Connect with us

Köşe Yazıları

İsrail’le Normalleşmenin Anatomisi

Yayınlanma:

-

31 Mayıs 2010 tarihinde, Gazze ablukasına dünyanın dikkatini çekmek ve Gazze’ye insani yardım ulaştırmak amacıyla onlarca farklı ülkeden gönüllülerin katılımıyla yol çıkan Özgürlük Filosu içinde yer alan Mavi Marmara gemisine İsrail deniz komandoları tarafından uluslararası sularda baskın düzenlenmesi ve dokuz (ağır yaralandıktan dört yıl sonra hayatını kaybeden Uğur Süleyman Söylemez’le birlikte on) Türkiye vatandaşının öldürülmesiyle siyasi ve diplomatik alanlarda kısmen zayıflayan Türkiye-İsrail ilişkileri, bir süredir onarılıyor. 2014 yılından beri çeşitli dönemlerde gündeme getirilen “normalleşme” hususu, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un 9-10 Mart tarihlerinde Türkiye’ye yapması planlanan ziyaretle yeni bir safhaya girecek gibi görünüyor.

Gerçekte, bu gelişmede fazla şaşırtıcı olan bir durum yok. Önceki yıllarda Mavi Marmara davasının düşürülmesi de dahil olmak üzere bu yönde pek çok adım zaten atılmıştı ve şimdi Herzog’un gelişiyle birlikte yalnızca yeni bir merhaleye girilecek gibi görünüyor. Kuşkusuz Ankara ve Tel Aviv’deki karar alıcıların bu yönelime girmesinin uzak ve yakın, doğrudan ve dolaylı bir dizi sebebi bulunuyor. Bu yazıda, süregiden normalleşme sürecinin arka planını farklı boyutlarıyla irdelemeye çalışacağız. Daha sonra ise bu sürecin getirebileceği muhtemel sonuçları değerlendireceğiz.

Krizin sürdürülemezliğinin tarihsel sebepleri

Filistin’i çeyrek asır boyunca tahakküm altında tutan Britanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki zorunlu dekolonizasyon sürecinin parçası olarak ve de aynı zamanda Filistin’deki durumun kendisi yönünden tümüyle kontrol edilemez hale gelmesinin sonucunda bir çıkış yolu aramış ve meseleyi yeni kurulan Birleşmiş Milletler’e götürmüştü. Birleşmiş Milletler ise İsrail’in kuruluşuna temel oluşturacak şekilde Filistin’in bir “Arap devleti” ve bir “Yahudi devleti” olmak üzere ikiye bölünmesi projesini 29 Kasım 1947 tarihinde Genel Kurul’a sunmuş ve taksim kararı çoğunluk oyuyla kabul edilmişti. O tarihteki oylamada taksime karşı çıkan 13 ülkeden biri Türkiye’ydi. Karar sonrasında yine Birleşmiş Milletler çatısı altında bir “Filistin Uzlaştırma Komisyonu” kurulduğunda ise üç farklı pozisyonu savunan üç ülke komisyon üyesi olarak belirlenmişti. Burada ABD Yahudi/İsrail tezinin destekçisi, Fransa orta yolcu, Türkiye ise Arap tezinin destekçisi olarak tanımlanmıştı.

Ne var ki Türkiye, bir buçuk yıldan az bir süre içinde neredeyse yüz seksen derecelik bir dönüş gerçekleştirdi ve bunun iki sebebi vardı. Birincisi, 1950-1960 yılları arasındaki Demokrat Parti döneminde kemale erecek olan Batı’yla tam entegrasyon süreci 1946-1950 yılları arasındaki son CHP hükümeti zamanında halihazırda başlamıştı. Özellikle 1947 tarihli Truman Doktrini ve 1948 tarihli Marshall Planı’nın etkisiyle, Türkiye’nin ABD’nin pozisyonuyla çelişecek bir tutum alması beklenemezdi. İkinci olarak, 14 Mayıs 1948 tarihinde ilan edilen İsrail devletinin Sovyetler Birliği’ndeki kolhozlardan esin alan kibbutz’lar temelinde kurulması ve ilk başbakan David ben Gurion ve ekibinin “İşçi Siyonizmi” çizgisini temsil ediyor olması sebebiyle, başlangıçta İsrail’in komünist bir ülke olacağı endişeleri vardı. Dönemin Dışişleri temsilcilerinin Uzlaştırma Komisyonu faaliyetleri kapsamında Tel Aviv’e yaptığı ziyaretler sonucunda ise yeni devletin komünizmle herhangi bir alakasının olmadığı görüldü. Tüm bunların sonucunda Türkiye, 28 Mart 1949 tarihinde İsrail’i resmen tanıdı ve bunu yapan Müslüman nüfus çoğunluklu ilk devlet oldu.

1949 yılını izleyen dönemlerde ilişkiler zaman zaman istikrarsızlaşmış ve örneğin 1981 yılında İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi sonrasında olduğu gibi diplomatik ilişkilerin seviyesi zaman zaman düşürülmüş olsa da, ana doğrultu olarak Türkiye-İsrail ilişkileri pozitif yönde seyretti. 1990’lı yılların ikinci yarısında ise on iki ayrı işbirliği anlaşmasının imzalanmasıyla ilişkiler tepe noktasına ulaştı. Bu anlaşmalar daha sonraki herhangi bir süreçte feshedilmedi. Öte yandan siyasi ve diplomatik ilişkilerin krizde olduğu düşünülen yakın dönemler de dahil olmak üzere hiçbir dönemde ticari ilişkiler kesilmedi ve hem ithalat hem de ihracat yönünden Türkiye-İsrail ticaret hacmi devamlı olarak büyüdü.

