Connect with us

Köşe Yazıları

Seyahat Notları 2024

Yayınlanma:

-

Dört kişilik küçük ailemizle otuz altı gün süren bir yurt içi seyahatinden henüz dönmüşken izlenimlerimi satırlara dökmek istedim. Bunu yaparken, kişi ve yer adlarını mümkün olduğunca tasarruflu kullanmam gerekiyor ki okuyanı boğuntuya sokmayayım.

Arka koltukta iki küçük çocuğumuz, kemer takma zorunluluğunun da katkılarıyla yolları ve molaları uzattıkça uzattılar. Olsundu. Tema: gitmek, amacımız biraz da yollarda olmak değil miydi?

İnsan insanın yurdu olduğundan, rotamızı eş dost akrabalar, arkadaşlar oluşturduğundan “yurt içi” olarak nitelendiriyorum bu seyahati. Ulusal sınırlara inandığımdan, itibar ettiğimden değil.

Kim söylemişse haklı: Şehirde manzara insandır. Kırsalda da öyle değil mi günün sonunda?

Biriktirmek kulağa hoş gelmiyor ama insan biriktirmek kıymetli bir edim.

Trabzon’dan Tokat, Ankara, Eskişehir, Sakarya, Kocaeli ve Gebze’ye uğrayarak bir haftada İstanbul’a vardık. İstanbul’da bir süre Kadıköy’de, bir süre de Başakşehir’de kaldık. Dönüş yoluna bir de Konya’yı kattık.

Her durakta farklı insanlar, aileler, coğrafya, ortam, imkân ve neyse nasibimiz bizi bekliyordu.

Tokat’ta geniş, bereketli ovaları sulamak için oluşturulmuş, huzur içinde uzun kilometreler boyu akan kanalda yüzmek harika bir deneyimdi. Biz Niksar’da kanalımıza abone olduk! İki gün üst üste girdik, çocukları zor çıkarttık. Su tertemiz. Ne tuz ne klor. Genişliği 3 metre kadar, derinliği ise sulama durumuna göre değişmekle birlikte iki metreyi bulmuyor. Akıntı çok kuvvetli değil. Ortalama bir yetişkinin boyunu aşmaz, alıp götürmez. Eh, yüzme bilmeyen çocuklara da göz kulak olursanız, değmeyin keyfinize. Gözlerden uzak, ıssızlık içinde, gece gündüz, pırıl pırıl serinleme, rahatlama imkânı.

Tıpkı Eskişehir gibi ortasından nehir akan Tokat’ı gezerseniz Tokat Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ni (1926) görmeyi ihmal etmeyin derim.

Ankara Kalesi’nde el yapımı seramik ürünleri üreten sanatçı kardeşimiz bizi atölyesi Od Seramik’te ağırladı. Sağ olsun, çocuklarla birlikte 2 saatlik bir üretim deneyimini paylaştı. Bana da masaüstüne, kitaplığa kondurmayı çok sevdiğim şirinlikler hediye etti.

Eskişehir’in Beylikova ilçesinde tek katlı, yıllar içinde sağa ve sola oda, fırın, ardiye, tamirhane gibi eklentilerle genişleyen eski bir köy evinde kaldık. Ağaçlara, insanlara, hayvanlara, doğaya tepeden bakmayan bir tevazu az bulunuyor. Bu iki avlulu evin her köşesine yılların tozu bir yaşanmışlık, yaş almışlık sinmiş. Mekânın insan üzerindeki etkisini test etmek istermişiz gibi birkaç gün sonra Fikirtepe’ye gideceğiz. Binaların insanın üstüne üstüne geldiği, tahakküm boca ettiği ürpertici bir yer Fikirtepe. Neyse ki biz o kibir abideleri kulelerin yanında makul kalan bir aile apartmanında konaklayacağız.

Beylikova’da dikkatimi çeken naifliklerden biri de pazarı oldu. Salı günleri kurulan pazar için sabah erkenden belediye hoparlörlerinden alıverişin bereketli olması için dua ediliyor. Ne güzel, antikapitalist bir gelenek. Malum olduğu üzere kapitalizm ile bereket asla yan yana gelmez. Sahi, bereket ne hoş bir kelime.

Sakarya yeşili, mavisi, iklimi, İstanbul’a yakınlığı ve yakınlığımız olan insanları dolayısıyla her zaman sevdiğim bir şehir. Kocaeli ise İstanbul’dan sonra benim ikinci şehrim diyebilirim. Ortaokuldan bu yana, ibadetin makbulü gibi, az da olsa düzenli, daimî olarak görüştüğüm bir dostum dolayısıyla bilhassa üniversite yıllarında çokça kaldığım bir şehir.

Dostum 4 yıllık üniversite hayatında en az 6 ev değiştirdiğinden dolayı pek çok ilçesinde yaşadım. Bunda tam bir işçi ve öğrenci dostu Haydarpaşa- Adapazarı treninin de payı büyüktür. O hattı ortadan kaldıran, Haydarpaşa tren istasyonunu devre dışı bırakan iktidara, milyonlarca insanın hatıralarına saygısızlık yaptıkları için hakkımı helal etmiyorum.

Dostum evlendikten sonra istikrarlı bir şekilde Başişkele’de yaşıyor çünkü artık bir evi var!

