Köşe Yazıları
Tanınmayan Hak: Vicdani Ret

Yayınlanma:
2 sene önce-

Zorunlu askerlik dayatmasının sürdürüldüğü, buna karşılık vicdani ret hakkının halen tanınmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Devletin bu hakkı ısrarla tanımaması bir yana, vatandaşların da, vicdani ret nedir, vicdani retçi kimdir, pek bilgi sahibi olduğu söylenemez.
Vicdani ret, kişinin politik görüşleri, ahlaki değerleri veya dini inançları gereği zorunlu askerlik hizmetini yerine getirmeyi reddetmesi olarak tanımlanır. Zorunlu askerliği reddeden kişiye vicdani retçi denir.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında temel bir insan hakkı olan vicdani ret, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda dayanağı olan, Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerce tanınan bir hak.
Türkiye’de 1989 yılında gerçekleşen ilk vicdani ret açıklamasından bu yana yüzlerce insan vicdani retçi olduğu gerekçesiyle askerlik yapmak istemediğini ilan etti.
Bugün askerlik çağı gelmiş olmasına rağmen yasal bir mazereti bulunmayan erkekler, bakaya veya yoklama kaçağı olarak adlandırılır, herhangi bir yerde GBT (Genel Bilgi Taraması) uygulamasına takıldıklarında, zannedildiği gibi, zorla askeri birliğe teslim edilmezler. Kendilerine, “15 gün içinde askerlik işlemlerini başlatacaklarına” dair, önceden hazırlanmış bir tutanak imzalatılır. Bunun gereğini yerine getirmeyenler idari para cezası ile karşı karşıya kalırlar.
Türkiye’de vicdani retçiler bugün 90’lı yıllardaki kadar ağır yaptırımlara maruz kalmıyorlarsa da yaşadıkları, bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararında “sivil ölüm” olarak nitelendirilmiştir. Bunun anlamı, kişinin biyolojik olarak yaşıyor olsa da “hukuken ölü” kabul edilmesidir.
Vicdani retçilerin temel hak ve özgürlüklerinin, “özüne dokunacak” derecede kısıtlanması anlamına gelen hukuka aykırı yaptırımlar, idari para cezaları ile sınırlı değil. Banka hesaplarına el konulması, işten çıkartılma, sigortalı bir işte çalışamama, eğitim hakkının engellenmesi, aynı suçlamayla birden çok kez yargılanma gibi cezalarla vicdani retçilerin hayatları abluka altına alınıyor.
Zorunlu askerliği reddetmek Hukuk’a ve Anayasa’ya uygun olmakla birlikte Haziran 2019’da yürürlüğe giren 7179 sayılı Askeralma Kanunu’na aykırı bir eylemdir. Amerikalı filozof John Rawls’ın tanımına uygun ifadeyle; devlet politikası ve uygulamasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuya açık, aleni, şiddet dışı, meşru bir eylem, örnek bir sivil itaatsizliktir vicdani ret. Kamu vicdanına çağrıdır.
2013 yılında vicdani reddimi beyan eder, İslam inancım gereği bu ülkede askerlik yapmayacağımı açıklarken şu cümlelere yer vermiştim:
“Bir Müslüman olarak teorisini ve pratiğini tasvip etmediğim bir orduya katılmaya zorlanmam bir zulüm; bu zulme boyun eğmem ayrıca bir zulümdür.
İnsani ve İslami değerleri baskılaya gelmiş, sayısız darbelerle milyonlarca insana işkence etmiş, on binlercesini ‘meçhul’ etmiş, bu ülkedeki çoğunluklara ve azınlıklara, Müslüman olanlara ve olmayanlara türlü türlü eziyetler etmiş, geçmişi ve bugünü hak ihlalleriyle, hukuksuzluklarla dolu bir orduya katılmam düşünülemez.”
