son yıllarda dümeni çocuklar için yazmaya kırmış üretken bir yazar. En taze kitabı Hayal Kâşifi bu ay içinde Timaş Yayınları etiketiyle yayınlandı. Boğaziçi Üniversitesi Fen Bilimleri mezunu yazar, okurlarının dünyasına bol bol merak ve ilim-bilim sevgisi serpiştiren idealist bir öğretmen aynı zamanda. Kendisiyle kitapları ve yazma serüveni hakkında kısa bir röportaj gerçekleştirdik.

Beşi çocuklar için olmak üzere on beş kitabınız var. En yeni kitabınız Hayal Kâşifi geçen hafta okurlarla buluştu. Son 3 kitabınız da çocuklar için olunca dümeni çocuk edebiyatına kırdığınızı söyleyebilir miyiz?

Yazarlığa yetişkin edebiyatı ile başladığımı söyleyebilirim ancak dediğiniz gibi son dönemde çocuk edebiyatına yöneldim ve büyük ihtimalle de böyle devam edeceğim. Bunun en önemli nedeni çocuklarla vakit geçirmenin gerçekten çok kıymetli oluşu. Hem ortaokul öğretmeni olmam hem de okurlarımın çocuk olması yaptığımız etkinliklerin ne kadar değerli olduğunu göstermesi bakımından manidar. Örneğin: “Ben de yazar olabilir miyim?” diye heyecanla soran gözleri ışıl ışıl tertemiz çocuklar olduğunda karşınızda “İyi ki yazmışım” diyor ve doğru yolda olduğunuzu anlıyorsunuz.

Özgeçmişinizi okuyunca çocuklar için yazmanın sizin hayatınızda ve yazarlığınızda pozitif anlamda bir kırılmaya tekabül ettiği sonucuna vardım. Katılır mısınız?

Kesinlikle katılıyorum. Önceki soruya verdiğim cevap, kısmen bu soruya da bir cevap niteliği taşıyor. Çocuklar için yazan ve ardından onlarla söyleşi yapan her yazar azimle yazmaya devam ediyor ve bu etkinliklerin devamını istiyor.

Dışardan bakınca çocuklar için yazmak “çoluk çocuk işi” gibi görülüp küçümsenebiliyor bu ülkede halen. Siz hem çocuklar hem yetişkinler için karşılığı olan, sevilen ve okunan kitaplar yazıyorsunuz. Bu iki tür yazarlığı mukayese etmenizi istesem, neler söylersiniz?

Açıkçası bu soruya hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap edebilen birçok yazar benzer cevaplar vermektedir. Bu durumda olan yazarların büyük çoğunluğu yazın hayatına yetişkinlerle başlar. Çünkü yetişkin olanların yetişkinlere hitabı çok daha kolaydır. Yetişkinlerin çocuklarla çok vakit geçirmesi, kendilerini onların yerine koyabilmesi ve onlar için yazılmış eserleri severek okuması göründüğü kadar kolay değildir. İlkokul ya da ortaokul öğretmenlerinden ebeveyn olanlar aynı zamanda çocuk edebiyatının kıymetini biliyorlarsa (örneğin ben 🙂) bu alanda başarıyı yakalama imkânına sahiptirler diyebiliriz.

Allah Seni Çok Seviyor adlı kitabınız iddialı, dikkat çekici bir çalışma. Çocuklar ve Gençler İçin Meal-Tefsir üst başlığını taşıyor. Böylesi bir çalışmayı hazırlarken sizi en çok zorlayan hususları ve okuyuculardan nasıl geri bildirimler aldığınızı merak ediyorum.

Hakikaten çok iddialı bir çalışma. Ancak benim amacım iddialı bir çalışma ortaya koymak değildi. Bu alandaki ihtiyacın çok büyük olduğunu gördüm. İstiklal şairi yazarı Merhum Mehmet Akif Ersoy’un aşağıdaki sözleri beni harekete geçirdi diyebilirim:

“ İbret olmaz bize her gün okuruz ezberde.

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde

Lafzı muhkem yalnız anlaşılan Kur’an’ın

Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın

Ya açar bakarız nazmı celil’in yaprağına

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”

En zorlandığım hususlar, hedef yaş grubunun ilgileri, anlatımda akıcılık, dilde sadelik, yorumu mutlaklaştırmama hassasiyeti, hedef yaş grubunun psikolojisini dikkate almak, çok tekrara düşmemek, büyük hacimli bir eser ortaya koymamak ve fakat Kur’an’ı bütüncül yaklaşıp Rabbimizin mesajlarını eğmeden kırpmadan ve eksiltmeden vermeye gayret etmekti.

Çok memnun olup takdir eden de olduğu gibi senin ne haddine yaklaşımında olanlar da oldu. Bu konuda önemli olan yüreğimizi taşın altına koyabilmektir.

Gerekirse kendi kitabımız için sponsor olup okul okul gezebilmek, öğretmenin ve öğrencinin ayağına gitmek, gençlerimize her anlamda umut olup hayatlarının tüm alanlarına vahyin rehberliğinde bakıp dünya ve ahiret saadetine ermeleri için çaba göstermektir.

Bir yazar olarak Süleyman Dilmen neler okur, nasıl besler kalemini? Rutinleri, bu anlamda varsa, ritüelleri nelerdir?

Benim en önemli beslenme kaynağım ve 25 yıldır devamlı okuduğum kitap, Rabbimizin tabiriyle Ummul Kitap (Kitapların anası:) Kur’an-ı Kerim’dir. En önemli ilham kaynağım da ister istemez budur. Çünkü çok cömert olan kitabımız kendisine Şüphesiz inananları aktif iyi yapmaktadır. Diğer beslenme kaynaklarım öğrencilerim gezip gördüklerim ve tabiat ayetleridir.

Okullarda küçük okurlarınızla sık sık bir araya geliyor, kitaplar ve okumak başta olmak üzere pek çok konuda söyleşiyorsunuz. Okurlarınızla buluşmalarınız nasıl geçiyor? Gözlem ve tecrübeleriniz yeni kuşaklar ve çocuklarımız hakkında ne söylüyor?