Gebze’de evlerine misafir olduğumuz arkadaşlarımızın kızlarının adı Rachel. Ne, nasıl, neden diye soracak kızlarıyla her tanışan ve hikâyeyi dinleyecek. İnşallah yakın zamanda Rachel ve Esma’nın hayat hikayelerinin bir arada anlatıldığı nitelikli bir kitap yayınlanacak ve evlerimize konuk olacak. Ben Rachel kısmını okudum ve çok beğendim. Yazar ve yayınevi sürpriz olsun.

Ve İstanbul!

Tanpınar’ın Beş Şehir’inin baş şehri. Onu anlatmaya kelimeler yetmez.

Yine yürüyorsun, yine bir tarih, bir sürpriz çıkıyor bir ara sokağından, bir binasından, bir hanından, pasajından, taşından, duvarından.

Karaköy’de yürürken İhsan Oktay Anar kitapları geliyor aklıma, Beyoğlu’nda Sait Faik, başka bir yerinde bir şiir, bir türkü, bir film sahnesi… Yıllarca sokaklarında yürüdüğünüz, adalarında gezindiğiniz, boğazında yüzdüğünüz, camilerinde, parklarında, bahçelerinde dinlendiğiniz şehrin yüzlerce insan ve binlerce olayla sizde mevcut biricik hatırası bir yana, devasa bir ortak tarih ve hafıza üzerinde yürüdüğünüzü düşünün.

Her İstanbul ziyaretinde olduğu gibi yine Muharrem Balcı’yı ziyaret ettik. Kendisiyle hukuk atölyesine dönüşmüş bürosunda Genç Hukukçular Hukuk Okumaları üzerine bir video söyleşi gerçekleştirdik.

Avukat arkadaşlarımızla bir araya gelsek de gelenekselleşmiş cezaevi ziyaretlerimizi bu defa gerçekleştiremedik ne yazık ki. ÇHD ve Gezi Davalarından tutuklu bulunanlar, kararları Yargıtay tarafından yakın zamanda onandığı için artık hükümlü statüsüne geçtiler. Bu durumda vekalet veya yetki belgesi gerekiyor görüşmek için. Adli tatilde ve kısa süre içinde bu, ‘işi yokuşa sürme prosedürleri’ni yerine getiremedik. Yine de ben Bakırköy Kadın Cezaevi’nde 29 yıldır “içerde” olan bir mahpusu ziyaret ettim. Ardından, cezaevi ziyaretlerimiz üzerine bir sohbeti kayıt altına aldık. (İlgi duyanlar tıklayabilir.)

21 Temmuz’da Direniş Çadırı’nın çağrısı üzerine Tokat’ta, 3 Ağustos’ta Levent’te pek çok farklı grupla birlikte İsrail Konsolosluğu önünde, 18 Ağustos’ta Eminönü’nde Filistin için eylem ve yürüyüşe katıldık.

18 Ağustos’ta yine Eminönü’nde Eğitim İlke Sen’in bilhassa ve ısrarla dert edinip açıktan itiraz ettiği “derinleşen yoksulluğa, zam, sömürü ve yağma düzenine hayır” eylemine katıldım. Şairin dediği gibi çünkü “açlık çoğunluktadır.”

Konsolosluk önünde, ilerleyen yaşlarına rağmen Ümit Aktaş, Burhan Kavuncu, Yıldız Ramazanoğlu gibi insanları görmek beni mutlu etti. Burhan Abi ayrıca “yoksulluk eylemi”ne de gelmişti.

Ümit Aktaş, yazıları, fikirleri ve kitaplarıyla önemli bir isim, düşünür ve uyarıcı. Abdurrahman Arslan da bir o kadar hürmete layık bir isim bence.

Ne mutlu bize ki bu gelişimizde de A. Arslan’ı evinde ailecek ziyaret etme, kendisiyle saatlerce sohbet etme imkânı bulduk. Böyle insanlarla bir saat sohbet etmek bir avuç dolusu kitap okumaktan daha çok besler beyni ve yüreği.

Eskişehir’de Atasoy Müftüoğlu’nu evinde ziyaret etme imkânı bulmamız da ayrıca bir nimet oldu. Ziyarete birlikte gittiğimiz Levent Baştürk elinde Atasoy Hoca’ya ulaştırılmak üzere bir kitapla gelmişti.

Atasoy Hoca, “Ben bu kitabı okudum” dedi. Teşekkür etti.

Oysa kitap daha yeni yayınlanmış sayılırdı.

Ben de ayıp olmasın diye KURAMER’de bana hediye edilen bir kitabı kendisine hediye ettim. Hoca da bana Mahya Yayınları tarafından en kaliteli şekilde basılan kitaplarından birini (“Akılsız Ve Düşüncesiz Umutlar”) imzalayıp hediye etti.

Laf arasında Ketebe Yayınları’nı andığımda, ayağa kalktı, masasına gitti,  kitaplarını çok sevdiğim Byung Chul Han’ın Hiperkültürellik kitabını eline aldı ve onu da hediye etti.

Hoca yaşına, ağır aksak yürümesine aldırmadan bize çay ikram ediyordu. Bizim davranmamıza müsaade etmiyordu. Bir ara mutfağa gidince, şu masanın üzerinde hangi kitaplar var, diye baktım.

Kimi görsem beğenirim!