Bu satırları kaleme alırken aklımın ucundan geçmemiştir 3 yıl sonra darbe olacağı, “gerektiğinde ölmek ve öldürmek için” bizi çağırdıkları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinden bir “terör örgütü” (“FETÖ”) çıkacağı, 15 Temmuz’un karanlığında parasını milletin verdiği silahların millete doğrultulacağı, 300 kişinin öleceği, öldürüleceği, 1500 kişinin yaralanacağı, ülkenin milyar dolarlar kaybedeceği, olağanüstü hal rejimine geçileceği, halen içinden çıkamadığımız derin bir hukuksuzluk girdabına çekileceği…
Bugün buradan bakınca olan biten hafızalarımızı tazelememize fazlasıyla imkân veriyor. Militarist devlet, askerlikle ilgili rıza devşirirken İslam’dan masum bir biçimde istifade etmenin çok ötesine geçmiştir her zaman. Başta “peygamber ocağı”, “şehitlik” gibi kavramlar olmak üzere her vesileyle İslam’ı istismar etmiştir. Vahiy dışı bir akılla tesis edilmiş bir rejimin din istismarına en başta Müslümanların itiraz etmesi gerekmez miydi?
Askerlik, mesleklerden bir meslektir. Profesyonel olarak icra edilmelidir. Gönüllü olarak katılmak isteyenlere kimsenin bir diyeceği olamaz. Yeter ki ehliyet ve liyakat, bir hak ve hakikat olsun, “Hukuk” konulsun ve korunsun.
Vicdani Ret zorunlu askerlik dayatması, angaryası karşısında naif bir meşru müdafaadan ibarettir bana kalırsa. Kadınların vicdani ret beyanlarını da önemsiyor, üçüncü kişi lehine meşru müdafaa olarak görüyorum.
Zorunlu askerlik kaldırılana kadar cezalandırma anlamına gelmeyecek, sivil, gerçekten faydalı bir kamu hizmeti ile geçiş süreci oluşturulmalı. Yoksa zaten kapitalist düzen içinde yoksul bırakılmış geniş halk kitleleri nefes almak için bile olsa, bu yıl 40 bin liraya tekabül eden bir bedeli ödemek zorunda.
Bir hakkı almak için mücadele etmemenin bedeli olarak “haraç” ya da “gizli vergi”, 40 bin lira, iyi para.
https://serbestiyet.com/haberler/taninmayan-hak-vicdani-ret-59678/
“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.


Milli Eğitim Bakanlığı, yeni eğitim yılında öğretmenlerden beyaz önlük giymelerini istedi. Böylece öğretmenler öğrenciler için “rol model” olacakmış.
Çocukluğumuz kara önlük içinde geçti. Karanlık bir dönemin nişanesi gibiydi zahir! Biçimlendirilmek için sıralanmış minnacık kalpler, dimağlar olarak ideolojik tornalara sunulduk. “Karalar bağlamış!” da denilebilirdi hâlimizi ifade etmek için! Kocaman bez, dantel ya da naylon beyaz yakalıklarla birlikte torna tezgâhının birörnek ürünleriydik.
Böyle devam etti. Kara önlüklerin yoksulluğu örttüğünü, böylece bütün öğrencilerin eşitlendiğini iddia etti öğretmenlerimiz, müdürlerimiz ve onlara inanan bir kısım büyüklerimiz. Doğruydu, fukara halkımız, evladına ikinci gün farklı bir kıyafet yetiştirmekten mahrum halkımız için kara önlükler bir kurtarıcıydı. Nasıl olsa dokuz ay boyunca farklı kıyafet derdi olmayacaktı.
Uzaktan bakılınca eşitlik tamamdı! Sosyalistler bile bu hıza şaştı!
Gelin görün ki zengin çocuklarıyla yoksulların görece eşitliği pek uzun sürmüyordu. Dökülüyordu kara önlükler! Mahallede ve evde kaçıncı tura çıkmışlardı! Eprimiş, solmuş, kendini çoktan bırakmış önlükler, türlü yamalıklarla hayatta kalma mücadelesi veren pantolonlar, siyah ipliklerle derin yırtıkları kalın kalın dikilmiş beyaz naylon yakalıklar düzenin yalanını suratlara çarpıyordu! Ayakkabılar, kara lastikler, harçlıksız cepler fukaranın çocuklarını okul duvar ve bahçelerine savurup duruyordu.