Ben yeni kuşaklar için daima umutluyum, hakikaten çok değerli öğretmenlerimiz ve velilerimiz var. Bunlar ister istemez çocukların da çok değerli olması yönünde olumlu yansımalar oluşturuyor. Ancak maalesef hâlâ kitap, ihtiyaçlar listesinde kendisine yer bulamamış bir durumdadır. Hâlâ ötekileştirilen, para verilip alınacak kadar değerli görülmeyen bir nesnedir. Söyleşilerim kitaplarım okunduğunda kıymetlidir. Kitaplarımı okumayanlarla yaptığımız söyleşiler ise maalesef çok verimli geçmemektedir. O yüzden bir yazarı en mutlu eden okurunun önceden kitabını okuması ve sorularını önceden belirlemiş olmasıdır. Bu konuda öğrencilerine rehberlik eden çok değerli öğretmenler var. Bunları sosyal medya hesabımda paylaşıyorum. İyi ki varlar.

Anne babalar bir çocuk edebiyatı yazarına rastladılar mı, fırsat bu fırsat deyip, çocukları için kitap tavsiyesi isterler. Siz de sık sık böyle sorula karşılaşıyorsunuzdur. Cevaplarınız neler oluyor?

Açıkçası bu tür sorular azaldı ancak yine de oluyor olduğunda da seviniyor ve elimizden geldiğince en güzel şekilde cevaplamaya çalışıyoruz.

Çocuk edebiyatı yazarlarının bana göre tuhaf bir kaderi var: Okurlarınızın hangi kitabı okuyacağına, satın alabileceğine büyük oranda büyükler (anne-baba ve öğretmenler) karar veriyor. Bu durum yazar ile okur arasında bir sorun veya bariyer oluşturuyor mu size göre?

Evet, açıkçası bazı sorunlar oluşturabilir. Çocuğun üretkenliğini sınırlandırması, tek taraflı bakış açısı gelişebilmesi ve ilgi alanlarının göz ardı edilip bir birey olarak görülmemesi ya da güven sorunları ve bunun sonucunda kitap okumaya karşı soğuma ve isteksizlik oluşturabilir.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Egemen Dünya Düzeni Bu İşin Neresinde?

Yayınlanma:

-

11 Temmuz’da, PKK’nın sembolik anlamı büyük olan “silah bırakma” töreni ile önemli bir eşiği aşan “Barış” süreciyle ilgili Ahmet Örs’le bir müddet önce yaptığımız röportajı sunuyoruz.

Savaşın, çatışmanın, katliamların, terör diye bir bela ve sopanın ortadan kalkmasını kim istemez ki? Şeytanın askeri veya silah taciri değilseniz barış herkes gibi sizin için de huzur, refah ve felah kapısıdır. Hâl böyleyken, bir yandan çok umutlu iken öte yandan neden ciddi şüpheleri var insanların?

Hukuksuzluğun dibini bulmuş, KHK’lar eliyle bir zulüm düzeni tesis etmiş, nihayet Yargı içinde “devşirdiği elemanları” eliyle CHP’den bir terör örgütü çıkartmak için debelenen, ilk ismi “adalet” iken başta ekonomi olmak üzere pek çok sahada dehşet verici bir adaletsizliği pervasızca sergileyen bir iktidar ile bu iş nasıl olacak, diye sormadan edemiyor insan. “Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek”le övünen emperyalist ve siyonist blok (ABD ve İsrail) iki yıla yakındır Gazze’de soykırım suçu işlerken ve Türkiye uyum içinde üzerine düşen “mütevazı” katkıyı sunarken üstelik! Yoksa her şey samimiyetsiz bir seçim kazanma hilesi mi? 

Yine aynı Türkiye mevsimindeyiz: İhtiyatlı iyimserlik, endişeli umut… 

Ulusal sınırlara takılmadan, herkesin hakkını aldığı, güvende olduğu sahici (bölgesel ve küresel) bir barışa doğru emin adımlarla yürürüz inşallah, diye dua ediyoruz. 

 

– PKK’nın silah bırakma ve kendini fesih kararını bekliyor muydunuz?

Bunlar radikal ve hemen hiç kimsenin beklemediği kararlardı açıkçası. Herhangi bir siyasiden ya da yorumcudan bu doğrultuda pek bir şey duymuşluğumuz ve öngörümüz yoktu hatta ABD’nin özellikle PYD’ye olan teveccühü düşünüldüğünde böyle bir şey iddia etmek akla zarar bile kabul edilebilirdi. Hadi, dönemsel olarak geçmişte de olduğu gibi ateşkesler olsun ama fesih, bambaşka bir karar!

– Arka planda ne olursa olsun bu, tarihi bir olay. İlk duygu ve düşünceleriniz nedir bu gelişme karşısında?

Elbette, tarihi bir âna tanıklık etmekteyiz, bunda kuşku yok lâkin insan bu işin arka plânını kaçınılmaz olarak merak ediyor; geriye doğru neler olduğunu anlamaya çalışıyor: Örgütün feshine giden sürecin özellikle Ortadoğu’daki/Batı Asya’daki hangi dinamiklerin eseri olduğunu kavrayamayan bir duygulanım, fazlasıyla boşa düşme kabiliyetine sahip. Bunu muhakkak not etmeliyiz. Duygulanım üzerinde bunca ehemmiyet vurgusunda bulunmuşken neler düşündüğümüz hakkında sanırım ciltlerce konuşmak gerekebilecektir. Küresel ittifakların bileşeni olarak devletin ve yine aynı ittifaklarla yeni ve sıkı münasebetler geliştirmiş örgütün birlikte yaptığı işlerden, hele de Ortadoğu’nun şu ürkütücü aşamasında işkillenmemek elde değil. Güçlü bir şüphe ve tekinsizlik hâlinin çok yönlü olarak beni etkisi altına aldığını söylemeliyim. Bu süreç, bütün bir bölgeyi olduğu kadar özellikle İslamî siyaseti teorik ve pratik boyutlarıyla temsil etme iddiasında bulunanlardan oluşan muhitimizi de sarsacaktır.

