Connect with us

Köşe Yazıları

Akka Hapishanesi’nde Üç İdam

Yayınlanma:

-

Filistin’deki işgalin ve varoluş mücadelesinin bir yüzyıla varan uzun tarihinde pek çok dönüm noktası ve pek çok sembolik anma günü bulunuyor. Nekbe, Toprak Günü, birinci ve ikinci intifadaların başlangıç tarihleri, bunların başında geliyor. 17 Haziran ise, daha az bilinen bir gün olmakla birlikte Filistinlilerin kolektif hafızasında önemli bir yere sahip. Söz konusu tarihin özgünlüğü ise, İsrail’in kuruluşundan tam 18 yıl önce, Filistin’deki Britanya manda yönetiminin ilk kez üç Filistinliyi idam etmesinden geliyor. Bu kısa yazıda, 17 Haziran 1930 tarihinde Akka Hapishanesi’nde idam edilen Muhammed Camcum, Atta el-Zir ve Fuad Hicazi’nin hikayesini anlatmaya çalışacağız.

Balfour Deklarasyonu ve Filistin’de Britanya yönetimi  

2 Kasım 1917 tarihinde dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur J. Balfour, Siyonist hareketin liderlerine ilettiği kısa, ancak tarihin akışını değiştirecek bir mesajla, hükümetlerinin Filistin’de Yahudiler için ulusal bir yuva kurulmasını kolaylaştırmak için her türlü çabayı göstereceğini bildirmişti. Günümüzün “Ortadoğu” bölgesinin siyasal konfigürasyonunun oluşmasında kurucu bir rol oynayan Balfour Deklarasyonu, tıpkı aynı rolü oynayan bir başka kırılma noktası olan gizli Sykes-Picot Antlaşması gibi, Birinci Dünya Savaşı halen devam etmekteyken ortaya çıkmıştı. Bir başka deyişle Britanya, (müttefiki Fransa gibi) savaşı kazanacağından o kadar emindi ki, bir yandan askeri muharebeler devam ederken diğer yandan savaş sonrasına dair kolonyalist tasarımları planlamaya başlamıştı bile. Nitekim Balfour Deklarasyonu’ndan sadece bir ay sonra Aralık 1917’de Mısır’da konuşlu İngiliz birliklerinin nihai hücumuyla Osmanlı birlikleri geri çekildi ve Filistin bölgesi Britanya kontrolüne geçti. 1920 yılında toplanan San Remo Konferansı ise Filistin’i resmen Britanya mandası altına soktu.

Bilindiği gibi manda yönetimlerinin temel iddiası ve “mantığı”, bir ülkede yaşayan bir topluluğun henüz kendi kendisini yönetecek gelişkinliğe ve kurumlara sahip olmaması ve bunun geçici bir süre boyunca ülkeyi yönetecek olan mandater bir gücün himayesi altında sağlanması gerektiğidir. İngilizler de Filistin’de Arap ve Yahudilerin “eşit temsiline” dayalı kurumlar inşa etme ve adil ve dengeli bir yönetim kurma iddiasındaydı. Ancak bu noktada üç sorun vardı. Birincisi, iki topluluğun kurumlarda “eşit” temsil edilmesi öngörülüyordu, ancak yerli Müslüman ve Hıristiyan Araplar nüfusun %85’ten fazlasını oluşturuyordu. İkincisi, Britanya hükümeti Filistin’de Yahudiler için ulusal bir yuva kurma sözünü ve niyetini açıkça ilan etmişti ve Arapların ısrarlarına rağmen deklarasyon iptal edilmedi. Üçüncüsü, Filistin’deki manda yönetiminin başına, Siyonist hedeflere desteği ve sempatisi herkesçe bilinen Sir Herbert Samuel getirilmişti. 1920 yılı itibariyle, takip eden yıllarda ve on yıllarda Filistin’de neler olacağını tahmin etmek fazla zor değildi.

Burak İsyanı ve İngilizlerin “adaleti”

Britanya mandası altındaki Filistin’de huzursuzlukların baş göstermesi fazla uzun sürmedi. Artan yerleşimler, yerleşimcilerin/göçmenlerin yerli halkın elindeki toprakları gasp etmesi ve yoğunlaşan siyasi baskı sebebiyle en sonunda 1936 yılında büyük bir ayaklanma patlak verecekti. Ancak bu tarihten yedi yıl önce, 1929 yılında da bir başkaldırı ve akabinde bir hafta sürecek yoğun bir çatışmalar dizisi yaşandı

Sürecin merkezinde, bugün de ihtilaf ve çatışmaların odak noktasında bulunan Mescid-i Aksa, daha doğrusu Aksa’nın Burak Duvarı ya da Yahudiler tarafından Ağlama Duvarı olarak adlandırılan batı duvarı vardı. 1929 yılının ağustos ayında bir grup haham, Yahudi göçmenlere, bu duvarın önünde topluca dua etme çağrısı yapmıştı. Asıl can alıcı nokta ise bunu, duvara el koyma ve Yahudilere ait ilan etme çağrısının izlemesiydi.

