Connect with us

Söyleşiler

Mücahit Gültekin: Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti

Yayınlanma:

-

Dün gibi hatırlıyorum Mücahit Gültekin ile tanıştığım günü. İnsanın kitapsever, okuyan arkadaşlarının olması ne büyük nimet. Av. Kaya Kartal’ın masasındaki kitaplara göz gezdiriyorken biri hemen ilgimi çekmişti ismiyle: “Algı Yönetimi ve Manipülasyon” Kitabı, vakit kaybetmeden sipariş etmiş, gelir gelmez okumakla kalmamış, hakkında bir de yazı kaleme almıştım. (Şubat 2017) Herkes bu kitabı okusun istemiştim. Kitap, övdüğüm kadar varmış, belgeyle konuşuyorum, bugün 17. baskıda! Bu röportajda da aynı duyguyu yaşıyorum. Herkes bu röportajı okusun istiyorum. Mücahit Gültekin’in, hayatlarımızda tarihi bir kırılmaya yol açacak denli önemli bir hadise olan Aksa Tufanı üzerine değerlendirme ve tespitleri bir hayli kıymetli. Okuduğunuzda bana hak vereceksiniz.

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Bu, ana sütü kadar helal özgürlük mücadelesine Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 19 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Şu üç duyguyu sürekli hissettim: Öfke, mahcubiyet ve çaresizlik. Öfke, İsrail ve destekcileriyle ilgili. Mahcubiyet, Gazze’nin metaneti, tevekkülü, izzeti ve inceliğiyle ilişkili. Savaşın ilk günlerdeki Ebu Ubeyde’nin “Savaşı ekranları başından izleyen Arap ve İslam dünyasına savaşın kalbinden sesleniyorum!” diye başlayan o unutulmaz konuşma, kalplerimizi mahcubiyetle damgaladı. Ve bu öfke ve mahcubiyetin daha da derinleştirdiği bir çaresizlik hissi… Özellikle Ebu Ubeyde’nin o konuşmasından sonra Hz. Meryem’in “Keşke unutulup gitseydim!” dediği o dua geliyor sürekli insanın aklına.

Bütün bunların bende oluşturduğu en temel duygu Aksa Tufanı gibi bir şeye hazır olmadığımız hissiydi. Gazze’yle bizim aramızdaki psikolojik mesafenin bizim sandığımızdan çok daha fazla olduğunu fark ettim. Türk filmlerindeki meşhur replikte söylendiği gibi: Biz başka dünyaların insanıyız, onlar başka bir dünyanın insanı. Direnişle aramızda kapatılması zor bir psikolojik mesafe olduğunu hissediyorum. Ebu Şuca’nın şehadetinden bir hafta önce yaptığı son paylaşımı dikkatli bir şekilde okuyan herkesin bu mesafeyi hissedeceğini düşünüyorum: O paylaşım, “Benim için” diye başlıyordu. Yani kendisine sesleniyordu Ebu Şuca. İlk cümlesi şöyle: “Kalbimin asla iyileşeceğini sanmıyorum ve hayatımın geri kalanında, önemli bir şey yapmamış olsam bile, hep bir yetersizlik hissi yaşayacağım. Başkalarının yaptığı fedakârlıkları ve katlandıkları şeyleri gördüğümde hissettiğim o korkunç hissin etkisinden kurtulamıyorum.” Ebu Şuca, bir berberdi. Dükkândaki malzemelerini satıp bir silah almış ve sonra Tulkarem taburunun komutanı olmuştu. İsrail’in en çok arananlar listesinin başındaydı. İsraillilerin yakından tanıdığı bu adam 29 Ağustos sabahı işgal güçleriyle girdiği çatışmada şehid olduğunda 26 yaşındaydı. Ondan bize kalan şu söz aramızdaki mesafeye ilişkin de bir fikir veriyor: “Bir evim yok! Bir arabam yok! Ama uğruna öleceğim bir duruşum var!”

Aksa Tufanı, hakkıyla bakan herkese bizde olanı ve olmayanı gösteren bir ayna olarak karşımıza çıktı. Kimse bu aynaya bakmazlık edemedi. Bakıp da göremeyenler, görüp de görmezden gelenler var. Bunlara diyecek çok bir şeyim yok. Fakat “Görülmesi gerekip de göremediğimiz neler var acaba?” sorusu insanı bunaltıyor.

Bu süreçte sizi şaşırtan şeyler oldu mu? “Her şeye rağmen bunu beklemiyordum!” dediğiniz şeyler…

Tam olarak “şaşırmak” denir mi bilmiyorum ama beni sarsan önemli olaylar oldu. Bunlardan biri Aaron Bushnell’in kendini yakmasıdır. Bushnell’in kendini yaktığı tarih 25 Şubat 2024 idi. O tarihte Türkiye’den İsrail’e gemiler işliyor ve dindar kesim bunu (az bir kesim hariç) ya çok farklı gerekçelerle savunuyor ya da görmezden geliyordu. Bushnell’in kendini yakması kadar öncesinde söyledikleri de çok sarsıcı. Aramızdaki farkı çok iyi yansıtıyor. Öyle çok uzun konuşmadı, birkaç şey söyledi sadece. Özellikle şu cümlesi çok etkileyiciydi: “Aşırı bir protesto eylemine girişmek üzereyim ancak Filistin’de insanların sömürgecilerin ellerinde yaşadıklarına kıyasla bu, hiç de aşırı değil!” Bushnell ile aramızdaki fark, gerçekten çok sarsıcıydı: 10 bin km ötede, ABD ordusunda görevli 25 yaşındaki bir adam, Filistin için kendini yakarken burada ömrü “Filistin!” diyerek geçmiş kimi kişiler Türkiye’nin sorumluluğuna dâir tek bir cümle kurmadılar. Dahası, “Limanları Siyonizm’e kapatın!” diyen gençleri linçlediler. Ben o günlerde şöyle bir şey yazmıştım: “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin. Hiç kimse de eskisi gibi olmayacak. Tufan, her şeyi alt üst etti. Büyük gördüklerimiz zamanla küçüldü, küçük gördüklerimiz her geçen gün büyüdü. Yakındakiler savrulup uzaklaştı, uzaktakiler gelip kalbimize yerleşti. Aaron Bushnell’in kendini yaktığı gün anlamıştık bunu.”

Gazzelilerin bana göre destansı, bir batılıya göre akıl almaz görünen direnişini siz nasıl tarif edersiniz?

7 Ekim sabahı erken kalkmıştım. Tekrar yatmadım. Bilgisayarı açtım, bir şeyler yazacaktım. Sonra bir ara twitter’a girdim. Aksa Tufanı’nı neredeyse başladığı saatlerde görmüş oldum. İlk bir iki saat neler olduğunu anlamaya çalıştım. Açıkçası hafsalamın almayacağı şeyler oluyordu. Ağzımdan dökülen ilk kelime “mucize” oldu. Hâlâ da öyle tanımlıyorum. Daha azını söylemek sanki direnişe haksızlık olurmuş gibi geliyor. Çünkü Gazze’nin şartlarını İsrail’in (ve destekçilerinin) teknolojik, askeri ve istihbari gücüyle kıyasladığımızda o gün olup bitenleri rasyonel kavramlarla açıklamak zor diye düşünüyorum. Nitekim Ebu Ubeyde, 28 Ekim’de yaptığı konuşmada şöyle demişti: “7 Ekim’de düşmanın kalelerine saldırırken Allah’ın yardımının tecelli ettiğini gördük. O kaleler örümcek ağı gibi önümüze çöktü.” Eskiden, Peygamberlerin mucize göstermesine rağmen insanların neden inanmadığına şaşardım. Kızıldeniz’i yarılmasına ve insanların oradan geçmesine rağmen insanların bir süre sonra Samiri’nin buzağısına tapmasına bir anlam veremezdim. Şimdi anlıyorum ki, insanlar bazen gözlerinin önünde gerçekleşen mucizeleri göremeyebiliyor. Daha doğrusu görüyor ama algı yönetimi ve manipülasyonlara maruz kaldıkları için gördüklerine hakkıyla kıymet biçemeyebiliyor. Nitekim “mukavemet” ile “kıymet” kelimeleri aynı kökten geliyor. Kanaatim o ki, Aksa Tufanı olarak isimlendirilen mukavemete gereken kıymeti göstermedik, gösteremedik. Bunun da Allah katında bir sonucu olacaktır, diye düşünüyorum. Allah hepimizi affetsin.

Sizce Aksa Tufanı’nın bize öğrettiği veya hatırlattığı en önemli dersler nedir?

