Connect with us

Köşe Yazıları

İsrail’le Normalleşmenin Anatomisi

Yayınlanma:

-

31 Mayıs 2010 tarihinde, Gazze ablukasına dünyanın dikkatini çekmek ve Gazze’ye insani yardım ulaştırmak amacıyla onlarca farklı ülkeden gönüllülerin katılımıyla yol çıkan Özgürlük Filosu içinde yer alan Mavi Marmara gemisine İsrail deniz komandoları tarafından uluslararası sularda baskın düzenlenmesi ve dokuz (ağır yaralandıktan dört yıl sonra hayatını kaybeden Uğur Süleyman Söylemez’le birlikte on) Türkiye vatandaşının öldürülmesiyle siyasi ve diplomatik alanlarda kısmen zayıflayan Türkiye-İsrail ilişkileri, bir süredir onarılıyor. 2014 yılından beri çeşitli dönemlerde gündeme getirilen “normalleşme” hususu, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un 9-10 Mart tarihlerinde Türkiye’ye yapması planlanan ziyaretle yeni bir safhaya girecek gibi görünüyor.

Gerçekte, bu gelişmede fazla şaşırtıcı olan bir durum yok. Önceki yıllarda Mavi Marmara davasının düşürülmesi de dahil olmak üzere bu yönde pek çok adım zaten atılmıştı ve şimdi Herzog’un gelişiyle birlikte yalnızca yeni bir merhaleye girilecek gibi görünüyor. Kuşkusuz Ankara ve Tel Aviv’deki karar alıcıların bu yönelime girmesinin uzak ve yakın, doğrudan ve dolaylı bir dizi sebebi bulunuyor. Bu yazıda, süregiden normalleşme sürecinin arka planını farklı boyutlarıyla irdelemeye çalışacağız. Daha sonra ise bu sürecin getirebileceği muhtemel sonuçları değerlendireceğiz.

Krizin sürdürülemezliğinin tarihsel sebepleri

Filistin’i çeyrek asır boyunca tahakküm altında tutan Britanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki zorunlu dekolonizasyon sürecinin parçası olarak ve de aynı zamanda Filistin’deki durumun kendisi yönünden tümüyle kontrol edilemez hale gelmesinin sonucunda bir çıkış yolu aramış ve meseleyi yeni kurulan Birleşmiş Milletler’e götürmüştü. Birleşmiş Milletler ise İsrail’in kuruluşuna temel oluşturacak şekilde Filistin’in bir “Arap devleti” ve bir “Yahudi devleti” olmak üzere ikiye bölünmesi projesini 29 Kasım 1947 tarihinde Genel Kurul’a sunmuş ve taksim kararı çoğunluk oyuyla kabul edilmişti. O tarihteki oylamada taksime karşı çıkan 13 ülkeden biri Türkiye’ydi. Karar sonrasında yine Birleşmiş Milletler çatısı altında bir “Filistin Uzlaştırma Komisyonu” kurulduğunda ise üç farklı pozisyonu savunan üç ülke komisyon üyesi olarak belirlenmişti. Burada ABD Yahudi/İsrail tezinin destekçisi, Fransa orta yolcu, Türkiye ise Arap tezinin destekçisi olarak tanımlanmıştı.

Ne var ki Türkiye, bir buçuk yıldan az bir süre içinde neredeyse yüz seksen derecelik bir dönüş gerçekleştirdi ve bunun iki sebebi vardı. Birincisi, 1950-1960 yılları arasındaki Demokrat Parti döneminde kemale erecek olan Batı’yla tam entegrasyon süreci 1946-1950 yılları arasındaki son CHP hükümeti zamanında halihazırda başlamıştı. Özellikle 1947 tarihli Truman Doktrini ve 1948 tarihli Marshall Planı’nın etkisiyle, Türkiye’nin ABD’nin pozisyonuyla çelişecek bir tutum alması beklenemezdi. İkinci olarak, 14 Mayıs 1948 tarihinde ilan edilen İsrail devletinin Sovyetler Birliği’ndeki kolhozlardan esin alan kibbutz’lar temelinde kurulması ve ilk başbakan David ben Gurion ve ekibinin “İşçi Siyonizmi” çizgisini temsil ediyor olması sebebiyle, başlangıçta İsrail’in komünist bir ülke olacağı endişeleri vardı. Dönemin Dışişleri temsilcilerinin Uzlaştırma Komisyonu faaliyetleri kapsamında Tel Aviv’e yaptığı ziyaretler sonucunda ise yeni devletin komünizmle herhangi bir alakasının olmadığı görüldü. Tüm bunların sonucunda Türkiye, 28 Mart 1949 tarihinde İsrail’i resmen tanıdı ve bunu yapan Müslüman nüfus çoğunluklu ilk devlet oldu.