Filistinli Araplar bu girişimi Filistin’in bir Yahudi devletine dönüştürülmesi yönünde bir adım olarak gördü; nitekim daha ileride yapılan bir soruşturma sürecinde gerilimin Filistinlilerin topraksızlaştırılmasıyla yakından bağlantılı olduğu ortaya çıkacaktı. Kudüs’le birlikte Hayfa, Yafa ve Safed şehirlerinde de sömürgeleştirmeye karşı büyük gösteriler düzenlendi. Gerilimin yükselmesiyle kısa süre içinde ülke genelinde yerli Araplarla Yahudi göçmenler arasında çatışmalar patlak verdi ve karşılıklı saldırı, yağma ve kundaklama olayları sebebiyle her iki topluluktan da yüzden fazla kişi hayatını kaybetti.

Öte yandan Britanya manda yönetiminin “taraflara” yaklaşımı eşit olmadı. Pek çok yerde manda yönetimine bağlı güçler Yahudi gruplarla birlikte hareket etti. En az yirmi Filistinli Arap’ın ölüm sebebi İngiliz askerlerinin rastgele ateş açmasıydı. Yönetimin pozisyonu, mahkeme sürecinde de kendisini gösterdi. Manda yönetiminin kurduğu mahkemelerde yargılanan 174 Filistinli Arap’ın yarıya yakını çeşitli cezalara çarptırılırken, yüzün üzerinde Yahudi sanıktan yalnızca birkaçı hüküm giydi. Bu kişilerden ikisi için idam cezası verildi, ancak cezalar uygulanmadı. Filistinli Arapların tarafında idam cezasına çarptırılanların sayısı ise yirmi altıydı. Toplumdan gelen yoğun tepkiler arasında yirmi üç kişinin cezası hapse çevrildi. Muhammed Camcum, Atta el-Zir ve Fuad Hicazi ise 17 Haziran 1930 günü Akka Hapishanesi’nde asılarak idam edildi. Bu, Filistin topraklarında bir ilk oldu.

“Üç Adam Vardı…”

İdam edilenlerden Safed doğumlu Fuad Hicazi, Beyrut Amerikan Üniversitesi mezunuydu. 26 yaşındaydı. Eğitimini tamamladıktan sonra Filistin’e geri dönmüştü. İdam edildiği gün ailesine yazdığı mektupta, “her yıl 17 Haziran gününün Filistin ve Arap davası uğruna kanını akıtanların şiirler ve şarkılarla anılacağını” yazmıştı.

El Halil doğumlu Muhammed Camcum da aynı üniversitede eğitim görmüştü. 28 yaşındaydı.

Atta el-Zir 35 yaşındaydı. Camcum gibi o da El Halil’de dünyaya gelmişti. Çiftçi olarak çalışıyordu. Güçlü ve cesur bir insan olarak biliniyordu.

17 Haziran günü gerçekten de, bugünlere kadar bir anma günü olarak kaldı. İdam edilen üç Filistinli için, “Min Sicin Akka” [“Akka Hapishanesi’nden”] başlıklı anonim bir şiir yazıldı ve bu şiir daha ileride bestelendi. Aynı ismi taşıyan şarkı, El-Aşıkin grubuyla ün kazanmıştır.

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

küçük esnaflara çağrı

Yayınlanma:

-

İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.

İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.

Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.

Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.

Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!

Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.

Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?

İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!

Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.

Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.

Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.

Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.

Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.

Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.

Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.

Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.

Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek.  Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.

7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)

Önümüzde cevap bekleyen sorular var:

Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?

Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?

Tehdit mi rüşvet mi?

Kim bu birileri?

Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?

Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.

Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.

Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.

Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.

Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.

Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.

Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.

Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdani Ret Hakkında Konuşmalıyız

Yayınlanma:

-

Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)

Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.

Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.

Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.

Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.

Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.

“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?

O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.

Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.

Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.

Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:

İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.

İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.

Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.

Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?

Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?

Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.  

Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…

Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!

Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.

Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.

Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.

Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?

Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.

Devamını Okuyun

GÜNDEM