Connect with us

Söyleşiler

İslamcılık Bir Yenileşme Düşüncesidir ve Bu İlkesini Korumakta Israrcıdır

Yayınlanma:

-

Yazar Ümit Aktaş’la, haziran ayında Çıra Yayınları arasından çıkan “Siyasal Arayışlar – Nasıl Yapmalı?” kitabında tartıştığı meselelerle ilgili bir söyleşi yaptık. İlginize sunuyoruz.

“Siyasal Arayışlar – Nasıl Yapmalı?” kitabınız bu minvaldeki diğer çalışmalarınızla mukayese edildiğinde işlediğiniz teorik boyutların yaşama geçirilmesi mahiyetinde bir niteliğe sahip görünüyor. Tam da böyle bir eseri yayımladığınız bu aşamada hissettiğiniz sorumluluk nedir?

İslam, toplumun ve dünyanın ıslahını uğraşının esası kılan, bu nedenle de doğal bir biçimde siyasallığı dinîlikten ayrıştırmayan, eşyanın ve toplumun anlaşılmasının ancak bütünsel bir biçimde kavranılmasıyla mümkün olacağını kabullenen bir din. Bu kabul, dünyanın ve hayatın birliği ve dirliğiyle ilgili olduğu gibi, siyasal uğraşı da anlamlı kılan bir esas. Kuşkusuz ki büyük ölçüde bu esasa binaen, Türkiye’de, özellikle de İslami camialarda siyasete yönelik ilgi oldukça canlı. Ama ne var ki siyasal ya da ideolojik gruplar kadar genel olarak toplumun siyasete yönelik bu ilgisi, ciddi ve kapsamlı siyasal teorilerden ve bunlara dayanan aklı başında müzakerelerden yoksun. Sık sık tekrarladığım Ali Şeriati’nin bir sözü var. Bir konuşma esnasında kendisine yöneltilen “Bu meseleler üzerinde çokça konuştuk; peki ama şimdi ne yapacağız?” sorusu üzerine, “Durun hele bir, daha ne konuştuk ki; neyi ne kadar konuştuk, ne kadar anladık ki?” diyerek aceleci muhatabına konuşmanın ve sözün önemini hatırlatır.

Kuşkusuz ki siyasal konularda konuşmaktan başka ne yaptığımız meselesi, sorgulanmaya açıktır. Ama her nedense ülkemizde, belki de tüm dünyada siyaset en harcıâlem meseledir. Öyle ki herkesin bu konuda edecek bir sözü bulunduğundan, bu mesele, en azından üzerinde konuşma babında, oldukça sıradanlaştırılmıştır. İnsanlar elbette ki doğrudan kendi kaderlerini ilgilendiren bu mesele üzerinde konuşmalıdır. Çünkü bu, sadece bir hak değil ama aynı zamanda bir ödevdir de. Ama bu konuşmalar ne yazık ki ciddi ilgilere dönüştürülememekte, siyasal partiler ile insanlar arasındaki bağ, basit bir taraftarlık bağının ötesine geçirilerek, biraz da siyasetin teorisiyle beslenerek ciddi bir ilgi haline getirilememektedir. Esasında devletin ve devletlûların baskılarıyla da bu ilgi, sadece bir basitlik düzeyinde tutulmaktadır. Oysaki bu konularda oldukça ciddi çalışmalar, çözümlemeler de yapılmakta ve siyasal anlayışlar derinleştirilmekte, eğilimler giderek farklılaşmakta, sürekli yepyeni bakma biçimleri ortaya çıkarılmakta. Sonuçta pek de harcıâlem bir mevzu değil bu mevzu ve oldukça ciddiye alınması gereken bir yönü var.

Ben de evet, bir soru sormaktayım, ama “Ne yapmalı?” değil de “Nasıl yapmalı?” babında bir soru. Yani tartışmaları aşan bir yöne, nasıllığa doğru evrilişe çağırmaktayım ama bunu yaparken de içerisinde bulunduğumuz havzanın ve kültürün el değmemiş konularını irdeleyerek, siyasal anlayışların ve kavrayışların arka planına uzanarak, oradan doğru bazı kritik meseleler üzerinde yeniden ve birlikte düşünmeye çağırıyorum. Düşünmenin, yapmanın olmazsa olmaz bir koşulu olduğu çerçevesinde. Çünkü meselenin en ehemmiyetsiz gözüken yönü çoğu kez bu olur her nedense. Göçebe akıl göçü yolda düzmek ister. Oysa bir kez yola koyulduğunuzda, çoğuleyin düşünmek için iş işten geçmiş olur ve çözüm de çoğu kez kaba kuvvetin ya da çoğunluğun baskısının şiddetine bırakılır.

Düşünmeyi küçümsemeyiz belki ama dilimize bir biçimde yerleşmiş olan ve elimizin altında bir avadanlık gibi duran kavramlar ve olgulara o kadar aşina hissederiz ki kendimizi, çoğu zaman bunların üzerinde hiç düşünmeksizin konuşmalara dalarız. Ve hatta bazen de, hemen yanı başımızda bulunan bir dostumuzu aslında hiç de tanımadığımızı fark ederiz, farklı bir karşılaşmaya binaen. O nedenle bunlara yönelik hatırlatmalar ve farklı bakış açıları, kavramın üzerine düşen yeni bir ışık ya da dostumuzun alnındaki bir kırışık gibi, bizi farklı bir sima ile yüzleşmeye tabi tutar. İçerisine gömüldüğümüz bir siyasal mücadelede de, aslında sürecin en olmazsa olmaz gereçleri olan kavramları sırası geldiğinde ne denli alelusûl ve ne denli yerli yersiz kullandığımızın farkına vardığımızda, ne kadar yanlış bir yerde durduğumuzun da farkına varabiliriz. Geç mi kalmışızdır? Elbette ki hayır! Sorun bu geç kavrayışta değildir, bu geçliğin telafisinde, tembellikten ve boş vermişlikten kurtulmakta; hayatın özüne dair bu ilginin sahici bir uğraşa dönüştürülmesindedir. Bir de var ki, şu içerisinden geçtiğimiz kritik günler gibi zamanlar, tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılabilir bizi. Kavramlarla kılgılar birbirinden uzaklaşmış ve insanlar yabancılaşmıştır durdukları zeminle. İşte o zaman bazı yüzleşmeler bizi her şeyi en başından itibaren ele almaya ve hayatın yeniden gözden geçirilmesine zorunlu kılabilir.

Mevcut siyasal iktidarın icraat ve söylemlerinden yola çıkılarak İslamcılığı, en basit tabiriyle tahfif edip gözden düşüren baskın bir dil var. Siz, kitabınızda İslamcılığın, içinden geçtiği ağır kriz ve yetersizliklere rağmen evveliyatından bugüne alternatif bir yol arayan niteliğine dikkat çekmişsiniz. İslamcılık, ülke ve bütün bir yeryüzü için yeni ve etkili çıkışlar üretebilir mi?

İslamcılık temelde bir yenileşme düşüncesidir ve birçoklarının çeşitli tezviratlarına rağmen bu ilkesini korumakta ısrarcıdır. O nedenle değişmekten hiç çekinmez çünkü döngüsel tekrarlar kadar değişmenin de hayatın özüne ait bir esas olduğunu kabullenir. Kendisini belli bir düşünsel ve eylemsel mekâna sabitlemektense, sapakları kullanır ve oralardan doğru yollar çıkarır kendisine. Yanlış da yapabilir bu uğurda ve bundan da çekinmez. Bu nedenle zaman zaman ve bazı kem gözlerce adap bilmemekle de suçlanır. Doğrudur belki bu ama adap dediğimiz göreneğin de bu tür delişmence tavırların tarihe ve topluma hediyesi olduğu da çoğu kez unutulur.

Bu anlamda dinin dünyaya ve geleceğe açık bir yüzü olarak İslamcılık, başlangıcından günümüze gelinceye değin birçok kez kendisini sorguya çekmiş, değiştirmiş ve kitabın temel çağrısını yeniden anlamaya çalışarak kendisini de yenilemiştir. Zaman geçtikçe ve şartlar değiştikçe anlama biçimlerimiz de değişmektedir çünkü. Ve belki de en doğru olanı, temel kavramları ikinci kez okuduğumuzda veya herhangi bir olayı ikinci kez yaşadığımızda, farklı bir anlamayla öncekini aşabilmektir. Çünkü değişen sadece köprülerin altından akan sular değildir. Asıl değişen, değişmesi gereken bizleriz. İki günü bir olmaması gerekenler yani. Mevlânâ’nın söylediği gibi: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”

Medine Sözleşmesi son on yıllar boyunca çokça tartışıldı, siz de kitabınızda ele almışsınız. Sözleşme, yeni bir toplumsallığın inşasına ilham verme potansiyelini ne kadar taşıyor size göre?

Sözleşme, belki de tarihte ilk kez bir şehrin ahalisinin birlikte yaşayabilmenin koşulları üzerinde birlikte düşündüğü, hazırladığı ve/veya katıldığı bir sözleşme olması açısından çok önemli. Öte yandan bu sözleşmeye göre Resulullah, hakem, yani anlaşmazlıkların çözümünde başvurulacak merci pozisyonunda. Medine’deki tüm ahali bir “ümmet” olarak tanımlanmakta ve doğrudan ya da dolaylı olarak bu sözleşmeye katılmakta. Kısacası bu sözleşme insanlık tarihinde farklılıklarla aktedilen bir birlikte yaşama sözleşmesi olarak insanlık tarihinde yeni bir başlangıcı müjdelemekte. Hatta Tahsin Görgün’ün “İslam, Modernizm ve Batılılaşma” adlı kitabındaki nakline göre, 1730’larda hazırlanan “Universal History” isimli tarih ansiklopedisi, insanlık tarihini Hz. Muhammed eksenli olarak “eski” ve “yeni” olarak ayırmakta.

Ancak ne yazık ki Müslümanlar bu sözleşmenin ve onun başlangıç yaptığı yeni tarihin anlamını ve kıymetini yeterince idrak edebilmiş değil. Ve hatta bu konudaki farklı bakışları ve incelemeleri ortaya koyarak belki bizim dikkatimizi metne yeniden çekenler de “maalesef” Batılı bilim insanları. Birçoğumuzun müsteşrik diye hafifsediği Welhausen, Caetani, Watt, Serjeant… gibi. Bu dikkati İslam dünyasına taşıyan ise, yine birçoğumuzun kıymetini yeterince bilemediği Muhammed Hamidullah Hoca. Türkiye’de ise özellikle Ali Bulaç ve Hikmet Zeyveli tarafından konuyla ilgili müstakil incelemeler yazılmış ve konu yeniden tartışmaya açılmıştır.

Sözleşme doğal olarak oldukça farklı okumaları mümkün kılmakta ve dolayısıyla da buradan hareketle farklı toplumsal ve siyasal ufukların imkânını barındırmakta. Kimileri açısından sözleşme, Medine’de kurulmuş olan ilk İslam devleti anayasasıdır ve buradan hareketle yeni anayasalar oluşturmak mümkündür. Bir bakıma içerisinde yaşadığımız koşulları geçmişe uygulama ya da oradan doğru temellendirmek gibi olan bu tip yaklaşımlara pek de katılmıyorum. Çünkü bu, sözleşmenin çok daha geniş ve anlamlı olan çerçevesini daraltarak üzerindeki çok boyutlu düşünmeleri sınırlayan bir yaklaşım. Kimileri ise sözleşmeye çoğulcu bir toplum modelinin birlikte yaşama metni olarak bakmakta. Dolayısıyla sözleşme, oldukça farklı bakışları ve çıkarımları mümkün kılan, dolayısıyla da üzerinde daha çok tartışmaların ve müzakerelerin yapılması gereken bir niteliği haizdir.