Türkiye’nin dış politika yönelimleri aynı zamanda, 1952 yılından beri üyesi olduğu NATO’nun çizdiği çerçeve ve sınırların içinde kaldı. Bu sebeple Ankara ve Tel Aviv arasında hiçbir zaman antagonistik bir karşıtlık meydana gelmedi; göreceli gerilimlerin olduğu dönemlerde ise, en bilinen örneği Obama’nın “özür” diplomasisi olmak üzere pek çok defa ABD’nin devreye girmesiyle gerilimler yatıştı.

İşte böyle bir tarihsel birikimin olduğu bir denklem içinde, Türkiye ve İsrail arasında ilanihaye sürecek bir kriz zaten beklenemezdi. Soru, normalleşme sürecinin ne zaman başlayacağı ve ne zaman tamamlanacağıydı. Kuşkusuz içinde bulunduğumuz dönemde bu adımların atılmasının özel sebepleri de bulunuyor ve aşağıda bu sebeplerden devam edeceğiz.

Yeni bölgesel denklemler ve İsrail’in beklentileri

Bilindiği gibi 2020 yılının ikinci yarısından itibaren Tel Aviv yönetimi, Birleşik Arap Emirikleri’nden başlayarak Körfez rejimleriyle ve bazı başka Arap devletleriyle normalleşme yoluna girdi. Bu ülkeler gerçekte hiçbir zaman İsrail’le savaşmadığı halde, imzalanan kapsamlı işbirliği anlaşmaları ironik bir şekilde “barış anlaşmaları” olarak lanse edildi. Körfez rejimlerinin liderleri, attıkları adımları meşrulaştırmak için hiçbir gerçekliğe değmediği halde “anlaşma karşılığında Batı Şeria ilhakından İsrail’i vazgeçirdikleri” gibi iddialarda bulundu.

Baş döndürücü bir hızla ilerleyen ve kapsamı genişleyen bu anlaşmalar İsrail için birden fazla işlev görüyor. Öncelikle, yeni ve büyük pazarlar açılıyor. İkinci olarak, “Yahudilerle Arapların amca çocukları olduğuna” gönderme yapan söylemlerle (ki anlaşmalara İbrahim Anlaşmaları adının verilmesi de buradan ileri gelmektedir) İsrail’in bölgedeki diğer halklara dostça yaklaşan ve barış içinde yaşamak isteyen bir devlet olduğu şeklinde sahte bir ideolojik anlatı üretiliyor. Üçüncüsü, “Arap devletlerinin İsrail’le barış yaptığı” bir ortamda Filistin direnişinin hem itibarsızlaştırılması, hem de yalnızlaştırılması hedefleniyor.

Bunlara ilave olarak bölgede yeni bir eksenin inşa edilmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. BAE ve Suudi Arabistan’ın uzun zamandır bölge liderliğine oynadığı bilinmektedir. İsrail bu yükselen eksenin bir parçası haline gelmeye çalışırken, aynı zamanda İran’ı çevreleme politikasında da yeni adımlar atmaktadır.

Tel Aviv yönetiminin Türkiye’yle normalleşmek istemesi de benzer amaçların ürünü gibi durmaktadır. Söylemsel düzeyde Filistin’i desteklemiş ve bazı Filistinli siyasi grupları kısmen himaye etmiş olan Türkiye’nin nötralize edilmesi bu süreçte İsrail’in en büyük kazancı olacaktır. Ayrıca Türkiye’nin de İran karşıtı kampa eklenmesi gündeme gelebilir ve taraflar arasındaki görüşmeler hakkında basına sızanlar, bu hususun gerçekten de gündemde olduğuna işaret etmektedir.

Türk dış politikasında dönüşüm ve doğalgaz meselesi

Türkiye’nin bu yazının konusu olmayan bir dizi sebepten ötürü son yıllarda dış politikada önemli ölçüde yalnızlaştığı herkesin malumudur. Sistemin yapıtaşları ve özellikle ağırlığını giderek hissettiren ekonomik kriz ise bu yalnızlığa son verilmesini siyasi otoritenin önüne bir zorunluluk olarak koymuştur. Birleşik Arap Emirlikleri’nden Ermenistan’a kadar, yakın ve uzak geçmişte ihtilafların yaşandığı çeşitli ülkelerle muhtelif düzeylerde kurulan temas ve işbirlikleri esas olarak bu durumdan kaynaklıdır.

Daha özel olarak, doğalgaz kaynakları ve Akdeniz’de oluşturulan münhasır ekonomik bölgeler meselesi de çeşitli adımların atılmasını beraberinde getirmiştir. Akdeniz’deki kaynakların kullanımı muhtemelen 21. yüzyılın en önemli ekonomik ve jeopolitik meseleleri arasında yer alacaktır ve hatta derinlemesine bir analize girişildiğinde 2011 yılında başlayan Suriye savaşının da bu meseleden bağımsız olmadığı görülebilir.