Aksa Tufanı’nın bize verdiği dersleri hakkıyla görmek ve değerlendirmek ahlaki ve zihinsel olgunlukla çok yakından ilişkilidir, diye düşünüyorum. Bu açıdan bakınca Tufan’dan gerekli dersleri çıkarmak bizim olgunluğumuzla sınırlı. Bu sınırlılığın farkında olsam da çıkardığım dersleri dört kavramla özetliyorum: İzzet, zillet, vahdet ve kibr. İzzet, Gazze’yle; zillet, İslam dünyasıyla; vahdet, direnişle; kibr, İsrail ve destekçileriyle ilişkili. Gazze’nin izzeti hakkında çok fazla şey söylemeye gerek yok sanırım. Yokluğun, yoksulluğun ve acının her türünü yaşamış bir halkın gösterdiği metanet ve dirayet gerçekten bizim idraklerimizin ötesinde! İslam dünyasının zilleti hakkında da çok şey söylemeye gerek yok: 595 gündür İsrail’e bir yaptırım uygulamadılar. Bilakis Azerbaycan, Katar, BAE, Ürdün, Mısır, Türkiye gibi ülkeler İsrail’le çeşitli düzeylerde işbirliklerini ve ilişkilerini devam ettirdiler. Fakat kibr ve vahdet kavramlarını biraz açmak istiyorum.

Aksa Tufanı, Batı’nın kimi zaman incelikli ve karmaşık teorilerinin/kavramlarının ardına gizlenmiş kibrini somutlaştırdı ve bu kibrin nasıl bir riyakârlığa ve vahşete yol açtığını bize gösterdi. Aksa Tufanı’nın en önemli bereketlerinden biri budur.

Batılı emperyalist seçkinlerin öjenik reflekslere sahip olduğunu biliyoruz. Gazze’deki soykırım geçmişi çok eskilere dayanan bu güdünün bir sonucu. Kur’an, bu refleksin kaynağını tanımlarken “Onların göğüslerinde erişemeyecekleri bir kibrden/büyüklükten başka bir şey yok.” diyor. Yoav Gallant, Aksa Tufanı’nın ilk günlerinde bu refleksi vermişti: Filistinlileri “insansı hayvanlar” olarak tanımlamış ve hiçbir kurala bağlı kalmayacaklarını söylemişti. Tünellerin altında yaşayan bir grup “insansı hayvanın” irade ve inisiyatif gösterebilmesi onlar için tahammül edilemez bir şey. Onlara acı veren şey, Siyonistlerin rehin alınması ya da bir grup işgalcinin öldürülmesinden öte bir şey. “Büyüklük” yani dokunulmazlık duyguları zarar gördü. O yüzden savaşın başında “HAMAS’ı yok etmek” ve “Gazze’yi direnişten arındırmak” gibi irrasyonel bir hedef belirlediler. 6 günde 6 bin ton bomba attılar. Çılgınca saldırdılar. Bugün itibariyle yaklaşık 100 bin tona yakın bomba attılar. Netanyahu, ilk günlerde bu korkunç bombalamaları resmi hesabından paylaştı. Neden? Çünkü tarihlerinde ilk defa “evlerinden” alındılar; sürüklenerek ciplere bindirildiler. Sokaklarında Hamas askerleri dolaştı.

Bu tablonun onlarda var ettiği şoku, yarattığı travmayı biz tam olarak anlayamıyoruz. Bunu ancak müstekbirler tam olarak kavrayabilir. O yüzden, Batılı devletler İsrail’i anlayışla karşıladılar. Aksa Tufanı’nın onlarda yarattığı şoku belki şu örnek biraz anlamamızı sağlayabilir. İsrail, 2011’de tek bir askerlerinin (Gilat Şilat) karşılığında 1027 Filistinli mahkumu serbest bırakmıştı. Bu, bir kibir gösterisiydi. Dahası İsrail, ölmüş askerlerinin kemikleri karşılığında bile mahkumları serbest bırakabilen bir ülkeydi. Şimdi ise, HAMAS’ın elindeki esirlerini öldürme pahasına korkunç bir bombalama yapıyorlar. Dediğim gibi, bu akıldışı bir şeydi. Esirlerini geri almaktan çok, kırılmış kibrlerini geri almanın savaşını verdiler. Fakat bütün bu vahşete rağmen tatmin olmuş değiller, olamazlar da! 7 Ekim onların sinelerinde sürekli kanayacak bir yara açtı. Bu yaranın acısı hiç geçmeyecek. Çünkü Kur’an’ın buyurduğu gibi “ulaşamayacakları/tatmin olmayacak” bir kibre sahipler. Bu acıyla saldırıyorlar ama bu saldırganlık onları daha da çıkmaza sürükledi. “İnsan hakları” vs. gibi birtakım yalanlar üzerine kurdukları sistemin yıkılması pahasına yaptılar bunu. Şimdi o çıkmazın sancısını yaşıyorlar.

Aksa Tufanı’nın bize öğrettiği en önemli dersin ise vahdet olduğunu düşünüyorum. Fakat bu dersi almadığımızı, alamadığımızı içim acıyarak izliyorum. Bu, gerçekten Aksa Tufanı sürecinde benim en fazla içimi yakan konu oldu. “Tefrika” denilen hastalığın İslam toplumlarında ne denli köklü olduğuna; mezhepçiliğin ve kavmiyetçiliğin benliğimizi saran nasıl güçlü bir virüs olduğuna tanık oldum. Bazı olağan üstü durumlar vardır ki, bazı problemlerin ötelenmesi gerekir; konuşulması-yazılması ayıptır, cürümdür, sorumsuzluktur. Fakat soykırımın en yakıcı günlerinde bile bizim toplumumuzda mezhepçilik ve kavmiyetçilik yapıldı.

Halbuki Aksa Tufanı’nın gerçekleşebilmesi Gazze’deki 10’dan fazla grubun birlikteliği ile mümkün olmuştu. Bu grupların içinde FHKC gibi sol menşeli gruplar da vardı. Fakat hepsi Muhammed Dayf’ın komutası altında birleştiler. Örneğin 8 Ekim 2023’te FHKC Siyasi Büro Üyesi Mervan Abdül-Al ile gerçekleştirilen bir röportajda Abdül-Al, Aksa Tufanı’na bütün grupların katıldığını ama operasyonun başlama ve zamanlama meselesinin Kassam’ın liderliğinde gerçekleştirildiğini söyler. Gazze’nin kendi içinde birlikteliğini sağlamasını, Tufan’ın kendisinden daha azametli bir başarı olarak görüyorum.

Diğer taraftan bu birliktelik sadece Gazze’deki direniş gruplarıyla sınırlı kalmadı. Lübnan’daki Hizbullah, Gazze için çok ağır bedeller ödedi. Eylül’ün son haftasında İsrail jetleri bir gün içinde Lübnan’a 1100’den fazla sorti yaptı. 1 milyon 200 bin kişi yerinden edildi. Hizbullah en seçkin komutanlarını bu savaşta şehid verdi ve nihayetinde Seyyid Hasan Nasrallah ve onun yerine geçen Safiyüddin Haşim şehid oldu. Ancak o günlerde hâlâ Türkiye’de Hizbullah’ın “tiyatro” oynadığını söyleyen kalemler vardı. Üstelik bunları söyleyen kişiler Türkiye’nin İsrail’le ticaretine ses çıkarmadılar. Ben bu tutumun İsrail’in bombaları kadar acımasız olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki Aksa Tufanı, “vahdet” açısından büyük bir imkân idi. Şiilerin, Sünni Gazze için kanlarını, canlarını vermesi kalplerin yakınlaşması açısından büyük bir fırsattı. Kaldı ki, Muhammed Dayf başta olmak üzere, İsmail Heniyye, Yahya Sinvar, Ziyad Nehhale, Ebu Hamza ve Ebu Ubeyde gibi liderler bunu defalarca dile getirdiler. Ne var ki, mezhepçilik ve kavmiyetçilik hastalığı böyle bir şey işte! Sahada olup biteni görmezden geldikleri gibi, direniş liderlerinin çağrılarına da kulak tıkadılar. Özetle, Aksa Tufanı mezhep, kavmiyet ve hizip gibi farklılıkları ayrımcılığa dönüştürmediğimiz takdirde İsrail ve müttefikleri karşısında başarılı olabileceğimizi, aksi takdirde zillete mahkum olacağımızı bize öğretti.

Uzun yıllardır varlığını sürdüren, geniş imkânlarla kabalıklar içinde boy gösteren sayısız sivil toplum kuruluşu bu süreçte tutuk ve sinik kalmışken Türkiye, “Filistin İçin 1000 Genç”, “Direniş Çadırı” gibi küçük grupların adını duydu, eylemlerine şahitlik etti. Sizce bu normal miydi? Nasıl değerlendirirsiniz?

Kanaatimce sorunuzda ifade edilen konu Türkiye’nin Aksa Tufanı tecrübesini analiz ederken merkezi konumunu hep koruyacaktır. Şu hep sorgulanacaktır: Filistin ve Kudüs adına kurulmuş dernekler, vakıflar ve ömrünü “Filistin” diyerek geçirmiş kanaat önderleri Türkiye-İsrail ilişkisini neden görmezden geldiler? Neden İsrail’e akan petrole ses çıkarmadılar? Neden Türkiye’de İsrail bayrağının dalgalanmasına ses etmediler? Neden İsrail’e istihbarat desteği sağlayan üsleri gündemlerine almadılar?