– Örgüt bir adım attı, Devletin de atması gerekli adımlardan bahsediliyor. Sizce bu adımlar nelerdir?

Doğru, örgüt bir adım attı ama bu adımın devletin mi, örgütün mü, küresel büyük ittifakların mı adımı olup olmadığı hususunu iyi irdelemek gerekiyor. Bu meyanda muarızların ya da muhatapların bahis konusu ittifaklardan bağımsız bir adım atma kabiliyetinin olduğuna inanmıyorum. Bunun aksini iddia etmek bence açık palavradan başka bir şey değil! Bölgenin, egemen dünya düzenine teslim olmuş irili ufaklı yapılarının nasıl hareket ettiği, hangi mevzilerden atış yaptığı, kimlerin yanında hizalandığı zaten gözler önünde cereyan eden arsızlık tiyatrosunda sergileniyor. Suriye’de son somut tezahürü görülen dönüşüme göre devlet ve örgütün konumlandırılışından cesaretle bahsetmeliyiz. Atılacak adımlar İsrail-ABD (bütün bir emperyalist blok) hattının yanında birlikte hizalanmak ve Batı Asya’nın geri kalan lokasyonlarındaki irili ufaklı ayrıksı grup ya da devletleri tasfiye sürecinde muvazzaf bir pozisyon almak şeklinde olacak görünüyor hatta bu, oluyor. Bu büyük adımlara paralel ya da onları takiben atılacak “demokratikleşme” adımları olacaktır elbette. Ulus devlet direncine rağmen sosyal alanlardaki bazı yasakların kalkmasını görebileceğiz ama gerçek bir özgürleşme ihtimali asla bu tablodan çıkmayacaktır.

– Türkiye bilhassa 15 Temmuz 2016 tarihinden, OHAL ve KHK rejimine geçişten sonra feci bir hukuksuzluk, yolsuzluk, liyakatsizlik sürecine girdi. Her geçen yıl kötüye gitti. Peşi sıra ağır bir yoksulluk içine sürüklendi halk. Hak-hukuk karnesi bu kadar zayıf bir iktidar, başta Kürtler olmak üzere bu ülkeye özgürlükler anlamında neler sunabilir?

Sorunuz aslında bir yandan çarpıcı tespitleri de barındırıyor. Bu süreçte benim de öne çıkarmaya çalıştığım bir perspektif, bu. Bu durumda egemenlere sormak gerek: Siz, sözüm ona “barış” içinde yaşadığınızı iddia ettiğiniz insanlara hangi güzellikleri sundunuz da Kürtlere ya da başkalarına barış, huzur, refah vaat ediyorsunuz? KHK zulmü hâlâ devam ediyor, protesto hakkını kullanmak isteyenlerin başlarına neler geliyor, hep birlikte görüyoruz. Zaten siz, bir avukat olarak hukuksuzluğun ülkede ne denli bir geçer akçe olduğunu hepimizden iyi biliyorsunuz. Barınma, gıda, ekonomik güvence gibi haklara, Anadolu’nun çok boyutlu olarak talan edilip yağmalanmasına hiç girmiyorum bile!

Kürt meselesindeki bu sıra dışı ve hemen herkesçe sürpriz olarak karşılanan mezkûr “açılım”ın bölgesel ayağı az önce değindiğim gibi büyük aktörlerin plânlarından bağımsız değil ancak bütün bu olumsuz tarafların yanı sıra farklı muhatapların bazı durumlardan avantaj devşirebilmesi elbette mümkündür. Tabii, bu mümkünlük her durum ve çevre için geçerlidir. Gerçek özgürlüğün teorik bağımsızlık dolayımında gerçekleşebileceğini düşündüğümüzde özellikle İslamî çevrelerdeki bağımsız, ilkesel duruşları tahrip edip bulandırma kabiliyetine sahip olması bakımından bu yeni adımlara ekstra ihtiyatlı yaklaşmakta yarar var. Ulus devlet paradigmasının yeni yorumuna hem Kürt siyasal unsurlarının hem kimi İslamcı muhitlerin coşkulu dahli beni kaygılandırıyor. Düzenin maharetli hamlelerinin muhalif unsurlardan daha tesirli olduğu gerçeği bu süreçlerde daha bir görünür olabiliyor. Ne Ortadoğu/Batı Asya halkları düşünsel bir hazırlık içinde ne de Türkiye özelindeki Kürt ya da İslamî devrimci unsurlar… Dolayısıyla emperyalizmin ve onun ortaklarının projelerine, o projelerin fikrî temellerine iyi bakmalı: O bütünün herhangi bir özgürleşmeye götürecek önce niyeti, sonra imkân ve kabiliyeti var mı, diye.

– PKK’nın silah bırakması Ortadoğu olarak adlandırılan bu çalkantılı coğrafyadaki dengelerden bağımsız düşünülemez elbette. 100 yıldır yaşananlardan sonra bu coğrafyada insanlar umutlu olmaya çekinir hâle geldiler. Hiç değilse Türkiye topraklarının terörden arındırılıp huzur bulacağı yönünde umutlu olabilir miyiz?

Halkların öz örgütlülükleri çevresinde, onların irade ve inisiyatifleriyle gerçekleşmeyen herhangi bir pratikten umut ya da huzur beklenemez. Egemenler bir şeyler yapıyorlarsa hem de bunları bırakın halkı haberdar etmeyi, yetki sahibi kişi ve kurumlardan bile gizli kapaklı icra ediyorlarsa bütün bu yapılıp edilenlerden elbette halkın, halkların lehine bir sonuç doğmayacaktır. Buradan en fazla Orwell’ın 1984 romanına bir yol çıkarılabilir! Terörün geniş tabanlı bir tanımı da burada zorunlu olarak devreye girmelidir. Batı Asya mıntıkasındaki yerel ya da küresel devlet, örgüt ya da sermaye çeşnisi içinde boy gösteren irili ufaklı yapılanmaları bu hususta sıralarsak muhayyel huzur ve barış için bölgemizin kimden ya da neyden hangi ölçüde arındırılması gerektiği ortaya çıkacaktır.