Devletlere belli sınırlar içinde Akdeniz’de bulunan canlı ve cansız kaynakları serbestçe kullanma imkânı sağlayan münhasır ekonomik bölgeler sorunu uluslararası deniz hukukunda yeterince açık tanımlanmamıştır ve bu bölgelerin paylaşımı esas olarak devletlerin ikili veya çoklu olarak anlaşmasını gerektirmektedir. Türkiye bir dönem Libya’daki Serrac hükümetiyle işbirliği yoluyla kendisine geniş bir alan açmaya çalışmıştır. Ne var ki Serrac hükümetinin zayıflığının ötesinde Doğu Akdeniz’de kıyısı olan neredeyse bütün devlet ve entitelerle şu veya bu düzeyde kriz içinde olunması, Ankara’nın hareket alanını büyük ölçüde kısıtlamıştır. Bu sebeple önce Mısır’la, arkasından da İsrail’le anlaşma gündeme gelmiştir. Gelecekte Yunanistan ve hatta belki de Güney Kıbrıs’la müzakere seçeneği de masaya gelebilir.

İsrail’in ayrıca Akdeniz’den çıkardığı gazı Avrupa pazarlarına satmak istediği bilinmektedir ve Türkiye’nin bu girişime ortak olması muhtemeldir. Bir başka deyişle Türkiye “İsrail gazı”nın hem müşterisi, hem de Avrupa’ya transfer edilmesinin aracısı olabilir. Ne var ki İsrail gazı olarak tanımlanan gaz, hem Lübnanlıların, hem de Filistinlilerin haklarının gasp edilmesiyle meydana getirilmektedir. Lübnan ve İsrail arasında deniz kaynaklarının kullanılması hususunda ciddi ihtilaflar devam ederken, Gazze’de yaşayan Filistinliler dünyayla doğalgaz ticareti yapmak bir yana, 2007 senesinden beri süren İsrail ablukası nedeniyle çoğu zaman balık avlamaya dahi çıkamamaktadır.

10 Mart’tan sonra ne görebiliriz?

Isaac Herzog’un Türkiye ziyareti, bir anda büyük bir kırılma meydana getirmeyecektir. Normalleşme süreci, belirttiğimiz üzere halihazırda başlamış bir süreç olduğu gibi, Herzog’un gelişinden sonra da tedrici bir şekilde ilerleyecektir. 10 Mart’ın hemen ertesinde özellikle büyükelçilikler konusunda yeni adımların atılması ise kuvvetle muhtemeldir.

Uzun vadede siyasi ve diplomatik ilişkiler onarılırken, ticari ilişkiler daha da gelişecektir. Ayrıca bu normalleşme belli talepler karşılığında devreye sokulacağından, dışarıda İran’a karşı, içeride ise Filistinli gruplara veya Filistin’le dayanışma yanlısı gruplara karşı çeşitli düzeylerde basınç uygulanabilir ve büyük bir ihtimalle uygulanacaktır.

Resmi söylemlerde normalleşme sürecinin “Türkiye’nin Filistin’e verdiği desteği etkilemeyeceği” ifade edilmektedir. Büyük olasılıkla, İsrail’le yakınlaşmayı dengelemek için Türkiye, Gazze ve Batı Şeria’ya daha fazla insani ve ekonomik yardım sağlayacak, hatta belki de inşaat ve altyapı projelerine girişecektir. Ne var ki “İbrahim Anlaşmaları”nda da yer bulan bu “Trump tipi çözüm”, ne işgali ne de onun sahadaki sonuçlarını ortadan kaldıracaktır. Ayrıca Ankara’nın, sözünü geçirebildiği Filistinli siyasi grupları daha uzlaşmacı bir çizgiye sevk etmeye çalışması muhtemeldir.

Herzog’un ziyaretinin yaklaştığı şu günlerde dünya, 1948’den beri süren etnik temizliğin Şeyh Cerrah mahallesindeki mikro tecessümüne tanık olmaya devam ediyor. Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar İsrail rejiminin apartheid (kurumsallaşmış ırk ayrımcılığı) karakterini detaylı şekilde gözler önüne seriyor. Nakab’daki Bedeviler sürülüyor, Batı Şeria’daki yasadışı İsrail yerleşimleri genişliyor ve Kudüs’ün Arapsızlaştırılması politikası hızlandırılıyor. Bugüne kadar işlediği suçların hiçbiri nedeniyle yaptırıma uğramamış olan İsrail’in eli rahatlıyor ve Filistin direnişi yalnızlaşıyor.

Devletlerin politikaları ve tercihleri ne yönde olursa olsun, adaleti ve evrensel insan haklarını kendine rehber etmiş kişiler, İsrail’e her alanda boykot ve yaptırım uygulanması ve İsrail’in her alanda yalnızlaştırılması çağrılarını yapmayı sürdürecektir.

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Yeni Hayırsız Adacılar!

Yayınlanma:

-

“Başıboş sokak hayvanları/köpekleri” dediklerinde tartışmalarda peşinen avantaj elde edeceklerini düşünüyorlar.

Bir kere bunlar “hayvan” hatta “köpek”; o nedenle kategorik olarak kendileri üstünler! Kendilerince bütün olumsuzlukların kaynağını işaret edebilecek bir uyanıklıkla kelime seçiminde bulunuyorlar.