Bunların cevaplarını sivil kişi ve kurumların iktidarla ilişkisinde aramak gerekiyor. AK Parti iktidarı bu kişi ve kurumların “tepki sınırlarını” belirledi diye düşünüyorum. Sivil kişiler ve kurumlar toplumun Filistin hassasiyeti doğrultusunda iktidara muhalefet gösterecekleri yerde, kendi kitlelerinin tepkilerini iktidarın hassasiyetleri ile uyumla hale getirmeyi tercih ettiler. Bu noktada Filistin İçin Bin Genç ve Direniş Çadırı gibi iktidarın kontrol alanında olmayan gruplar Aksa Tufanı sınavında başarılı bir imtihan verdiler. Seslerini yükselttiler ve bedel ödediler. Bu sebeple onlara teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Burada dikkat çekici bir nokta var: Bu gruplar, iktidara entegre ya da iktidara yakın gruplara göre hem sayı olarak hem de imkân olarak mukayese kabul etmez bir şekilde zayıf olmalarına rağmen hem iktidar üzerinde hem de geniş kitleler üzerinde etkili oldular. Türkiye’nin ticareti kesmesinde bu grupların yükselttiği sesin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bu da bize şunu gösteriyor ki, direnişin en önemli gücü “haklılık”tır. Bu kişiler, kaldı ki pek çoğu genç ve öğrenciydi, elleriyle yazdıkları pankartlar ve polis arabasına bindirilirken attıkları sloganlarla iktidarın İsrail politikasını sarstılar. Büyük binalara, büyük paralara ve büyük topluluklara sahip olmanın değil, bedel ödemeyi göze alarak hakkaniyetli bir duruş göstermenin daha önemli olduğunu herkese gösterdiler. Diğer taraftan iktidara entegre mikrofon ve kalemlerin yükselen bu itirazı karalamaya çalışmaları utanç vericiydi. Bu kişiler sosyal medyada linç edilmek istendi. Ama bu sesi yine de bastıramadılar. Hz. Ali bu gerçeği çok güzel ifade ediyor: “Haklıysan korkma, Hak seni korur!” Vicdan sahibi herkesin bunun muhasebesini yapacağını düşünüyorum.

Eylemlerde sıkça attığımız “Yaşasın Küresel İntifada” sloganı sizce yaşıyor mu?

Togore’un bir sözü var: “Yeni doğan her çocuk Tanrı’nın insanlardan umudunu kesmediğini gösterir.” diyor. Sloganlar bir umudu, bir özlemi, bir duruşu, bir irade ve ideali yansıtıyor. Bu açıdan bakınca eğer böyle bir slogan atılıyorsa, atılmaya devam ediyorsa bu; umudun, özlemin ve duruşun yaşadığını gösterir diye düşünüyorum.

Yine eylemlerde –sanırım biraz da utandığımız için- ara sıra attığımız “İslam ümmeti kabul etmez zilleti” sloganı sizce yaşıyor mu?

Kuşkusuz meydanlarda atılan en güzel sloganlardan biridir bu. Fakat bu sloganı “Etmemesi gerekir!” şeklinde anlıyorum. Eğer ortada bir İslam ümmeti varsa kuşkusuz bu ümmet, zilleti kabul etmez, etmemelidir. Ne var ki, Aksa Tufanı bu sloganın gerçekliğinin olmadığını bize gösterdi. İsrail izin vermeden Gazze’ye bir pirinç tanesi bile sokamayan, İsrail izin vermeden Mescid-i Aksa’yı ziyaret edemeyen bir ümmetten söz edebilir miyiz? Böyle bir ümmetten söz ediyorsak bu muhayyel bir ümmet değil midir? Fakat yine de bir önceki soruya verdiğim cevapta söylediğim gibi, sloganlar bize ne istediğimizi ve neyi özlediğimizi anlatır. Dolayısıyla bu sloganları atmaya devam edeceğiz ancak bu sloganlardan da öte dünyada hesaba çekileceğimizin farkında olarak. Çünkü Kur’an bize şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyleri neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza neden olur.” Allah’tan niyazımız attığımız sloganların hakkını verme şuurunu ve dirayetini bizlere vermesidir.

Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?

Bir şarkı vardı, sözlerinde “Yalan da olsa beni sevdiğini söyle” gibi bir mısra geçiyordu. Gerçekleri duymak ve görmek bazen tahammül edilemez olabilir. Özellikle toplumsal kimliğin üzerine bina edildiği söylemlerin gerçekliğinin sorgulanmasının sonuçları çok yıkıcı olabilir. Bu yüzden insan gerçekliktense yalan bir tarihe razı olabilir. Bazı ülkelerin “hafıza yasaları” (memory law) çıkarmasının sebebi budur. İlk hafıza yasaları 1990’ları başında Fransa’da çıkarılmıştı. Gayssot Yasası “Holokost inkarını” suç sayıyordu. Ondan sonra pek çok devlet ulusal tarihlerini makbul kılacak bir şekilde hafıza yasaları çıkarmıştır. İsrail’deki Nekbe Kanunu da bunun bir örneğidir.

Türkiye’deki dindar kesime Aksa Tufanı’na gelinceye kadar “Dünya bizi bekliyor!”, “AK Parti Kazanırsa Gazze Kazanır!” “Biz Kaybedersek Filistin Kaybeder!” propagandası yapıldı. Çok çeşitli düzeylerde yapıldı bu. Bayrak düştüğü yerden kalkacaktı! Yıllarca işlendi bu propaganda. Ne var ki, Aksa Tufanı çok sert ve yıkıcı bir gerçeklik ortaya koydu: Soykırımın yakıtı Türkiye’den gidiyordu. 590 küsur gün boyunca İsrail’le ilişkilerini kesemeyen bir iktidar gördüler. Bu, sarsıcı bir çelişki oluşturdu. Sosyal psikolojide “bilişsel çelişki kuramları” vardır. Bu kuramlar bize şunu söyler: İnsanlar bilişsel bir çelişki yaşadıklarında gerçekliği bu çelişkinin verdiği rahatsızlığı yok edecek şekilde yeniden kurgularlar. O yüzden dindar kesimlere iki şey söylendi: Birincisi, İsrail’le ticari ya da siyasi ilişkiler uluslararası hukukun, uluslararası güçlerin de hesaba katılması gereken, “ha deyince” kesilip atılamayacak şeylerdi. Bu argüman, iktidarın sorumluluğunu hafifleten, yapması gerekeni “onun gücünün dışında gören” bir bakış açısına işlerlik kazandırdı. Ancak Namibya, Güney Afrika, Kolombiya, Nikaragua gibi ülkelerin İsrail’e yönelik yaptırımları gelince bu argüman çok işlemedi.

Bize söylenen ikinci şey şuydu: Hiçbir şey gördüğünüz gibi değil! Gazze’ye en büyük yardımı biz yapıyoruz! Mühendislerimiz Gazze’de, askerlerimiz Gazze’de vs. İsrail’le ilişkilerimiz bu yardımı yapmamızı sağlayan bir perde! Bunlar açıktan da söylendi ama özellikle daha kapalı mahfillerde bu argüman daha abartılı bir şekilde de işlendi. Bu çok mantıklı bir propagandaydı. Bir bizim gördüklerimiz vardı, bir de bizim “bilmediğimiz şeyler” yapılıyordu. Bu “bilmediğimiz şeyler” güçlü bir yatıştırıcı olarak işlev gördü. Hatta “perde/örtü” argümanı görünürde kötü gibi görünen ama “bilmediğimiz daha büyük şeylerin” yapılmasını sağlayan hayırlı bir şeydi. “Ehven-i şer” argümanının bu anlamda kolaylaştırıcı bir işlev gördüğünü de söyleyebiliriz.

Fakat bütün bunlara rağmen, istenilen düzeyde olmasa da, iktidar çevrelerinin oluşturduğu algı belli düzeylerde sorgulandı, sorgulanıyor diye düşünüyorum. Aksa Tufanı’nın kimsenin hayal etmediği kadar uzun sürmesi bunda etkili oldu. Bu sorgulama hayırlı bir şey. Çünkü gelecekte daha etkili bir aksiyon alabilmemiz kendi gerçekliğimizi idrak etmemizle mümkün.

Müthiş bir yalnız bırakılmışlık ve ihanetle kuşatılmış Filistin’i, daha özelde Gazze’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Bir öngörünüz var mı?

