Connect with us

Köşe Yazıları

2020 Başkanlık Seçimleri: Biden, Filistin İçin Umut Olur mu?

Yayınlanma:

-

Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlenen 2020 başkanlık seçimleri, oy verme işleminin başlamasından günler sonra, 7 Kasım itibariyle sonuçlandı. ABD tarihinde ender görülen bir durumun vuku bulmasıyla, görevdeki başkan ikinci dönem için seçilmeyi başaramadı. Sonuçların resmileşmesinin ardından önümüzdeki haftalarda Donald Trump’ın Beyaz Saray’ı terk etmesi ve Joe Biden’ın Ocak 2021 itibariyle yemin ederek göreve başlaması bekleniyor.

Seçim sonuçları Türkiye’de ve dünyada farklı beklenti ve yaklaşımlar doğurdu. Türkiye’deki mevcut siyasal iktidara yakın çevreler, Biden’ın geçmişi ve aynı zamanda kampanya döneminde açıkça Türkiye’deki siyasi muhalefete destek vereceğini ifade etmiş olması nedeniyle, Trump döneminde yaşanan ciddi krizlere rağmen bu sonuçtan memnun değil. Dünya genelinde ise Trump’ın koronavirüs salgını karşısında aldığı tutumdan iklim krizindeki kayıtsızlığına ve beyaz ırkçılığı açıkça tolere etmesine kadar pek çok nedenden ötürü, farklı siyasi ve ideolojik renkler taşıyan çevrelerdeki sevinç hali görülebiliyor.

Sonuçların belli olduğu ilk saatlerden itibaren tartışılmaya başlanan bir konu da, yeni dönemin Ortadoğu siyaseti açısından üretebileceği sonuçlar oldu. Biz de bu yazıda yeni dönemin ve yönetimin özel olarak Filistin sorunu (yahut “İsrail-Filistin çatışması”) yönünden doğurabileceği muhtemel sonuçları, eldeki verilerden hareketle değerlendirmeye çalışacağız. Bunu doğru bir zeminde yapabilmek için önce Trump’lı yılların bu alanda ürettiği sonuçların kısa bir envanterini çıkarmaya çalışacak, arkasından Biden ve ekibinin vaatleri ile bunların sınırlarını değerlendirmeye gayret edeceğiz. Küresel siyasetin değişkenlikleri ve bunu etkileyen sayısız parametre nedeniyle, her türlü tespit ve öngörünün her zaman revizyona tabi olabileceği şerhini de peşinen düşmüş olacağız.

Trump döneminin enkazı

Siyasetçi bir kökenden gelmeyen – ve belki de nasıl başkan olduğunun gelecek nesiller tarafından kolay kolay anlaşılamayacağı – Donald Trump, 2016 seçimlerinin kampanya sürecinin ilk evrelerinde, “İsrail-Filistin çatışmasına adil yaklaşma ve taraflara eşit mesafede durma” sözü vermişti. Ancak ülkedeki güçlü İsrail lobisinin desteğini almak amacıyla bir süre sonra bu duruştan hızla çark etmiş, hatta her ne kadar fazla duyulmamış veya ciddiye alınmamış olsa da, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma “vaadini” seçimden önce dillendirmişti. Bilindiği gibi bu vaadi Aralık 2018’de gerçekleştirdi. Ancak İsrail lehine attığı tek olağandışı adım bu değildi.

Trump yönetimi, mevcut dengeleri, uluslararası statükoyu ve BM kararlarını hiçe sayarak Kudüs’ü (işgal altındaki Doğu Kudüs dahil) İsrail’in başkenti olarak tanıdığında ve ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdığında dünyadan bazı tepkilerle karşılaştı. Ne var ki bu, birkaç ay sonra 1967’den beri İsrail işgali altındaki Suriye toprağı olan Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini kabul etmesine ve bir kez daha uluslararası hukuku ayaklar altına almasına engel olmadı. Netanyahu yönetimine istediği her şeyi veren Trump ve ekibi, FKÖ’nün Washington bürosunu da kapattı ve Birleşmiş Milletler’e bağlı Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı UNRWA’ya yapılan Amerikan yardımlarını kesti.