İslami çevrelerin çok uzun yıllar boyunca sakındığı, sizin de önceki kitap ve yazılarınızda pek öne çıkmayan “demokrasi”yi, “şûra” kavramıyla birlikte yoğun bir şekilde tartışıyorsunuz kitabınızda. Bu iki kavram dolayımındaki tartışmalardan özellikle İslam düşüncesi ve pratiği, genel olarak da insanlık için hangi neticelerin çıkacağını umuyorsunuz?

Meseleyi özellikle “Siyasal Arayışlar, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitabımda enine boyuna tartışmaya çalıştım. Şurası çok açık ki, Türkiye toplumunun etnik, dinî, kültürel ve siyasal farklılıklarının çeşitliliği ve zenginliğini, cumhuriyetçi bir tek biçimliliğin çerçevesine sığdırmak mümkün değil. Zaten cumhuriyet tarihi bu imkânsızlığı açıkça ortaya koymakta. Hâlâ ardı arkası kesilmemiş olan baskılar, yasaklar, hapisler, sürgünler ve katliamların ardından baktığımızda, duyabildiğimiz sadece derin bir üzüntü, pişmanlık ve acıdan ibaret. Cumhuriyetçi ekâbir ise,  yüzyıl önceki Cumhuriyetçi girişimin minnetiyle bizlere mihnet çektirmekten bir türlü usanmadıkları gibi, bizler de özgürlük, adalet ve barış arayışımızdan hiç mi hiç vazgeçmedik.

Evet, padişahlıktan cumhuriyete geçiş olumlu bir adım ve kimsenin buna bir itirazı yok. Ama bu sadece bir ilk adım. Bu adımı izleyecek olan yeni adımlar atılmadıkça, bu adımın hiç mi hiç kıymeti yok. Çünkü cumhuriyetin, akabinde gelişmesi gereken sair adımlar atılmadığı sürece, biçimselliği dışında, padişahlığın meşruti yönetiminden hiçbir farkı yoktur. Yapılması gereken ise, buna ister şura sistemi deyin, ister demokrasi ya da başka bir şey, çoğulcu, katılıma dayanan, farklılıkların kendilerini ifade ve temsil özgürlüğüne sahip olduğu, güçler ayrılığını ve ifade hürriyetini sağlayan bir sisteme geçiştir.

Ama maalesef Müslüman aydınlar da onlarca yıldır biçimsel bir hilafet takıntısı dışında, bu hilafetin neliği kadar, şura sistemi, bunun tarihsel örnekleri veya neden bu örneklerin yeterince bir uygulanabilirlik düzeyine geçirilemediği; ya da izonomi ve demokrasi ve bunların şura sistemi ve hatta pastoral yönetimlerle farkları veya benzerlikleri üzerinde kafa yormuş değiller. Dolayısıyla da bizdeki siyasal mücadele, daha çok iktidarı ele geçirip karşıtını baskı altına alma ve ezme imkânına sahip olma çabasından öteye gitmemekte. Hatta bu konuda da “arâf” kavramı ve bunun siyasal içerimleriyle ilgili bağıntılar kurulabilmiş değil. Kurulamadığı gibi, tıpkı irfan ya da ârif kavramlarının da tutanın elinde kaldığınca, biçimsel bir değersizliğe teslim edilmiştir. Oysa sadece felsefe değil, siyaset üzerinde de ancak özgün kavramlarla düşünülebilir. Bizim kavramlarımız ise nadanların elinde perişan bir durumdalar ve bizler ise siyaseti kavramlarla değil, kavgalarla sürdürmeye çalışmaktayız.

Siyaset felsefesinden şiire, tarih ve sosyolojiden romana kadar çok geniş ve farklı sahalarda eser veren velûd bir yazarsınız. Bütün bu alanların düşünce dünyanızda tamamladığı çerçeveyi okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?

Belki kuşağımın da bir yönü olan, yabancısı olduğu bir dünyayı, dünyaları tanımak, anlamak, sorgulamak ve cevaplamakla ilgili kaygıların ve sorumluluk duygusunun bir sonucudur bu geniş ilgi. Zira biz hemen hiçbir meselenin enine boyuna tartışılıp önümüze konulduğu bir süreçte büyümedik. Zihnimizde yığınla soru vardı ve bu sorulara ilaveten şehirlere taşınan, orada şehirler ve modernlikle yüzleşen bir kuşağın mensuplarıydık. Bu ise sorduğumuz soruların cevabını da vermek gibi bir yükümlülük altına sokmaktaydı bizleri. Tabi ki bunu da tüm taşralı acemiliğimiz ve cesaretimizle gerçekleştirmeye çalışmaktaydık. Birkaç kuşak devam eden bu süreç, birçok konuda yanılgılara düşmemize de yol açacaktı. Dolayısıyla düşe kalka bir büyümenin karşılığı aslında senin de çok güzel bir biçimde dillendirdiğin yol hikâyeleriyle, düşünsel kazılarla ve kavramsal tanışıklıklarla semerelendi. Ve yolculuk hâlâ sürmekte. Sorunlar kadar ilgilerimiz de devam etmekte. Sormaktan ve yormaktan yorulmadık henüz ve dünya da önümüze yeni soru(n)lar koymaktan vazgeçmedi. Garaudy’nin söylediği gibi, zaman zaman cemaatlerimiz değişse de kendimizi ve dünyayı anlama ve değiştirme çabamız hiç değişmedi. Tüm kitapların bir tek kitabın anlaşılma ve yorumlama çabasının bir ürünü olduğu bilinciyle, kitaba, topluma ve Allah’a karşı sorumluluğumuzu ifaya devam etmekteyiz.

Söyleşi: Ahmet Örs

Ümit Aktaş: 1955 yılında, Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. Orta öğrenimini Erzincan’da tamamladıktan sonra, İstanbul’da, YTÜ Elektrik Mühendisliği bölümünü bitirdi. Üniversite yılları içerisinde şiir yazmaya başladı. Şiir ve denemeleri, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. 1989 yılında yayımlanan ilk kitabı olan Toplumsal Hareketlerde Yöntem’i, Anarşizm, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Okuma Serüveni, Akıl, Aşk ve İslam, İslamî Hareket -Etik, Estetik, Politik-, İslamî Hareket ve Yöntem, Toplumsal Hareketler ve Devrimler, İnsan ve İslam, Bir Kriz Sürecinde Strateji Arayışları, Edebiyat, İdeoloji ve Poetika, Çağımızın Tanıkları, Yüzyıl ve Gelecek gibi araştırma-deneme çalışmaları; Âdem, Rüya, Yeşil Vadi, Musa ve Yol Arkadaşı isimli romanlar; Cennetten Düşüş ve Şehri Terketmeden Önce isimli şiir kitapları izledi.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Söyleşiler

Eyyüp Bozkurt: Yeryüzünün Lanetlilerini Pek Düşünen Yok!

Yayınlanma:

-

Cezaevi ziyaretlerimizden birinde kendisiyle tanıdığım Eyyüp Bozkurt ile 25 yıllık mahpusluğun ardından yayınlanan ilk kitabı ‘İçerden Sesler’i konuştuk. Okurları bu seslere kulak vermeye çağırıyoruz. Çeyrek yüzyılda bizzat damla damla dolup kitaba taşmış sesler bunlar. Kurgu değil, ağır gerçekler. 

Dile kolay, tam 25 yılınızı mahpus olarak geçirdiniz. İnsanın uzunca bir süre küçücük bir alanda tecrit edilerek kapatılmasının bir cezalandırma yöntemi olarak mahiyeti pek sorgulanmıyor. Siz bu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz?

TECRİT Arapça bir tabir ve en geniş anlamıyla “soyutlama” demektir. Soymak, soyutlamak, ayırmak, arıtmak vb. anlamlara gelen fiil kökünden türeme bir isimdir… Mahpushanede genel yatar durumunu ifade etmez tecrit. Yine sakin sayısı üç, beş, yedi kişi beraber kalınan bir koğuş ortamı, yanı sıra mahpusun kendi isteğiyle bir hücrede veya bir odada tek kalması “tecrit” tabir olunmaz. Tecritten murat bir mahpusun, diğerlerinden ayrı ve tek başına ve bir tür ceza olarak tutulmasıdır. Bu, cezaevi içinde ayrı bir ceza uygulaması gibidir. Genel cezanın yanı sıra, bazen mahpus için, işte cezasının şu kadar ayının/gününün hücrede/tecritte geçirilmesi karara bağlanır…

Tabi normal özgür dünyadan ve tüm nimetlerinden soyutlanıp cezaevi denilen bir kapalı mekânda tutulmak da, dışarıda kalan dünyaya/hayata karşın tecrit olarak adlandırılabilir. Sorunuzda kast olunan anlam bu, zannediyorum… Tecrit veya mahpusluk görünür bir duvarın ötesinde kurulan küçük ve kapalı bir dünyanın içine kapatılmışlık halidir. Güvenlik ve disiplin gerekçeleriyle tesis olunan bu sistematikte cezalandırma, mahpusun zaman algısını, her tür ilişkilerini ve ruhsal bütünlüğünü kemiren ve bozan bir törpüye dönüşür. Uzun yıllara yayılan cezalandırmada kitapta detaylarına giremediğim ve doğrusu dile getirmesi kolay da olmayan nice sorunlar söz konusu.

Mahpus kendi iç sesinin ve düşüncelerinin tekrar eden yankılarıyla bir tür içsel yoğunluğa ve yorgunluğa girer. Uyku bozuklukları, türlü katmanlı anksiyete ve duygusal donukluk tabir edebileceğim mahpuslara has durum… Bu yan etkiler cezalandırmanın amaçladığı “düzeltme ve ıslah”  fonksiyonunu zayıflatır. Zira zihinsel ve duygusal bütünlüğü bozulan mahpus çalışma, empati ve topluma katılım ve uyum kapasitesinde ciddi sıkıntılar yaşayacaktır.

Evet, kuşkusuz hapis/tutukluluk bir insanın hayat akışında çok ciddi bir durum değişikliğini ifade eder. Normal hayatın bir parçası gibi dursa da cezaevleri, mahpusluk dışarıdaki hayatın hiçbir haline ve vetiresine yerleştirilebilecek veya gündelik hayattan herhangi bir durum ile mukayese edilebilecek bir tecrübe değildir. Ez cümle anlatıda bu müstesna mekânın nasıl bir yer olduğunu resmetmeye ve mahpusluğun yalın ve canlı bir tasvirini yapmaya çalıştım…

Savcı, hâkim, polis, karakol, mağdur ailesi ve yakınları, suçlu ve mahpuslar… Hukukçular, düşünürler ve yöneticiler… Olguların algılanmasına nerden baktığımıza bağlı olarak farklı değerlendirmelerde bulunmamız anlaşılır bir durum. Benim açımdan tecrübe ile sabit olan, uzun yıllara yayılan kapatılmanın çok ağır ve elim bir cezalandırma yöntemi olduğudur.