Kuşkusuz Gazze çok zor durumda. Direniş cephesi büyük kayıplar verdi, ağır bedeller ödedi. Ancak direniş hala vurmaya devam ediyor. Boyun eğmedi. Bu, hiç kimsenin beklemediği bir şeydi. Belki direniş bile bu kadarını beklemiyordu. 7 Ekim sonrası ilk demeçleri hatırlayalım: İsrail birkaç hafta, bilemedin birkaç ay içinde sonuç alacağını söylüyordu. 590 küsur günden sonra direniş hâlâ müzakere masasında. HAMAS hâlâ muhatap. ABD’nin Netanyahu’yu bypass ederek HAMAS’la yaptığı müzakere bunun kanıtı. Diğer taraftan Muhammed Dayf gibi, İsmail Heniyye gibi, Yahya Sinvar gibi, Hasan Nasrallah gibi büyük kurbanlar verildi. Aksa Tufanı tecrübesi, hafızaları sonsuza kadar değiştirdi. Çok büyük tecrübeler edinildi. Normalleşme düşüncesi iflas etti. Direniş doktrini daha kök saldı. Bunun yanı sıra Direniş, Gazze aynasında herkesin röntgenini gördü. Bu röntgenin tahlilini yapacak ve bu tahlilin sonuçlarına göre daha güçlü bir şekilde yoluna devam edecektir inşallah.

Son olarak, yazdıklarınızdan, konuşmalarınızdan çıkardığım şu: Filistin’e gönülden bağlısınız. Sizi bu kadar özverili bir Filistin dostu yapan nedir?

Öncelikle hüsn-ü zannınızdan dolayı çok teşekkür ederim ancak şunu da söylemeliyim: Filistin karşısında boynumuz bükük ve derin bir mahcubiyet içindeyiz. Direnişe karşı ömrümüzün sonuna kadar borçlu kalacağız. Elias Rodriguez manifestosunda müthiş ifade etmiş bunu: “Bizler -bunun olmasına izin verenler- Filistinlilerin affını asla hak etmeyeceğiz!” Evet, bunu hak etmiyoruz ama Allah’ın affına ve direnişin geniş gönüllülüğüne ve hoşgörüsüne sığınarak umut ediyoruz.

Belki de dünyadaki hiçbir mesele taraf olma açısından Filistin davası kadar net değildir. Filistin, dünyanın en temiz davasıdır. Bunda ilahi bir bereket olduğunu düşünüyorum. Allah’ın Mescid-i Aksa’yı ve çevresini “mübarek” kılmasının bir anlamı olmalı. Resul-i Ekrem’i bir gece Mekke’den alınıp, Mescid-i Aksa’ya getirmenin ve oradan Mirac’a yükseltmenin bir anlamı olmalı. Yoksa Allah, Hz. Muhammed’i Mekke’den de Mirac’a yükseltebilirdi. Doğruyla yanlışın bu kadar karıştığı, zihinsel ve psikolojik dünyalarımızın bu kadar kirlendiği bir dünyada Filistin kendisine tutunup arınabileceğimiz bir temizliği temsil ediyor. Kudüs, ilahi âlemden yeryüzüne sarkıtılmış bir el gibi, eğer bu ele tutunursak, bu merkezin etrafında buluşursak insanlığın arasında örülmüş sahte duvarlar yıkılabilir. Birbirimize yakınlaşabiliriz. Hem birbirimize hem de İlahi olana yakınlaşabiliriz.

Teşekkür ederim söyleşi için.

Ben teşekkür ederim.

 

Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız:

Harun Özkarataş:

Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti”

https://yenipencere.com/soylesiler/filistin-hamaseti-yapanlar-kaybetti/

Şeyma Yıldırım:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Gülşah Eldemir:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Muammer Bilgiç:

Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuresel-bir-direnis-hatti-olusturmaliyiz/

Murat Kurtuldu:

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

https://yenipencere.com/soylesiler/umitvar-olmanin-tam-zamani/

Salih Ulusal:

Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuran-bir-vadide-onlar-baska-bir-vadide/

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

1 Yorum
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Söyleşiler

“Yazmak Hayatıma Usul Usul Sızdı”

Yayınlanma:

-

Yasin Yarar sıkı bir okur ve yazar olarak edebiyat dünyamıza birden bire paraşütle iniş yapmış gibi görünüyor. Beş ay içinde 3 kitabı okurlarla buluştu, üstelik yenileri de yolda. İşin aslı, uzun ve meşakkatli bir okuma, yazma ve yayımlatma çabasının sonucu sahneye çıkmış bir yazar kendisi. Benim bir vesileyle dikkatimi çekti, Türk Edebiyatında da dikkat çekeceğine inanıyorum. Umarım bu tez zamanda olur zira bunu fazlasıyla hak ediyor bana kalırsa. Yeni veya genç olduğundan değil okurluk ve yazarlık kumaşından ötürü kendisini daha yakından tanımayı teklif eden röportajımızla sizi baş başa bırakıyorum.

2024 Aralık’ta Dijital Labirent, 2025 Mart’ta Zeytin Ağacının Gölgesi, 2025 Nisan’da Şehrin Kayıp Şarkısı adlı kitaplarınız Nar Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Beş ay gibi kısa bir süre içinde gençler için kaleme alınmış 3 romanınız yayınlanmış oldu peş peşe. Sıra dışı bir yayın takvimi doğrusu. Bu kitapların yazım ve yayım süreçleri nasıldı?

Evet, yayımlarla ilgili takvime dışarıdan bakan biri için ardı ardına çıkan kitaplar şaşırtıcı görünebilir. Fakat bu işin görünen yüzü. Oysa buz dağının suyun altında kalan kısmı çok daha karmaşık ve sabır isteyen bir süreci barındırıyor. Çocuk edebiyatıyla ilgili dört dosyam aslında uzun zaman önce tamamlanmıştı. Fakat yayımlanacak mecra bulamamak gibi can sıkıcı ama yazarlığın neredeyse doğal parçası hâline gelen bir bekleyişle yüzleşmek zorunda kaldım.

Nar Yayınları, dosyalarımı kabul ettikten sonra, işler hız kazandı. Editoryal süreç başladı. Her bir dosya, yıllar önce tamamlanmış olsa da yeniden gözden geçirildi, düzeltildi, kimi yerde baştan yazıldı. Bu süreçler tamamlandıkça kitaplar birer birer yayımlanmaya başladı. Şu anda ise “Dijital Düşler Bahçesi” isimli dosya üzerinde yoğunlaşmış durumdayız. O da hazır olduğunda okurlarla buluşacak.

Bununla birlikte, sadece çocuk edebiyatı değil hem yetişkin hem çocuklar için yazdığım farklı dosyalar da var elimde. Ana kurgusu tamamlanmış, ama üzerinde ince ince çalışılması gereken metinler… Yani bir anlamda hamur kıvamını almış ama şekillendirilmeyi bekleyen işler… İnşallah onlar da zamanla gün yüzüne çıkacak.

Yazmak kolay değil. Bir metni ortaya koymak, sadece bir hikâye anlatmak değil benim için. Yaşadığım dünyayı anlamak gibi bir sorumluluk hissediyorum içten içe. Bu yüzden çok geniş bir alanda, mümkün olduğunca düzenli okumalar yapmaya çalışıyorum. Felsefeden çocuk psikolojisine, tarihsel travmalardan güncel teknolojik meselelere kadar pek çok alanda okudukça, zihnimde notlar birikiyor. Bir noktada bu notlar bir fikir halini alıyor. O fikir içimde yer edinmeye başladığında, yazma süreci de kendiliğinden başlıyor. Sonrası sabır, ter, sebat… Ve bazen de bir romana dönüşen uzun bir yolculuk. Özetle: Dışarıdan hız gibi görünen şey aslında yıllara yayılan emek, bekleyiş ve yeniden doğan umutların sonucu. Her kitabın ardında çokça sessizlik, çokça sabır ve içten gelen derin bir “anlama” arzusu var.

Sizi sosyal medya hesabınızda çok nitelikli kitapları kısa yorumlarla okurlara tanıttığınız paylaşımlarla tanıdım. Tutkulu bir okur olduğunuz belli fakat yazmaya ne zaman, nasıl merak sardınız? İşler bu düzeye gelirken nasıl bir güzergâh seyrettiniz ve kimlerle?

Ne güzel, bunu duymak çok sevindirici. Okumalar ve onlardan doğan tanıtımlara ara vermemek niyetindeyim; çünkü biliyorum ki her iyi kitap, başka bir yolculuğun haritasını çıkarıyor bizlere. Yazmaksa, eh, bir yazar olarak siz de bilirsiniz, bu öyle sonradan öğrenilen bir beceri değil. İnsan bazen farkında olmadan yazının çağrısıyla doğuyor sanki. Ne yöne dönerseniz dönün, yolun sonunda yine kaleme varıyorsunuz.

Tam da Joseph Campbell’ın Kahraman’ın Sonsuz Yolculuğu’nda söylediği gibi… Kahramanın önüne çıkan yolculuk çağrısını reddetmesi, o yolculuğun tamamen silinmesine yol açmaz, sadece ertelenir. Benim için de öyle oldu aslında. Yazmak, daha ilkokul sıralarında hayatıma usul usul sızdı. Bazen bir kompozisyon yarışması, bazen öğretmene yazılan bir mektup, bazen de sadece kendi kendime kurduğum hayal dünyası… Lise boyunca devam etti bu yazı hâlleri ama kimi zaman uzun sessizliklere de gömüldüm. O sessizlikler de yazının parçasıydı aslında. Gerçek anlamda yazmaya üniversite yıllarında, birtakım dergi çalışmalarıyla ve biraz da disipline edilmiş bir şekilde başladım diyebilirim.