Yalanlar suratlara çarpılmayı hak ederler elbette!
Sonra mavi, daha sonra rengârenk oldu önlükler, formalar. Kısmen serbestleşti kıyafetler lâkin zihinsel kuşatma aynen devam etti. Öğretmenler devlet memurlarının kılık-kıyafet şartnamesine bağlıydılar, ancak yaklaşık on yıldır sendika kararlarıyla serbestler. Başörtüsü yasakları kalktı, yerine “Siyah ya da lacivert olacak!” dayatması geldi.
Zihinlerdeki prangalar pek bir muhkemdi. Yeni bakan memleketi biçimciliğe dönüşün kurtaracağını düşünen bahsettiğimiz saplantının bir uzantısı olarak “Beyaz önlük!” dedi. “Beyaz”dı nihayetinde, nispî bir olumluluk barındırıyordu. Örteceği meselelere dâir antipati uyandırma ihtimali düşüktü.
Resmî ideoloji ile kapitalizmin eğitim hayatını, çocukların ufkunu kapatmasını örtebilirdi mesela! Mesela “eğitim” denen alanın kökten sorgulanmasını öteleyebilir, “okul”un ne manaya geldiğini, küreselleşme çağında nereye evrildiğini, dijital zamanlarda fonksiyonunun ne durumda olduğuyla ilgili tartışmaları öteleyebilirdi. Başta Kürtçe olmak üzere baskılanıp yasaklanan dillerde onca insan evladının Allah tarafından verilen haklarının nasıl gasp edildiğini gizleyebilirdi mesela! Yine, yıllarca dirsek çürüten çocukların önemli oranda okuduğunu anlama probleminin olduğunu, üniversite sınav sonuçlarına bağıra bağıra yansıyan akademik sefaleti sorgulamayı unutturabilirdi. Piyasalaşmanın hakikati nasıl yuttuğunu, geleceksizlik batağında çırpınan milyonlarca gencin oluşturduğu devasa kitleye yenilerinin eklenmekte olduğunu tartıştırmazdı!
Karasından beyazına önlük ve formalar, ulus devlet aracılığıyla muhafaza olunan sermaye düzenine ideolojik formasyonla terbiye edilmiş kitleler üreten okul gerçeğini örtmeye çalışırken hakikatin ışıkları da elbette hayatlara sızmaya devam edecek etmesine ya bakalım bunca hakikati örtmeye çalışacakların sıradaki yeni örtüleri neler olacak!
Köşe Yazıları
Yol Haritasında Yeni Durak: İfsada Karşı Akbelen Direnişi

Yayınlanma:
1 ay önce-
Ağustos 20, 2023
Bir yandan aşırı sıcaklar, bir yandan Akbelen direnişi… “2023’ün yaz mevsimi ileride nasıl hatırlanacak?” diye sorulsa bu ironik cevap düşecek aklımıza. Zam yağmurunu da ekleyen olacaktır haklı olarak.
Bakın “orman, yağmur, sıcak” kelimeleri peşi sıra nasıl da diziliveriyorlar! İsmet Özel’in “Amentü” şiiri yetişsin burada imdadımıza! (Her ne kadar “Şiir öldü mü?” muhabbeti yapılsa da şiir, hayatı kavrama/kurtarma kabiliyetine her zaman sahiptir.):
Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
İnsan da bu terkiple bir manaya kavuştuğundan yine o terkibe kendini ekleyerek Akbelen direnişine koşmalıdır. Karadeniz’i boydan boya kaplayan HES inşaatlarına koşmalıydı. (Pek çok yer için hâlâ geç kalmış değil.) Taş ocaklarına, JES’lere, altın madenlerine, kıyılara, zeytinliklere vedahî benzer bütün yıkımlara koşmalıdır.