1949 yılını izleyen dönemlerde ilişkiler zaman zaman istikrarsızlaşmış ve örneğin 1981 yılında İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi sonrasında olduğu gibi diplomatik ilişkilerin seviyesi zaman zaman düşürülmüş olsa da, ana doğrultu olarak Türkiye-İsrail ilişkileri pozitif yönde seyretti. 1990’lı yılların ikinci yarısında ise on iki ayrı işbirliği anlaşmasının imzalanmasıyla ilişkiler tepe noktasına ulaştı. Bu anlaşmalar daha sonraki herhangi bir süreçte feshedilmedi. Öte yandan siyasi ve diplomatik ilişkilerin krizde olduğu düşünülen yakın dönemler de dahil olmak üzere hiçbir dönemde ticari ilişkiler kesilmedi ve hem ithalat hem de ihracat yönünden Türkiye-İsrail ticaret hacmi devamlı olarak büyüdü.

Türkiye’nin dış politika yönelimleri aynı zamanda, 1952 yılından beri üyesi olduğu NATO’nun çizdiği çerçeve ve sınırların içinde kaldı. Bu sebeple Ankara ve Tel Aviv arasında hiçbir zaman antagonistik bir karşıtlık meydana gelmedi; göreceli gerilimlerin olduğu dönemlerde ise, en bilinen örneği Obama’nın “özür” diplomasisi olmak üzere pek çok defa ABD’nin devreye girmesiyle gerilimler yatıştı.

İşte böyle bir tarihsel birikimin olduğu bir denklem içinde, Türkiye ve İsrail arasında ilanihaye sürecek bir kriz zaten beklenemezdi. Soru, normalleşme sürecinin ne zaman başlayacağı ve ne zaman tamamlanacağıydı. Kuşkusuz içinde bulunduğumuz dönemde bu adımların atılmasının özel sebepleri de bulunuyor ve aşağıda bu sebeplerden devam edeceğiz.

Yeni bölgesel denklemler ve İsrail’in beklentileri

Bilindiği gibi 2020 yılının ikinci yarısından itibaren Tel Aviv yönetimi, Birleşik Arap Emirikleri’nden başlayarak Körfez rejimleriyle ve bazı başka Arap devletleriyle normalleşme yoluna girdi. Bu ülkeler gerçekte hiçbir zaman İsrail’le savaşmadığı halde, imzalanan kapsamlı işbirliği anlaşmaları ironik bir şekilde “barış anlaşmaları” olarak lanse edildi. Körfez rejimlerinin liderleri, attıkları adımları meşrulaştırmak için hiçbir gerçekliğe değmediği halde “anlaşma karşılığında Batı Şeria ilhakından İsrail’i vazgeçirdikleri” gibi iddialarda bulundu.

Baş döndürücü bir hızla ilerleyen ve kapsamı genişleyen bu anlaşmalar İsrail için birden fazla işlev görüyor. Öncelikle, yeni ve büyük pazarlar açılıyor. İkinci olarak, “Yahudilerle Arapların amca çocukları olduğuna” gönderme yapan söylemlerle (ki anlaşmalara İbrahim Anlaşmaları adının verilmesi de buradan ileri gelmektedir) İsrail’in bölgedeki diğer halklara dostça yaklaşan ve barış içinde yaşamak isteyen bir devlet olduğu şeklinde sahte bir ideolojik anlatı üretiliyor. Üçüncüsü, “Arap devletlerinin İsrail’le barış yaptığı” bir ortamda Filistin direnişinin hem itibarsızlaştırılması, hem de yalnızlaştırılması hedefleniyor.