Özelde İslâmî çevrelerin hem teorik hem de dinamik temellere tevhîdî ayırt edicilikle yaklaşamayan ve modern paradigmayı aşamayan tutumlarının da bütün bu kaygı verici hakikatin üzerine tuz biber ektiğini bir kez daha söylemeliyiz. Huzur ve barış, aktörlerden, aktörlerin başka başka münasebetlerinden bağımsız değildir. Tabiatıyla o bütünlükler, herhangi bir alandaki bütün hareketlenmeleri beslemektedir. Bunda şaşılacak bir şey de olamaz. İleride, beklentiler boşa çıktığında şaşılmaktansa şimdiden bütün dinamiklere sahih bir eleştirellikle yaklaşılması yerinde bir tutum olacaktır.

20 Mayıs 2025

Devamını Okuyun

Söyleşiler

İsrail’in Yenilmezliği ve Dokunulmazlığı Yerle Bir

Yayınlanma:

-

Bursa, Filistin Dostlarının en etkin olduğu Anadolu şehirlerinden biri. Aksa Tufanı sürecinde “Filistin İçin Ayağa Kalk” adlı platform etrafında bir araya gelen gönüllüler Filistin direnişini desteklemek üzere istikrarlı, örnek bir dayanışmayı sürdürüyorlar. Aksa Tufanı süreci söyleşilerinin sekizincisinde sorularımı Volkan Tekdemir’e yönelttim. Kendisi Din Psikolojisi alanında doktora sahibi bir tarih öğretmeni. Okurlara bu söyleşi serisinin gündemle kaim olmadığını, inanan-inanmayan tüm vicdan sahipleri için hayat yolunda yordam ve ibret ihtiva ettiğini hatırlatmak isterim. Bu itibarla, istifade edenler için serinin diğer söyleşileri de aşağıda, bir tık uzakta, okunmayı bekliyor. 

 

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Filistinlilerin meşru müdafaa hakkını kullanmasına, adalet ve özgürlük mücadelesine, Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Öncelikle yaşanılan soykırımın insan olarak içimi yaktığını ifade etmek isterim. Ancak Aksa Tufanı’nının ilk gününden, günümüze yaşanan tüm süreç, bana göre, şanlı bir direnişin yükselişini ifade ediyor. Mazlum ve müstaz’af halkların kurtuluşu için yakılan özgürlük meşalesinin, zalim ve müstekbirlerde beklenilen tepkisini gösteriyor.

Mücahit Gültekin abinin Aksa Tufanı’nın ilk aylarında bir tanımlaması vardı. Yaşanılanları bir mucize olarak tanımlıyordu. Çağdaş tarihin gözlerimizle şahit olduğumuz mucizesi. Bu tanımlama zihnimde dolanıp duruyor. Yaşadıklarımızı bir mucizeye şahitlik olarak görüyorum. Tarihin dönüm noktasına şahitlik etmek tüylerimi diken diken ediyor. Ayrıca bir mucizeye şahit olup da gereken sorumluluğu yerine getirmeyen toplumların helakini düşünüyorum ve korkudan titriyorum. Ya üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmiyorsak? Bu sorunun cevabı çok korkutucu.

Bir taraftan büyük bir ümit içindeyim ki, yüzyıllar boyu devam eden emperyalist kuşatmanın ve onun son dönemdeki maşası Siyonizmin yıkılışına şahitlik ediyorum. Bir taraftan korku içindeyim ki, üzerime düşen sorumluluktan, kişisel korkularım ve zaaflarımdan dolayı kaçmak istemiyorum. Bir taraftan da hüzün içindeyim ki, destanlarıyla büyüdüğüm büyük liderler arzuladıkları şehadetleriyle bu dünyadan ayrılıp gittiler. Onlarsız kalmanın, yalnızlığını hissediyorum.

Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar sokağa döküldü, geniş katılımlı kitlesel eylemlerin yanı sıra bireysel protestolar da gerçekleştirildi. Türkiye’de soykırıma karşı gerçekleştirilen protesto ve eylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nasıl değerlendirebilirim? Şaşkınım. İslam’ı doğru idrak edemediğimi anlıyorum şu günlerde. Ben İslam’ın zaferinin Müslüman olarak doğup büyümüş insanlar ve toplumlar eliyle olacağını düşünürdüm hep. Bugün bundan o kadar da emin değilim. Batı dünyasında, Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da insanlık vicdanı uyanışa geçmiş durumda. İçerisinde yaşadıkları emperyalist sömürgeden kurtuluşun reçetesi olarak direnişi görüyorlar.

Müslüman halkların ise uyuşmuş, uyuşturulmuş, sinmiş ve sindirilmiş havasını içime çekiyorum. Allah resulünün ifadesiyle vehn hastalığının iliklerimize kadar işlediğini görüyorum. Dünyasını kaybetmek istemeyen toplumların hakikate gözlerini sımsıkı kapatmalarını, işbirliğini ve ihaneti sigaya çekmelerini hazmedemiyorum.

Ancak böyle olacak. Allah dinini hak etmeyenlerden çekip alacak ve hak edenlere nasip edecek. İslam sayesinde yükselen ve yücelen milletler, İslam olmadan zelil olup, zillete alışırken; İslam’la şereflenen toplumlar ise zilletten sıyrılıp hakkın ve hakikatin bayrağını kuşanacaklar. Dünyanın dört bir yanında çeşitli bedeller ödeme pahasına sokaklara dökülen toplumlara yüce Allah’ın bambaşka güzellikler nasip edeceğine inanıyorum. Yaşarsak önümüzdeki günlerde bunları göreceğiz.

Türkiye’de çok az sayıda ilde sürecin en başından bu yana örgütlü, ısrarlı ve net talepler ihtiva eden eylemlilikler sergilendiğini gözlemledik. Bursa, Filistin Dostlarının etkin olduğu o illerden biri. Örgütlenmeye bu ülkede bilhassa olumsuz anlam yüklenmek isteniyor ama ben olumlu anlamıyla soruyorum: Bursa’da nasıl örgütlendiniz, ne gibi çalışmalar yürüttünüz, yürütüyorsunuz?