Koşanlar oldu, vâr olsunlar ancak benzer anlarda olduğu gibi azdılar, hatta azın azı! Çünkü devletin ve sermayenin karşısına dikilmek birçok bariyeri aşmakla mümkündür. O bariyer her farklı kişi ve çevreye göre değişir. Bir yandan ormanlar cayır cayır yanar, bir yandan sermaye koca ormanları her bir ağaca motorlu hızarlarla saldırarak yok eder, bir yandan kolluk bütün imkân ve araçlarıyla tabiatı savunan halkın karşısına dikilir ve bu bütün bu tabloya alenen “Hayır!” demeyi engelleyen bariyerler vardır!
Tabiatın kesiksik, yaygın ve derinlemesine yağmalanmasının ne anlama geldiğini daha önce tartışmıştık. Bu sistematik, görülemez, gözden kaçırılır bir hakikat değilse bunca bariyer nasıl da çıkıveriyor ortaya! Biraz Müslümanlığınız, biraz insanlığınız, biraz siyasal bilinciniz, biraz tabiatla temasınız varsa bu talanın, bu amansız saldırının karşısına hemen dikilmelisiniz.
Zamlardan gözünü açamadı mı halkımız 2023 yazında? Evet, açamadı. Ekonomik göstergeler halkımızın üzerine bir çığ gibi, bir karabulut gibi, dehşetli bir afet ve belâ gibi çökmedi mi? Evet, çöktü. Peki, bu hengâmede koca orman nasıl yok ediliyor Akbelen’de? Erbaa’da, Tokat’ta, Fatsa’da, Dersim’de, Kaz Dağlarında, Şebinkarahisar’da ve adını çıkaramadığımız pek çok yerde devletin korumasında sermaye tabiatı nasıl delik deşik ediyor, hallaç pamuğu gibi atıyor? Bu zamlar ve ekonomik yağma düzeni ile bütün bu tabiat talanı arasında nasıl bir münasebet olabilir?
Neoliberal iman, tevhid ve adalete düşman bir müfsid sapkınlıkla her tür ıslah cephesinin tam karşısındadır ve şu ayetin alenen muhatabıdır: “Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın!” (A’raf, 56) Bu ifsad, kapitalizm sıkışıp duvara tosladıkça derinleşecektir. “Geriye pek bir şey kalmadı!” da diyebilirsiniz elbette. Bilemiyorum, belki öyledir ancak şundan eminim ki bu şeytanlık, kendisi için gidilebilecek hiçbir menzilden vazgeçmeyecektir.
Bu durumda lafı uzatmadan ve izninizle net bir şey söylemeliyim: Şeytan ve tağut yeryüzünde kol gezerken (Tony Judt’un “Kötülük Kol Gezerken” adlı kitabını hatırladım şimdi!) ve Rum sûresinin meşhur 41. ayeti “İnsanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı.” diye zihnimizde çınlayıp dururken Akbelenlere koşmamak da utanç olarak cümle ümmet-i müslümana yeter!
Bu kadar net bir perspektif eğer inananını harekete geçirmiyorsa söyleyecek hem çok şey var, hem pek bir şey yok! Akbelen direnişine ve benzer direnişlere destek verenler üzerinden birtakım spekülasyonlar yapanlara meydanı boş bırakmayan ve hakikati haykıran gür sada olmak mümkündü. Yine mümkündür çünkü yeryüzünde ifsad çağrı ve çabası bitmeyecektir. Bu yıkım cephesine karşı hayatı savunan bir ıslah cephesi inşa etmek açık akidevî bir sorumluluktur.
Takip edilecek yol için buraya bir pusula bırakmıştım. Çürümüşlüklere karşı gerekçe ve güzergâh tartışma ve pratiklerle elbette zenginleştirilebilir. Çokça konuşulan iman-amel bütünlüğü her ifsat alanında olduğu gibi bu yaşamsal mevzuda da belirleyici olmalıdır. Tüm yeryüzündeki benzer talan ve yağmalara karşı direniş mevzi ve halkalarıyla sahih, sağlam bir cephe hattı kurmak zorundayız; imanî ve insanî olarak başka seçeneğimiz yok.