Trump’ın bu alanda attığı en büyük çaplı adım ise, damadı ve danışmanı Jarad Kushner eliyle ve bazı Körfez Arap monarşilerinin de desteğiyle “Yüzyılın Anlaşması” isimli tasfiye planını hazırlamak oldu. Plan, ‘67 sınırlarının bile gerisinde kalan, küçük ve birbiriyle bağlantısız toprak parçaları üzerinde, ordusuz ve egemenlik haklarından yoksun bir Filistin devletçiğinin kurulması ve Filistinlilere Körfez kasasından bir miktar para verilmesi karşılığında İsrail’in egemenliğini Batı Şeria’nın önemli bölümüne ve Kudüs’ün neredeyse tamamına doğru genişletip tescil ediyordu. Bu plan aynı zamanda Netanyahu yönetiminin Batı Şeria’nın en büyük ve en verimli kısmı olan Ürdün Vadisi’ni ilhak etme projesiyle de örtüşüyor ve bu girişimi cesaretlendiriyordu. 1 Temmuz 2020 tarihinde İsrail parlamentosu Knesset’ten bu yönde bir karar çıkması bekleniyordu. Ne var ki iç ve dış dengeler ve belirsizlikler, ilhak planını bir süre ertelemeyi zorunlu kıldı. Yine Trump yönetiminin girişimiyle önce Birleşik Arap Emirlikleri, sonra da Bahreyn yönetimi İsrail’le “barış” ve “normalleşme” anlaşmaları imzalarken, söz konusu Körfez rejimlerinin yöneticileri ironik bir şekilde İsrail’i ilhaktan vazgeçirdiklerini ve bu geri adım karşılığında onlarla barış yaptıklarını – gerçekte hiçbir zaman İsrail’le savaşmadıkları halde – iddia etti.

Ancak Netanyahu yönetimi sıklıkla, ilhak projesinin iptal edilmediğini, sadece ertelendiğini söylüyordu. Ertelemenin en büyük sebebi ise Kasım’da yapılacak başkanlık seçiminin sonuçlarının belirsiz olmasıydı. Bir başka deyişle İsrail hükümeti, mükemmel ortağı Trump’ın Beyaz Saray’da kalıp kalmayacağı, kalmayacaksa da yerine gelecek kişiyle aynı ortaklığın geliştirilip geliştirilemeyeceği belirsizken adım atma konusunda tereddütlüydü. İlk noktada arzulamadıkları şey gerçekleşti ve Trump seçimi kaybetti. Şimdi gündemdeki soru, ikinci nokta, yani Biden’la benzer bir ortaklık çerçevesinin geliştirilip geliştirilemeyeceği.

Biden ve ekibinin vaatleri: Sınırlar ve olasılıklar

Kampanya sürecinde Joe Biden, Batı Şeria ilhakı konusunu gündeme getirmiş ve açık bir şekilde, tarafların karşılıklı rıza göstermediği tek taraflı girişimlere destek vermeyeceğini ilan etmişti. Kampanyanın önde gelen isimlerinden olan ve Biden’ın yardımcısı olarak görev yapacak olan Kamala Harris ise yakın zamanlarda, “Trump dönemi politikalarını tersine çevirme” ve “Filistin’le ilişkileri onarma” sözü verdi. Harris’in vaatleri arasında “Filistinlilerin ve İsraillilerin eşit derecede özgürlük, adalet ve güvenliğe sahip olması”, “ilhaka ve İsrail yerleşim birimlerinin genişletilmesine karşı çıkılması”, “iki devletli çözümün desteklenmesi” ve “Filistinlilere mali yardımların yeniden başlatılması ve Gazze’deki insani sorunların giderilmesi” de vardı.

Bu türden vaatler Filistin yanlısı çevrelerde bir düzeyde olumlu karşılansa da, madalyonun bir de öteki yüzü bulunuyor ve bu öteki yüz, tüm bu söylenenleri kısmen ya da tamamen boşa çıkarabilir.