Ümit Aktaş. Mana Yayınları’ndan çıkan son kitabı (02.08.2024 tarihinde yayınlanmış!) “Pastoral Siyasetten Neoliberal Siyasete” adlı kitap.

Vay arkadaş!

Sohbetin bir yerinde Levent Abi, Murathan Mungan’ın “995 km” adlı kitabını andı. Atasoy Hoca kitaptan övgüyle bahsetti. (Onu da okumuş!) Baktım şimdi, kitap Ekim 2023’te yayınlanmış. Chul Han’dan Mungan’a, felsefeden romana çok geniş bir yelpazede okuyan bir entelektüel var karşımızda.

Atasoy Hoca benim görüp görebileceğim en iyi okur olabilir.  Son derece üretken bir yazar ayrıca. Eminin onu tanıyan yüz binlerce insan kıymetini “anlamak” için ölmesini bekliyordur!  Yaşarken hakkını teslim etme “risk”ini göze alamayanlar ölünce onu göklere çıkaracaklar ve bu hiç şaşırtıcı olmayacak.

Eskişehir Ankara Konya Tokat arasını navigasyonun rehberliğinde gitmek ayrıca güzel bir tecrübe oldu. Bilindiği üzere Navigasyon denen uygulama (ben Yandex’i tercih ediyorum) en kısa yollardan götürüyor.

Uygulamanın komutuma yanıtı şöyle oldu:

“Merak etme. Seni en kısa sürede gideceğin yere ulaştıracağım. Yakalanma şansını en aza indireceğim! Ne bir polis göreceksin ne jandarma! Pek veya hiç tercih edilmeyen yollardan, gözdelerden uzak, tarlaların arasından, tek şeritli yollardan, dinlenme tesisi, petrol ofisi filan görmeden gideceksin.”

O kadar tenha yollardan, uçsuz bucaksız tarlalardan, yüzlerce kilometre uzanan ovaların ortasından gittim ki, rahmetli Ahmet Uluçay’ın çekmeye ömrünün vefa etmediği filminin kahramanı gibi hissettim kendimi: Bozkırda Deniz Kabuğu.

NBC’nin efsanesi Bir Zamanlar Anadolu’da şu sahnede, sıcakta beş saat yolculuğu hayal edin. Claire Keegan’ın kitabı “Mavi Tarlalardan Yürü”. Ben sarı tarlalardan yürüyordum ve yürü Allah yürü bitmiyordu! 38 km sonra sağa dönün. Bozkır. 121 km sonra sola dönün. 72 km dümdüz gidin. Aynı pastoral manzara, kavruk şiir.

İnsan hayıflanmadan geçemiyor: Bu kadar geniş topraklarda bu kadar verimsiz bir tarım ve iskân elde etmek için bilinçli bir cehalet ve son derece kasıtlı bir kötü yönetim gerekirdi. Oldu. Olmaya devam ediyor.

36 günlük, yollarla, karşılaşmalarla dolup taşan yolculuğun ardından eve dönerken insan ister istemez soruyor kendine: Ev neresi?

İnsanları, kitapları, doğayı, tarihi biraz okuyunca, bir de ansızın çekip gidenleri aramızdan… Ev maddi anlamda daha bir muğlak, manevi anlamda daha bir muhkem sanki.

Hayat her gün yeni sözler ve gözler seriyor okumasını bilenin önüne. Marcel Proust buna benzer bir şey söylüyordu:

“Gerçek keşif yolculuğu yeni görünümler arayarak değil yeni gözler edinerek yapılır.”

 

Teşekkürler:

Bizi evlerinde ağırlayan Süda-Ali Yılmaz ailesine, onların anne babalarına, İlyas-Meliha Arabacı Ailesine, onların anne babalarına, Ahmet-Mine Örs Ailesine, onların anne babalarına, Emre-Meryem Berber Ailesine, Murat-Ayşe Kurtuldu Ailesine, onların anne babalarına, Sinan-Selma İhtiyar Ailesine, Erhan-Zeynep Duru Ailesine, Ahmet-Feyza Orhan Ailesine, Abdurrahman- Handan Arslan Ailesine, Safa-Handan Dallı Ailesine, Rahmi-Şeyma Özyurt Ailesine, Selim-Seda Murutoğlu Ailesine, Cihad-Seher Aydın Ailesine, Cemil Öğmen’e, Gökhan Türkoğlu’na, Hamza Er’e, Ali Öner’e, İsmail Duman’a, Atasoy Müftüoğlu’na, Muharrem Balcı’ya, Hasan Ormancı’ya, Ahmet Kılıç’a, Mahir Orak’a, Kadir Bal’a, Burhan Akdoğan’a, Nevzat Güngör’e, Mücahid Sağman’a, Sinan Tenşi’ye, Harun Özkarataş’a, Ömer Carullah- Saliha Sevim çiftine, Mehmet Özkan’a, Sacide Uras’a, Levent Baştürk’e ve adı şimdi hatırıma gelmeyen herkese teşekkür ederiz.

 

Mehmet Ali Başaran

m.ali.b@hotmail.com

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Darbe Düzeninde Yaşamak

Yayınlanma:

-

Bu yazıda okuyacaklarınızın hiçbir yeni ve özgün tarafı bulunmadığını en baştan ifade edeyim.