Burada cezanızı sadece siz çekmiyorsunuz; cezanız şahsınıza kesilmiştir, lakin sizinle beraber başta aileniz olmak üzere cümle yakınlarınız enva-i tür ceza çekmektedir. Mağdurlar açısından bakınca cezalar az bulunur. Yürütme erki ve yargının kalemiyle dile gelen şunca yıl hapis, onlar tarafından cidden idrak edilen bir hakikat midir, emin değilim. Bir hâkim, savcı veya komiser hatta adalet bakanı 15-20 yıl tek parça yatmanın nice bir yatış/ batış olduğunu elbette ki bilemez. Bunu, dışarıdaki hiçbir insan hakkıyla idrak edemez.

Bir sebepten içeriye misafir olan polis, hâkim, yüksek yargı mensubu vs. zatlarla bu konuyu konuştum. “Mahpusluk bildiğimiz bir şey değilmiş ve essahtan da çok zormuş”. Ortak dedikleri bu. Mahpusluğu bir süre idrak edebilseler, mağdur ailelerinin bile “suçlular” için bu denli uzun ve ağır cezaları, kullara reva görebileceğini zannetmiyorum… Burada ciddi bir problemimiz ortaya çıkıyor: Artan suçlar ve cezaların suçları önlemede yetersiz kalışı ve habire değiştirilen ceza ve infaz yasaları… Büyüyerek devam eden sorun.

Meri sistemde umulan yararlar ile varılan sonuçlar arasında geniş bir mesafe var. Ve bu mesafe kapanacağını umabileceğimiz bir seyirde gitmiyor maalesef… Cezanın mahpusta yaptığı fizik ve psikolojik yıkımlar ceza sonrası hayatını idame ettirebilmesini ve topluma bırakınız faydalı bir birey olarak katılımını, kör topal bir yol yürüyebilmesine bile imkân bırakmamakta.

Uzun metraj mahpuslukta evli veya bekâr – durum farkı elbette ki var- her halükarda ailelerinizle aranıza çeşitli dozlarda mesafelerin girdiğini görürsünüz. Kaldı ki tanışlar ve toplum ile… Yaşanan değişim, araya giren fasıla, oluşan boşluklar, almanız gereken yollar git git kapanabilecek bir süre(ç) değildir!

Uzun dönem hapislik sadece mahpusu değil, onun ailesini ve çevresini de yaralar. Zamanın hükmüyle aile bağları zayıflamıştır. Dışarıya çıkan mahpus “yabancılaşmış” biridir, biraz yabanidir de. İşbu yabanilik ve hırpanilikte iş bulmak, ev yuva kurmak, sosyal güven tesis etmek, sıradan ve normal bir gündelik hayat yaşayabilmek, evet itiraf etmeli ki çok zordu-r!

2001 öncesi dönemi de sonrasındaki F Tipi “Yüksek Güvenlikli” cezaevi sürecini de içeriden biri olarak yaşama, gözlemleme imkânınız oldu. Kısaca en temel farklılık neler? Hangisi daha insanca?

Yaygın kanaatin aksine F Tipi cezaevleri fizik şartlar itibarıyla diğerlerinden daha kötü değil… 2001 yılı ülkedeki cezaevleri tarihinde bir dönem değişikliğini ifade eder mahpuslar ve yakınlarının gözüyle süreç başkadır, devlet açısından hikâye daha başka… Genel anlamda rahatlık belki gevşeklik ve yer yer laçkalık vardı. Sayım ve arama yapılmayan/yapılamayan koğuşlardan tutun içeriye hemen hemen her şeyin çok büyük zahmetler ve bedel gerektirmeden girebildiği bir dönemden bir çiğ yumurtanın bile kodese dahlinin neredeyse imkânsız kılındığı bir vasata geçiş, hatırlarsınız belki kolay olmadı. Yapılan operasyonlar kanlı oldu ve nice bedeller ödendi… Ama devlet neye mal olursa olsun gözünü karartmıştı. Geçiş süreci bir hayli sancılı ve zor olduysa da zamanla devlet açısından taşlar yerine oturdu sayılır ve F Tipi dediğimiz sistem yeni yapılan T ve L Tiplerinde aynı paralelde oturtulmaya çalışıldı. Eski dönem cezaevleri de, artık ne kadar olabildiyse…

Güvenlik ve disiplin öncelikli bu sistemde ülkedeki ekonomik kalkınmaya denk gelen yıllarda bazı iyileştirmeler de görülür. Sağlık hizmetlerinden bu dönemde mahpuslar da daha sağlıklı yararlanır olduk, örneğin. Binalar daha temiz, odalardaki sayı azlığına bağlı olarak genel ve bulaşıcı hastalıklarda önemli oranda azalmaya sebep oldu.

Kalabalık ve rahat ortam ve mekândan çok daha az kişiyle görüşme ve irtibatın olduğu yeni süreçte mahpuslar en geniş anlamda son derece olumsuz etkilendiler, diyebilirim…

Zamanla alışılmayan ve ünsiyet kurulmayan durum yok, insan isminin ünsiyet ile aynı kökten geldiğini söyleyen dilciler de var. Rahat demler ve dönemler geride kalınca mecbur alışıyorsun veya alışmaya çalışıyorsun. Doğrusu F Tiplerinde mahpusun dûçar kılındığı mahrumiyetler haber bültenlerine konu olan bazı trajikomik haller uzun uzadıya anlatılabilir ama yeri değil…

Hangisi daha insanca sualinize gelince, insanca olan bir cezaevi sistemi yoktur! “İNSAN” unsuru çok önemli; iyi bir idareci ve ekiple en sıkı uygulamasıyla maruf bir F Tipi cezaevinde mahpuslar daha insanca hissedebilirler. Bu, zor ve masraflı bir şey asla değildir. Üç beş jest insanca hissetmeye kâfi gelebilir. Diğer yandan doksanlı yıllarda sözüm ona en rahat dönemlerde herifin teki yönetici veya savcı olarak neyse kuruma gelir ve tabirimi mazur görün hayatı çekilmez kılıp ortamın içine edebilir. Muhtemelen bu olgu her kurumda gözlemlenebilecek bir durumdur. Ama totalde F Tipi sistemde ve yeni süreçte mahpuslar daha edilgen baskılanmış, tecritleri arttırılmış durumda iken devlet/memur olaya daha hâkim gibidir.

Bir insan ömrü için çok uzun süreler hapiste kaldınız. Çıktıktan sonra karıştığınız hayata dair şaşkınlıklarınız, hayret ve hayal kırıklıklarınız nelerdi?

Cezaevinde dış hayattan izole edilen mahpuslar geride bıraktıkları hayatı hasbelkader takip edebiliyorlar. Aile avukat ziyaretleri ile sınırlı bilgiler alınabilmekte, gazete ve TV sayesinde de aktüel gündemi takip etmek mümkün. Yıllar yılı düzenli olarak şu kadar gazeteyi, köşe yazarını, siyasiyi vs takip edince hangi zat yazısına nasıl giriş yapacak, nereye getirecek ve nasıl bağlayacak…  O yazı önceden elinizden geçmiş gibi hisseder duruma geliyorsunuz. Hakeza, siyasi aktörlerin konuşmaları da… Fakat zamanın hükmüyle belli bir aşamadan sonra takip devam etse de ilginizin azaldığını görüyorsunuz. Dışarının da sizden usul usul uzaklaştığını… His ve zaman olarak.

Dert-dava sahibi mahpusların durumu ile adli nedenlerle yatan çoğunluk mahpusların halleri çok farklı. İlk grubu oluşturan “siyasi” suçlular genel anlamda daha rahat yatmakta, zamanları daha verimli geçmekte ve daha düzenli bir yaşamları olduğu için her anlamda daha sağlıklı kalabilmekteler… İnsanı en çok ayakta ve diri tutan şey, uğruna can, mal ve ömür koyduğu davası ve mücadelesidir.

Süregiden bir hareketin/davanın devinimi ve soluk alışı içeriyi de adeta canlı tutar. Gözünüz ve kalbiniz bu anlamda dışarıdadır. Böyle olduğundan dolayıdır ki bir gün “O GÜN” gelir de tekrar nasip olursa özgürlük, “nerde kalmıştık dostlar!” heyecanı ve coşkusuyla bir ömür yatılır. Olsa üç ömür de yatılır. Bu, hem çok güçlü bir umut ve motivasyondur hem de en geniş anlamıyla siyasi suçların hem bedenleri hem de ruhları için tiryaktır…

İnsan olarak aileniz akrabanız, doğup büyüdüğünüz şehir çevreniz vs için oluşan hissiyatı az çok tahmin edersiniz. GURBET ile benzerdir, şu farkla ki, tadı kıvamı çok daha koyu bir gurbettir, mahpusların yaşadığı.

Mahpus için iki olgu var oldu; dışarıda geride bıraktığı davası-kavgası ve beşer olarak hasretini yaşadığı şehir ve ayrı düştüğü ailesi. Yıllar yılı Batman’ı rüyamda gördüm. Bir insan doğup büyüdüğü şehri kaç defa görür ki rüyasında! Mahpus için, müebbet hapis yatan biri için sayılar bir dönem sonra anlamını yitirmekte. Sadece koyu, ince bir sızı duyarsınız oranızda, acır durur. Rüyasını daha görmeseniz de, ağrısı sürer.

Açık ziyaretlerde aileme -ki aynı zamanda aynı davanın çilesini beraber çekmişiz- arkadaşlarımı çok sormaklıktan inceden fırça yediğimi anımsadım şimdi. Kaç zaman sonra gelmişiz, yarım saatimiz var, şu dar vakitte de “o, bu ne yapıyor”u soruyorsun!

İçinden geldiğim gelenek, dünleri bugünleri adına sevdiğim bir tabir olmasa da yaygın kabul gördüğü için kullanabilirim, İSLAMCILIK denilen kulvardaki yapıların, cemaatlerin hikâyelerinin adam akıllı yazılmamış olması çok ciddi bir eksikliğimiz ve belki ayıbımız olarak orta yerde duruyor. Sadece hikâyeleri değil, çok yönlü özeleştiri de elzemdir. Bizim İslamcı müktesebatımız neden bir arpa boyu yol alamadı/alamıyor, dindar halk kitlelerine ulaşamıyor ve açılamıyoruz? Ve talaşı ortaya koyduğu üründen kat be kat fazla olan kabiliyet yoksunu marangoz gibi, insan hurdalığımızdaki bereketin sebepleri ne ola!

Bu iki veçheli manzarayı güzel sualinize cevap bağlamında girizgâh olsun diye çizmeye çalıştım. Bir beşer olarak gurbetlik bitip de memlekete dönmek itibariyle yaşananlar ve davasına, arkadaşlarına kavuşacak olmanın heyecanıyla yanıp tutuşan mahpus.

İlkinden başlayacak olursam; memleketteki büyümenin artan bolluğun şehirlerde yoğunlaşan nüfusun teknolojide yaşanan akıl almaz hız ve seviyenin teorik bilgi düzeyinde farkındaydık. Tabi içine adım atıp çıplak gözle görmek bambaşka oldu.