İsmet Özel’in hayatın ikamesi için kendini beşinci unsur olarak eklemesi, su, ateş, toprak ve rüzgârdan oluşan toplama doğru bir kapışmanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamak içindir. Kapitalizm duvara tosladıkça daha bir saldırgan olacaktır. Zamla, yağmayla, talanla, her tür sömürü mekanizma ve aracılığıyla saldıracaktır. Neoliberalizm denen tâğûtî düzenin karakteri budur. Bu düzene karşı cevabımızı yine İsmet Özel’den bir şiir başlığı ile verelim, ancak o kapışmada taraf olarak hayatın kâim olabileceğini unutmadan:
Evet, İsyan!

Kör yanılgıları yok eden hac öğretmenimiz*
Ali Şeriati, inancımızı devrimci coşkuyla kavratan biricik öğretmenimiz… Ondan okuduğumuz her bir cümle bizi yepyeni dünyalarla buluşturdu. Onun her yorumu, her açılımı engin bir okyanus ufkunu bize armağan etti.
Sabahlara kadar konuştuk Ali Şeriati ile. Sohbeti hiçbir zaman sıkmadı bizi. Kitapların sayfalarından hiçbir zaman göremediği bizlerle konuştu; anlattı, anlattı…
Ali Şeriati’deki coşkunluk okuyucuyu hemencecik çarpan, etkileyen bir dağ havası gibidir. Cümlelerinin akışkanlığı gemlenemez bir ırmağa benzer. Harfleri aslanların kükremesi, bazen de ceylan ürkekliği güzelliğindedir. İşte onun bu muhteşem üslûbu inancımızın hayata müdahalesini kavileştiren, bilevleyen en büyük yardımcısı oldu.
Devrimci anlatısıyla Şeriati inancı, itildiği kuyusundan çıkardı. Hayata müdahale eden bir bayrak haline getirdi. “Safevi Şiası” terkibiyle sembolleştirdiği kalıplaşmış ve hayatın dışına itilerek egemenlerin inisiyatifine terk edilmiş din anlayışını yıkarken kendi ülkesinde aslında milyonlarca İslam evladını etkiledi uzaktan, yakından… Öyle samimi bir üslubu vardı ki “Anne Baba Biz Suçluyuz” derken, “İnsanın Dört Zindanı”nı anlatırken… Okuyucusu olup da Şeriati’ye hayran olmayan var mıdır acaba, bilemiyorum.
Uykusundan uyanamayan İslam halklarını silkelemek onun en büyük amacıydı işte. Kur’an’la, peygamberin inkılâpçı kişiliğiyle tarihin sarsıcı örnekliğiyle, Batının bize gizlenmiş vicdani kimlikleriyle tanıştırmak istedi bizi. Karanlıklarda yol alan öncü bir meşaleydi Şeriati, yolumuzu ve bilincimizi aydınlatan…
“Öze dönüş” onun felsefesini öz olarak ifade eden bir terkip olarak kabul edilir. “Öz”ün var olmuşluğu bir umut olarak Şeriati’nin ve ümmetin tutunacağı daldır. “Öz”ün kalıplaşmış şekilsel ve etkisiz varlığına meydan okur Şeriati. Mezhebi takıntıları sorgular. Devralınan mirası hemen benimsemez. Oluşturabildiği Kur’an anlayışıyla inancını muhakeme eder ve ulaştığı sonuçları insanlara yeniden sunar.
Rutinleşmiş, ruhunu kaybetmiş, hayata müdahale edici bir etkisi kalmamış ibadetleri özüne döndürmek için yüreğini ve zihnini paralar; okur, yazar, anlatır, zalimlerin karanlığını yarmak için haykırır salonlardan, okullardan!