Sanıyorlar ki “insan” şu evrende tek başına “insan”dır, çevresel bir münasebetler ağının bir parçası değildir. Sadece biyolojik olarak “insan” olmaları onların üstünlüğü için yeterli olacaktır, diye düşünüyorlar. Aynen, herhangi bir kavimden olmanın üstün olmayı sağlayacağına inanan ırkçılar gibi!

Bu kibirli cenahın üstenciliğidir yeryüzünü ifsad eden. Dönüp hakikatle yüzleşmediklerinden bunu görebilecek kabiliyetlerinden soyunmuşlardır. Burada sokak köpeklerini katletmeye çalışanla Amazon ormanlarını, Kazdağlarını kapitalist talana açan, bu talanı onaylayan aynı zihniyettir.

Sahilleri betona boğan, zeytin ağaçlarını beş yıldızlı oteller için söken de…

Şehirleri yaşanmaz kılanla meraları şirketlere peşkeş çeken de…

Başa dönerek devam edelim. “Hayvan/köpek” diye kötü ve yoz algıya oynadılar ya, bunun önüne bir sıfat lazım olacaktır elbette: başıboş!

Çoğu hayvan kıskanılası bir hayat yaşıyor. İnsan gibi kendi kendine tuzak kurmamış. Gregor Samsa olmamış. Kuş ise mesela ulus devlet sınırlarına tâbi değil. Kurt ise, balık ise eğer tabiatın derinliklerinde bir yaşam kurar. Mahallede yaşayan bir köpek ise dört duvar zindanlara korkunç kiralar vermez: Sere serpe uzanır kaldırıma, hesap vermez kimseye!

İşte bu nedenlerle kölelik düzenine teslim olmuş kişiler hazzetmez bu durumdan. “Başıboş” der çünkü kendi başı bağlıdır! Onlardan örnek alıp özgürleşmek istemez: İllâki başında biri olacak!

“Sokak” lafı da enteresan bir çağrışıma sahiptir aynı zihniyetin bilinçaltında. Kim yaptı bu sokakları? Kötü yani… Kötü olduğunu bildiğin bir şey yaptın ve onunla ilgili olan şey de kötüdür, yabancıdır, vebalıdır!

Şunu demek istiyor: Tabiattan koptum. Kurduğum yaşam alanları, azman metropoller yabancılaşmadan başka bir şey üretmiyor. Aslında suçlu ortada ama ben faturayı hayvanlara kesmek istiyorum. Onları da tabiatlarından kopardım. Yabancılaşmayı katmerleştirdim. Evet, bunları demek istiyor; çıkarmak istediği yasayla bunu kanıtlamak istiyor.

Sıkça tekrarladığımız bir ayet var: “İnsanın karada ve denizde yaptıkları nedeniyle karada ve denizde fesat çıktı!” Rum Sûresi 41. ayet bu… Sosyolojik ve ekolojik ifsat, bundan güzel anlatılamaz. İnsanın tarihsel rolü bundan tesirli verilemez. Özellikle modern kapitalist medeniyetin sebebiyet verdiği çürüme ve yozlaşma bundan daha öz biçimde sunulamaz.

Hayvanlara kıymak, canları katletmek isteyenler bu bütünle, bu toplamla baksalardı keşke hakikate! Yeryüzünde talan edilmedik tabiat parçası bırakmayanlar, altın madenleri için suyu toprağı siyanürleyenler, sermayeyi ormana dağa tepeye musallat edenler, ormanları ‘orman’ vasfından çıkarıp talana açmak için kararname üstüne kararname yayımlayanlar keşke A’raf sûresi 56. ayetteki “Düzene konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” uyarısına kulak verselerdi!

Hakikate kulak vermeyen modern kapitalist medeniyet muhipleri için börtü böcek, dağ bayır, orman mera bir şey ifade etmiyor. Dinleri ritüelden öteye geçmiyor. Kur’an’ın peşi sıra yüreğimize ve zihnimize yağan “kevnî ayet” göndermelerini görmezden geliyorlar. Yazık!

Şimdi birkaç görsel okuması yapalım. Propaganda egemenin elinde ya, sözüm ona bizi kandıracak!

Yalan ve sahte rakamların şampiyonu TÜİK’e göre son üç yılda 4 bin 269 başıboş köpek saldırısı olmuş. Maalesef 10 can kaybı yaşanmış. Veriye göre çok sayıda yaralı ve “mağdur” var.

Ölümler için üzülmemek elde değil. Son üç yılda 10 kişi hayatını kaybetmiş. Bu ölümlerin engellenebilmesinin mümkün olduğunda herkes pekâlâ hemfikir olabilir, diye düşünüyorum.

Bu görseldeki bir başka enteresan istatistik ise köpeklerin 2666 kazaya sebebiyet verdiği bilgisidir. Bu kazalarda da maalesef 37 kişi can vermiş. İşte tam burada büyük bir manipülasyonla karşılaşıyoruz: Tabiatın işleyişine keyfince müdahale etme hakkını kendinde gören “insan” bunun için mahcup olmuyor; köpeğin, kaplumbağanın, ceylanın yaşam alanlarını parçalayıp parsellediğine bakmıyor, bütün bu eylemlerin sorumlusu olarak kendini görmüyor da bir şekilde yola çıkmak durumunda kalan hayvanları suçluyor!