Batman’ın rüyasını görüp durdum, lakin özgürlüğün ilk ayları İstanbul’da geçti. Eski halini bilmediğim devasa İstanbul çok kalabalık geldi bana. Ve yorucu ve her anlamda yorucu… Gecenin bir vakti cezaevinden dışarıya adım attık. Aile ve arkadaşlar araçlarla bekliyordu. Hızlı bir kucaklaşma faslından sonra Bolu’dan yola koyulduk. Bir an önce bunları evlerine ulaştıralım hali vardı. Akşam/gece vakti serbest adım atmak inanılmaz bir duyguydu. Bir tesiste tenhaya çekilip bir başıma biraz yürüdüm. Yanaklara süzülen gözyaşlarının sebebi hangi hissiyattı, tarif etmek kolay değil. Ama yoğun ve çok güçlü bir histi bunu söyleyebilirim.

O gece ve takip eden günlerde aile akrabalardaki ve yine yüz yüze görüşmelerde olsun, gelen telefon aramalarında olsun dava arkadaşlarımdaki büyük sevinci vurgulamalıyım. Üzerimdeki gözlerin ne gördüğü kadar neler arandığı da dikkatimi çekti. Sadece antika bir malzemeye bakar gibi değil ne halde olduğumuzu gözlemek, çözümlemek isteyen nazarlardan, nasıl desem, biraz sıkıldığımı da hatırlıyorum.

Üzerimdeki yabanilik de bu nazarlara biraz neden olmuş olabilir, bilemiyorum. Bizim için yeni bir dizi şey karşısındaki cahilliğimiz hemen gün yüzüne çıkıverdi. Önümüzde duran ‘şu binaya nasıl girilir’den tutunuz, açık araba bagaj kapısını kapatmak için nereye dokunmak gerektiğine kadar… Çok şey öğrenmek gerekliydi ve hâlâ gerekli.

Yol yürümek, uzun uzun yürümek güzeldi ve fakat garipti ve yer yer tedirginlik hissi verdiğini söyleyebilirim. Büyük şehirin kalabalığı ve gürültüsü yoruyordu mahpusu…

İlk haftalar yoğun “geçmiş olsun” trafiği ile geçti. Gitmeler gelmeler, arada biraz gezmeler de oldu. Boğazda tekne turu, Adalar’da gezinti. Yaptığımız birkaç teşekkür ziyareti.

Mizacen durgun biriyim ve de sessiz. Mahpusluk kelamdaki kelimelerimi bir hayli de azaltmıştır. Buna ilaveten uzun yol mahpusunda mukadder olan genel konuşma güçlüğü ve konuşurken kelime aranma. Bu sıkıntıyı biraz bekliyordum, lakin vaka beklentimden daha güçlü çıktı. Altıncı yılımız ve konuşmak benim için hala kolay bir şey değil.

Ramazan’da tahliye olmuştuk, dışarıda idrak edilen sahur ve iftar… ALLAH’A HAMD OLSUN! Ve bayram namazı… Camide tekbir sesleri yükselince o an yadıma içeride geçen bayramlar geldi ve geride bıraktığımız, umutla özgürlük yolu gözleyen mahpus dostlar. Sarsıldım, baya sarsıldım!

O ilk günlerde bir iftar davetinde on on beş kişi varız… Çoğu eskiden tanıdığım bildiğim arkadaşlar, birkaç da gıyaben bildiklerim. Merhabalar, hal hatır sormalar derken, bende muazzam bir zihni faaliyet başladı. Farklı illerden arkadaşlarla tanıştığım zamanlardan, arada yaşananlardan, o dönem konuştuklarımızdan hatıra heybemde ne varsa adeta hepsi dörtnala zihnimde cirit atıyordu. Ve bir yorgunluk geldi ki bana gayri ihtiyari gözlerim kapanıyor. Direniyorum, ama ne mümkün! Küt, kafam önüme düştü! Yanımdakiler iftara yakın yorgunluğa yordular, ezana az kaldı filan dediler. Oysa benim zihin şalter atmıştı. Birden yığınla konu konuk, anı-hatırat zihne yüklenince ve zihin bunları takipte zorlanınca yan yatıvermişti!

Bu, cezaevinin bizden aldığı bir şey. Görünürde mental bir sıkıntı yok ancak yoğunluk olunca zihnin kapsama alanı ve hafızanın tutup kavrama mekanizmasında bize has bir atalet ve sakilliğin oluştuğunu gördüm. Normal hayata devamla birlikte, zamanla azalır, geçer mi bu sıkıntımız diye ummuştum. Ama öyle olmadı sayın seyirciler. Akli meleke yerinde dursa da, hafıza/kavrayıp tutma, nasıl desem yer yer biraz patinaj yapıyor sanki…

Abimlerde kalıyordum, gelen giden oluyordu. Bir gün yengemi mutfakta ağlarken gördüm, ama bir değişik ağlıyor. Hayrola yenge dedim, inşallah üzüntü ve yorgunluktan değildir. Yok, dedi, haylidir bu misafir yoğunluğu olmamıştı. Misafirin hiç eksik olmadığı Batman yıllarımız aklıma geldi, o demlerin sevinci ve heyecanıdır beni ağlatan…

Bir süre sonra yine bir akşam vakti Batman’a gitmek/girmek nasip oldu. Güçlü bir heyecan ve duygu durumu bekliyorum kendimde, ama o nevi bir heyecanı, bir ay kaldığım Batman’da pek hissetmedim. Sadece pek değişmeyen evimizin de olduğu cadde ve sokaklarda dolaşırken bir parça alabora durumu oldu. 7 yıl yol yürüdüğüm imam hatip lisesi civarında biraz duygulandım… Şehir insanla var, araya giren yıllar ortada pek bir “insan” unsuru bırakmayınca, aşina olmadığı yüzlerle dolu şehrinde dolaşırken ne hissedebilirdi mahpus!

Batman benim eski Batman’ım değil artık. İstanbul’da oturuyorum, burayla da çok bir aidiyet bağı kurabilmiş değilim. Bir tür yersizlik yurtsuzluk durumu mahpusun yaşadığı. Zamanla oturduğu Fatih ilçesiyle kısmi bir ünsiyet ve bağ kurmuş durumda. Diğer yerlerden Fatih’e avdet edince, mahallemize geldik hissiyatı bu, o kadar…

Derdimiz ve arkadaşlarımız bağlamında da birkaç değinide bulunmak isterim. Çıkışımızda bizleri bekleyen müşkülatları detaylı olarak öngöremesem de, hazırlıkta bulunmak gerektiğini, ziyaretime gelebilen dostlarla paylaşmıştım. Hayırlısıyla bir çıkın, sizin için her şey düşünülmüştür, müsterih olun, denildi… “ Her şey”in ez hülasa bir insanın mütevazı bir izdivaç masrafı ile mahdut olduğunu görmek mahpusu yaralamıştır. İş, eş arayışı vb. sorunlarla ferden göğüs germeleri, mahpusların kolay baş edebilecekleri sıkıntılar değildi-r. Hala evlen-e-meyen ve bir düzen tutturamayanlarımız bulunuyor ve derd-i maişetin en başat meselemiz oluşu buna mecbur ve mahkûm oluşumuz biraz hazindir.

Aile, akrabalar ve dahi arkadaşlarımızda gözlediğim “şimdi ne yapacaklar, nasıl yapacaklar, yapabilecekler mi” endişeleri, daha doğrusu, endişenin bu paranteze sıkışması canımı sıkmış ve acıtmıştır. Hali vakti hayli yerinde birkaç arkadaş nezdinde, bana uygun bir iş olmadığını öğrenmem sıkıntıdan öte benim için hayal kırıklığı oldu. Kullardan ne istenip neler beklenemeyeceğini acıyla öğrendim.

1994’te durmuştu takvimimiz. Hissen ve kalben 94 model olarak çıktık. Ve fakat dışarıda çok şeyin değiştiğini gördüm. Çok ziyade “bilgi!” ve BEN var ortalıkta. Herkes her şeyi biliyor maşallah! Dış satıhta sınırlı kalıp neredeyse hiçbir meselede öze taalluk eden bir dil ve üslup bulunmayan ortamlarda mahpus, garip ve yalnız hissetmekte. Herhangi bir hususta esasa dair çerçeve ve üslup çizmeye çalışıyorsunuz, fakat sözleriniz hazirunun dimağına ulaşmıyor. Başka bir evrenden kelam ediyorsunuz sanki. Hemen sığ, yüzeysel ve mutaassıp sulara dönülüyor…

Fakir de olsanız -ki eskiden yaygın olan fakirlikti ve çok az zenginimiz de azıcık zengindi- ahlakınız, koşturmanız ve varsa biraz bilginiz ile değer görüyordunuz… Hayal kırıklığı ve dehşetle gördüğüm bir şey ise şu: Değer ve itibarınız paranız kadar var! Paranız az ise veya yoksa pek bir değeriniz yok ve yoksunuz! Paranız çoksa, en iyi sizsiniz, özünde, af buyurun, hanzonun teki bile olsanız durum değişmez.

Koca koca adamların, okumuş güngörmüşlerin, yaşını başını almış kimi insanların, parasından başka dişe dokunur bir hususiyeti olmayan, belki gırla defosu bulunan sonradan görme insanlara karşı el pençe divan durmaları, izzet ve ihtiram göstermeleri mahpusun anlayabileceği ve de kaldırabileceği bir şey değildir.

Söylemek ile yapmak farklı şeyler. Yapmadığı bir şeyi yapmış gibi resmedip yaymak, yapacağım dediği şeyi ise yapmamak ve dahi “bunu demedim” deyip inkâr etmek… Mahpusun midesi bulanmıştır.

Meraklı bir ahali olduğumuz söylenemez. Yanı başımızdaki tarihsel anıtlara dönüp meraklı gözlerle bakmaz, inceleyip etüt etmeyiz. Genel ilgi bir yana, herif şunca yıl hapis yatmış, etraflı bir sohbet ile sorup anlamaya çalışayım; içeride ne yaptınız, ne yediniz, ne içtiniz… Sual edip öğrenmek isteyen olmadı desem abartmış olmam! Heybenizde ne var, dışarıyı nasıl buldunuz, ne hissediyorsunuz diye merak eden de pek yok. Tuhaf bir durum doğrusu. Sebebine dair oturmuş net bir kanaatim yok ve fakat insanların yanlarında yörelerinde çok görülmek istenmiyoruz izlenimi oluştu bende. Azatlıkta tanışıp içten ilgisini gördüğüm zatlar var, sağ olsunlar. Ama onca hukukunuz olan kimi insanlarla böyle/ bunca uzak oluş nasıl söyleyeyim, içimi acıtıyor!

“İçerden Sesler” adlı kitabınızı cezaevinde kaleme aldınız. Dışarı çıktıktan sonra cezaevine bakışınızda bir farklılık, yorum ve değerlendirme farkı oldu mu?