Örgütlenmeyle ilgili söylediklerinize katılıyorum. Bizde örgüt kavramı terör ya da silahla birlikte anılarak marjinalleştirildi. Özellikle Ak Parti iktidarı sonrasında İslamcı yapılar sivil örgütlenmelerini şekilsel olarak korusalar da içeriksel olarak giderek hükümet yanlısı tavırlarıyla devletleştiler, yarı resmi bir pozisyona evrildiler. Muhafazakâr-sağcı cenahta bu zaten eskiden beri var olan bir durumdu. Bu duruma 80’li, 90’lı yılların İslamcıları da eklenmiş oldu.

Ak Parti iktidarı sürecinde örgütlenmesini gerçekten sivil olarak koruyabilen, hükümete yanaşmayan, doğrusunu desteklese de eğrisini eleştirebilen yapılar bugünkü Filistin eylemlerinde önemli bir yer tutuyor. Çünkü maalesef sivil olma niteliğini kaybeden yapılar, hükümet izni olmadan sokağa, meydana çıkamaz hale gelmiş durumdalar. Aksa Tufanı’nın ilk ayını geride bıraktıktan sonra Bursa’da şahit olduğum sessizlik, bendeki bu kanaati pekiştirdi.

Tam da bu noktada kendince sivil yapısını korumaya çalışan insanlar olarak şunu sorduk kendimize: “birilerinin bir şey yapmasını mı bekleyeceğiz kendimiz mi bir şeyler yapacağız?”

İlk aylarda Filistin direnişini ve Gazze’deki soykırımı unutturmamak adına her hafta basın açıklamaları yapmaya başladık. Bu süreçte “Filistin İçin Ayağa Kalk” adında bir sosyal medya kanalı oluşturduk. Yaptığımız eylemler bu mecradan daha geniş kitlelere ulaşabilsin istedik. Bu sosyal medya kanalı, aynı dert ile dertlenen birbirinden farklı sosyal çevrelerdeki arkadaşların bir araya gelmesine vesile oldu. Birçok konuda farklı düşünse bile Filistin duyarlılığı konusunda ortaklaşan kardeşlerimizle “Gazze’deki soykırım karşısında neler yapabiliriz?” sorusu etrafında düşünmeye başladık.

Bu süreçte bir kardeşimizin Amerika’da yapılan bir eylemden etkilenerek oluşturduğu üzerinde kanlı eller bulunan kefenlerle eylem yapma fikri hayata geçti. Bu eylem başta Filistin davasını canlı tutmak adına her gün yapılmaya başlandı. Özellikle Metin Cihan’la birlikte başlayan Türkiye’nin İsrail’le sürdürdüğü ticaret haberleri bizim açımızdan yeni bir milat oldu. Türkiye’de bulunan Filistin dostları eğer direnişe gerçekten destek vermek istiyorlarsa İsrail’in canını acıtmalıydılar. Bunun en yakın imkânı ülkemizin İsrail’le var olan ilişkilerine yoğunlaşıp bu ilişkilerin bitirilmesi için sivil baskı oluşturmaktı. Bundan sonra kefenli eylemimiz artık toplumumuzun aşina olduğu; “ticareti kes, üsleri sök, limanları Siyonizm’e kapat, İsrail’le tüm ilişkileri bitir” talepleriyle 401 gün boyunca Ak Parti il binası önünde aralıksız sürdü. Ak Partili yöneticiler hakikati onlara hatırlattığımız için bize teşekkür edecekleri yerde Ak Parti il binasının önünde durmayalım diye kolluk kuvvetlerini kullanarak çok fazla baskılar yürüttüler. Ama ben şahsım adına onlara karşı bir sorumluluğumuzu yerine getirdiğimize inanıyorum.

Özellikle seçim sürecinde Bursa’ya yolu düşen tüm bakanlara, milletvekillerine yukarıda saydığım talepleri miting meydanlarında, açılışlarda ve ulaşabildiğimiz her noktada haykırmaya çalıştık. İlginçtir ki, halkın vekili olan bu insanlar “halkımız bizden ne istiyor” diye dönüp bizi dinlemek yerine bizden sürekli kaçmaya, korumalarıyla bizi itmeye, kolluk güçleriyle bizi gözaltına aldırmaya çalıştılar. Oysaki, bu onlara karşı bir “Ömer olma”, “hakkı hatırlatma” misyonunun yerine getirilmesiydi. Seçim sürecinde bize, “hakkı hatırlatan Ömerler olun” dense de, hakikatin kimsenin hoşuna gitmediğini görmüş olduk.

Son olarak Bursa’daki yalnızlığımızı gideren Direniş Çadırı tecrübesini de anmak isterim. Filistin İçin Ayağa Kalk gibi bir sosyal medya hesabı olan Direniş Çadırı, FİAK’ın Bursa’daki misyonunu Türkiye çapında ifa ediyordu. Yatay bir düzlemde birbirinden farklı görüşlerdeki insanları Filistin direnişi ortak parantezinde buluşturuyordu. 10 Mart’ta bu yana Direniş Çadırı’nın direnişe destek veren sesini Bursa’dan yükseltmeye çalışıyoruz. Bu çerçevede Direniş Çadırı ile birlikte meydan eylemlerinde gerçekçi talepleri yükseltmeye devam ediyoruz. Bu talepleri genelde iki haftada bir Ak Parti il binası önünde Şehreküstü Meydanı’nda yükselttik. Bazen de Gemlik Limanı’nı Siyonistlerin kullanmasını engellemek için liman önü eylemlerinde bu talepleri dile getirdik.

Türkiye’de iktidar destekli eylemlerin haricinde sizinki gibi taleplerle eylemler yapan ekiplerin bulundukları illerde kitleselleşemedikleri gerçeği ile karşı karşıyayız. Bunun nedenleri hakkında muhasebe yaptığınızda ne gibi sonuçlara ulaştınız?

Bu eylemlerin kitleselleşmemesinde iki önemli faktörün var olduğunu düşünüyorum.