Burada durup düşünüyoruz ve karşımıza modern kapitalist medeniyetin tabiatla ilişkisi geliyor ister istemez. Bu ilişkiyi anlamak vicdan ve entelektüel ilgi ister ki Mustafa Kutlu’nun “Bu Böyledir” hikâyesinden çarpıcı bir bölümü işleyen okuma parçasını başlangıç olsun diye dipnota bırakalım.[1]

Egemen iradenin propaganda aygıtı TRT, görselde saldırmaya hazır bir köpek çizimi kullanmış ki herkesi korkutalım, katliam yasası için ikna imkânımız artsın, diye düşünmüş. Yazının sonundan buraya alalım soruyu: saldırgan kim?

TRT görselini tartışmaya açtıktan sonra bir başka düzeleme geçelim. İki görsel daha kullanacağım yazıda. Bunlardan biri yine egemen propaganda araçlarından Anadolu Ajansına ait:

Bu görsele göre 2023 yılındaki 1,5 milyona yakın trafik kazasında maalesef 6 bin 548 kişi ölmüş, 350 binden fazla insan da yaralanmış.

Bunca ölüm ve yaralanmanın hayvanlarla ilişkisi sıfır, tümüyle insan merkezli ve her sene katlanarak artıyor! Hayvanları hedef göstermekte öne fırlayanların binlerce ölüm için arabalara, yollara, insanlara fatura kestiğine şahit oldunuz mu? Başka bir ulaşım biçimine ve makineleşmeye, teknolojiye dâir eleştirel tartışmaların önünü istihza ile kestiklerini fark etmediniz mi? Mustafa Kutlu’nun hikâyesindeki göndermeye burun kıvıranların onun adına şaşaalı ödül törenleri düzenleyen arsızlıklarına denk gelmediniz mi?

Şimdi de bir başka kanayan yaramızı belgelen bir görsele gelelim:

Bu görsel İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) tarafından hazırlanmış, takip edenler zaten aşinadır. Bu ülkede her ay en az 150 emekçi iş cinayetlerinde can veriyor yani “işçiler ölüyor, sermaye büyüyor!” İSİG de bunları her ay raporlaştırıyor. Bu raporlara göre geçen yıl en az 1932 işçi kardeşimiz kapitalist çarkın cinayetlerinde katledildi ve bununla ilgili bir AA ya da TRT görseli ya da haberi yok!

Elbette ölümleri yarıştırmıyoruz. Kötülerin düzeninde hesap, “yüzü kara” hayvanlara kalıyor. İnsanın sadık dostu ve yoldaşı köpekler hedefe konuyor. Elbette sorunlar var, olacaktır ancak bu sorunların müsebbibi öncelikle fıtrata ve tabiata yabancılaşan insanın kendisidir. Uzun ve kısa vadelerde pek çok çözüm imkânı vardır. Bunlara odaklanmayan ve yeni bir “Hayırsız Ada” kötülüğüne sebebiyet verecek süreç kendi lânetine koşmaktan başka bir şey olmayacaktır.

 

 

[1] “Bu Böyledir” adlı eserde küçük bir kasabanın ortasından geçen asfalt yol üzerinden kasabanın kentleşme serüvenine şahit olmaktayız. Yol burada kasabayı bozucu bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.’’ Geleneksel bir hayatı kendi mütevazi ve mutmain şartları ile yaşayan bir küçük kasabanın ortasından geçen asfalt yol ve bu yolun getirdiği imkânlar sonucu kasabanın kentleşmesi sürecini, bu süreç içinde değişen sosyal yapıyı ve bozulan insan ilişkilerini anlatan Bu Böyledir, yol, park, lunapark gibi ögeler çerçevesinde metaforik bir okumaya imkân veren bir metin olarak öne çıkar.’’

Yolun, tabiatın bakirliğine müdahalede bulunması Kuran-ı Kerim’deki kıyamet sahnesinin anlatıldığı Tekvîr, İnfitâr, İnşikâk sureleriyle tasvir edilmektedir. Asfalt yolun tabiata müdahale etmesi kasabanın modernleşmeye başlamasının ilk basamağıdır. Yolun tabiatı yararak kasabaya bağlanması modern hayatın köye sirayet edeceğinin göstergesidir. Bu bağlamda Kutlu için yolun kasabayı ikiye bölmesi kıyametle eşdeğerdir:

“Buldozerlerin dişleri toprağa saplandığı zaman…

Motor gürültülerinin yavru kuşları yavrularından ürküttüğü zaman…

Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla delindiği, suların önü kesildiği zaman…

Bulutların kirlendiği zaman…

O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam, balıkların, su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin, kertenkelelerin, sincabın ve tarla kuşunun birlikte söylediği ilâhi ansızın kesildiği zaman…

Görüldü ki…

Ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş, kara, parlak, sıvışık bir yol açılıvermiş.’’