Fakat burada altını çizmek istediğim çok temel bir şey var: Yazmayı mümkün kılan asıl damar, hiç şüphesiz okumaktır. İçtenlikle söylüyorum; nitelikli bir okur olmadan yazmak bana pek de mümkün görünmüyor. Çünkü ne yazacağınızı, nasıl yazacağınızı ve hatta neden yazacağınızı size okumalarınız gösteriyor. Benim okuma serüvenim kolay gelişmedi, zorlu ama çok öğretici bir patikaydı. Bulunduğum her şehir, tanıdığım her insan bu yolculukta iz bıraktı. Bu yüzden hangi şehirde olursam olayım, bir okuma grubu bulurum yoksa da o grubu/grupları kendim kurmaya çalışırım. Çünkü biliyorum ki yalnız okuyan bir insan, bir noktadan sonra rüzgarını kaybeder. Paylaşmadan, tartışmadan ve başka zihinlerden geçmeden büyüyemez o okuma.

İstanbul’da on yedi yıl yaşadım. Beni bir okur olarak sabitleyen, kök salmamı sağlayan asıl tecrübe burada şekillendi. Trabzon’da üniversiteyi bitirip İstanbul’a geldiğimde içimde ciddi bir arayış vardı. Çok sayıda insanla, grupla, vakıfla, dernekle temas kurdum ama nedense içimdeki kıvılcımı alevlendirecek o ortamı bir türlü bulamadım. Uzun bir süre bireysel okumalarımla devam ettim. Ta ki biri ayakkabı ustası olan müthiş bir okur, diğeri öğretmenlik yapan ama bana göre birçok konuda sıra dışı düşünen, tanıdığım en nitelikli okurla yollarım kesişene dek…

İki dostla tanıştıktan sonra kurduğumuz samimi ve sahici okuma halkası, beni başka bir noktaya taşıdı. Çünkü mesele sadece kitap okumak değildi artık; mesele dünyayı birlikte okuma biçimimizdi. Her kitapla birlikte hem kendi içimize hem de yaşadığımız çağın ruhuna dair daha derin katmanlara iniyorduk. İşte o dönem hem yazarlık yönümün hem de okur kimliğimin derinleştiği dönem oldu.

Yani özetle; yazmak benim için bir yolculuğa doğuştan çağrılmak gibi. Okumak ise o yolculuğun azığı. Yol boyunca tanıdığım insanlar, şehirler, sokaklar, sessizlikler ve konuşmaların hepsi bu hikâyenin bir parçası. Ve biliyorum, hâlâ yolun başındayım. Çünkü yazmak, her defasında kendini yenileyen bir çağrıdır.

Muş’ta 10 kardeşli bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelip Osmaniye, Trabzon, İstanbul ve son olarak Sakarya’da yaşadınız, yaşıyorsunuz. Çok çocuklu bir ailede ve çok şehirli bir hayat yaşamak size, yazarlığınıza neler katmıştır, merak ettim.

Her ailenin bir insan ve kendi bağlamında benzeri olmayan bir şehir olduğuna inanıyorum. Kendimi bildim bileli, insanın, insanın yurdu olduğuna, insanın, insanda çoğalıp anlam bulduğuna inandım/inanıyorum. Her insanın farklı bir hikayesi her şehrin kendine özgü bir kimliği olduğuna göre tanıştığım her insan, hicret ettiğim her şehrin benim kendi serüvenimde inkâr edilmez bir zenginlik yarattığını içtenlikle söyleyebilirim. Bütün bunların yazarlığım için ne büyük zenginlik olduğunu tarif etmem mümkün olmasa da çok önemli bir katkı sağladığını söyleyebilirim.

Yetişkinler değil çocuklar değil tam da ‘Genç’ler için yazıyorsunuz. Belki de en zor kategoridir. Okurlarınız ne çocuk ne genç. Dahası ergenliğin çalkantılı sayılabilecek sularında yüzüyorlar. Bu tercihin özel bir anlamı mı var yoksa bir meydan okuma mı kendinize?

Aslında hem çocuklara hem gençlere hem de yetişkinlere yazıyorum. Bunu bir kenara koyup gençler meselesine gelelim zira çok önemli bir meseleye işaret ediyorsunuz. Bunun için ayrıca teşekkür ederim. Gençler için yazmak ne söylenirse söylensin meselenin önemini anlatmak için az kalacaktır. Çünkü gençler, tam da arada kalan, adı konması zor, kimliği sürekli dönüşen, sesi zaman zaman çatallanıp zaman zaman suskunluğa gömülen o “genç”ler için de yazıyorum. Ve evet, bu bir tercih. Hem de çok bilinçli, çok içten bir tercih.

Gençlik… Ne çocukluk kadar saf ne de yetişkinlik kadar hesaplı. Duyguların çırılçıplak olduğu, soruların cevaptan çok olduğu bir dönem. İçinizdeki çocuğun ölmemesi için direnirken dış dünyadan gelen “büyü artık!” baskısına da maruz kaldığınız o ikili dünya… İşte ben tam da bu geçiş halini anlatmayı da istiyorum. Çünkü bana kalırsa insanın en şiirsel, en kırılgan ama en hakiki zamanı burasıdır. Ve ben yazarken kelimelerimi oradaki o gence, kendi içimde hâlâ yaşayan, zaman zaman isyan eden, zaman zaman susan o genç adama hitaben kurmaya gayret ediyorum. İnşallah dişe dokunur bir şeyler söylüyorumdur.

Gençler için yazmak daha çok bir “yaklaşma” arzusu. Yetişkinler çoğu zaman gençleri anlamaya çalışmak yerine onlara hükmetmeye çalışır. Onlar üzerinde bir iktidar inşa etmeye yönelir. Bütün bunlar olurken onlara değil, onların yanında konuşan çok az metin var. Ben işte o metinlerden biri olsun istiyorum yazdıklarımın. O gencin duygularını küçümsemeden, onu didaktik bir dille sıkıştırmadan ama yine de ona pusula olacak bir sıcaklıkla yaklaşmak istiyorum.

Şehrin Kayıp Şarkısı’nı dün okudum. Rüştünü ispatlamış, iyi bir yazarla karşılaşmaktan ve sizi bu vesileyle daha yakından tanıyacak olmaktan ötürü memnunum. Biyografinizde üniversiteyi KTÜ’de okuduğunuzdan ve en çok da Nazan Bekiroğlu’nun şiir kokan derslerini sevdiğinizden bahsetmişsiniz. Nazan Hoca içe dönük, pek ortalıkta görünmeyen ve büyük eserlerine odaklı, üretken bir isim. Trabzon şehri ve Nazan Bekiroğlu sizde nasıl izler bıraktı?

Ne güzel bir mesaj… Teşekkür ederim. Şehrin Kayıp Şarkısı’nı okumuş olmanız ve böylesine içten bir iltifatta bulunmanız beni gerçekten çok mutlu etti. Kitapların, insanlar arasında kurduğu görünmez ama derin bağlara hep inanmışımdır; demek ki şimdi sizinle böyle bir bağın ucundayız.

Evet, üniversite yıllarımı Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde, Trabzon’un o rüzgârlı, puslu ama bir o kadar da büyülü sokaklarında geçirdim. Gençliğimin en belirleyici yıllarıydı o dönemler. Trabzon, ilk bakışta içine kolay kolay herkesin giremediği, biraz mesafeli görünen bir şehir gibi gelir ama tanıdıkça başka bir ruh derinliği sunar. Kendine has bir yalnızlığı, kendine özgü bir lirizmi vardır. O dağların arasında, o kıyıya yaslanmış sokaklarda yürürken insan hem kendini kaybeder hem de yeniden bulur. İşte ben de tam olarak böyle bir ruh hâliyle yoğruldum Trabzon’da.

Ve elbette Nazan Bekiroğlu… Onun dersi ders olmasının ötesine geçip bir iç yolculuktu, bir edebiyat meşk’iydi, neredeyse mistik bir metin yolculuğuydu. Nazan Hoca, sınıfta kelimeleri öyle bir tonda söylerdi ki, her cümlesi içimize işleyen bir dua gibi yankılanırdı. Sesi alçak ama etkisi büyüktü. Biz-en azından ben- ders değil de şiir dinlemeye gider gibi giderdim onun derslerine. Nazan Hoca’nın, dışa dönük olmamasını bir eksiklik değil, bir erdem olarak görürdüm. Çünkü bize öğrettiği şey metnin içinde sessizce yol almaktı. Yani söze hürmet etmeyi, kelimenin mahremiyetini, susmanın da bir dil olduğunu ondan öğrendim.

Trabzon’un sisli dağlarıyla Nazan Hoca’nın şiirsel suskunluğu arasında gizli bir akrabalık vardır bana göre. İkisi de seni zorla içeri almaz ama kapıyı açık bırakır. Girersen, dönüşü olmayan bir iç derinliğe adım atarsın. İşte benim yazarlık damarım da tam oradan, o sessizlikte çatladı belki. Nazan Bekiroğlu bana “sözün ağırlığını” öğretti. Bir cümlenin sadece bilgi değil, bazen bir ömür kadar anlam taşıyabileceğini onun derslerinde fark ettim. Bunu onu tanımayıp kitap okuyanlar da hisseder.