Mahpushane çok uzun yıllar geçse bile alışılamayan bir yer. ÖZGÜRLÜĞE ise yine nice zamanlar onsuz kalsanız da hemencecik uyum sağlarsınız. Değindiğim uyum ve ayakta kalma zorunlukları bir yana mahpusluk çok çabuk geride kalıyor. Ki dört duvar arasının kimi tortusu dursa da böylesine hızlı ve kolay geride kalması öngörülerim arasında yoktu. Mahpusluk ve anıları bir gölge gibi peşimden gelir gider zannediyordum, ama pek öyle olmadı. Mahpushaneye bakışımda bir değişiklik yok lakin “İçerden Sesler”i yazdıran ortam cezaeviydi. Yaşanmışlık olmadan o tecrübi bilgi ve hissiyatla yazmak, yazabilmek pek mümkün olmazdı.

Oradan, o şartlarda o kadar uzun süre kapalı kaldıktan sonra beden, bilhassa ruh sağlığınızı muhafaza edebilmeniz muazzam bir sabır ve direnç neticesi olmalı. Bir dava uğruna hapse atılanlar ( siyasi mahpuslar ) ile adli hükümlüler genel olarak nasıl tepki veriyorlar uzun kapatılma süreçlerine?

Dışardaki akranlarımızı görünce bedenen çok kötü durumda olmadığımıza dair kanaatim gelişti. Bazımızdaki kimi irili ufaklı rahatsızlıklar normal hayatta insanlarda görülebileceklerin çok fevkinde durumlar değil. Moral ve ruhsal açıdan yara berelerimiz elbette var, bazısı kendimize bazısı dışarıya dönük kimi kırgınlıklarımız ve hayal kırıklıklarımız da mevcut. Örselenmişlik, çok yönlü bir şekilde uzun dönem mahpusların sinesinde yer tutar.

Siyasi mahpuslar totalde adli suçlulardan daha uzun dönem yatageldiler. Çok uzun dönem hapis yatma olayı neredeyse siyasi suçlulara has. İnfaz yasalarındaki iyileştirmeler, af yasaları vs. son 35 yıl boyunca siyasi suçluları hep teğet geçti. Yine de on yıl, on beş yıl hapis yatmak insan ömrü için oldukça uzun bir dönemdir. Ve ruh-beden sağlığından olmak için yeter sebeplerin ziyadesiyle bulunduğu cezaevlerinden adli veya siyasi fark etmez, bir mahpusun orta karar bir sağlık durumuyla cezasını tamam eylemesi kayda değer bir başarıdır.

Örgütlülük durumu, dava bilinci ve adanmışlık cezayı rahat yatmada ve sağlığı muhafazada siyasi mahpus için güçlü dayanak noktalarıdır. Buna karşın adli mahpus tüm güçlüklerle ferden baş etme durumunda. Öyle olunca adli mahpuslar cezaevlerinde daha çok çile çekmekte ve daha çok hırpalanmaktalar.

Yatılacak cezanız 25 yıl, beriki adli mahpusun yatarı ise 10 yıl olduğunda beraber yattığınız onar yıl sizde aynı tesiri yapmaz. Ufka bakınca mesafesi 10 yıl olan adli mahpusun umutları daha diridir. Ümit ve heyecanınızı 25 yıl sonrasına göre düşünmek ve düşlemek tabiatı ile daha ağır gelir. Adli ve siyasi mahpuslar arasında ceza süreleri daha az olduğundan dolayı adli mahpuslar lehine böyle bir avantaj var, diyebilirim. Diğer ekseri durumda siyasi mahpuslar duyarlı, dinamik ve bilinçlidirler.

Yaklaşık 20 kişilik bir avukat grubu cezaevlerindeki siyasi mahpusları ziyaret edip insani ve hukuki dayanışma vazifemizi ifa etmeye çalışmıştık. Ben de şahsen sizinle bu vesileyle tanışmıştım. Biz avukat olarak görüşme odasına kadarki kısmı görüyor, tecrübe ediyorduk dışarıdan. Bu ziyaretler içerden nasıl görülüyor, karşılanıyordu?

Hukuk cephemiz çok güçlü, yekpare ve organize değil maalesef. Doksanlı yıllarda ilk tutuklamalar ve takip eden muhakeme fasıllarında dert-endişe sahibi Müslüman avukatlardan bazısı sağ olsunlar ilgilerini Müslüman siyasi mahpuslardan esirgemediler. Tabi dosyalara cezalar kesilip onanınca, hukukçularımızın bir işi kalmadı gibi bir şey oldu ve pek uğramaz oldular. Oysa içeri ve dışarı arasında çok önemli ve güçlü bir kanal hukukçular. Gel gör ki yaşanan savrulmalar, ihmaller derken bu kanal pek işlemedi. Hayli zaman böyle geçti. Sizin cezaevi ziyaretleriniz böyle bir vasata denk geldi. Cezaevlerinde meskûn ve biraz metruk Müslüman mahpuslar kimi hamiyetli insanların hatırlaması ve hatırlatmasıyla diyeyim hukukçularımız gelir gider oldular… Bunun küçük dünyamızdaki yerini ve karşılığını bizde gözlemiş olmanız gerekir. Kendi adıma söylersem yüz yüze ziyaretlerde olsun mektuplaşmalarımda olsun her vesileyle minnettarlığımı ifade edegeldim. Baya yazıştık, kitap paylaştık, dertleştik vs. İş bu samimi ilginizin küçük dünyamızdaki yerinin büyük olduğunu belirtmeliyim.

Bugün etkili ve yetkili bir adalet bakanı olsanız ve size cezaevlerine beş dokunuş hakkı tanınsa ne gibi değişiklikler yapmak isterdiniz?

Devlette işler ve işleyişler bu kolaylıkta değil maalesef. Genel şeyler söyleyebilirim ancak. Güvenlik ve disiplin odaklı olunca insan unsuru ihmal olunuyor. Mahpuslar ve aileleri yakınları bağlamında yaşanagelen mağduriyetlerin giderilmesi sadedinde bir dizi iyileştirme yapılabilir. İçeridekilerin tecriti azaltılıp kendi aralarında daha fazla zaman geçirip etkinliklerde bulunmalarını temine çalışırdım.

Psikososyal uzmanların, öğretmen ve diyanet görevlilerinin mahpuslarla iletişimini çok daha işlevsel kılar ve kolaylıklar sağlardım. Zira bu nispeten “sivil” temaslar mahpusların kalplerine daha etkili olarak ulaşabilmekte ve olumlu neticeler alınabilmektedir

Mahpusa az sayıda kitap veriliyor, bu sınırlamayı gevşetirdim. Kişi başı üç beş kitap yerine dönüşüm imkânlı kırk elli kitap. Ta ki inceleme araştırma okumak isteyen mahpuslar rahat çalışabilsinler.

Ve kimi kimsesi, geleni gideni olmayan sahipsiz ve yoksul mahpuslara, suç durumlarını baz almadan asgari geçim için bir tür iaşe fonu sağlardım. Bu mali yükler esasen çok değil, ama toplumun ilgisine sunup bir şekilde desteğini sağlamak zor değil. Millet olarak eksiğimiz gediğimiz evet çoktur, diğer yandan çaresiz ve kimsesizlere yardım çağrısı havada kalmaz diye düşünüyorum.

Sorun, cezaevlerinin ve duvarın öte tarafında yaşanan sıkıntıların bilinmeyişiyle ilgili. Makul olarak gündeme getirilip toplumun vicdanına arz edilirse, gerekli ilgiyi ve desteği göreceğini söyleyebilirim. Gel gör ki “Yeryüzünün Lanetlileri”ni pek düşünen eden olmamakta. Ve düşenin dostu da kalmamakta. Allah düşürmesin!

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Yavuz Yazıcı: Lazca Artık Son Dönemlerini Yaşıyor

Yayınlanma:

-

Kardeşim bir Laz kızı ile evlenince ben de Lazlar, Lazca ve Laz kültürüne dair yeni şeyler öğrenme fırsatı edindim yıllar önce. İstedim ki bu dil ve kültüre dair gerçekleştirdiğimiz sohbetlerden Yeni Pencere okurlarına sunayım bir parça. Yavuz Yazıcı hoş muhabbet bir emekli polis. Lazca ve Laz kültürü üzerine birkaç isimle daha konuşacağım. En yakınlardan başlıyoruz. Dinleme önerisi ile buyurun okumaya.

Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanımlama içinde Laz olmak kaçıncı sırada yer alıyor?

Biz Lazlar her daim kendimizi Türklük ve Türk kavramı içerisinde bir kültürel mirasın temsilcisi gibi görmekteyiz. Açmak gerekirse; çok eski tarihlerden beri Türk kavimlerinin içerisinde çoğunlukla asimile olmuş bir milletiz. Laz olmak bizim için önemli bir olgu ama Türklüğü ve Türk milliyetçiliğini de özümsemiş durumdayız. Bu sebeple kendimizi çoğunlukla Türk olarak görmekteyiz. Özellikle yeni nesilde Laz mirasına yönelmeyi de görmekteyiz. Bu yönelme genelde müzik alanında ve festivaller kapsamında yapılan Lazca söylemler üzerinde ilgi uyandırmakta. Farklı bir yönelim; yani öğrenelim Lazca’yı, bilelim, Lazca konuşalım gibi bir yönelim yoktur.

Lazca ana diliniz mi? Nerde nasıl öğrendiniz?

Lazca aile içinde kullandığımız ana dilimiz. Şunu belirtmek isterim ki biz, çoğunluğumuz, yani 1969-75 yılları arasında çok odalı büyük bir Laz evinde kalırdık. Burada herkes, babam dedem babaannem amcalarım teyzelerim vesaire, herkes bir aradayken Lazca konuşuyordum. Yazamazdık ama hepimiz bu dili biliyorduk o zaman. Anadilimizdi. Dışarıda, okulda ve çarşıda Türkçe konuşurduk. Laz olanlarla bir arada, dışarıda Lazca da konuşurdum. Bu dili büyüklerimizden öğrendik ama şu anda kendimiz ve çekirdek ailemizde pek konuşulmadığı için çocuklarımız sadece Laz olduklarını bilirler, birkaç kelime Lazca konuşabilirler “Mohti” (“Gel”) “İdi” (Git) “Keyseli” (“Kalk”), “Dohedi” (“Otur”) gibi kelimeleri bilmektedirler. Bu durumda, Lazca’nın son temsilcileri bizleriz gibi gözüküyor. Biz çocuklarımıza bu kültürü öğretmekte isteksiz gibi duruyoruz. Bu sadece benim için değil tüm Lazlar için geçerli. Çocuklarımızın farklı alanlarda olduğu, büyük şehirlerde olduğu, işte, aile ortamlarından uzak olduğumuz için büyüklerimizden ayrıldık. Çekirdek aileye dönüşmek de kendi öz dilimizi, öz kültürümüzü unutup daha da asimile olmamızı kolaylaştırdı.

Laz olmak sizce daha ziyade dille mi, coğrafyayla mı yoksa duyguyla mı alakalı? Sizin için Laz olmanın anlamını, duygu ve düşüncesini merak ediyorum.