Kasabaya önce kâğıt üzerinde müdahale edilmiş, yol açılıp elektrik direkleri ve tellerinin gelmesiyle ova cebren ikiye bölünmüştür. Mürdüm erik ağaçlarını kasabanın mezarlığını Ahi Baba Tekkesi’ni yarıp geçmiştir. Yol medeniyettir elbette, ancak o yolun tabiatın ilâhi düzenine müdahale etmesi yalnızca kendi gelmekle kalmayıp peşinden modern imkânları da toplayıp getirmesi kasabanın geleneksel silüetinin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiştir. Yolun kasabaya gelmesiyle birlikte motor sesleri fayton seslerine galip gelmiş; cadde yapmak uğruna evler dükkânlar yerle bir edilmiştir. (“Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinde Kasaba ve İnsan İlişkisi” Yüksek Lisans Tezi – Elif Akkaya)

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sanatla Direnmek

Yayınlanma:

-

Yeni kuşakların, çocukların ve gençlerin Filistin duyarlılığı eskilere oranla düşük mü?

Böyle öz/eleştiriler sizin de kulağınıza çalınmıştır yahut bunu destekler çokça şahitliğiniz vardır belki de.

Direnmek yoksa eğer, bilhassa kültür edebiyat ve sanatla, yeni kuşaklardan bilinç ve hassasiyet beklemeye hakkımız olduğunu sanmıyorum.

Kültür, edebiyat ve sanatın altını bilhassa çiziyorum. Okullardan ziyade sokaklarda, yapay sahalarda değil hayatın olağan akışında yeşeriyor ve yayılıyor bilinç. Burada, bu mümbit topraklarda.

Soykırım uygulayanlar yalnızca insanları ortadan kaldırarak başarılı olamazlar. Soykırımcının asıl hedefi o toplumun uzun yıllar içinde ortaya koyduğu kültür değerlerini yok etmektir. Kültürü ortadan kaldırdığınızda artık geriye bir şey kalmamış sayılır.

25 Ağustos 1992 tarihinde Saraybosna’yı bombalayan Sırp milliyetçilerin cami ve medrese esintileriyle inşa edilen ulusal kütüphane Vijećnica‘yı yakıp yıkarak Bosna’nın kültür mirasını, hafızasını ortadan kaldırmayı hedeflemeleri boşuna değildi. Bosna direndi. Çok daha çetin bir imtihanı Gazze veriyor nicedir.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, dünyanın gözü önünde 9 aydır devam eden soykırım, Filistin’den çoktan taşmış ve evreni zehirleyen baş belası bir İsrail’e maruz kalmak, bu konu üzerinde düşünmeyi elzem hale getiriyor:

Son çare silahlı direnişten önce ve esasen sanatla direniş.

Bilinç ve hafızayı kurma ve korumada, bir halkın kimliğini oluşturma ve muhafazada sanatın rolü, potansiyel gücü hafife alınmamalı.

Çocuklarımızın, sekiz yaşındaki Yusuf ve 4 yaşındaki Dua’nın hayatından örnekler verebilirim.

7 Ekim 2023 öncesinde, işgal atındaki Filistin, soykırımcı İsrail’in olmayan insafına terk edilmiş, Türkiye dahil pek çok “komşu” ülke İsrail’le normalleşmek için kuyruğa girmişti. Biz de herkes gibi neler olacağından habersiz bir yolculuktaydık.

Arabada kendi seçtiğim şarkıları dinlerken Murat Kekilli’nin “Yıkılasın İsrail” adlı şarkısı çalmaya başladı.

Eşime dönüp, “Bu şarkının sözlerini Hamza Abi’nin yazdığını biliyor muydun?” diye sordum.

Şarkının hikayesini anlattım. Necip Fazıl Kısakürek’i Murat Kekilli ve Hamza Er ile aynı şarkıda buluşturan kader ilgi çekmez mi?

“Yıkılasın İsrail, enkazını göreyim, sana ülke diyenin, yüzüne tüküreyim!”

Bu şarkı ve sözler üzerine Yusuf bizi soru yağmuruna tuttu. Yol boyu “İsrail Sorunu”nu konuştuk. Artık o bir Filistin dostuydu, İsrail’e karşıydı ve boykota katıldı.

Çocuklarla 7 Ekim sonrası Filistin’le dayanışmak için düzenlenen eylemlere bol bol katıldık.

Artık çocuklar evde durduk yere “Katil İsrail Filistin’den defol” vb. sloganlar atıyor ve Filistin marşları mırıldanıyor.

Anaokulunda öğrencilerden ülke sunumları yapmaları istenince bizim Dua, Filistin’i aldı. Filistin sembollerini kartona yapıştırdık birlikte. Filistin hakkında kısa öz bilgileri ezberledi.

Sunumda ben yoktum, öğretmeni videoya çekmiş, bizimle paylaştı.

– Dua bugün bize hangi ülkeyi anlatacaksın?

– Live Filistin!

Hem bir slogan hem bir dua hem de şarkı sözü. O kadar özdeşleştirmiş ki Filistin’le.

Bu süreçte onlarca kez duyduğu bir şarkı (Leve Palestina) ülkenin adı olsa gerekti!

Sözleri İsveççe bir şarkı Leve Palestina: “Yaşasın Filistin” anlamına geliyor.

Şöyle de tercüme edilebilir başlangıç sözleri:

Leve Palestina och krossa sionismen / Yaşasın Filistin, Kahrolsun Siyonizm

(Amin)

Karikatürist Naci el-Ali’nin karikatürleri olmasa, dünyaca ünlü Filistinli şair Mahmud Derviş olmasa, ilk kadın direniş şairi Fedva Tukan olmasa, direnişin ilk hikayelerini yazan Gassan Kanafani olmasa, intifada şairi Semih el-Kasım olmasa Filistin direnişi bu kadar etkili olabilir miydi?