Bunlara ilave olarak bölgede yeni bir eksenin inşa edilmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. BAE ve Suudi Arabistan’ın uzun zamandır bölge liderliğine oynadığı bilinmektedir. İsrail bu yükselen eksenin bir parçası haline gelmeye çalışırken, aynı zamanda İran’ı çevreleme politikasında da yeni adımlar atmaktadır.

Tel Aviv yönetiminin Türkiye’yle normalleşmek istemesi de benzer amaçların ürünü gibi durmaktadır. Söylemsel düzeyde Filistin’i desteklemiş ve bazı Filistinli siyasi grupları kısmen himaye etmiş olan Türkiye’nin nötralize edilmesi bu süreçte İsrail’in en büyük kazancı olacaktır. Ayrıca Türkiye’nin de İran karşıtı kampa eklenmesi gündeme gelebilir ve taraflar arasındaki görüşmeler hakkında basına sızanlar, bu hususun gerçekten de gündemde olduğuna işaret etmektedir.

Türk dış politikasında dönüşüm ve doğalgaz meselesi

Türkiye’nin bu yazının konusu olmayan bir dizi sebepten ötürü son yıllarda dış politikada önemli ölçüde yalnızlaştığı herkesin malumudur. Sistemin yapıtaşları ve özellikle ağırlığını giderek hissettiren ekonomik kriz ise bu yalnızlığa son verilmesini siyasi otoritenin önüne bir zorunluluk olarak koymuştur. Birleşik Arap Emirlikleri’nden Ermenistan’a kadar, yakın ve uzak geçmişte ihtilafların yaşandığı çeşitli ülkelerle muhtelif düzeylerde kurulan temas ve işbirlikleri esas olarak bu durumdan kaynaklıdır.

Daha özel olarak, doğalgaz kaynakları ve Akdeniz’de oluşturulan münhasır ekonomik bölgeler meselesi de çeşitli adımların atılmasını beraberinde getirmiştir. Akdeniz’deki kaynakların kullanımı muhtemelen 21. yüzyılın en önemli ekonomik ve jeopolitik meseleleri arasında yer alacaktır ve hatta derinlemesine bir analize girişildiğinde 2011 yılında başlayan Suriye savaşının da bu meseleden bağımsız olmadığı görülebilir.

Devletlere belli sınırlar içinde Akdeniz’de bulunan canlı ve cansız kaynakları serbestçe kullanma imkânı sağlayan münhasır ekonomik bölgeler sorunu uluslararası deniz hukukunda yeterince açık tanımlanmamıştır ve bu bölgelerin paylaşımı esas olarak devletlerin ikili veya çoklu olarak anlaşmasını gerektirmektedir. Türkiye bir dönem Libya’daki Serrac hükümetiyle işbirliği yoluyla kendisine geniş bir alan açmaya çalışmıştır. Ne var ki Serrac hükümetinin zayıflığının ötesinde Doğu Akdeniz’de kıyısı olan neredeyse bütün devlet ve entitelerle şu veya bu düzeyde kriz içinde olunması, Ankara’nın hareket alanını büyük ölçüde kısıtlamıştır. Bu sebeple önce Mısır’la, arkasından da İsrail’le anlaşma gündeme gelmiştir. Gelecekte Yunanistan ve hatta belki de Güney Kıbrıs’la müzakere seçeneği de masaya gelebilir.

İsrail’in ayrıca Akdeniz’den çıkardığı gazı Avrupa pazarlarına satmak istediği bilinmektedir ve Türkiye’nin bu girişime ortak olması muhtemeldir. Bir başka deyişle Türkiye “İsrail gazı”nın hem müşterisi, hem de Avrupa’ya transfer edilmesinin aracısı olabilir. Ne var ki İsrail gazı olarak tanımlanan gaz, hem Lübnanlıların, hem de Filistinlilerin haklarının gasp edilmesiyle meydana getirilmektedir. Lübnan ve İsrail arasında deniz kaynaklarının kullanılması hususunda ciddi ihtilaflar devam ederken, Gazze’de yaşayan Filistinliler dünyayla doğalgaz ticareti yapmak bir yana, 2007 senesinden beri süren İsrail ablukası nedeniyle çoğu zaman balık avlamaya dahi çıkamamaktadır.