Laz olmak bence bulunduğumuz coğrafya ile alakalı. Tabii bir kültüre ait olmak güzel bir duygu benim için. Laz olmak gurur verici çünkü zamanında bir devlet olmuş, güzel kültüre sahip olmuş bir miras bu. Zamanla diğer kültürler içerisinde, özellikle Türk kavimleri, Gürcü kavimleri ile iç içe geçmiş, özünden ve geleneklerinden kısmen de olsa uzaklaşmıştır. Kafkaslar mitolojide “diller dağı” olarak geçmektedir, bu bölgede 124 dil konuşulmaktadır. Bu karışım en çok Lazca’yı etkilemiştir. Lazca bile Ardeşen’de farklı Arhavi’de farklı Hopa’da farklı telaffuz edilmektedir. Mesela biz değirmene “skibu” deriz. Ardeşen ve Arhavi’de bu “karmate” olarak telaffuz edilmekte. Yani birçok farklılıklar bulunmakta ama genelde bu ilçelerde konuşulan Lazca ile hepimiz birbirimizle anlaşabiliyoruz.

Lazca ile kendinizi yeteri kadar ifade edebildiğinizi düşünüyor musunuz?

Lazca ile kendimi yeterince ifade etmem için çevremdeki birçok kişinin de bu dili bilmesi ve konuşması lazım. Maalesef Laz olan ve bu dili sadece yüzeysel bilen çok sayıda insan var. Bu yüzden kendimi Lazca ifade etmem çoğu zaman zorlaşıyor. Çocukluğumuzda daha çok ve sık kullanılan Lazca’yı şimdi, 2025 yılına geldiğimizde, artık sadece sokakta, birbirimizi tanıdığımız insanlarla karşılaştığımızda, nostaljik şekilde konuşur olduk. Bunu yaşatmaya çalışıyoruz fakat gitgide bu dilin yok olmaya gittiğini görüyorum.

Günlük hayatınızda Lazca ne kadar yer tutuyor?

Günlük hayatımızda Lazca hiç yer tutmuyor desek yeri var çünkü resmi dairelerde, sokakta, bankalarda, okullarda, hiçbir yerde bu diyarda konuşulmuyor. Bu dili konuşan insan sayısı da her geçen gün azalıyor. Laz toplumu Türkçe’yi özümsemiş. Lazca sanki kültürel bir hobi gibi olmuş maalesef.  Yaşantımızda bizi Lazca’ya yönlendirecek ne bir durum ne de bir oluşum pek gerçekleşmiyor. Toplum olarak baktığımda bu kültürel mirası taşıyan bizlerin de böyle bir şeye ihtiyacımız sanki yokmuş gibi bir ortam var. Herkes halinden memnun. Bu gidişle de buna pek ihtiyacımız olmayacak gibi duruyor.

Türkiye’de Lazca hangi bölgelerde, tahminen kaç milyon insan tarafından konuşuluyordur?

Ülkemizde Lazca konuşulan yerler, vilayet bazında Rize ve Artvin ilinin Hopa, Kemalpaşa, Borçka’nın bir kısmı, Arhavi, Fındıklı, Pazar, Ardeşen, Kocaeli ve Adapazarı’nın bir kısmından ibaret. Tahmini olarak Türkiye’de 600-700 bin kişi bu dile yakın, biraz ya da fazla Lazca bilen insanlardan oluşuyor. Bu rakamın yarısından fazlası tamamen asimile olmuş durumda. Komşumuz Gürcistan’ın Batum bölgesinde ve Gürcistan’ın Zugdidi bölgesinde yoğun şekilde Laz nüfusuna rastlanmakta. Tahminim Gürcistan ülkesinde 1 milyonu aşkın Laz nüfusu vardır. Orada Lazlara “Megrel” denilmekte. Gürcistan’da yaşayan Lazların, Sarp bölümünde kalan, bizim sınıra yakın olan yerdeki Lazların çok az bir kısmı Müslüman.

Lazca’nın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Yok olma endişesi taşıyor musunuz?

Lazca artık son dönemlerini yaşıyor, diyebiliriz. Bizim yaş grubu Lazca konuşabiliyor yani iyi derecede konuşanlarımız da var, ben iyi derecede Lazca konuşabiliyorum, anlayabiliyorum ama bunu yazıya dökemiyorum. Yani %99 yazma olayımız yoktur. Bu yeni nesil, z kuşağı dediğimiz, bu dili tamamen unutmuştur. Evlerde artık Lazca konuşulmuyor. Gençler çok ilgisiz zaten. Bir yozlaşma mevcut, bu yozlaşma her alanda olduğu gibi Lazcayı da derinden etkilemektedir. Lazcanın artık son demlerini yaşamakta olduğunu, kaçınılmaz bir sona doğru gittiğini görmekteyiz. Bazı oluşumlar ve gruplar bunu yaşatmaya çalışıyor ama ilgi olmayan yerde ne kadar yaşatabilirsin, bu da bir soru işareti!

Sanırım Türkiye’de insanlar Laz olduğunu söylemeye çekiniyordu eskiden? Şimdi nasıl, sizin bu konudaki yaklaşım ve düşünceniz nedir?

Ben şu anda 63 yaşındayım. Bizim nesil ataerkil olarak büyüdük. Hepimiz büyük evlerde büyük aileler halinde yaşardık. Çok fazla çocuk, amcalar dayılar halalar teyzeler, hep bir arada olduğumuz zamanlardı. Bizim kuşak okula gittiğimizde, evde devamlı Lazca konuştuğumuz için okulda zorluk çekiyorduk. Babaannem, dedem, babam “Lazca konuşulmasın yoksa Türkçeyi konuşamıyorsunuz” diye bizi uyarırlardı. “Türkçe konuşun” diye bizi uyarırlardı, bize telkinde bulunurlardı. Amcalarım ve babam da devlet yetkilileri tarafından zaman zaman resmi dairelerde ikaz edildiklerini beyan ederlerdi. Bizim Laz toplulukları bir Kürt nüfusu kadar kalabalık bir nüfusa sahip olmadığımız için toplum tarafından ve devlet yetkilileri tarafından daha hoşgörü ile bakılan bir kültür mirası olarak görülmüştür. Bu anlamda ciddi bir zorluk yaşamadık. “Siz Lazsanız şunu yapamazsınız, bunu yapamazsınız, şuna sahip olamazsınız” gibisinden hiçbir baskı ve etnik bir yaklaşım görmedik fakat 1980 ve 1991 yılları arasında ülkemizde Lazca yasaklanmıştı. Darbe dönemine denk geldiği için bunu bir tehlike olarak adlandırmış devlet yetkililerimiz. Hatta Cengiz Kurtoğlu yapmış olduğu bir müzikte (Enna Gogahfelare – “Bir Sana Sarılayım”) şeklinde Türkçe müziğin içerisine Lazca bir kelime yerleştirdiği için soruşturma bile geçirmişti ama bu dönemde böyle bir şey yok artık. Lazca her tarafta serbestçe kullanabilmekte. Alıcısı varsa kullanılmasında bir sakınca görülmüyor.

Laz kültürü denince ilk akla gelenler nelerdir?

Laz kültürü deyince toplumda ilk akla gelen şey işte Laz dili, Laz evleri, Serenderler, yemeklerimiz, balıkçılık, Atmaca ve kuş avcılığıdır. Atmaca ve kuş avcılığı Lazlarda çok yaygındır. Kokulu üzümden yapılan birçok yiyecek “pepeçura” (“üzüm muhallebisi”) ve bundan yapılan içecekler (üzüm şerbeti vs.) vardır.

Yemek kültürü açısından baktığımızda tabii Laz Böreğimiz çok meşhurdur. Hamsili pilavlar, karalahana, peynir tavalama, lahana dolmalarımız… Yiyecek açısından zengin bir kültüre sahip diyebilirim Lazlar.

Laz kültürünü doğru tanımak ve anlamak için neler okunabilir, dinlenebilir, izlenebilir? Kitap, Müzik ve Film öneriniz var mı?

Laz kültürü son zamanlarda bir uyuma moduna girmişti. Bu uyuma modundan Kazım Koyuncu vesilesiyle çıktık diyebilirim. Kendisi aynı zamanda köylüm olur ve onunla gurur duyarız. Kazım’la birlikte bu kültüre ait büyük bir sempati uyandı toplumumuzda. Lazların bir dili olduğu, bir kültüre sahip olduğu görüldü. Özellikle Lazlığı neredeyse unutmakta olan yeni nesil bu işe dört elle sarıldı. Kazım’ın yanı sıra Birol Topaloğlu ve Erdal Bayrakoğlu da lazca’yı çok iyi kullanan, Lazca müzik icra eden sanatçılarımız. Yenilerden Resul Dindar da Lazca şarkılara yer veren bir Laz olarak sevilen bir sanatçımızdır.

Film olarak “Nanaçkimi” (“Anneciğim”) isimli filmi önerebilirim. Kitap olarak da Lazca öğreten kitaplardan “Lazuri Doviguram”(Lazca Öğreniyorum) adlı sözlük niteliğinde kitabı anmak isterim.

Lazca bir deyişle bitirelim. Sık sık kullandığınız bir deyim ve anlamı…

MEGAÇAYAŞİ NUHONDARE (BAŞINA GELİNCE KATLANACAKSIN)

ENNA GOGAHFELARE (BİR SANA SARILAYIM)

Laz Atasözü:

ZENGİNİŞİ MAMULİKTİ SKUMS, XOCİKTİ İMÇVALS (ZENGİNİN HOROZU DA YUMURTLAR ÖKÜZÜ DE SÜT VERİR)

Bu hususta eklemek istediğiniz başka bir şeyler var mı?

BÜYÜKLERİMİZİN AKTARDIKLARIYLA BİRLİKTE EKLEMEK İSTERİM Kİ BİZ LAZLAR HER ZAMAN KENDİMİZİ BU MİLLETİN ÖZ EVLATLARI OLARAK GÖRDÜK VE GÖRMEYE DEVAM EDİYORUZ. BEN ÖZELLİKLE LAZ OLDUĞUM İÇİN BU ÜLKEDE HEP HOŞGÖRÜYLE KARŞILANDIM. BİZ LAZLARDA AŞİRET, TARİKAT DEĞİL AİLE VE BİREY ÖN PLANDADIR. BİZLER KÜÇÜK VE KÜLTÜREL BİR TOPLULUK OLDUĞUMUZDAN TEHDİT OLARAK ALGILANMIYORUZ. BELKİ DE LAZLAR KARAKTERLERİ, DURUŞLARI VE DAVRANIŞLARIYLA SEVİLDİKLERİ İÇİNDİR BU DURUM.

Devamını Okuyun

Haberler

Ateşkes Süreci, Gazze’yi ve Direnişi Nasıl Etkileyecek?-III

Yayınlanma:

-

Gazze’de ilan edilen ateşkesi, ateşkese giden süreci, ateşkes sonrası muhtemel gelişmeleri Aksâ Tûfânı boyunca sahada aktif mücadele içinde de yer alan Filistin dostları, Yeni Pencere için değerlendirdi. Değerlendirmelerin üçüncü bölümünü ilginize sunuyoruz.  