Geniş bir kesimin duygu ve düşüncelerine tercüman olur sanırım ve dua ile karşılık bulur umarım.

Mâlûmunuz, 15 Temmuz 2016’da bu ülkenin başına büyük bir felaket geldi: Darbe. Halkın püskürtmesi sonucu teşebbüs aşamasında kaldı lakin o gün bugündür Türkiye iyi değil. Vücutta hızla yayılan bir kansere yakalanmış gibi.

O çağ dışı askeri darbe püskürtüldükten sonra oluşan geniş meşruiyet alanında başka bir darbe meydana geldi ve bir iç kanama gibi “sessiz ve derinden” ülkenin vücuduna yayıldı.

19 Mart 2025’te zirvesine ulaşıp artık infilak etmiş bu sivil darbe Türkiye’nin sinir uçlarında geniş bir dalgalanmaya yol açtı beş gündür.

Göstergeler vahim: Hukuk, yasa, anayasa yok.

Bunu kabul etmenin zorluğunu yaşıyor geniş bir kesim. Bir kesimse, “biz yıllardır uyarıyorduk” diyor. Bir diğer kesim ise kafasını kuma gömmüş, görmemek için çaba sarf etmeye devam ediyor. Kolay değil.

Yargı mekanizması paçavraya dönüştürüldü. Ülkedeki kurumlar iflas etmiş vaziyette.

Basın ve sivil toplum görünümlü yapılar çok büyük oranda çöp. Kötü koku ve yalan dolandan başka bir şey yaymıyorlar ülkeye.  Utanmaksa eski devirlerde kalmış bir haslet adeta.

Yoksulluk diz boyu. Geniş halk kesimleri, bilhassa gençler feci derecede umutsuz. Umutları hunharca çalındı, yağmalandı.

Bu rejim, toplumun geniş kesiminin yüreğine nifak, öfke ve umutsuzluk tohumları ekmekle harcadı son 10 yılını.

Bu saatten sonra sanki bir hukuk devletinde yaşıyormuşuz gibi, sanki seçimler, sandık bir anlam ifade ediyormuş gibi yaparak kendimizi kandırmanın âlemi var mı?

İsmet Özel, “tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rab bellemeyeceğim” demişti Yahudi Olmamak adlı şiirinde. İsme bak, harika bir şiir.

Tayyip Erdoğan o tuğlayı adeta Rab belledi, “ölene kadar bu koltuğu bırakmam” diyor. Kazanamadığı seçimi iptal ediyor, seçimde yenildiği rakibine kin güdüyor, ilk fırsatta o ve onun gibileri hapse attırıyor. Allah pervasızları sever, eyvallah ama hak yolunda!

Ortalık siyasi dava ve yurdun dört bir yanında o davalardan hapse atılmış siyasetçilerle dolu. Gazeteciler, aydınlar da cabası.

Allah aşkına artık şu işin adını bi’ koyalım ve bu ülkeyi elinde oyuncak gibi gören zat ve çevresindeki menfaat ordusu da rahatlasın.

Diyelim ki ona, “buyur, ülke senindir, sen Allah ömür verdikçe oyna, kafana göre takıl. Kimseye hesap vermeyeceksin, hiç ama hiç endişen kalmasın. Sal bu ülkedeki muhalifleri zindanlardan, sal bizi kafkaesk ülkenden. Sen sağ biz selamet! Allah’ın takdiri ecel, kapımızı çalana kadar takılalım olabildiğince başımızı belaya sokmadan. Sen de rahatla sana karşı olanlar da rahatlasın.”

Trump ve Netanyahu’nun soykırımdan henüz çıkamamış Gazze’de halen ne vahşetlere imza attığını görünce, halimize şükretmemiz gerektiğini bize vaaz eden rejime kulak verelim ey ahali!

Çoktan çivisi çıkmış, bir hayli gözü dönmüş bir dünyada savaşlar, işgaller, terör, türlü türlü kargaşa, kumpaslar, yağma, talan ve yalanlar içinde yaşadığımız gerçeğini kim inkâr edebilir. Allah sonumuzu hayreylesin.

Bana göre Erdoğan ömrünü darbeci olarak sürdürecek, darbeci olarak ölecek ve öyle de anılacaktır tarihte. Yanılıyor olmaktan memnuniyet duyarım. Ben Müslümanım ve Allah şahittir ki herkes için iyilik ve güzellik dilerim. Bir karıncayı bile incitmek istemem, “bile” diyerek hakkına girdiğim için de ayrıca helallik dilerim kendisinden.

Darbe süreci içinde yaşıyoruz. Demokrasi tiyatrosunda perdeler 19 Mart (yargı darbesi) itibariyle tümüyle kapandı, anlamayan kalmasın. Gişe önünde kuyruğa girmeye gerek yok.

Darbe karşısında beş gündür devam eden, belki de Cumhuriyet tarihinin en geniş katılımlı sivil itaatsizlik süreci ne kadar devam eder, ne olur, tahmin etmek güç.

Yalnız, sivil itaatsizlik candır, not etmeden geçmek istemem. İnşallah kan dökülmez, insanlar tutuklanmaz, kimsenin canı yanmaz. Bunun için samimiyetle dua ediyorum. Herkesi hukukun içinde, sakin ve sağduyulu olmaya davet ediyorum. Bolca da gürültü koparmaya elbette. Anayasanın geçerliliği kalmadıysa da, hakkımız bâkî:  “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” (M. 34)

Öyle zannediyorum ki belirsiz bir süre, bu acı gerçekleri içimize sindirmekle geçecek.