Bunlardan ilki hükümet kanalından kendilerine yakın STK ve Medya eliyle yapılan güçlü manipülasyondur. Bu manipülasyonun önemli bir kısmı bu tür eylemleri marjinalleştirme ve mücrimleştirme üzerine dönüyor. Bu eylemlere katılmak bir suçmuş, eylemcilerin söylemleri dış odaklıymış gibi sunulmaya çalışılıyor. Maalesef gerçeklikten kopartılmış bir toplumda yaşadığımızı kabul etmek zorundayız. Gerçeklikten kopartılan toplumlar üzerinde bu türden manipülasyonların etkisi büyük oluyor.

Bununla beraber halkımızı kuşatan bir dili biz de yakalayamadık. Bu konuda şapkamızı önümüze koyup iyi bir muhasebe yapmalıyız. Seslendiğimiz toplumu, değerlerini, korkularını, beklentilerini daha çok hesaba katmalıyız. Hakikati değiştirmeden bunlar dikkate alınabilir. Bazen bu kendimizden taviz vermek gibi algılanabiliyor. Söylenilen hakikat değişmedikten sonra bu incelikleri hesap etmek bizi geliştirecektir. Ancak şunu ifade edebilirim. 10 Mart’ta başladığımız noktada değiliz. Toplumu hesap etme, halka ulaşmayı önemseme konusunda daha duyarlı bir dil geliştirmeye başladık. Zaten bunun neticelerini de alıyoruz.

Bir de tabi bu konuda şunu da ifade etmek gerekir. Biz her ne kadar eylemlerin kitleselleşemediğini düşünsek de eylemlerin mesajı toplumun kalbinde yer tuttu. Ticaret konusunda, limanların Siyonistler tarafından kullanımı konusunda, İsrail’e topraklarımız üzerinden giden petrol konusunda, üslerin kapatılması konusunda toplumda giderek artan bir uyanıklık hali var.

Yani az olan kitle geniş olan kitleyi söylemleriyle etkilemeyi bence başardı. Bence bunun birinci sebebi haklı olmamız. En başından beri yalan bir haberden hareket etmemek, delile dayanmak çok önemsendi. Bu zaten bir Müslüman olarak yapmamız gereken bir davranıştı. Bugünlerde bunun meyvesini alıyoruz. İkincisi süreklilikti. Eylemlerin sürekliliği sözün sürekli olarak ayakta tutulması mesajın toplumda yerleşmesinde etkili oldu. Bir de tabii ki, çeşitli şekillerde bedeller ödeyen kardeşlerimizin samimiyeti bu mesajımızı toplumun kalbine iletti. Bu noktada bu mesajın ulaşması için yerlerde sürüklenen, gözaltında soğuk nezarethanelerde yatan ve halen yargılanmakta olan tüm genç kardeşlerimize ablalarımıza ve abilerimize teşekkür ederim.

Aksa Tufanı sürecinde sahada emek veren Filistin Dostları olarak geride kalan 20 ayın size öğrettiği veya hatırlattığı neler var? Yarınlara miras bırakılacak tecrübe ve birikim söz konusu olduğunda neler söylemek istersiniz?

Öncelikle dünyanın bir savaş ve mücadele alanı olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Bu, kendini antiemperyalist ve antisiyonist olarak tanımlayan insanlarda bir inanca dönüşmelidir. Bu dünyada emperyalist hegemonya var olduğu ve Batı Asya’da uç karakolu olarak İsrail’i desteklediği müddetçe, onun üzerinde yaşayan hiçbir Müslüman ya da hiçbir insan rahat yaşayamaz. Her zaman bir savaşa hazırlıklı olmalıyız. Bu insan ve Müslüman olmanın bize yüklediği bir görevdir.

Çatışmaların sesinin yüksek olmadığı dönemde, dünyayı güllük gülistanlık bir yer gibi görmemiz, bugün yaşadığımız en büyük sorundur bence. Örneğin yaşadığımız ülkenin İsrail’le ve Nato’yla süregiden ilişkileri. Bu ilişkileri gündemimizden hiç düşürmemeliyiz. Düşmanın uyumadığını ve sürekli bir plan içerisinde olduğunu bilmeliyiz. Eğer barış zamanında gerekli hazırlıkları yapmazsak, savaş zamanında bu ülkenin İsrail’le ticaretinin sürüp gittiğini bize hatırlatacak bir Metin Cihan daha bulamayabiliriz.

Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?

Yaşadığımız dünyaya alışmış durumdayız. Bu dünyanın nimetlerini seviyoruz. Konforlu bir hayatımız var. Üstelik bu konforlu hayatımızın içerisinde Filistin mücadelesi gibi hayati önemi olan konuları, romantik bir unsur olarak ele alabiliyoruz. Siyasal alanda bedel ödeyerek verilmesi gereken mücadeleler böylece kültürel alanda konforumuza zarar vermeden işlenebilir hale geliyor. Böylece hem konforumuzu kaybetmiyor hem de “afilli” konuları konuşmanın hazzını yaşıyoruz. Bu konforu kaybetmemek adına, çelişkilerle yüzleşmek yerine onları garip bir şekilde içselleştirmeyi tercih ediyoruz.

Mesela İsrail’in işgalci olduğunu söylüyoruz ama onunla ticaret yapabiliyoruz, çift devletli çözümü öneriyoruz hatta varlığını korumaktan bahsediyoruz. İsrail meselesi ve Filistin davası bizim pek çok alanda yaşadığımız çelişkilerden sadece bir tanesi. Örneğin bu ülkede mülakatın bir zulüm olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama kendimiz mülakatla bir yere yerleştiysek bunu dert etmeyi bırakıyoruz. Mutlaka çevrenizde namazlı abdestli bir adamın çoluğunu çocuğunu torpille bir yere yerleştirme hikâyesini dinlemişsinizdir. Aynı adam helal lokmanın ne kadar önemli olduğuyla ilgili on tane hadisi arka arkaya da sıralayabilir konuşmasının geri kalanında.

Yani bizim sorunumuz yaşadığımız bu kirli dünyanın nimetlerini sevmek ve vazgeçememek sorunudur. İşin aslı biz kandırılmak istiyoruz. Gerçeklerin de farkındayız. Ama o gerçekleri birilerinin bize hatırlatmasını değil bize masal anlatmasını istiyoruz. Biz kandırılmak isteyince de bizi bir kandıran illa ki biri bulunuyor. Bugün Ahmet oluyor ismi yarın Mehmet. Kandırılan ise aynı.

Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi kendimizde bulabilmek için yeniden iman etmemiz, ahiretten korkmamız, hesap vereceğimizi bilmemiz ve bu dünyanın geçici olduğuna gerçekten inanmamız gerekiyor bence. Bunları lafzen söylüyor olmak iman etmek anlamına gelmiyor. Ne zaman gereğini yapmaya gayret ederiz o zaman iman arkasından gelir. Bildiklerimizle bedel ödemeyi göze almadan amel etmezsek, maalesef iman dilimizde dolanan bir kavram olacak ve kalbimize yerleşmeyecek.

Türkiye’de Filistin Mücadelesi hukuk çerçevesi içinde, itina ile barışçıl kimliğini koruyor. Buna rağmen pek çok ilde Filistin dostları haksız ve hukuksuz olarak gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, yargılanıyor. Bursa’da sizinle ilgili açılmış davalar var mı? Varsa ne aşamada?

Bursa’da şahsım adına açılmış bir dava yok. Ama bazı kardeşlerimize açılan davalar var. Bunların sebepsiz bir şekilde uzatıldığını biliyorum. Bu şekilde davaların uzatılması Filistin dostları üzerinde bir baskı oluşturma amacını taşıyor bence. Bir bakan protestosu sonrasında gözaltına alınmıştım. Gözaltına götürdükleri aracı kullanan memur arkadaş bizi yeterince sarsabilmek için neredeyse aracı parçalayacaktı. “Arkada insan taşıdığının farkında mısın?” demiştim kendisine. Hükümet bir yandan Filistin dostlarını yargılayan cezalandıran durumuna düşmek istemiyor ama bir yandan da gözaltı esnasındaki anlamsız şiddet ve yargılama süreçlerinin gereksiz ve anlamsız uzatılmasıyla Filistin dostlarını sindirmek istiyor.

Süreçte direniş dostlarının kullandığı dilin itidali ve söyledikleri sözün haklılığı da iktidarı zorluyor bence. Kamuoyunu dikkate almak zorunda kalıyorlar. Bu yüzden bu ikircikli süreç devam ediyor. Kamuoyuna yansımayacak şekilde örtük bir baskı hali devam ediyor.

Bu süreçte sizi olumlu ve olumsuz anlamda şaşırtan birer olayı bizimle paylaşır mısınız? 

Bu süreçte beni olumlu olarak şaşırtan şeylerin listesini yapmam pek mümkün değil. Neredeyse her olaydan sonra ağlamakla gülmek arasında, korkuyla ümit arasında bir şaşkınlık yaşıyorum. Aksa Tufanı’nın ilk gününde paramotorlarla, motorsikletle İsrail’e girmeleri, Merkavalar’ın üzerinden İsrail askerlerini sürükleyerek esir almaları… O günü dünya üzerinde gözleriyle görebilen bir Müslüman olduğumuz için Yüce Allah’a ne kadar hamd etsek azdır. Ardından bir gün sonra Hasan Nasrallah’ın ve Hizbullah’ın her şeyi göze alarak, bir gün önce haberleri bile olmayan bu Tufanı destek için savaşa girmeleri, Yemen’in korkusuzluğu, İran’ın Sadık Vaad-1 operasyonunda İsrail’e düşen füzeleri… Hangisini sayayım bilemiyorum.

İnsanlık bir yanıyla insanlığından çıkmış, hayvandan daha aşağısına yuvarlanmış bir haldeyken bu insanlar böylesi bir dünyada nasıl kendilerini korudular? Nasıl sahabe-i kiram gibi her biri kendilerine tutunulduğunda insanları hidayete götürecek bir rehber oldular? Gazze’de 12 farklı örgüt her türlü ayrılığı bir kenara bırakıp nasıl şehadet kardeşi oldular? Filistin, Lübnan, Yemen ve İran bu mezhepçi ve kavmiyetçi fitneleri nasıl aştı? Hatta Amerikalı asker Aaron Bushnell’in son nefesine kadar “Özgür Filistin” diye haykırarak kendini nasıl yaktı ya da Mossad’ın eline düşeceğini bile bile iki Siyonist diplomatı cehenneme gönderen Elias Rodriguez’in Yahya Sinvar gibi rahat olabilmesini sağlayan nedir? Ben hayatımın geri kalanında bunların şaşkınlığı ile yaşamaya devam edeceğim zannedersem.

Maalesef mi desem bilmiyorum ama yaşadığım olumsuz durumlar ise beni pek şaşırtmıyor. Üzüyor belki ama şaşırtmıyor. Filistin davasının bile bizi meydanlarda birleştirmeyişi, İsrail’in 80 ton bombayla şehit ettiği Seyyid’e sevinenler, kardeş ve komşu ülke İsrail’i vururken bunlar tiyatro diyenler, ülkesinin İsrail’le ilişkileri deşifre olmasına rağmen Filistin’e en büyük yardımı biz yapıyoruz diyenler, gizlice Gazze’de askerlerimizin savaştığına inananlar… Hangi birisine şaşırmalıyım.

Hazreti peygamberi görmüş insanların Hz. Hüseyin’in Kerbela’da katledilişine sessiz kalmasını ya da Hz. Hüseyin’in başının tekbirler çekilerek kesilişini okuyunca hiçbir olumsuzluğa şaşırası gelmiyor insanın. Yani bir imtihan dünyasındayız ve maalesef bu bozulmaları ve daha fazlasını görüp şahit olacağız. Asıl böylesi bir bozulma gerçekliğinde yukarıda andığım güzel örnekler gerçekten çok şaşırtıcı ve akıl almazdır. İşte İslam’ın mucizesi de budur bana göre.

Filistin Direnişi Gazze’de destansı bir mücadele verdi, her şeye rağmen halen direnmeye devam ediyor. Öte yandan çok sayıda önemli liderini şehit verdi. Umutlu olmak için de sebepler bulunuyor, umutsuz olmak için de. Filistin direnişinin geleceğiyle ilgili duygu ve düşünceleriniz neler? 