Emre Tekinkaya:

Gazze’de iki yıldır süren insanlık dışı saldırıların ardından ilan edilen ateşkes, kâğıt üzerinde bir “barış” havası estiriyor olabilir fakat bu sürecin ardında, Direniş’i tasfiye etmeye, mazlum bir halkın iradesini törpülemeye yönelik ince bir plân yatıyor. Bugün Gazze halkı, yıkılmış şehirlerinin enkazı altında nefes almaya çalışırken dünya sahnesinde bambaşka bir oyun sahneleniyor: “barış” adı altında teslimiyet, “diplomasi” kisvesi altında da normalleşme…

Gazze halkı ve direnişi, iki yıl boyunca Siyonist-emperyal düzene karşı büyük bir meydan okumayla durdu. Evleri, hastaneleri, okulları, camileri yerle bir edilen bu şehir, bütün bu yıkıma rağmen teslim olmadı fakat şimdi masaya oturanlar o direnişin öznesi değil; aksine, o direnişi yalnız bırakan, hatta zalimlere de doğrudan ya da dolaylı destek veren bölge aktörleri… Bu yüzden bugünkü ateşkes, Gazze halkının zaferinden çok, Müslüman ülkelerin utancını perdelemeye hizmet ettiği izlenimini veriyor.

İki yıl boyunca Müslüman ülkelerin çoğu, “kınama” açıklamaları dışında neredeyse hiçbir şey yapmadı. Kimi ekonomik çıkarlarını korumak uğruna İsrail’le ilişkilerini sürdürürken kimisi sessiz kaldı, kimisi de “denge politikası ve reelpolitik” bahaneleriyle zulmü görmezden geldi. Oysa bu sessizlik sadece siyasi bir tercih değil, tarihi de bir vebaldir! Gazze bombalanırken İsrail’in enerji hatları, liman bağlantıları, ticaret yolları Müslüman coğrafyanın içinden işlemeye devam etti. Bu tablo, ateşkes masasında kimin gerçekten Gazze halkı için, kimin ise kendi iktidar ve çıkarlarını korumak için oturduğunu açık biçimde ortaya koyuyor.

Bugün ‘Gazze Barış Plânı’ adıyla gündeme getirilen önerilerin çoğu, sahadaki kazanımları masada eritmeye yönelik ve birçok risk içeriyor. Bu plânlar, Filistin halkının meşru savunmasını “terör” söylemine dönüştürürken, İsrail’in işlediği soykırımı meşrulaştırıp elini güçlendiriyor. Dahası, Direniş’i temsil eden unsurları tasfiye etmeyi hedefliyor. Sürecin arkasında ise yine aynı senaryo var: Bölge ülkeleri, Amerika’nın çizdiği çerçevenin dışına çıkmıyor ve çıkmaya da çalışmıyor. Ne yazık ki bu toprakların kaderini halâ halkların iradesi değil, küresel güçlerin ve işbirlikçilerinin menfaatleri belirliyor.

Ruhullah Sinan Tenşi

Gazze Mektebi: Bir Direnişin İnsanlığa Aynası..

İnsanlık tarihi, zalim ile mazlum çatışmasının örnekleriyle doludur. Hâbil ile Kâbil’den başlayan adalet mücadelesi, tarih boyunca nice mücadelelere sahne oldu. Her mücadele kıssası, insanoğlu için birçok ibret ve ders barındırıyor ancak modern dönemde gerçekleşen bu mücadeleler içerisinde 7 Ekim bir milattır.

Yıllar boyu bir açık hava hapishanesinde yaşayan bir halk, 7 Ekim’de güçlü bir kıyama kalktı. Bedelleri ağır olsa da insanlığa asırlar boyu yetecek nice dersler verdi. Düşmanınız ne kadar güçlü ve hain olsa da onurlu bir mücadelenin, güce karşı inanmışlığın, imkânsızlıkların inanç ve motivasyonla nasıl bir kuvvete dönüştüğünün dersini tüm insanlığa armağan etti. Dost görünenlerin hıyanetini ayan beyan ortaya sererken ağzı Filistin’den yana olup kalbi ve cebi Siyonizm’le birlikte olanların ise maskelerini bir bir düşürdü.

“Gazze bir mekteptir.” dedik ya;
Gazze, devlet denen organizasyonların hiçbir insani kaygı taşımadığını; varlığını muhafaza etmek adına kirli olan her türlü iş birliği ve ikiyüzlülüğe tevessül edebileceğini bir kez daha insanlığa öğretmiş oldu. Bununla birlikte devletlerin ikircikli tutumları veya açıktan kötülüğe hizmet etmesinin karşısında, sivil ve vicdanlı insanların ayağa kalktığında hiçbir otoriteye boyun eğmeden hakkın ve hakikatin yanında nasıl konumlanabileceğini de insanlık hafızasına kazımış oldu. Sumud filosu ve iktidarların güdümünden sıyrılabilen sivil eylemler, bu teze en güzel örneklerdir.

“Sivil eylemler” diyorum çünkü iktidarın ve hatta iktidar güdümündeki “STK” denen yapıların düzenlediği eylemlerin, toplumların gazını almaya ve iktidarın günahlarını meşrulaştırmaya nasıl da hizmet ettiğini “Gazze Mektebi” sayesinde öğrenmiş olduk!

Gazze ve Filistin üzerine binlerce makale ve kitap yazılabilir, yüzlerce film çekilebilir, konferanslar verilebilir lâkin hiçbirisi, 7 Ekim’den bu yana yürütülen mücadelenin sonucunda gelinen noktada, sahada olduğu gibi masada da elde edilen başarı öyküsünü; bu öykünün kahramanları kadar anlatamaz.

Bunca yıkımın ardından, şer güçlerin dayattığı 20 maddelik plân karşısında da Gazze’nin kahramanları boyun eğmedi. Büyük Şeytan ABD ve yavru şeytan İsrail, birçok dünya devletini arkasına almasına rağmen ne askerî ne de siyasî olarak mutlak bir başarı elde edebildi; asıl hedeflerine ulaşamadı.

Bu nedenle “Gazze Mektebi”, gücünüzün ne olduğunun hiçbir önemi olmadan inanmışlık ve ihlâsla verilen bir mücadelenin sonunda Allah’ın yardımının nasıl geldiğini insanlığa pratikte öğretmiş oldu.

Bundan sonraki süreçte Gazze, bir mektep olmaya devam edecek gibi görünüyor çünkü savaş son bulsa bile insanlığın vicdanında yankılanan sorular hâlâ cevapsız.

Artık Gazze yalnızca bir direnişin adı değil, modern dünyanın ahlâkî çöküşünü belgeleyen bir laboratuvardır. İnsan hakları söylemini dillerinden düşürmeyen Batı’nın, ekonomik çıkarlar ve jeopolitik hesaplar uğruna nasıl bir sessizliğe gömüldüğünü bütün çıplaklığıyla gösterdi.
Bir yanda “medeniyet” iddiasındaki devletlerin, çocuk cesetleri üzerinden siyaset ürettiği bir çağ; diğer yanda taşla, imanla, onurla direnen bir halk…
Gazze, bu tezatın tam ortasında insanlığın vicdanına ayna tuttu.
Bu aynada kimimiz kendi korkaklığını, kimimiz ikiyüzlülüğünü, kimimiz de hakkın yanında durmanın bedelini gördü.
Belki savaş bitecek, ateşkesler imzalanacak, sınırlar yeniden çizilecek ama Gazze’nin sorduğu o temel soru insanlığın yakasından kolay kolay düşmeyecek:
Adaletin tarafında mıydınız, yoksa konforunuzun mu?

İsmail Duman:

Gazze’deki ateşkes sürecini birkaç veçheden değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.

Öncelikle, Siyonist rejimin Gazze’yi tamamen ele geçirmek, Hamas’ı yok etmek ve rehineleri geri getirmek gibi hedeflerine büyük ölçüde ulaşamadığı bir vasatta bu ateşkes sürecinin cari olması görece bir kazanımdır fakat Direniş’e somut destekler sunmak ve soykırımcıya doğrudan yaptırımlar uygulamak yerine emperyalistlerin masasına oturmayı bir kurtuluş yolu olarak seçen kimi Müslüman ülkelerin, Gazze’deki insani dramı da bahane ederek Hamas üzerinde kurdukları baskı, Direniş’in kazanımlarını uzun vadede riske atacak olan tehlikeli maddelerin ateşkes metnine girmesine neden olmuştur.

Ateşkes anlaşmasının ilk aşamasında gündeme gelen rehinelerin serbest bırakılması ve Gazze’de yönetimin devri konuları, Hamas ve diğer direniş grupları açısından zaten uzun zamandır kabul edilen başlıklardı. Bu bağlamda, esas kritik süreç ikinci ve üçüncü aşama görüşmelerde yaşanacaktır. Zira, Direniş gruplarının silahsızlandırılması, Barış Konseyi ve Uluslararası İstikrar Gücü gibi konular, buralarda tartışılacak. Hamas, İslami Cihad, FHKC ve diğer Direniş gruplarının silahlarını bırakmama konusunda net olduklarını biliyoruz ancak İsrail’in geri çekildiği sınırların değişkenlik göstermesi ihtimali, Gazze içerisinde görev alacak olan Müslüman ülke kuvvetlerinin ABD plânına mugayir hareket etme cesaretinden yoksun olmaları ve Filistinli rehine listesinde El-Fetih’te, Hamas’ta ve diğer Direniş gruplarında mücadeleyi yeniden örgütleme potansiyeli olan isimlerin yer almaması yönündeki girişimler ya da listede yer alanların Batı Şeria’ya sürülerek kontrol altında tutulması düşüncesi, Gazze’deki Direniş grupları açısından önemli handikaplar doğurmaktadır.

Bu noktada Türkiye, Katar ve Mısır’ın Hamas üzerinde uyguladıkları baskı kadar Direniş’in silahlarına sahip çıkacak bir iradeyi ortaya koymayacakları da aşikâr. Dolayısıyla, ateşkes görüşmelerinin ikinci ve üçüncü aşamalarını ABD, İsrail ve Batılı ülkeler, Filistin davasını sönümlendirme hedefi bağlamında ele alırken “Gazze’deki soykırıma son verdikleri” retoriğiyle zafer nâraları atan garantör Müslüman ülkeler ise Filistin Devletinin kurulması yönünde kaçınılmaz bir süreç olarak kurguluyorlar. Tabii bu ülkelerin garantörlük vasfında tek dayanaklarının ABD Başkanı Trump olduğunu hesaba kattığımızda ve İsrail’in hiçbir kural tanımadan başvurduğu ihlallerin yaygınlığını göz önünde bulundurduğumuzda hem ateşkes sürecinin hem de hayali kurulan barış ortamının oldukça kırılgan bir zemine sahip olduğunu söylemek mümkündür.

Diğer yandan, bu kadar riskli bir metne Direniş gruplarının neden imza attığını izah etmek de önem arz etmektedir. Öncelikle, Hamas ve İslami Cihad başta olmak üzere tüm Direniş gruplarının destansı bir mücadele verdiğini bir kez daha zikretmek gerekiyor. İsrail’in 2 yıl boyunca süren tüm saldırılarına ve katliamlarına rağmen Direniş’in teslim olmaması, tünellerdeki işleyişi devam ettirme kapasitesi ve azalan cephanelere rağmen destansı operasyonlara imza atması, Filistin coğrafyasında direniş düşüncesinin ne denli kök saldığını bir kez daha göstermiştir. Ancak bu Direniş gruplarının 7 Ekim’de Aksâ Tûfânı Operasyonu’na başvururken hesap edemedikleri en önemli nokta, Müslüman ülkelerin reaksiyonları olmuştur. Zira, devlet bazında sadece İran’ın, devlet dışı aktörler bazında ise Lübnan, Yemen ve Irak’ın verdiği destekler dışında Müslüman ülkelerin önemli bir kısmı retoriksel dayanışma açıklamalarıyla yetinmiş, diğer bir kısmı ise İsrail ağzıyla direnişi mücrimleştirme yolunu tercih etmiştir. Yine, daha önce belirttiğimiz gibi, bu devletlerin hemen hepsi somut yaptırımlar uygulamaktan çekinmiştir.