Ümmetin kaybolan özgürlüğünün inancın özüne ulaşmakla mümkün olabileceğine inanır. Zalimlere, despotlara meydan okur. İslam kahramanlarının ışığında yeni kahramanların boy vermesini arzular. En büyük kahraman olarak zalimlerin, bütün diktatörlerin karşısına dikilir. Her ibadeti insanı zalimlerden bağımsızlaştırıp Allah’ın egemenliğinde özgürleştiren bir anlayışla formel kaygılardan uzak, özgün bir tarzda yorumlar. Onların özlerini, asırların kirini üfleyerek üzerlerinden, yeniden ortaya çıkarmaya çalışır.
Haccın anlamı
Hac aslında Şeriati’nin evrensel inkılâbî anlayışının somut bir görüntüsüdür. Yeryüzü bir imtihan, bir kıyam alanıdır. Kıyam, tevhidi ayağa kaldırmak, şirki mağlup etmek, şeytani güçleri yok etmek için yapılacaktır. Hacda bir araya gelen milyonlarca Müslüman mahşerin yeryüzüne yansımış bir görüntüsü, İslam için mücadele eden orduların bileşimi, ruhanî ve fizikî terbiyenin numunesidir. Hac, kendilerini Rablerine adayan Müslümanların fiili örneklik meydanıdır.
Ali Şeraiti, ömrünü ümmeti ayağa kaldırmaya vakfetmiştir. Halkıyla, halklarıyla aynı dili konuşmayan aydınlardan ya da ezberlediklerini yenileme ihtiyacı duymadan hep aynı şeyi konuşan din âlimlerinden değildir. İbadetleri form düzeyinden bilinç seviyesine yükseltmeye çalışan, hayatın canlı damarları arasında dolaşıma sokmaya gayret eden bir üslûba sahiptir.
Hac, asırladır kıyam anlayışının uzağında algılanan bir ibadet olarak görüldü, değerlendirildi. Hacılar toplumlarımızda yarı cahil ve nereye, niye gittiğini bilmez kullar olarak kabul edildi. Kâbe, kendisine tapınılan bir put olarak tazim edildi. Hac seyahatleri alışveriş yapmak için bir imkân olarak değerlendirildi.
Ali Şeraiti ise İbrahim’in tevhid mücadelesinin bayraklaştırıldığı bir hac bilinci için pratiklerini söze ve yazıya taşıma sorumluluğunu hissetti. İbrahim’in, İsmail’in, Hacer’in soylu mücadelelerini milyonlarca hacının kalbine ve zihnine iyice kazımanın hayaliyle gözlerini insan sellerinin tevhidi yönelişleri üzerine teksif etti.
Hac, Ali Şeriati’de her şeyden önce bütün insanlığın Rablerini tazim etmesi, şirkten arınarak tevhidi ideallere İbrahim önderliğinde yürümesi, iç terbiyeyle fiili mücadele bilincini yoğurması azmidir. Hac, Ali Şeriati’de insanlığın yeryüzü serüveninin amacının büyük ölçekte her türlü gâileden uzak somut bir sunumudur, modelidir.
Nasıl bir hacı?