10 Mart’tan sonra ne görebiliriz?

Isaac Herzog’un Türkiye ziyareti, bir anda büyük bir kırılma meydana getirmeyecektir. Normalleşme süreci, belirttiğimiz üzere halihazırda başlamış bir süreç olduğu gibi, Herzog’un gelişinden sonra da tedrici bir şekilde ilerleyecektir. 10 Mart’ın hemen ertesinde özellikle büyükelçilikler konusunda yeni adımların atılması ise kuvvetle muhtemeldir.

Uzun vadede siyasi ve diplomatik ilişkiler onarılırken, ticari ilişkiler daha da gelişecektir. Ayrıca bu normalleşme belli talepler karşılığında devreye sokulacağından, dışarıda İran’a karşı, içeride ise Filistinli gruplara veya Filistin’le dayanışma yanlısı gruplara karşı çeşitli düzeylerde basınç uygulanabilir ve büyük bir ihtimalle uygulanacaktır.

Resmi söylemlerde normalleşme sürecinin “Türkiye’nin Filistin’e verdiği desteği etkilemeyeceği” ifade edilmektedir. Büyük olasılıkla, İsrail’le yakınlaşmayı dengelemek için Türkiye, Gazze ve Batı Şeria’ya daha fazla insani ve ekonomik yardım sağlayacak, hatta belki de inşaat ve altyapı projelerine girişecektir. Ne var ki “İbrahim Anlaşmaları”nda da yer bulan bu “Trump tipi çözüm”, ne işgali ne de onun sahadaki sonuçlarını ortadan kaldıracaktır. Ayrıca Ankara’nın, sözünü geçirebildiği Filistinli siyasi grupları daha uzlaşmacı bir çizgiye sevk etmeye çalışması muhtemeldir.

Herzog’un ziyaretinin yaklaştığı şu günlerde dünya, 1948’den beri süren etnik temizliğin Şeyh Cerrah mahallesindeki mikro tecessümüne tanık olmaya devam ediyor. Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar İsrail rejiminin apartheid (kurumsallaşmış ırk ayrımcılığı) karakterini detaylı şekilde gözler önüne seriyor. Nakab’daki Bedeviler sürülüyor, Batı Şeria’daki yasadışı İsrail yerleşimleri genişliyor ve Kudüs’ün Arapsızlaştırılması politikası hızlandırılıyor. Bugüne kadar işlediği suçların hiçbiri nedeniyle yaptırıma uğramamış olan İsrail’in eli rahatlıyor ve Filistin direnişi yalnızlaşıyor.

Devletlerin politikaları ve tercihleri ne yönde olursa olsun, adaleti ve evrensel insan haklarını kendine rehber etmiş kişiler, İsrail’e her alanda boykot ve yaptırım uygulanması ve İsrail’in her alanda yalnızlaştırılması çağrılarını yapmayı sürdürecektir.

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

E’nin Esrarengiz Ölümü

Yayınlanma:

-

En sevdiğim şiirine şöyle başlamış Cahit Zarifoğlu:

“Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim”

Ünlemler uçuşuyor adının başında E.  Belki de budur başını döndüren.

Başın döndü ve düştün. Buna inanıyorum.

İntihar ettiğine veya cinayete kurban gittiğine inanmak istemiyorum. Ne var ki bir avukat olarak inanmakla, temenni etmekle yetinemem. Olayın aydınlatılması için çalışmam lazım. Çünkü sen bir garip mültecisin. 16 yaşındasın ve daha uzuun yıllar 16 yaşında kalacaksın.

Çocuksun sen. Şairin dediği gibi:

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil”

Bir Türk vatandaşı bile olmadığın için dosyan rahatlıkla ihmale gelebilir. Nitekim geliyordu da. (Bekle biraz, o konuya geleceğim.)

26 Şubat’ta annen ve baban gelip bana vekalet verdi. Olayı onların zaviyesinden dinledim.

Keşke seni de dinleyebilseydim. Oysa ki büroma çok yakın bir yerde çalışıyordun. Oradan alışveriş yapmıştım. Trabzon’da birden fazla şubesi bulunan bir AVM. Nerdeyse her şeyin satıldığı o büyük mağazalardan biri. Farkında olmadan rastlaşmış bile olabiliriz.

Yine de buna pek ihtimal vermiyorum. Sen, anadilin Arapça kadar olmasa da iyi Türkçe konuşuyordun. Biraz da bu sebeple işe alındın.