Bir kesim, söz konusu darbe sürecinde, darbecilerin kanatları altında bu dehşet verici vebali destekleme karşılığında sahte bir güvenlik satın alacak, şu yalan dünyada.

Bir diğer kesimse açıktan veya gizliden sivil itaatsizlik mezhebine geçiş yapıp direnmenin haklı onur ve gururu ile yaşayacak, razı olmayarak karşı gelecek ve “hak, hukuk, adalet” sloganları eşliğinde yaşamaya devam edecek.

Allah mazlum halkları korusun. Bizi haktan, adaletten ve direnmekten alıkoymasın. AMİN.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Darbecilik Geleneği ve 19 Mart

Yayınlanma:

-

19 Mart 2025 tarihinde İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun bir şafak operasyonu ile gözaltına alınması Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olsa gerek.

Bu olayın, bir ismin veya partinin ötesinde, Türkiye’nin geleceği ile ilgili önemli bir eşik olduğu aşikâr.

Herhalde o gün yaşananlar, gözaltı ve operasyonlar 19 Mart Hadisesi gibi bir isimle anılacaktır. Bu da 15 Temmuz gibi bir gün işte. 15 Temmuz’da yaşadıkları güç zehirlenmesi ile hak ve hukuk yolundan tümüyle sapan Fethullahçıların darbesi şükür ki yarım kalmıştı. Bu darbe de yarım kalır mı? Milletin karşı çıkmasına bağlı.

Henüz belli değil ne zaman tamamlanacağı veya tamamlanıp tamamlanmayacağı.

Erdoğan’ın görünen en büyük rakibi gözaltında halen. Tutuklanır, mahkûm edilir, İBB’ye kayyum atanır ve CHP kapatılırsa iş bitmiş olur mu?

Seçimlerin de -en azından bir süre için-  resmen ortadan kaldırılması lazım. Neden mi? Erdoğan bir süredir seçim kazanamıyor da ondan. (Erdoğan kazanamadıktan sonra seçim yapmanın ne anlamı var?)

Ne acı ki darbelerle, darbecilerle haklı olarak hesaplaşarak milleti arkasına alıp Cumhurbaşkanı olan bir isim yargı mekanizmasına atadığı “emir erleri” (memurlar) üzerinden darbe yapıyor -ülkenin başına darbeci kesilmiş- görüntüsü veriyor. Sayısız gazeteci, köşe yazarı, vatandaş, yıllardır olan bitenleri şu kelimelerle izah ediyor: “darbe”, “sivil darbe”.

35 yıl sonra gelen “diploma kararı” su katılmamış bir hukuksuzluk.

İstanbul Valiliği’nin 19-23 Mart tarihleri arasında sokaklardaki gösteri ve protestoları yasaklamak için aldığı karar su katılmamış bir hukuksuzluk.

İktidarın, pespaye bir cunta gibi apar topar ilave yasaklara sarılması müthiş bir acziyet göstergesi. Kaldı ki valiliğin kararına saygı duyan da uyan da pek yok. On binlerce insan 2 gündür sokaklarda protesto ediyor bu hukuksuzlukları.

Üzülerek belirtmeliyim ki iktidar, hukuk dışında cirit atmaya devam ederse 19 Mart, can çekişen hukuk devletinin resmen öldüğü ve yerine polis devletinin faaliyetlere geçtiği gün olarak, kara bir leke olarak tarihe geçti şimdiden.

Elbette 19 Mart şafağına bir günde gelmedi ülke. 15 Temmuz’dan sonra hukukta ve anayasal haklarda aşama aşama radikal şekilde kısıtlama ve karartmaya gidilmişti. Nasıl ki ilk 10 yıl iktidarın parlak yılları ise, son 10 yıl da feci derecede karanlık yıllardı.

Biz böyle bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Asker veya sivil, tanklı tüfekli veya savcılı hâkimli darbelerin, darbeciliğin sahne aldığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Şahsen ülkeyi bu hale getirenlerden ve tüm bunlar olup biterken bile isteye iktidara destek verenlerden razı değilim. Çocuğunun beslenme çantasına yiyecek koyamayan anneler ve karnı aç çocuklar aklıma gelince hakkımı helal edeceğimi hiç sanmıyorum.

Biz hukukun en temel ilkelerinin geçerli olduğu, anayasal hakların korunduğu, ifade ve basın özgürlüğünün bulunduğu, masumiyet karinesinin hayatta olduğu bir ülkede yaşamak istiyoruz.

Fethullahçılar darbe yaparken mesele yolsuzluk değildi. Ak Partili tepe kadronun yaptığı darbede de mesele yolsuzluk değil. Eğer öyleyse, eyvallah, ne güzel. Yolsuzlukla mücadeleye kim hayır der! Her belediye araştırılsın, elbette Ak Parti’nin yönettiği belediyeler dâhil!