Hacılar görürdük küçükken, sakallı amcalar, beyaz örtülü teyzeler… Hacılar görürdük zemzem dağıtan, hediyeler getirip insanları sevindiren… Hacılar görürdük günahlarından arınmış ve artık neredeyse cenneti garantilemiş olmanın huzuruyla hayata bakan ama İslam halkları hakkında hiçbir şey bilmeyen… Gözlemci bir seyyah gibi bile olamayan, şaşkın seyirci edalarında Mekke ve Medine’de dolaşan hacılar… Memleketlerine döndüklerinde haccın ruhunu değil de şeklini ballandırarak anlatan hacılar… Başka memleketlerin hacılarını yer yer küçümseyen, en iyi müslümanlığın “biz”de olduğunu belirsiz ölçülerle savunan, ümmeti değil de kendi soyunu öne çıkaran hacılar…
İşte Ali Şeriati’nin “hacı”sı böyle bir “hacı” değildir. Haccın bütün rükünlerinde ne yaptığını bilen; Müzdelife’de, Mina’da, Mik’at’ta, sa’y ve tavaftaki anlamları kavramış, soyut tevhidi inancın somut tezahürlerini ümmetçi bir şuurla ortaya koymaya çalışan bir karaktere sahiptir Ali Şeriati’nin “hacı”sı. Onun hacısı, ömrünün son kertesinde günahlarını sildirip ahirete cümle günahlarından sıyrılmış olarak gitmenin pazarlığından uzaktır. Ali Şeriati’nin hacısı bütün şeytani güçlere isyan eder ve benliğini her türlü kirden arındırarak Rabbine teslim eder. Bütün dünya Müslümanlarının kongresinde olduğunu bilir. Savaşa giren bir kalp taşır. Kendine galebe çalmaya niyetlenen şeytanı taşlar; gözleri önüne tağutları, firavunları getirerek… Soyut bir taşlama değildir onunkisi. Yaşadığı çağa tanıklık edecek bir taşlamadır. Ülkesinde, bölgesinde ve en nihayetinde yeryüzünün her bir köşesinde firavunlaşan bütün egemenleri taşlar Şeriati’nin hacısı. Bel’amları, Karunları yani Allah adına din ve hukuk icad edenleri, kapitalist zalimleri taşlar. Taşlarken orada o zalimleri, sonraki gün ve yıllarının mücadele hattını da ortaya koymalıdır hacı.
Sadece hacdaki sembolik taşlamayla yetinmelerini istemez Şeriati hacılardan. Ancak onun bütün iyi niyeti, duygusallığı bazen hakikati görebilmesine mani teşkil etmektedir. Oraya bir mektep, bir ordugâh misyonu biçerken ve oranın dönüştürücü rolüne vurgu yaparken bu amaca bîgâne yaşayan hacıların çoğunluğu Ali Şeriati’nin özlemini çektiği özün ne yazık ki oldukça uzağında kalmaktadır. Hacca gelmeden hacı olmanın bilincine varamamak Müslümanların en büyük zaafıdır ve bu zaaflarını yenemedikçe hiçbir zaman Ali Şeriati’nin vurguladığı manada hacı olamayacaklardır.
Senin İsmail’in ne?
Şehid Şeriati’nin haccı anlamaya dönük çabasında ortaya koyduğu en orijinal açılım İsmail’in kurban edilme meselidir. İbrahim’in yaşlılığının biricik güzelliğidir İsmail’in varlığı. Bu varlığın kurban edilmesini ister İbrahim’in Rabbi. İbrahim, emirle sevgi arasında kalır. Uykularını uyuyamaz. Gözlerinde İsmail’in gözleri, kalbinde Rabbinin haşyeti… Art arda uyarılar ve en sonunda sevgisini gemleyerek İsmail’i bıçağın altına yatırışı… İsmail… Âlemlerin güzelliğini içinde taşıyan ve Rabbine teslimiyetin zirvesini örneklendiren İsmail…
Evet, senin İsmail’in nedir? Sevgisine teslim olduğun ve Rabbinin yoluna adayamadığın İsmail’in? Malın, mülkün, şânın ve şöhretin mi? Dünya hayatının geçiciliğini kavrayamamış bilincinin İsmail’ini kurban ederek özgürleşmesi için Rabbinin, İbrahim’in ve İsmail’in teslimiyetini ödüllendirdiği kurbanı boğazlarken “ne”yini boğazlıyorsun? Boğazladığın “şey” Rabbine layıkıyla teslim olmuş ve “Evet ben boğazlanabilme durumundayım!” diyebiliyor mu?
Şeriati, büyük öğretmenimiz, İsmail’in kurban edilme kıssasını bize açıyor; içindeki zengin anlamları bütün coşkun yanlarıyla gözlerimizin önüne seriyor ve haccımızı, hayatımızı, kurbanımızı daha bir anlamlandırıyor.
Kendi İsmaillerini kurban etmeyi, Rableri önünde onlardan vazgeçebilmeyi beceremeyen hacılar, ne kadar Şeriati’nin anlattığı hacılardan olabilirler? Rutin ibadet formatlarına boğdukları haclarından ne kadar diriliş ve direniş ruhu alabilirler?