Hafta içi beş gün saat 13 ila 22 arası, günde 9 saat çalışıyordun. Cumartesi okula gidiyordun. Aldığın son maaş 9 Bin liraydı. Baban gösterdi, paran onun hesabına yatırılıyordu.

Hesapladım, net bir kölelik olan “asgari ücret” seviyesinde para kazanabilmen için, (ayda 17 Bin lira için) okula gitmeyip cumartesileri dahil haftanın 6 günü, günde 15 saat çalışman gerekiyordu.

Bu durum seni bunaltmış olabilir. Hikâyendeki en kırılgan yer tam da buraya iliştirilen yabancılığın… Son yıllarda ırkçılık dalgası Türkiye’de çok kabardı. Bundan dolayı aşağılanmış, hakarete uğramış, fazladan ayrımcılığa uğramış, değersiz hissettirilmiş olabilirsin. Bunlar sadece tahminim.

Ablan da senin kadar olmasa da Türkçe konuşabiliyor. Ona sorular sordum, hakkında bilgi topladım.

Herhangi bir hastalığın, ruhsal sorunun yoktu. İlaç kullanmıyordun. Bir erkek arkadaşın, sevgilin, sorun yaşadığın biri yoktu.

Buradan, şimdi oturmuş sana bu mektubu yazdığım büromun önünden yürüyerek 5-6 dakikada işyerine gidiyordun. Hayatın şaşılacak kadar sade ve plânlıydı. Cep telefonunu evde bırakıyor, her gün aynı güzergâhı kullanıp işe gidiyor, aynı şekilde dönüyordun.

15 Şubat’ta da aynı şekilde gitmiş, çoğu zaman olduğu gibi işten çıkışta kendine bir tavuk döner almıştın. Seni çok iyi tanıdığı için lokantada çalışanlar, babana kamera kayıtlarını gösterdiler.

Saat tam 22.01’de içeri giriyor, 22.03’te yemeğini almış, çıkıyorsun. Ama kucağında bir pelüş oyuncak ayı var.

Trabzon’un en ışıltılı yeri. Maraş Caddesi. Baban her zaman olduğu gibi seni 22.15 gibi evde bekliyor. Lokantadan sağ tarafa, eve doğru döneceğine neden sola döndün?

Baban sen her zamanki saatte eve gelmeyince endişeye kapıldı hâliyle. Gecikmen de normal değildi. Tam seni aramak için polise veya iş yerine gidecekti ki -kararsızdı- telefonu çaldı. Saat 22.48. Arayan polisti. Kayalıklara bıraktığın eşyalardan kimliğine ulaşılmış.

Lokantanın tam önünden süre tutup yürüdüm. Ortalama 8 dakikada o caddeyi bitirip sola, Gazipaşa Caddesi’nden aşağıya, Ganita sahiline iniliyor.

Kayalık bölgeye kadar her yerde kamera var. Tek kör nokta kayalıklar ve senin o kör noktadan kendini denize attığın, yani intihar ettiğin iddia ediliyor. Kayıtlara öyle geçmiş. Ama ölümün şüpheli görüldü ve otopsi raporu için Adli Tıp’a gönderildin. Sonrası rutin prosedür.

Bedenin, işgal ve talan edilmiş ülkene gönderildi, orada toprağa verildin. Allah rahmet eylesin. Çok üzgünüm.

Minik bedenin, kuş kadar tüketiminle 8 milyar insanın yaşadığı bu devasa dünyaya pekâlâ, pekâlâ sığabilir, cıvıltılar içinde yaşayabilirdin. Hayattan pek bir şey istediğini sanmıyorum. Yaşamak, bir ağaç gibi, yaprak gibi, çok değil.

Sen de duymuşsundur belki, bu ülkedeki büyüklerin dilinden düşmezdi, biz “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”. Şimdi ise, “bir garip ölmüş diyeler.”

Otopsi raporun henüz çıkmadı. Bir iki ayda gönderilir, deniyor.