Mesela Melih Gökçek yönetiminde Ankara’da vatandaşların hakları parsel parsel kimlere satıldı, neler oldu, araştırılsın. Bunu sıradan bir vatandaş olarak ben değil sonraki belediye başkanı Mansur Yavaş da talep etmiş hatta bunun için yetkili mercilere başvuru yapmış kaç kez. Araştırılsın.

Hukuktan, dürüstlükten, ahlaktan, mertlikten bahsedecekseniz, gelin suçla, suçluyla, yolsuzlukla, adam kayırmayla parti ayrımı yapmadan tam saha mücadele edelim. Bu ülkeyi bu çamurdan, bataktan kurtaralım. Var mısınız?

Birilerinin, “aman Allah korusun!” dediğini duyar gibiyim! Geniş mi dar mı bilmiyorum ama bir kesimin bu hukuksuzluktan çok sağlam menfaatleri var.

Kanun önünde, hukuk karşısında asla ama asla eşit olmak istemiyorlar.

Milleti, bir yaşam tarzı olarak sefalette, bitmek bilmez ekonomik krizlerde, yoksulluk ve açlık sınırının altında eşitlediler.

Yukarlarda hukuktan bağımsız iktidar kapışması son sürat devam ederken, kurumların itibarı yerlerde sürünürken, ülke darbelerle çalkalanırken oluşan faturayı yine gariban millet ödeyecek. Halk daha da fakirleşecek. Kimin umurunda!

Her cuma hutbeden millete “sabır” ayetleri okuyup Allah ile aldatırken, kendileri yedi sülalelerine yetecek konfor içinde yüzmeye devam ediyor nasıl olsa.

Olan millete oldu, oluyor, olacak. Değişmeyen yazgısı budur ülkenin. 100 yılı az çok böyle geldi geçti, Türkiye Yüzyılı da böyle geldi ve geçiyor.

Cumhurbaşkanı için harbiden üzülüyor insan. Sahneye çıkarken karşı çıktığı, kıyasıya eleştirdiği ne varsa yaşıyor, yaşatıyor, yapıyor, yaptırıyor!

“Ölmeden ben bu mevki makamdan, bu koltuktan ayrılmam” fotoğrafı yıllar sonra bir karikatür olarak kahvehane köşelerine asılırsa hiç şaşırmam.

O artık ibretlik bir hikâyenin kahramanı.

Geçmiş olsun diyelim. Ama geçmiyor, gitmiyor ve bitmiyor.

Darbeler ve darbecilik esas, hak hukuk ve özgürlükler bu ülkede istisna olarak ancak ara dönemlerde, yalancı baharlar gibi kısacık yaşanıyor halen. O aralara denk gelmek, o araları açmak, çok açmak, uzatıp yaymak, genişletip temellendirmek, hukukla tahkim etmek temennisi ile.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Yanlış İliklenen Düğme

Yayınlanma:

-

Uzun yıllar boyunca türlü vesile ve araçlarla egemen dünya düzeni müdahilliğinde sürdürülen Suriye’deki yıkıcı savaş, Aksâ Tûfânı süreciyle paralellikte nihayete ererken geride yepyeni bir fotoğraf bıraktı.

İsrail’in bölgedeki güvenliğini şansa bırakmak istemeyen ve bunun için neredeyse bölgedeki bütün direniş örgütlerine ev sahipliği yapmış, Arap ülkelerinin İsrail karşısında en dişlisi olagelmiş, bir yandan da dünya düzeninin şeytanlaştırdığı İran’la ittifaktan vazgeçmemiş Suriye’yi, bir an önce AKP iktidarı tarafından yönetilen Türkiye marifetiyle ikna edip ABD-İsrail cephesine transfer etmeyi arzulayan dünya düzeni, bu amaç gerçekleşmeyince artık Suriye’yi kesin olarak bertaraf etmek, Filistin’den Lübnan’a çıkarak oradan Irak üzerinden İran’a uzanan fay hattını tesirsiz hâle getirmek için fiili müdahaleye başvurmuştu.

Bu süreç, herkesin gözü önünde oldu. Yeni bir özete elbette gerek yok. Suriye’nin ve bağlı hatların beklenen sonuna paralel biçimde, plânlaması çoktan yapılan küresel enerji hatları için acımasızca kurban verileceği anlaşılan Gazze, yine paralel bir plânlamanın neticelerini yaşadı.

Yazının tam bu noktasında müslüman halkların emperyalizmle diktatörlükler arasına sıkışan varlıklarının siyasal ve özellikle psikolojik olarak nasıl bir kıskaçta ezildiğini hatırda tutmanızı isterim. İnşallah bu mevzuya döneceğim.

İsrail, egemen dünya düzeninin rızası ve desteğiyle saldırdığı Gazze’de ağır bir tahribata sebebiyet verdi. Siyonistler, Direniş’i mağlup edemese de bu tahribatın sonuçları Filistin halkı ve coğrafyası üzerinde kendini farklı neticelerle gösterecektir. Aksâ Tûfânı’na destek için savaşa dâhil olan Hizbullah’ın, İsrail’in Lübnan’a girme plânlarına engel olsa da başta lider kadrosu olmak üzere önemli kayıplar verdiği ortadadır. İran’ın hem doğrudan kendisine yapılan saldırılar hem de bölgedeki en önemli müttefiki Suriye’yi kaybetmesi nedeniyle güç duruma düştüğü açıktır.