Ümmetin büyük buluşması
Tevhidi kavrama sürecimiz bizlere haccın ümmetin buluşma yeri olması gerektiğini öğretmişti. Bu kıymetli sürecin uzaklardaki en önemli katkı sağlayıcılarından biri olan Ali Şeraiti de haccın büyük bir kongre olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. Evet, farklı renk ve dillerden milyonlarca müslümanın bir araya geldiği ve ölümcül sorunlardan düşünsel alanlara kadar hemen her konuda aktif bir ümmet buluşması bilincini teklif eder Şeriati.
Malcolm X’in kitap ve filmdeki sahnelerini hatırlatırcasına renkler deryasını andıran milyonlarca dindaşın aynı bilinç ve kararlılıkla üzerine kara bulutlar çökmüş ümmeti ayağa kaldırma azmini taşımalarını tavsiye eder Şeriati.
Elbette bu teklif de duygusallıkların insafına terk edilebilecek bir teklif değildir. Öyledir, öyle olmalıdır. Hac, Müslümanların büyük buluşmaları ve evrensel kongreleridir. Ancak ümmet diriliğini çoktan yitirmiş İslam halkları böyle bir kabiliyetten yoksun kalmıştır. Onların hacda ümmeti ayağa kaldıracak projeleri hayata geçirebilmeleri için önce kendilerini var kılmaları gerekmektedir. Bu da uzun soluklu bir mücadele neticesinde mümkün olabilecek bir sonuçtur.
Kadının değeri
Bir cariye olan Hacer, çöl ıssızlığında İsmail’le beraber zorlu imtihanların ortasına düşmüştür. Kadın olmanın zorlukları onu zaten haddinden fazla yıpratmaktadır. Bir köledir Hacer, hem de bir kadının kölesi… Kadına yeteri kadar değer verilmeyen zamanlarda iki kere değersiz kabul edilen Hacer…
Allah işte bu kadını, bu köle kadını kendi evine komşu yaparak, İbrahim ve İsmail’le beraber anarak çağlar boyu sürecek bir yücelikle onurlandırmıştır. Onu, kendi evine komşu ve tazime layık kılmıştır. Devrimci bilinçle kör yanılgıları yok eden Ali Şeraiti, İslam toplumlarının geleceklerinin bir yarısının yok kabul edilmesine mani olmak ister. Kadını ve onun onurunu tevhidi bilincin kuşattığı bir değerler hâlesine büründürmek ister.
Kadın, erkekle beraber o ümmet toplamının içinde bir ırmağın en temel parçası olarak akarken nasıl olur da bugün Müslümanlar için edilgen bir varlık olarak kabul edilebilir? Kadın, İslami mücadelenin ana unsurudur. Ailenin ve toplumun temelidir. İffetin kuşanıcısı olarak bütün salih önderlerin miraslarını geleceğe taşıyan bir mücadele neferidir. Şeytani kapitalist kültürün öncü taşlayıcıları Müslüman hacı kadınlar olmalıdır. Hacer’in engin tevekkülünü yaşadıkları çağın mücadele örnekliğine taşımalıdırlar.
Sonuç
Haccın büyük anlamı, İbrahim ve İsmail peygamberlerin açtıkları tevhid ve teslimiyet çığırını ümmetçi anlayışın şahitliğiyle anlamak ve o şekilde örneklendirmektir. Bunu bize Ali Şeraiti hatırlatmaktadır. Öyle içten hatırlatır ki, öyle yaşayarak anlatır ki, o anlatışa yabancı durmak kendine ve inancına yabancı durmaktır. İşte bu bilinçtir ki onun çağrısına kulak veren her coğrafyadan başka başka hacı adayları onun eserini hacca gitmeden önce defalarca okurlar, kendilerini o iklime hazırlarlar. Onun eseri, seneler geçtikçe çoğalan güçlü bir çağrı olarak her yıl artan takipçilerinin şahitliklerinde yeni anlamlar dünyası oluşturur.
*2008’de kaleme alınan bu yazı ilk kez yayımlanıyor.