27 Şubat’ta anne babanı ve de ablanı alıp Trabzon Adliyesi’ne gittim. Senin dosyanla ilgilenen savcıyla görüşmek istedim. Savcı kâtibi “Avukat bey, ben önden bir görüşeyim kendisiyle.” diyerek odasına girdi. Ben kapıda bekledim. Savcı bey talebimi kabul etmedi. Kapısından çevirdi. Yanlış anlamanı istemem, şahsımla ilgili bir durum değil, kimin geldiğinden bağımsız, savcı beyin bir prensibiymiş. Her neyse…

Dosyanı inceledim. Savcı, şehrin göbeğinde onlarca işyerinin önünden geçip gittiğin saat aralığına ilişkin kamera kayıtlarını Emniyet’ten talep etmemiş. Öyle ya, nereye gittin, yanında biri var mıydı, kız başına, çocuk olarak kış vakti, o soğukta o karanlık kayalıklara nasıl gittin, arkandan biri geldi mi, insan merak eder değil mi?

Savcı bey unutmuş olmalıydı iş yoğunluğundan. Ben bir talep dilekçesi verdim bunun için. Sağ olsun, savcı, Emniyet Müdürlüğü’ne talimat verdi.

Çok merak ettiğimiz bir husus daha var. Neden montunu, çantanı, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp, kayaların üzerine bıraktın?

Kışın hava soğuk, Karadeniz dalgalı olur. Islak ve karanlık ve yamuk yumuk kayaların üzerinden seke seke 10 metre kadar yürümen gerekmiş olmalı. Çıplak ayaklarla kayıp düşmekten korkmadın mı? Bunlar 16 yaşında bir ana kuzusunun yapacağı şeyler mi, bilemedim.

Dünyada milyonlarca mülteci var. Sen, şanslılar arasında bile sayılırsın aslında. Anne baban ve 3 kardeşinle birlikte, sıkı aile bağları içinde yaşıyordun burada.

Henüz çocuk yaştaydın, ki çocukların yaşama enerji ve iştiyakı fıtraten yüksektir. Kendine yemek alman ve az önce yemen doğal olarak yaşama isteğine delalet ediyor.

Kucağında taşıdığın oyuncak ayının anlamı neydi peki?

Hayır, ailene teslim edilen eşyalar arasında yoktu o. En son lokantadan çıkarken kucağındaydı. Onu ne yaptın? Birine hediye etmek için mi aldın yoksa yanında mı götürdün?

Ha, az kalsın unutuyordum. Ablan söyledi. 16 şubat öğle saatlerinde polis senin eşyalarını ailene bir poşet içinde teslim etmiş. Bunlar delil niteliğinde eşyalar olduğu için muhafaza altında tutulmalıydı.

Anlaşılan polis ve savcı seninle ilgili peşinen hüküm vermiştiler, gerisi prosedürdü.

İntihar ettiğine ilişkin somut bir delil yok, cansız bedeninin bir saat sonra soğuk sulardan çıkartılmasından başka.

Savcılığa dilekçe verdim, geride bıraktığın eşyalar muhafaza altına alınsın diye. İçin rahat olsun, olayın aydınlatılması için elimden geleni yapıyorum. Olayı eşimle dostumla istişare ediyorum, arkadaşlara danışıyorum, atladığım bir nokta var mıdır diye soruyorum.

Telefonunda bir mesajlaşma, sıra dışı bir konuşma yok. Çantandan küçük bir seccade, bir tespih bir de  üç aylara girdiğimiz için okunacak bir duayı yazdığın mahzun bir kağıt parçası çıkmış. Başka da bir şey yok. Ser verip sır vermemişsin. Açıkçası, ketum bir çocuksun! Geride bir bilmece bıraktın. Bilmeceler de bilinemez genelde, ilkokul düzeyi değilse.

Üzerine yersiz yurtsuzluğun, göçebeliğin, mülteciliğin, sürgünlüğün kokusu mu sinmiş ne?

“Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyor şair, öyle mi yani?

Hayat bir serap.

Bakalım, göreceğiz.

Dosyanın akıbeti hakkında seni haberdar edeceğim.

Rabbim muhafaza buyursun.

Mehmet Ali Başaran

Not: E’nin ölümüyle ilgili öngörüsü, düşüncesi, eleştiri veya tavsiyesi, bir okuma veya seyretme önerisi olanlar m.ali.b@hotmail.com adresine yazarak benimle paylaşabilirler. 

Devamını Okuyun

GÜNDEM