Suriye’nin, neoliberal faşizmin “yeryüzünde talan edilmedik mıntıka bırakmama” arzusuyla kapitalizme açılması ile birlikte yürüyen İran ve direniş örgütlerinin bertaraf edilerek İsrail’in rahatlatılması plânını, hâl-i hazırda süren YPG ile HTŞ önderliğindeki yeni Suriye rejimi arasındaki pazarlıklarla ve yine o pazarlıkların Türkiye ayağına paralel seyreden Devlet Bahçeli önderliğindeki İkinci Kürt Açılımı müzakerelerini birlikte değerlendirdiğimizde o meşhur fotoğrafın, büyüyen pikselleriyle kendini özgüvenli bir şekilde herkesin nazarına sunduğunu söyleyebiliriz.

Suriye halkının savaş boyunca çektiği acılar, göç yollarında yok olan gelecekler, mülteci olarak maruz kalınan ırkçılık ve yoksulluklar elbette hiçbir hesaba sığmaz ve sadece egemen dünya düzeninin vahşiliğini, gözü dönmüşlüğünü kanıtlar. Diktatörlüklerle böyle bir hayat arasına sıkışan halklarımızın bu makus talihlerini ancak örgütlü ve hikmeti kuşanmış İslami hareketler dönüştürebilirdi lâkin onlar da entelektüel hazırlıksızlıkları nedeniyle henüz buna muvaffak olabilecek durumda değiller. Bu, pek çok defa görüldü. Şiddete çabuk eklemleniyorlar, silahı direnişin en temel ve vazgeçilmez enstrümanı olarak görüyorlar. Bu da problemleri derinleştiriyor, halklar için çok daha büyük acılar getiriyor, “silahlanma mekanizması”nın gerçek sahibi olan egemen dünya düzeninin elini güçlendiriyor. Sözün şiddetini iptal eden, hem bölge hem de dünya halklarını düşünsel/teorik bir çerçeveye yöneltemeyen hatta yakın temas hattındaki problemlerde böyle bir güce sahip olmanın avantaj ve kibriyle hareket ederek çözümsüz yeni sorunlar yaratan bu tutum, esaslı bir sorgulamaya tabi tutulmalıdır. Özellikle Müslümanların, İslami hareketlerin bu köklü muhasebe olmaksızın hem kendilerine hem bütün bir ümmete hem de dünya halklarına bir yerden sonra sunabileceği yapıcı, üretici bir öneri olamayacaktır.

Egemen dünya düzeninin otoritesini bariz bir şekilde pekiştirdiği Ortadoğu’da, Türkiye’nin yeni Kürt çözüm sürecine şaşılası bir acelecilikle başlaması, akla gelebilecek bütün tarafların siyasal ve düşünsel hazırlıksızlıklarını ibretamiz bir şekilde açığa çıkarmıştır. Sadece az evvel kendilerini değerlendirdiğimiz İslami hareketlerin değil, faklı siyasal hatların da ne kadar zayıf olduğu, egemen siyaseti okuyamadıkları gerçeği belirginlik kazanmıştır. Dünya düzeninin ortakları güçlü ve iddialı bir edayla muhatap ve muarızlarını kendi güzergâhlarına sokmakta mahirler. Yeni bir dünya vaat etmesi, bunun ufuk ve usullerini ikna edici bir şekilde anlatıp örneklemesi gereken muhalif siyasi hareketlerin bu güçlü egemen bloğa karşı nasıl bir pozisyonda bulunduklarını sebepleriyle analiz etmesi gerekmektedir.

Türkiye’nin bir NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak Ortadoğu’da şekillenen ve emperyalist müdahaleciliğin bir ileri aşaması diyebileceğimiz yeni süreçte yerini aldığını ve ufak tefek pürüzleri gidermeye çalıştığını görüyoruz. Elbette bütün bu adımlar egemen dünya düzeni inisiyatifinde yapılan pazarlıklarla ilerliyor. Türkiye’nin Kürt meselesindeki adımının insani/vicdani/İslami/ahlâki saiklerle değil de hem Turgut Özal zamanındaki gibi “Kürtlerle büyüme” stratejisini devralması hem de tabanının öfkesini izale etmek maksadıyla yürüttüğü İsrail karşıtı popülist politikalara rağmen İran karşıtı pekişen eksende ısrar etmesi, toplumsal çok boyutlu ilkesel zaafları bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır. Bu süreci sorgusuzca olumlamak elbette kabul edilemez.

Suudi Arabistan’dan Afganistan’a, Türkiye’den Suriye’ye kadar dindar görünümler siyasal arenada egemen oldu ancak dindar görünümlerin küresel sisteme çok boyutlu eklemlenişleri devam ediyor. İslam’ın küresel sistem tarafından kol ve kanatlarının budanarak sözüm ona kabulünü büyük bir tehdit ve çaresizlik olarak algılayamayan İslami çevrelerin düşünsel zafiyetlerinin had safhaya çıktığı bir kez daha anlaşılmıştır. Bütün aldatıcı görünümlerin bir araya geldiği bu akıl tutulması ânında, problemlerin fevkalâde iç içe geçerek kristalleşmesi esasen ileri derecede benzersiz ve ürkütücüdür. Karşıda beliren tabloya karşı fikri kavrayış çabasıyla, ülkelerinden bölge ve dünyanın her bir tarafına uzanabilme kabiliyetine sahip örgütlenme yükümlülükleri öylece ortada durmaktadır.