100 yıldır işgal altında, 100 yıldır direniş destanı yazan bir halktan, bir ülkeden bahsediyoruz. Hiç ama hiç kolay değil.

Bugün Gazze’nin kırılamayan, teslim alınamayan iradesi akıllara durgunluk veriyor. Arkasında muazzam bir iman, bir inanç ve kararlılık var.

Sanat bu inancın, bu direnişin bahçesindeki ağaçların meyveleri. Zeytini, limonu, mandalinası, kirazı.

Filistin’in, Gazze’nin insanlığı özgürleştirdiğine inanıyorum. Hiç değilse sağlam bir özgürleşme daveti sunuyor. Öpüp başımızın üzerine koymalıyız: “Bu davet bizim!”

Öyle olmasa sokaklarımıza şu sözü yazıp mazeret sunma gereği duymazdık:

“Kusura bakma Filistin biz de işgal altındayız!”

Sanat işte, biz özgürleşirken elimizden tutan enstrümanlardan biri.

Şair Cahit Koytak’ın “Gazze Risalesi”ni okuyun derim.

Gazeteci Mehmet Akif Ersoy’un “Tünel / Gazze’de Yaşamak” kitabını okuyun derim.

Yazar Peren Birsaygılı Mut’un “Zeytin Ağaçlarının Arasında / Filistin Direniş Edebiyatından Portreler” adlı kitabını okuyun derim.

Listeyi uzatabiliriz. Uzatın lütfen. İşgal uzun sürdü. Direniş de uzun sürüyor!

 

*Kapak resmi Nabil Anani, “Eye On Jerusalem”, Tuval üzerine akrilik, 2012, 47 1/5 × 59 1/10 inç | 120×150 cm.

İlgili yazı:

Direniş Cephesinde Sanat

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bereketli Bir Eylem Günü

Yayınlanma:

-

Dün, 30 Haziran Pazar, Direniş Çadırı’nın çağrısı üzerine Adana, Bursa, Konya, İstanbul, Samsun, Eskişehir, Kütahya, Kayseri, Zonguldak, Düzce, Gümüşhane, Trabzon ve Urfa olmak üzere 13 ilden gelen Filistin Dostlarıyla Ankara’da buluştuk.

10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilin meydanlarında iki haftada bir eylemler, basın açıklamaları yapıyorduk. Nihayet sıra tanışmaya ve el birliğiyle, iktidarın kalbine yakın bir yerde eylem gerçekleştirmeye gelmişti.

Birbirini büyük oranda ismen tanıyan, yediden yetmiş yediye, yüz elli kadar insan, yüz yüze görüştük, yemek yedik, çay içtik, muhabbet ettik, söyleşileri dinledik; düşünce, duygu ve tecrübelerimizi paylaştık.

Omuz veren pek çok oluşum ve destekçinin ısrarlı gayretleri neticesi Türkiye’nin soykırımcı terör devleti İsrail’le arasındaki kanlı ticaret önce kısıtlanmış, ardından yasaklanmıştı.

Türkiye’yi emperyalist bloktan çıkmaya haykıra haykıra çağırmaya uzun süre devam etmemiz gerektiği ortada.

Limanlar siyonist vahşete kapatılsa da ticaretin dolambaçlı yollardan devam ettiğine dair emareler yok değil.

Yine de kesin olan şu ki Türkiye üzerinden İsrail’e petrol sevkiyatı halen olanca hızıyla devam ediyor. İşgalci İsrail rejimi, Filistin’de 9 aydır resmen ve alenen yoğunlaştırılmış bir soykırım gerçekleştirirken ölüm makinelerine yakıt sevk etmek, dehşet verici bir utanç ve vebalden öte “soykırım suçuna ortaklık” anlamına geliyor.

“Neden BOTAŞ (Boru Hatları İle Petrol Taşıma A.Ş.) Önüne Gittiğimizi” kamuoyuna günler öncesinden şu sözlerle izah etmiştik:

“İsrail’in ihtiyaç duyduğu ham petrolün yüzde kırkı Azerbaycan tarafından temin ediliyor. Azeri petrolü, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı aracılığıyla Adana’nın Ceyhan ilçesine kadar ulaştırılıyor. Ceyhan’da yer alan BOTAŞ tesislerinde tankerlere yüklenerek işgal rejimine naklediliyor. BOTAŞ, hem İsrail’e yollanan petrolün tankerlere yüklendiği tesisin sahibi, hem de Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın ortaklarından biri.

İsrail, bu petrolü rafinerilerinde işliyor. Rafinerilerde üretilen yakıt, hem sivil hem de askeri amaçlarla kullanılıyor. Yani bugün Filistin halkının üzerine bomba yağdıran tank ve uçakların yakıtları İsrail’e BOTAŞ ve Türkiye aracılığıyla naklediliyor.

Açık çağrımızı yineliyoruz: Siyonistlere ulaşacak her damla petrol Gazze’ye ölüm olarak yağıyor. Vanaları kapatın, suça ortak olmayın!”

Ve eylem saati geldi çattı!