Umutlu olmak için çok sebep buluyorum ama umutsuz olmak için aklıma bir sebep gelmiyor. Eğer 620 küsur günden sonra elinde kaleşnikofu ile Merkava tankı kovalayan savaşçılar yetiştirebildiyse bu direniş, çoktan savaşı kazanmış demektir.

Şehit sayısının çokluğu ya da büyük liderlerin şehadeti bizi ye’se sürüklememeli. Onlar zaten kendi açılarından kazandılar. Şimdi ne İsmail Heniyye’nin ne Yahya Sinvar’ın ne de Hasan Nasrallah’ın Filistin diye bir derdi kalmadı. Onlar şu anda rablerinden kendilerine ulaşan nimetle itminan içerisindeler. “Bu dünya imtihanı en güzel nasıl verilebilir” yaşayarak bize gösterdiler.

Geri kalanlar açısından bakarsak, Filistin davası insanlık tarihinin en haklı davası olarak yeni neslin kalbine kazındı. Bu etkinin ne kadar büyük olacağını hep birlikte yaşarsak göreceğiz. Aynı şekilde İsrail terör örgütüne ait tüm mitler yıkıldı. Dokunulmazlık, ahlaklılık, yenilmezlik… İsrail şu anda bir yıkılış sürecine girdi. Onun yıkılışı, efendilerinin de dünya tahakkümünün sonu anlamına geliyor. Dolayısıyla biz bugün, çıplak gözlerimizle yüce Allah’ın dünya tarihini mazlum ve müstaz’afların eliyle nasıl yeniden dizayn ettiğine birebir şahit oluyoruz.

Bu aşamada bence sadece kendimiz için kaygılı olmalıyız ama umutsuz değil. Acaba bu tarihi anda doğru tarafta yer alabilecek miyim? Acaba yüce Allah’ın hesapsız nimetleri dağıtılırken, ikbale ait kuruntularım ve korkularımdan dolayı bu nimetlerden mahrum kalır mıyım? Acaba ahdime vefa gösterebilecek miyim? Bu dünyadan ayrılıp gittiğimde gönül verdiğim liderleri yeniden görmek, yanlarında olabilmek bana nasip olacak mı? Gün, bence bunları düşünerek, zamanın üzerimize bıraktığı sorumlulukları düşünerek, kulluk görevimizi yerine getirme zamanıdır.

Tarihini bilemiyoruz elbet ama çok yakında Ortadoğu’da ne İsrail olacak, ne Amerikan üsleri ne de onların tasmalı köpekleri.

İsrail birkaç gün önce İran’a saldırdı. Amerika’nın da desteğini alan saldırı ve İran’ın verdiği karşılık hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu saldırı bence İsrail’in içinde bulunduğu çıkmazı da yansıtıyor, kibrin insan aklını nasıl örtüp de akıl dışı kararlar verdirebildiğini de. Yani şöyle düşünüyor insan, bu düşman neredeyse beş yüz yıldır dünyayı sömürüyor ve bu sömürünün zirvesini yaşıyor. Bunca planlar yapan yürürlüğe koyan işleten emperyalist blok nasıl böyle aptalca bir karar verebilir insan anlam veremiyor. Ben bu saldırının İslam ümmeti ve İran halkı için çok büyük hayırlara vesile olduğuna inanıyorum. İran’daki yönetim milyarlarca doları halkını birleştirmek için harcasa bunu başaramazdı. Bölgedeki iç savaşların yarattığı mezhepçi bölünmeyi ortadan kaldırmak için bunun daha fazlasını harcasa başaramazdı. Bunu İsrail’in saldırıları başardı. Yukarıdaki sorunuzla birlikte düşünürsek, şehitler zaten amaçlarına ulaştı. Onlar yüce Allah’ın aramızdan nimetlendirmek için seçtiği kişiler oldular. Ancak kalanlar için İsrail saldırılarının birleştiriciliği inanılmaz.

Öte yandan bu saldırı tarihin bir noktasında kaçınılmazdı. Çünkü eğer siz direniş gibi bir hakikati savunuyor, destekliyor ve büyütüyorsanız; dünyanın en haklı davası olan Filistin davasının önde gelen destekçisiyseniz küresel emperyalizm ve Siyonist çete üzerinize her türlü oyunu oynadıktan sonra hala doğru bildiğinizi yapmaya devam ediyorsanız; onların son seçeneği sizi yok etmeye çalışmaktır.

Ancak bu saldırı ne Amerika’nın ne de İsrail’in beklediği gibi olmayacak. Amerika’nın Irak, Afganistan, Yemen karnesine bakanlar bu savaştan Amerika’nın ve İsrail’in ne alacağını göreceklerdir.

İran, kendi topraklarını savunmak adına, direnişin ayakta kalabilmesi adına doğru bir adım attı diye düşünüyorum. 46 yıldır tüm mahrumiyetler, fakirlik ve ülke zenginliklerinin bu yolda harcamasının karşılığında yüce Allah İran halkına büyük bir onur nasip etti. İsrail’in kalbine inen her füzeyle birlikte tüm mazlum ve müstaz’aflarla birlikte seviniyoruz.

İsrail’in yenilmezliği ve dokunulmazlığı fikri 7 Ekim’den sonra 13 Haziran gecesinde yerle bir edilmiştir. Bize kalan, her bir bireyin sorumluluk alarak İsrail’i yok etme hedefine kararlı adımlarla yürümesidir. İktidarlar ne yapar bilmem ama kararlı halklar İsrail’i bu topraklardan söküp atacaktır.

Özgür Kudüs’te mutlaka buluşacağız. Mutlaka İsrail’siz bir dünyada nefes alacağız. Bizim buna ömrümüz yetmezse evlatlarımıza bunu miras bırakacağız. Son nefesimizde vasiyetimiz bu olacak.

 

 

*Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız: 

 

Harun Özkarakaş: 

“Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti”

Muammer Bilgiç:

“Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız”

Şeyma Yıldırım:

“Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

Gülşah Eldemir:

“Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

Mücahit Gültekin:

“Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti”

Murat Kurtuldu:

“Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

Salih Ulusal:

“Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x