Böyle bir atmosferde siyonistlere ve emperyalistlere karşı mücadele veren Hamas ve diğer gruplar; Gazze’deki oldukça zor şartlarda yaşayan halkın bu durumu sürdürebilme kapasitesinin azaldığını fark etmesinin yanı sıra retorik destek veren Türkiye ve Katar gibi ülkelerin imza baskısıyla da karşılaşınca, ateşkese zımnen “tamam” demek durumunda kalmıştır. Az önce ifade ettiğimiz maddelerdeki risklerin farkında olan bu gruplar, gelişmeleri sürece yayarak zaman kazanma stratejisi takip ediyorlar. Benzer bir politikayı, uzun yıllardır Hizbullah, Lübnan’da silahsızlandırma gündemi bağlamında takip ediyor. Elbette Filistin’deki şartlar Lübnan’dakine nazaran daha kötü fakat her şeye rağmen Direniş gruplarının bu stratejiyi Hizbullah ve diğer direniş cephesi bileşenleriyle masaya yatırmadan kabul ettiğini söylemek çok doğru olmayacaktır. Diğer bir ifadeyle reel politik şartların çok zorladığı durumlarda, pragmatizm batağına düşmeden ideal politik ile reel politik arasında bir denge kurmak bölgedeki İslamî hareketlerin önemli manevra alanlarından birini oluşturmaktadır. Elbette bunun çok büyük riskleri de vardır ancak hiçbir ülkenin kılını kıpırdatmadığı ve hatta tersinden baskı uyguladığı bir vasatta, Hamas’ın ve diğer Direniş gruplarının bu riskleri neden aldığını sorgulamak yerine, bu grupları sonuna kadar desteklemek, şartlarını anlamak, onlara güvenmek ve en önemlisi yollarını dirayetle sürdürmeleri için bol bol dua etmek gerekmektedir.

Son söz olarak; ateşkesi şu anda bütüncül olarak değerlendirmek için hâlâ daha erken ama görünen fotoğrafları masaya yatırıp projeksiyon çizerek önlemsel düzeyde söylemler geliştirmek önem arz etmektedir. Umudumuz, Aksâ Tûfânı’nın dünya siyasetinde işaretlendiği bu dönüm noktasının, Filistin direnişinin geleceği açısından da güzel kapılar açması ve Mescid-i Aksâ başta olmak üzere tüm Filistin’in özgürleşmesidir.

İsa Ensar:

Gazze ateşkesi, ödevimize verilen bir ek süre!

7 Ekim’de parlayan hakikate göstermemiz gereken sadakat ödevi çağın insanı için bir yol gösterici, anlam verici. Bu anlam etrafında dünya çapında milyonlar birleşti. Direniş ipine tutundu. Çok yetersiz bir tutunma oldu ama bu kadarı bile Gazze halkının direnişiyle birleşmeyi başardı. Müstekbirler masaya oturmak zorunda kaldıysa bu en başta mücahitlerin ve Gazze halkının azmi ama biraz da direniş ayetini işitenlerin ayete itaati ile oldu.

Gazze çok büyük acılar yaşadı. Bebekler, kadınlar, gençler, yaşlılar, erkekler, gazeteciler, bakkallar, öğretmenler, şairler, mühendisler, anneler, babalar, yurdunu savunanlar katledildi. Evler, okullar, hastaneler, camiler, kiliseler yıkıldı.

Ülkeler savaşır, iç savaşlar yaşanır. Güçlü ülke zayıf ülkeye, zalim diktatör halkına zulmeder. İktidar sahipleri nifak sokar, çıkarları için kaostan ve kandan beslenir. Bunlar tarih boyunca olmuştur.

Filistin ise acıların, ölümlerin ötesinde, çağın ruhunu, direnişini taşıyan bir cephe.

Filistin, kapitalizmin ve sömürgeciliğin bir halkı yok edebileceğine, dilediği yerde dilediği devleti kurabileceğine, gerekli her mevkiye işbirlikçi atayabileceğine olan güveni ile önce bir halkın sonra tüm insanlığın karşı karşıya geldiği yer… Yani bu, yeryüzünde kibirle yürüyenlerle zayıf bırakılmışların savaşı.

Gazze, bu savaşı en çıplak hâli ile gözümüze soktu, direniş ayetini duymaktan kaçamayacağımız şekilde okudu. Artık bu an olmamış gibi yaşayamayız. Mesela artık insan hakları bizi koruyacak zannedemeyiz; bir soykırımın olmayacağını, insanlığın “ilerlediğini” varsayamayız. Filistin’i ele geçirmek isteyenlerin emeğimizi, dağımızı, deremizi, şehrimizi ele geçirmek istemediklerini de düşünemeyiz.

Ancak bir önemli nokta daha var. Artık çaresizliği kabul edemeyiz. Gazze bir yol bulunabileceğini, duvarın delinebileceğini gösterdi. O gün bütün duvar sahipleri titredi. Bu kadar kanı bu yüzden döktüler ancak ne esirleri bulabildiler ne Gazze’yi teslim alabildiler. Gazze çaresizliği kabul etmek zorunda olmadığımızı bir kere daha böyle göstermiş oldu. Devletleri ve sermayeyi zorlayan her bir slogan, boykot edilen ürünler, işbirlikçileri ürküten her bir eylem çaresizliği reddetmenin bir cüzünü yerine getirdi.

Çaresizliğimize mi, iktidar sahiplerine mi yoksa Gazze’de nazil olan ayete mi sadakat göstereceğiz? Bundan sonra bu, insanlık için en önemli soru olacak.

Ateşkes bizim için Gazze’yi ve şahit olduğumuz ayeti unutmanın bir vesilesi de ödevimizde eksik kalan yerleri tamamlamak için tanınmış bir ek süre de olabilir. Unutalım diye ellerinden geleni yapacaklar lâkin bu ek süreyi Gazze liderliğindeki direnişi daha da kuvvetlendirmek için kullanmaktan başka çaremiz yok, kendi kurtuluşumuz için.

Hüseyin Alan:

Gazze’de ateşkesin düşündürttükleri…

75 yıllık işgalci bir devlet var, uluslarası alanda tanınmış, neredeyse tüm devletlerin desteğine mazhar olmuş bir İsrail var; karşısında toprakları/ülkesi işgal edilmiş, insanları toplama kamplarına mahkûm edilip katliama tabi tutulmuş, bağımsız iktidarları ellerinden alınmış “bir toplum” var ve uluslararası sorumluluğa ve haklara sahip değil! “İki devletli çözüm” önerisinde olduğu gibi ordusuz, ülkesiz, direnişçilerinden yoksun yöneticileri olan bir çözümse çözüm değil!

Son ateşkeste olduğu üzere savaşan iki ordudan söz edemeyeceğimize göre, İsrail’in plânlarına uygun ateşkesin de taraflar arasında değil aracılar vasıtasıyla ve şartların dayatmasıyla gerçekleştiğini düşünüyorum.

Son katliamda yapılan “ateşkes” kararı, küresel vicdanı harekete geçirdiği, psikolojik ve ahlâkî mazereti kaybettiği için geçici bir molaya; onca yaptıklarını ateşkes ilanıyla unutturmaya mecbur kalmış İsrail’in istediği koşullarda gerçekleşiyor.

Ateşkesin bir tek olumlu yanı geçici de olsa bir süreliğine Gazzelilerin nefes almasına imkân sağlayacak olması.

İsrail’e güvenilmeyeceğini dünya âlem bilir: İsrail’in siyasi hedefinde yalnızca Filistin’in ilhakı olmadığı da bilinir.

Hamas’ın ateşkese ikna edilmesi geçici bir rahatlığa yol açsa da bu yanıyla elbette sevindirici olsa da Ayçin Kantoğlu’nun 7 Ekim sonrasında Gazzelileri kastederek dediği “İslam mevcut insan müktesebatından memnun değil, kendisine yeni bir insan bakiyesi devşiriyor korkarım.” tespitindeki hakikate, Direniş’in harekete geçirdiği insanlığın vicdani tepkisine halel gelmemesini umarım! Ateşkesin sağlayacağı geçici “zafer” kadar Gazzelilerin ve kollektif direnişin, insanlık ve İslam nâmına başlattıkları kıvılcımın bu ateşkesle söndürülmemesi de önemli.

Fevziye Şenoğlu:

Gazze’de sadece ateşkes oldu. O da şüpheli. Hiç kimse haklı olarak İsrail’e güvenmiyor.

Biz 8 Ekim 2023’te başlayan Aksâ Tûfânı için “Onurlu, başarılı bir savunma, zaferdir!” dedik; “Nihâî zaferin büyük bir adımıdır.” dedik. “Şimdi bizler için geçmişe bir tövbe, istiğfar gerekir; bugüne bir duruş, geleceğe bir plânlama gerekir.” dedik. Bu minvalde her gün ama her gün çalıştık. Aksâ Tûfanı’nın onurunu, nurunu paylaştık Çalışmalarımız bizi hiç tatmin etmese de… Çünkü savaşın muadili bir şeyler yapamadık!

Ateşkes süreci, teyakkuz hâlinde çalışacağımız bir süreç olmalı. Şu anda Direniş güçlerinin ve halkın sahada kazandığı şeyler masada kaybettirilmeye çalışılıyor. Bugün Mısır zirvesi var. Kurtlar sofrası kuruldu. Gazze’de barış, güvenlik adı altında ABD ve işbirlikçileri oraya yerleşmek istiyor. Bu plânların farkında olup karşısında durmaya devam etmeliyiz.

Yaptığımız çalışmalar; Gazze’ye yardım ve destek değil, kendi kulluk sorumluluğumuzdur!

Zîrâ Gazze bilinci, kıble bilinci; kıble bilinci de yön bilincidir. Aksâ’nın gösterdiği yön, hayatın sahibi Allah’a teslimiyet yani tevhid bilincidir. Aksâ Tûfânı, bir hak-batıl savaşı… Safları netleştirme, saflaştırma ve sıkılaştırma zamanıdır! Ateşkeste bunu daha iyi yapabiliriz, yapmalıyız.

Sadece ateşkes oldu yoksa İsrail yerinde durmuyor. Mescid-i Aksâ işgal altında, bütün Filistin işgal altında! Aksâ Tûfânı; izzetli, onurlu halkların özgürlük sevdasını, direnişi şu kirli dünyaya gösterdi. Ona selam olsun!

Savaş devam ederken bir gün o kadar üzüldüm ki çaresiz kaldım. “Allah’ım, üzüntüden hasta olsam, ateşim yükselip ölsem, acaba sen beni affeder misin?” dedim. Tekrar bu duruma düşmemek için plânlama içindeyiz. İnşallah daha çok çalışacağız. Aksâ Tûfânı’na şükranlarımızı sunuyor ve Allah’a hamd, peygambere salat ediyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x