Bugün yazdığım her metinde, kurduğum her imge dünyasında o şehirden ve o hocadan izler vardır. Kelimelerime sinmiş bir Karadeniz rüzgârı, cümlelerime gömülmüş bir Nazan Bekiroğlu suskunluğu… Bu izleri taşıdığım için değil utanmak, bilakis onur duyuyorum. Çünkü insanı yazar yapan yalnızca iç sesi değil, o sesi büyüten topraklar ve ona yön çizen yol göstericilerdir.

O yüzden, Şehrin Kayıp Şarkısı size ulaştıysa… bilin ki o şarkının notalarında biraz Trabzon, biraz da Nazan Hoca’nın sessiz esintisi vardır.

Edebiyat öğretmenisiniz, iki oğlunuz var. Günümüz dijital oyuncaklar, ayartılar çağında gençlerin okumakla, kitaplarla ilişkisi sizce ne düzeyde? Endişeli olmayı gerektiren bir durum var mı?

Evet, edebiyat öğretmeniyim ve aynı zamanda iki oğul babasıyım. Yani hem sınıfın önünde hem evin içinde gençlikle, çocuklukla ve değişen çağın ruhuyla doğrudan temas hâlindeyim. Elbette dijital dünyanın ayartıları, ekranların parıltılı cazibesi ve “anında haz” kültürü, kitaplarla kurulan ilişkiyi gölgeliyor. Gençlerin büyük kısmı artık okumaktan çok “tüketiyor.” Derinleşmeden geçip gitmeye alışmış durumdalar. Bu tablo, elbette ki kaygı verici. Ama bu tamamen karanlıkta olduğumuz anlamına gelmiyor.

Şunu net biçimde söyleyebilirim: Gençlerin okuma isteği yok değil; ama onları kitaba çağıran ses çoğu zaman yeterince cazip değil. Kitaplar, artık yalnızca bilgi değil, bir “deneyim” de sunmalı gençlere. O yüzden mesele, yalnızca “okumuyorlar” diye hayıflanmak değil; biz onlara neyle, nasıl sesleniyoruz, esas soru bu. Kitabı bir ödev gibi sunarsak doğal olarak uzaklaşıyorlar. Ama kitapları, onların varoluşsal sorularına temas eden, kalbine değen, gündelik yaşamlarıyla kesişen bir bağlamda sunduğumuzda gözlerinin parladığına defalarca tanık oldum.

Endişeli miyim? Evet, bir yanım endişeli. Çünkü dikkat dağınıklığı ve sabırsızlık bu kuşağın büyük yarası. Kitap gibi sabır isteyen, sessizlik isteyen, içe dönük yolculuklara alan açan bir dünya için bu hız çağında yer açmak gittikçe zorlaşıyor. Ama öte yandan umutluyum. Çünkü gençler içtenliğe aç. Gerçekliğe, sahici hikâyelere, derinlikli ilişkilere susamış durumdalar. Kitap bunu sunabildiğinde, dijitalin ayartıcı çağrısını bir kenara itebiliyorlar.

Ben hem öğretmenlikte hem babalıkta şunu gözlemliyorum: Kitapla kurduğun ilişki bir zorunluluk değil, bir yakınlık ilişkisine dönüşünce büyü başlıyor. O yüzden çocuklarıma da öğrencilerime de kitap önerirken bir değil, on defa düşünecek kadar çok dikkatli olmayı tercih ediyorum. Mümkünse kitap önermekten ziyade onlarla kitapları konuşuyorum. Hissederek, bağ kurarak, birlikte düşünerek… Bu yaklaşım onları yalnızca birer okur yapmıyor, aynı zamanda düşünen, sorgulayan, hisseden bireyler hâline getiriyor.

Kısacası: Evet, bir çağ kriziyle karşı karşıyayız. Ama unutmayalım, her kriz bir imkandır ve yeniden kurmayı mümkün kılmaktadır. Kitabı yeniden kurmak, okumayı yeniden tarif etmek, gençliği sadece eleştirmek değil onlarla bu anlamı yeniden inşa etmek… İşte asıl görevimiz bu. Yoksa kitaplar hâlâ orada bir köşede sessizce bekliyorlar. Mesele, biz o sessizliği nasıl duymayı seçiyoruz?

Günümüz çocuk edebiyatının yazılı ve yazısız pek çok kuralı var. Bu kurallar çocuk dünyasını biraz fazla steril, deyim yerindeyse ponçik gören, görmek isteyen modern ebeveynlik ile malul gibi geliyor bana. Bu hissiyat ve eleştiriye katılır mısınız? Çocukları koruyacağım derken aşırıya kaçan ve yapaylaşan bir dünya tasarımı var sanki.

Kesinlikle… Aslında burada Avrupamerkezci dünya tecrübesinin Batıdışı toplumlarda putlaştırılması meselesini yüksek sesle konuşmamız gerekiyor. Fakat bunu ancak daha geniş bir zaman ve zeminde ele almak daha doğru olur. Yine de soruyu yanıtlamak gerekir ve şöyle diyebilirim:

Bu hissiyatı hem bir yazar hem bir baba hem de edebiyat öğretmeni olarak yürekten paylaşıyorum. Günümüz çocuk edebiyatı zaman zaman öyle steril, öyle parfümlü, öyle “kötülükten arındırılmış” bir dünya sunuyor ki… İnsan kendine şunu sormadan edemiyor: “Peki bu çocuklar gerçek dünyaya ne zaman temas edecek?”

Modern ebeveynliğin “aşırı korumacılığı”, çocuk edebiyatını da bir tür pamuklara sarılmış cam fanusa çevirdi maalesef. Hikâyelerden ölüm çıkarıldı, yoksulluk yok sayıldı, yalnızlık yokmuş gibi davranılıyor. Halbuki çocukluk tam da bu duygularla ilk kez karşılaşma cesaretidir. Korkunun adını koymadan cesaret olmaz. Yalnızlığı bilmeden dostluk da anlam kazanmaz. Ama biz, çocukları koruyacağım derken onların dünyasını yapaylaştırıyor, sterilize ediyor, hayata dair her şeyi pamuklara sarıyoruz.

Çocuklar sandığımızdan çok daha güçlü varlıklar. Onların dünyası sadece “ponçiklikten” ibaret değil. Duyguları derin, soruları sert, sezgileri keskindir. Karanlığı fark ederler ama bizden, o karanlıkla başa çıkabilmeyi öğrenmek isterler. Onlara sunulan hikâyelerde hayatın tüm renklerinin -hem sıcak hem soğuk tonlarının- yer alması gerek. Yoksa okudukları sadece bir duygu dekoru olur; gerçek bir deruni deneyim değil.

Ben çocuk edebiyatında hakiki olmayı, duygularda samimiyeti, dilde ise saygıyı savunuyorum. Elbette çocuklara uygun bir dille anlatmak zorundayız ama bu anlatımı gerçeklikten koparırsak onları hayata hazırlamak yerine hayattan uzaklaştırmış oluruz. Masallarda bile ejderhalar vardı; önemli olan o ejderhayı nasıl anlatacağımız, nasıl birlikte göğüsleyeceğimiz.

Kısacası: Çocuk edebiyatı pamuk şekeri olmak zorunda değil. Bazen acı, bazen kaygı, bazen ölüm de anlatılmalı. Ama elbette sevgiyle, dikkatle, incelikle… Çünkü çocuklar, gerçek olanı hisseder. Onlara saygı, gerçeklikle baş etmeyi öğretmektir; her şeyin pembe olduğunu söylemek değil. Ve bana kalırsa edebiyatın en güçlü yanı da tam burada başlıyor: Gerçeği çocuk kalbine uygun biçimde ama tüm ağırlığıyla duyurabildiğinde.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

“İyi Ki Yazmışım” Diyorum

Yayınlanma:

-

Süleyman Dilmen son yıllarda dümeni çocuklar için yazmaya kırmış üretken bir yazar. En taze kitabı Hayal Kâşifi bu ay içinde Timaş Yayınları etiketiyle yayınlandı. Boğaziçi Üniversitesi Fen Bilimleri mezunu yazar, okurlarının dünyasına bol bol merak ve ilim-bilim sevgisi serpiştiren idealist bir öğretmen aynı zamanda. Kendisiyle kitapları ve yazma serüveni hakkında kısa bir röportaj gerçekleştirdik.

Beşi çocuklar için olmak üzere on beş kitabınız var. En yeni kitabınız Hayal Kâşifi geçen hafta okurlarla buluştu. Son 3 kitabınız da çocuklar için olunca dümeni çocuk edebiyatına kırdığınızı söyleyebilir miyiz?