ABD ile Rusya’nın Ukrayna savaşını müzakere etme biçiminin benim “egemen dünya düzeni” tanımlamamı haklı çıkaran mahiyetine dikkatinizi çekmek isterim. Modern dönemdeki emperyalist bölüşüm savaşlarının bir uzantısı olarak görülebilecek bu savaşlar, egemen düzenin bileşenleri arasındaki itiş kakışlardan öte değerlendirilemez. En nihayetinde bu bileşenler, ezilenlerin adalet taleplerine mugayir bir pozisyonda ittifak edeceklerdir. Dolayısıyla kendi öz gücüne, dünyayı/insanlığı dönüştürebilme kabiliyetine sahip olmayan taraflar, sadece tepişen fillerin ezildiği çimler olacaktır.

İslam’ın insanlığa vaat ettikleri, tâbilerine ya da muhataplarına söyledikleri, söylemek istedikleri ile söylemedikleri bugün iyice belirsizleşmiş ve güncel çekişmelerin “dünya gerçekleri”ne kurban gitmiştir. Müslümanlar, tezlerini insanlığın önüne koyup hakikate çağıran bir rolü üstlenmekten ziyade pazarlıklar aracılığıyla irili ufaklı birtakım kazanımlara odaklanmanın ötesine maalesef geçemiyorlar. Bunun, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan pek çok sebebi var elbette. Emperyalizm tarafından kıskaca alınmış, anlık yaşamsal aciliyetlere öncelik vermek zorunda kalmış müslüman topluluklara böyle bir eleştiride bulunmayı haksızlık sayanlar çıkabilir ancak problemlerimizin kökleriyle yüzleşmedikçe yaralarımız kanamaya devam edecektir.

Suriye iç savaşı değerlendirmeleri, tebliğ-davet-mücadele usullerine dâir nebevî kriterlerin onca tartışılmışlığına karşın yetersizlik ve zafiyetleri ortaya koyan ilk trajik örnek değildi. Bu dolayımdaki örnekleri farklı aşamalarıyla değerlendirilebilecek Afganistan tecrübesinden Filistin direnişine, İran devriminden Kafkas mücadelesine kadar pek çok sahayla çoğaltabiliriz. Şimdi, Suriye merkezli olarak ortaya çıkan yeni fotoğraftan Kürt açılımı olarak Türkiye’nin payına düşen yeni duruma yaklaşımlarda da benzer bir kriz yaşamaktayız. Düzenle çoktan bütünleşmiş ana akımın bir şekilde dışında kalmış İslami çevrelerin bu hususta genel geçer taleplerin dışına çıkabilmiş esaslı bir söylem üretememiş olması, İslam ümmetinin yaşadığı genel tıkanmayla benzerliği ortaya koysa da şimdiye değin her türlü olumsuzluklara rağmen üretilmiş ilkeselliklere ters düşebilecek önerilerin beyan edilmesi ayrı bir umutsuzluk ve çaresizlik olarak değerlendirilebilir. Bütün dinamikleriyle süreci anlayıp ona karşı nebevî bir duruş/ilkesellik/pratik/örgütlülük niyet ve cesareti olmaksızın mevcut çevrimin dışına çıkılamaz ancak onun, doğal olarak da sorunun bir parçası olunur.

Egemen dünya düzeni, şu an hem teorik hem de güce dayalı zorbalıklarla kendini dayatan bir pozisyondadır. Müslümanların modern kapitalist medeniyetin argümanlarından imtina ederek resullerin pratiklerinden ve vahyî ilkeselliklerden devşirebilecekleri bir yol haritası pekâlâ mümkündür. Problemler bugünden yarına çözülemez ancak bizden miras kalan şey ilkesellikler ve onların beslediği pratikler olabilir. İşte ancak o ilkesellikler başka bir güzergâhı vâr edecektir.

Modern tasarımların bütün bağları parçaladığı; dinin, alabildiğine tepkisellikler üzerinden alan bulduğu; işgal, devlet, diktatörlük ve hikmetsizliklerle silah ve şiddete teslim olmuş Ortadoğu’nun şûralardan kopuk halklarının şimdiye kadar herhangi bir derde deva olmamış paket önerilerden ziyade mezkûr ilkesellikleri öne çıkaran yaklaşımlara ihtiyacı var. Ancak böyle bir perspektifle bu yeni durumun aşılmasına niyet edilebilir. Bu yeni durumun, egemen dünya düzeninin hemen hemen bütün unsur ve çemberleriyle İslam’dan neşet edecek bir hakikat umudu insanlığı sarıp kuşatmasın, diye abandığı Ortadoğu’ya vaziyet eden bir kuşatma olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Kürt meselesinden Suriye iç savaşına; silah ve şiddetin, direnişin anlamlarına; küresel ittifaklar ve işbirlikçi rejimlerin pozisyonlarına; İslami olanla sûret-i haktan görünen hakikat iddialarına varana dek her bir ölümcül meselemizi kavrayıp çözmeye niyet ederken yanlış iliklenen bir düğme, pek çok şeyi berbat edebilme potansiyeli taşıyacaktır.

Devamını Okuyun

GÜNDEM