Bilenler bilir, bilmeyenler de hayatlarında en azından bir düzine tecrübe etsinler, derim. Eylem günü, öncesi ve sonrasıyla, Avrupa Kupası grup maçlarından daha heyecanlı ve kesinlikle öğreticidir!

Eylem alanına girerken sayımız 250’yi bulmuştu.

Bir Türkiye klasiği, ucu yerli iktidarlara dokunan bir eylem olunca, polis olabildiğince uzakta, çok uzakta bir yerde “takılıp” kısa sürede dağılmanızı bekler. Mümkünse kimseler gelmesin, muhataplar görmesin, duymasın, gündem olmasın, ne olacaksa sessiz sedasız, şipşak olsun bitsin!

Polisler, BOTAŞ’ın önüne gitmemize müsaade etmemek üzere önceden yolu çevik kuvvetten bir barikatla kesmişti.

Üç arkadaş, emniyet amiri ile müzakere ettik. Sonuç alamadık.

Yasal haklarımızı kullanmamız keyfi yorumlar neticesi fiilen engelleniyordu. Bir başka Türkiye klasiği. Anayasal haklarımızı, ifade özgürlüğümüzü kullanmamıza yığınla polis zoruyla engel olunuyordu. Avukat olarak açıklama yapmam da sonucu değiştirmiyordu. Talimat duvarları yüksekti ve ses gelmiyordu!

17.30’da eylem alanına giden bir yol ağzında, ağaçların arasında, sokak lambalarının, (aydınlatmanın) olmadığı bir alanda barikat karşısındaydık. Çok değil, 20 dakika sonra, istişare sonucu mecburen B planını devreye soktuk ve oturma eylemine geçtik.

Hava 20.30 gibi karardığında tüm müzakere girişimleri artık sonuçsuz kalmıştı.

Bu arada marşlar, konuşmalar, sloganlar eşliğinde protestomuzu coşkulu şekilde sürdürüyorduk. Elinde gitarıyla ve dua eder gibi ezgilerle eylem alanına durmaksızın müzikli, sımsıcak, dipdiri bir direniş taşıyan arkadaşı Allah özellikle göndermiş olmalıydı.

Farklı ilden gelen pek çok temsilci söz aldı, mikrofonu eline aldı, nezaket sınırları içinde, hakkı ve hukuku, zulmü ve hukuksuzluğu dile getirdi, farklı tonlarda, yer yer coşkulu, öfkeli, yer yer ironik konuşmalar yaptı.

Sayıları giderek artan, nöbeti devralan çevik kuvvet polislerini idare eden sivil giyimli 4-5 emniyet mensubu öne çıkıyordu. İlginç bir görüntüydü. Eylemciler engeli aşmak için sosyal medya araçlarını kullanmak üzere telefonlarına sarılmışken sivil polisler de -muhtemelen whatsapp üzerinden- sürekli bir yerlerle yazışma halindeydiler harıl harıl.

Eylem gününün en güzel anlarından birincisi bana göre hep birlikte eda edilen akşam namazıydı. O namazı orada olan kimse kolay kolay unutamaz. Havada direnmenin onuru ve haklı olmanın huzuru, harika bir rayiha. Hakkı haykırmak, zulme karşı sesimizi yükseltmek için hazırladığımız bez pankartlar ayaklarımızın altına seccade olup serilmiş, mutlu mesut.

Ayetler, polislere yanlış yerde durduklarını, durmaya icbar edildiklerini hatırlatıyor olsa gerek ki mahcubiyetle aralanmış saygılı bakışları yere düşüyor. Daha fazla günaha ortak olmamak adına, hiç değilse biz secde edeceğiz diye önümüzden çekiliyor, bir kısım barikatı açıyorlar.

Günün rengi değişirken atmosfer de değişiyor. Polisler çoğunlukla şehir dışından, uzak diyarlardan, kadınlar ve çocuklarla birlikte tedarik ettiğimiz direnci karanlığa doğru püskürtmek için “pusu”da bekliyorlar.

Gecenin sonuna doğru yolculuğa nerde, nasıl çıkmalı?

Pek çok değişken var, sıcak gelişmeler üzerine istişare ediyoruz. Derken bir haber geliyor:

BOTAŞ Genel Müdürlüğü, pazar akşamüstü kapısının önünde hakkın sözüne barikat kuran o kurumlu kurum, en iyi savunma saldırıdır, baskın basanındır, der gibi kısa bir basın açıklaması metni yayınlıyor resmî sitesinden.

Yalandan kim ölmüş!

 

Kararımızı veriyoruz: Her türlü engellemeye rağmen basın açıklamamızı okuyacağız.

Cep telefonları ışığının aydınlattığı alanda gür bir sesle beyan ediyoruz, yine ve yeniden geleceğimizi, BOTAŞ’ın karşısına dikilmek üzere dört bir yandan harekete geçeceğimizi!

İnşallah daha güçlü haykıracağız ve başaracağız.

En kısa sürede işgalciye, soykırımcıya akan petrolün vanalarını kapatacağız.

Vanaları kapatacağız, gemileri bağlayacağız. İşgalci, katil İsrail’i yapayalnızlığa ve yaptıklarının hesabını vermeye mecbur bırakacağız.

Çünkü tüm dünya halklarının Filistin’e borcu var. En başta da biz komşu halkların.

Devamını Okuyun

GÜNDEM