Yazarlığa yetişkin edebiyatı ile başladığımı söyleyebilirim ancak dediğiniz gibi son dönemde çocuk edebiyatına yöneldim ve büyük ihtimalle de böyle devam edeceğim. Bunun en önemli nedeni çocuklarla vakit geçirmenin gerçekten çok kıymetli oluşu. Hem ortaokul öğretmeni olmam hem de okurlarımın çocuk olması yaptığımız etkinliklerin ne kadar değerli olduğunu göstermesi bakımından manidar. Örneğin: “Ben de yazar olabilir miyim?” diye heyecanla soran gözleri ışıl ışıl tertemiz çocuklar olduğunda karşınızda “İyi ki yazmışım” diyor ve doğru yolda olduğunuzu anlıyorsunuz.

Özgeçmişinizi okuyunca çocuklar için yazmanın sizin hayatınızda ve yazarlığınızda pozitif anlamda bir kırılmaya tekabül ettiği sonucuna vardım. Katılır mısınız?

Kesinlikle katılıyorum. Önceki soruya verdiğim cevap, kısmen bu soruya da bir cevap niteliği taşıyor. Çocuklar için yazan ve ardından onlarla söyleşi yapan her yazar azimle yazmaya devam ediyor ve bu etkinliklerin devamını istiyor.

Dışardan bakınca çocuklar için yazmak “çoluk çocuk işi” gibi görülüp küçümsenebiliyor bu ülkede halen. Siz hem çocuklar hem yetişkinler için karşılığı olan, sevilen ve okunan kitaplar yazıyorsunuz. Bu iki tür yazarlığı mukayese etmenizi istesem, neler söylersiniz?

Açıkçası bu soruya hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap edebilen birçok yazar benzer cevaplar vermektedir. Bu durumda olan yazarların büyük çoğunluğu yazın hayatına yetişkinlerle başlar. Çünkü yetişkin olanların yetişkinlere hitabı çok daha kolaydır. Yetişkinlerin çocuklarla çok vakit geçirmesi, kendilerini onların yerine koyabilmesi ve onlar için yazılmış eserleri severek okuması göründüğü kadar kolay değildir. İlkokul ya da ortaokul öğretmenlerinden ebeveyn olanlar aynı zamanda çocuk edebiyatının kıymetini biliyorlarsa (örneğin ben 🙂) bu alanda başarıyı yakalama imkânına sahiptirler diyebiliriz.

Allah Seni Çok Seviyor adlı kitabınız iddialı, dikkat çekici bir çalışma. Çocuklar ve Gençler İçin Meal-Tefsir üst başlığını taşıyor. Böylesi bir çalışmayı hazırlarken sizi en çok zorlayan hususları ve okuyuculardan nasıl geri bildirimler aldığınızı merak ediyorum.

Hakikaten çok iddialı bir çalışma. Ancak benim amacım iddialı bir çalışma ortaya koymak değildi. Bu alandaki ihtiyacın çok büyük olduğunu gördüm. İstiklal şairi yazarı Merhum Mehmet Akif Ersoy’un aşağıdaki sözleri beni harekete geçirdi diyebilirim:

“ İbret olmaz bize her gün okuruz ezberde.

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde

Lafzı muhkem yalnız anlaşılan Kur’an’ın

Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın

Ya açar bakarız nazmı celil’in yaprağına

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”

En zorlandığım hususlar, hedef yaş grubunun ilgileri, anlatımda akıcılık, dilde sadelik, yorumu mutlaklaştırmama hassasiyeti, hedef yaş grubunun psikolojisini dikkate almak, çok tekrara düşmemek, büyük hacimli bir eser ortaya koymamak ve fakat Kur’an’ı bütüncül yaklaşıp Rabbimizin mesajlarını eğmeden kırpmadan ve eksiltmeden vermeye gayret etmekti.

Çok memnun olup takdir eden de olduğu gibi senin ne haddine yaklaşımında olanlar da oldu. Bu konuda önemli olan yüreğimizi taşın altına koyabilmektir.

Gerekirse kendi kitabımız için sponsor olup okul okul gezebilmek, öğretmenin ve öğrencinin ayağına gitmek, gençlerimize her anlamda umut olup hayatlarının tüm alanlarına vahyin rehberliğinde bakıp dünya ve ahiret saadetine ermeleri için çaba göstermektir.

Bir yazar olarak Süleyman Dilmen neler okur, nasıl besler kalemini? Rutinleri, bu anlamda varsa, ritüelleri nelerdir?

Benim en önemli beslenme kaynağım ve 25 yıldır devamlı okuduğum kitap, Rabbimizin tabiriyle Ummul Kitap (Kitapların anası:) Kur’an-ı Kerim’dir. En önemli ilham kaynağım da ister istemez budur. Çünkü çok cömert olan kitabımız kendisine Şüphesiz inananları aktif iyi yapmaktadır. Diğer beslenme kaynaklarım öğrencilerim gezip gördüklerim ve tabiat ayetleridir.

Okullarda küçük okurlarınızla sık sık bir araya geliyor, kitaplar ve okumak başta olmak üzere pek çok konuda söyleşiyorsunuz. Okurlarınızla buluşmalarınız nasıl geçiyor? Gözlem ve tecrübeleriniz yeni kuşaklar ve çocuklarımız hakkında ne söylüyor?

Ben yeni kuşaklar için daima umutluyum, hakikaten çok değerli öğretmenlerimiz ve velilerimiz var. Bunlar ister istemez çocukların da çok değerli olması yönünde olumlu yansımalar oluşturuyor. Ancak maalesef hâlâ kitap, ihtiyaçlar listesinde kendisine yer bulamamış bir durumdadır. Hâlâ ötekileştirilen, para verilip alınacak kadar değerli görülmeyen bir nesnedir. Söyleşilerim kitaplarım okunduğunda kıymetlidir. Kitaplarımı okumayanlarla yaptığımız söyleşiler ise maalesef çok verimli geçmemektedir. O yüzden bir yazarı en mutlu eden okurunun önceden kitabını okuması ve sorularını önceden belirlemiş olmasıdır. Bu konuda öğrencilerine rehberlik eden çok değerli öğretmenler var. Bunları sosyal medya hesabımda paylaşıyorum. İyi ki varlar.

Anne babalar bir çocuk edebiyatı yazarına rastladılar mı, fırsat bu fırsat deyip, çocukları için kitap tavsiyesi isterler. Siz de sık sık böyle sorula karşılaşıyorsunuzdur. Cevaplarınız neler oluyor?

Açıkçası bu tür sorular azaldı ancak yine de oluyor olduğunda da seviniyor ve elimizden geldiğince en güzel şekilde cevaplamaya çalışıyoruz.

Çocuk edebiyatı yazarlarının bana göre tuhaf bir kaderi var: Okurlarınızın hangi kitabı okuyacağına, satın alabileceğine büyük oranda büyükler (anne-baba ve öğretmenler) karar veriyor. Bu durum yazar ile okur arasında bir sorun veya bariyer oluşturuyor mu size göre?

Evet, açıkçası bazı sorunlar oluşturabilir. Çocuğun üretkenliğini sınırlandırması, tek taraflı bakış açısı gelişebilmesi ve ilgi alanlarının göz ardı edilip bir birey olarak görülmemesi ya da güven sorunları ve bunun sonucunda kitap okumaya karşı soğuma ve isteksizlik oluşturabilir.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Egemen Dünya Düzeni Bu İşin Neresinde?

Yayınlanma:

-

11 Temmuz’da, PKK’nın sembolik anlamı büyük olan “silah bırakma” töreni ile önemli bir eşiği aşan “Barış” süreciyle ilgili Ahmet Örs’le bir müddet önce yaptığımız röportajı sunuyoruz.

Savaşın, çatışmanın, katliamların, terör diye bir bela ve sopanın ortadan kalkmasını kim istemez ki? Şeytanın askeri veya silah taciri değilseniz barış herkes gibi sizin için de huzur, refah ve felah kapısıdır. Hâl böyleyken, bir yandan çok umutlu iken öte yandan neden ciddi şüpheleri var insanların?

Hukuksuzluğun dibini bulmuş, KHK’lar eliyle bir zulüm düzeni tesis etmiş, nihayet Yargı içinde “devşirdiği elemanları” eliyle CHP’den bir terör örgütü çıkartmak için debelenen, ilk ismi “adalet” iken başta ekonomi olmak üzere pek çok sahada dehşet verici bir adaletsizliği pervasızca sergileyen bir iktidar ile bu iş nasıl olacak, diye sormadan edemiyor insan. “Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek”le övünen emperyalist ve siyonist blok (ABD ve İsrail) iki yıla yakındır Gazze’de soykırım suçu işlerken ve Türkiye uyum içinde üzerine düşen “mütevazı” katkıyı sunarken üstelik! Yoksa her şey samimiyetsiz bir seçim kazanma hilesi mi? 

Yine aynı Türkiye mevsimindeyiz: İhtiyatlı iyimserlik, endişeli umut… 

Ulusal sınırlara takılmadan, herkesin hakkını aldığı, güvende olduğu sahici (bölgesel ve küresel) bir barışa doğru emin adımlarla yürürüz inşallah, diye dua ediyoruz. 

 

– PKK’nın silah bırakma ve kendini fesih kararını bekliyor muydunuz?

Bunlar radikal ve hemen hiç kimsenin beklemediği kararlardı açıkçası. Herhangi bir siyasiden ya da yorumcudan bu doğrultuda pek bir şey duymuşluğumuz ve öngörümüz yoktu hatta ABD’nin özellikle PYD’ye olan teveccühü düşünüldüğünde böyle bir şey iddia etmek akla zarar bile kabul edilebilirdi. Hadi, dönemsel olarak geçmişte de olduğu gibi ateşkesler olsun ama fesih, bambaşka bir karar!

– Arka planda ne olursa olsun bu, tarihi bir olay. İlk duygu ve düşünceleriniz nedir bu gelişme karşısında?

Elbette, tarihi bir âna tanıklık etmekteyiz, bunda kuşku yok lâkin insan bu işin arka plânını kaçınılmaz olarak merak ediyor; geriye doğru neler olduğunu anlamaya çalışıyor: Örgütün feshine giden sürecin özellikle Ortadoğu’daki/Batı Asya’daki hangi dinamiklerin eseri olduğunu kavrayamayan bir duygulanım, fazlasıyla boşa düşme kabiliyetine sahip. Bunu muhakkak not etmeliyiz. Duygulanım üzerinde bunca ehemmiyet vurgusunda bulunmuşken neler düşündüğümüz hakkında sanırım ciltlerce konuşmak gerekebilecektir. Küresel ittifakların bileşeni olarak devletin ve yine aynı ittifaklarla yeni ve sıkı münasebetler geliştirmiş örgütün birlikte yaptığı işlerden, hele de Ortadoğu’nun şu ürkütücü aşamasında işkillenmemek elde değil. Güçlü bir şüphe ve tekinsizlik hâlinin çok yönlü olarak beni etkisi altına aldığını söylemeliyim. Bu süreç, bütün bir bölgeyi olduğu kadar özellikle İslamî siyaseti teorik ve pratik boyutlarıyla temsil etme iddiasında bulunanlardan oluşan muhitimizi de sarsacaktır.

– Örgüt bir adım attı, Devletin de atması gerekli adımlardan bahsediliyor. Sizce bu adımlar nelerdir?

Doğru, örgüt bir adım attı ama bu adımın devletin mi, örgütün mü, küresel büyük ittifakların mı adımı olup olmadığı hususunu iyi irdelemek gerekiyor. Bu meyanda muarızların ya da muhatapların bahis konusu ittifaklardan bağımsız bir adım atma kabiliyetinin olduğuna inanmıyorum. Bunun aksini iddia etmek bence açık palavradan başka bir şey değil! Bölgenin, egemen dünya düzenine teslim olmuş irili ufaklı yapılarının nasıl hareket ettiği, hangi mevzilerden atış yaptığı, kimlerin yanında hizalandığı zaten gözler önünde cereyan eden arsızlık tiyatrosunda sergileniyor. Suriye’de son somut tezahürü görülen dönüşüme göre devlet ve örgütün konumlandırılışından cesaretle bahsetmeliyiz. Atılacak adımlar İsrail-ABD (bütün bir emperyalist blok) hattının yanında birlikte hizalanmak ve Batı Asya’nın geri kalan lokasyonlarındaki irili ufaklı ayrıksı grup ya da devletleri tasfiye sürecinde muvazzaf bir pozisyon almak şeklinde olacak görünüyor hatta bu, oluyor. Bu büyük adımlara paralel ya da onları takiben atılacak “demokratikleşme” adımları olacaktır elbette. Ulus devlet direncine rağmen sosyal alanlardaki bazı yasakların kalkmasını görebileceğiz ama gerçek bir özgürleşme ihtimali asla bu tablodan çıkmayacaktır.

– Türkiye bilhassa 15 Temmuz 2016 tarihinden, OHAL ve KHK rejimine geçişten sonra feci bir hukuksuzluk, yolsuzluk, liyakatsizlik sürecine girdi. Her geçen yıl kötüye gitti. Peşi sıra ağır bir yoksulluk içine sürüklendi halk. Hak-hukuk karnesi bu kadar zayıf bir iktidar, başta Kürtler olmak üzere bu ülkeye özgürlükler anlamında neler sunabilir?

Sorunuz aslında bir yandan çarpıcı tespitleri de barındırıyor. Bu süreçte benim de öne çıkarmaya çalıştığım bir perspektif, bu. Bu durumda egemenlere sormak gerek: Siz, sözüm ona “barış” içinde yaşadığınızı iddia ettiğiniz insanlara hangi güzellikleri sundunuz da Kürtlere ya da başkalarına barış, huzur, refah vaat ediyorsunuz? KHK zulmü hâlâ devam ediyor, protesto hakkını kullanmak isteyenlerin başlarına neler geliyor, hep birlikte görüyoruz. Zaten siz, bir avukat olarak hukuksuzluğun ülkede ne denli bir geçer akçe olduğunu hepimizden iyi biliyorsunuz. Barınma, gıda, ekonomik güvence gibi haklara, Anadolu’nun çok boyutlu olarak talan edilip yağmalanmasına hiç girmiyorum bile!

Kürt meselesindeki bu sıra dışı ve hemen herkesçe sürpriz olarak karşılanan mezkûr “açılım”ın bölgesel ayağı az önce değindiğim gibi büyük aktörlerin plânlarından bağımsız değil ancak bütün bu olumsuz tarafların yanı sıra farklı muhatapların bazı durumlardan avantaj devşirebilmesi elbette mümkündür. Tabii, bu mümkünlük her durum ve çevre için geçerlidir. Gerçek özgürlüğün teorik bağımsızlık dolayımında gerçekleşebileceğini düşündüğümüzde özellikle İslamî çevrelerdeki bağımsız, ilkesel duruşları tahrip edip bulandırma kabiliyetine sahip olması bakımından bu yeni adımlara ekstra ihtiyatlı yaklaşmakta yarar var. Ulus devlet paradigmasının yeni yorumuna hem Kürt siyasal unsurlarının hem kimi İslamcı muhitlerin coşkulu dahli beni kaygılandırıyor. Düzenin maharetli hamlelerinin muhalif unsurlardan daha tesirli olduğu gerçeği bu süreçlerde daha bir görünür olabiliyor. Ne Ortadoğu/Batı Asya halkları düşünsel bir hazırlık içinde ne de Türkiye özelindeki Kürt ya da İslamî devrimci unsurlar… Dolayısıyla emperyalizmin ve onun ortaklarının projelerine, o projelerin fikrî temellerine iyi bakmalı: O bütünün herhangi bir özgürleşmeye götürecek önce niyeti, sonra imkân ve kabiliyeti var mı, diye.

– PKK’nın silah bırakması Ortadoğu olarak adlandırılan bu çalkantılı coğrafyadaki dengelerden bağımsız düşünülemez elbette. 100 yıldır yaşananlardan sonra bu coğrafyada insanlar umutlu olmaya çekinir hâle geldiler. Hiç değilse Türkiye topraklarının terörden arındırılıp huzur bulacağı yönünde umutlu olabilir miyiz?

Halkların öz örgütlülükleri çevresinde, onların irade ve inisiyatifleriyle gerçekleşmeyen herhangi bir pratikten umut ya da huzur beklenemez. Egemenler bir şeyler yapıyorlarsa hem de bunları bırakın halkı haberdar etmeyi, yetki sahibi kişi ve kurumlardan bile gizli kapaklı icra ediyorlarsa bütün bu yapılıp edilenlerden elbette halkın, halkların lehine bir sonuç doğmayacaktır. Buradan en fazla Orwell’ın 1984 romanına bir yol çıkarılabilir! Terörün geniş tabanlı bir tanımı da burada zorunlu olarak devreye girmelidir. Batı Asya mıntıkasındaki yerel ya da küresel devlet, örgüt ya da sermaye çeşnisi içinde boy gösteren irili ufaklı yapılanmaları bu hususta sıralarsak muhayyel huzur ve barış için bölgemizin kimden ya da neyden hangi ölçüde arındırılması gerektiği ortaya çıkacaktır.

Özelde İslâmî çevrelerin hem teorik hem de dinamik temellere tevhîdî ayırt edicilikle yaklaşamayan ve modern paradigmayı aşamayan tutumlarının da bütün bu kaygı verici hakikatin üzerine tuz biber ektiğini bir kez daha söylemeliyiz. Huzur ve barış, aktörlerden, aktörlerin başka başka münasebetlerinden bağımsız değildir. Tabiatıyla o bütünlükler, herhangi bir alandaki bütün hareketlenmeleri beslemektedir. Bunda şaşılacak bir şey de olamaz. İleride, beklentiler boşa çıktığında şaşılmaktansa şimdiden bütün dinamiklere sahih bir eleştirellikle yaklaşılması yerinde bir tutum olacaktır.

20 Mayıs 2025

Devamını Okuyun

GÜNDEM

1
0
Would love your thoughts, please comment.x