Her şeyden önce, istisnasız bütün ABD yönetimlerinin şu ya da bu düzeyde İsrail yanlısı olduğunun altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Bu, ABD’nin Mayıs 1948’de İsrail’i tanıyan ilk devlet olmasından beri hep böyle olmuş, yalnızca dönemsel olarak bu desteğin boyutu ve biçimi şekil değiştirmiştir. Bu durum küresel emperyalist siyasetin ayrılmaz bir parçası olduğundan, Biden yönetiminin de İsrail yanlısı bir siyaset izleyeceği konusunda hiçbir şüpheye yer olmamalıdır. Ayrıca ABD’deki güçlü İsrail lobisi, dış politika üzerinde her zaman belirleyici olmuştur ve bu durum elbette önümüzdeki dört yılda da böyle olacaktır.

Bu genel duruma ilave olarak, Joe Biden’ın Obama’nın başkan yardımcısı olarak görev yaptığı dönemdeki duruşu da bilinmektedir. Her ne kadar Obama Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerini sınırlamaya çalışan bir çizgi izlese de, bu çizgiye en büyük itiraz yardımcısı Biden’dan geliyordu. Çatışma ve saldırı süreçlerinde “İsrail’in kendisini savunma hakkı” olduğu klişesini tekrar eden Biden, aynı argümanı Özgürlük Filosu saldırısı dahil pek çok olay karşısında tekrarladı. Daha da gerilere gidecek olursak, İsrail’e ilk ziyaretini 1973 Yom Kippur Savaşı öncesinde yapan Biden, o günden beri “İsrail’in güvenliğinin sarsılmazlığı” fikrini savunmayı hiç terk etmedi. Meşhur Demir Kubbe sistemi de dâhil olmak üzere İsrail’e çeşitli türden askeri teknolojilerin satılmasında kilit rol oynadı. Biden, Uluslararası Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) hareketi aleyhinde yaptığı konuşmalarla da ABD’deki İsrail lobilerinin destek ve sempatisini kazanmıştı.

“Normale dönüş” Filistinlilerin lehine mi?

Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesine verdiği destekle de bilinen ve 15 Temmuz darbe girişiminden haberdar olduğu da iddia edilen Joe Biden, bir anlamda Amerikan emperyalizminin ete kemiğe bürünmüş halidir. Filistin sorununda atması muhtemel yeni adımlar ise, Trump döneminin kontrolsüz ve aşırı adımlarının geri alınması ve ABD’nin bu alandaki “fabrika ayarlarına” geri dönmesinden fazlası olmayacaktır. Bu fabrika ayarlarının ise Filistinlilerin lehine olduğunu ileri sürmek pek mümkün değildir.

Bu günlerde İsrail basını, Trump yönetiminin dört yılda attığı adımların kalıcı sonuçlarının olacağı ve temel meselelerde geri dönüşün olamayacağı argümanını öne çıkarıyor. Örneğin ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’ten yeniden Tel Aviv’e döndürülmesi pek beklenmiyor. Öte yandan “Yüzyılın Anlaşması”nın revize edilmesi ya da tümüyle rafa kaldırılması ve eski statükoya dönülmesi muhtemel. Ancak bu statüko, Filistinlilerin temel tarihsel haklarından yoksun olduğu, sürgün, işgal ve ablukanın hayatın ta kendisi haline geldiği bir statüko.

Kısa vadede yeni yönetimin Filistinliler lehine atabileceği muhtemel adımlar, UNRWA yardımlarının yeniden başlaması ve FKÖ’nün Washington ofisinin yeniden açılması olacaktır. Ayrıca Batı Kudüs’teki ABD Büyükelçiliği yerinde dururken, Doğu Kudüs’te Filistinlilerle diplomatik ilişki kuracak resmi bir ofisin açılmasıyla bu durumun dengelenebileceği yorumları da yapılıyor. Ne var ki bu tür adımlar son tahlilde olumlu olsa bile, Filistinlilerin gerçek sorunlarının çoğunu yerli yerinde durması kaçınılmaz gibi görünüyor. Yeni yönetim için bu yönden en büyük “sınav” ve Kamala Harris’in “eşit derecede özgürlük, adalet ve güvenlik” vaadinin gerçeklik derecesinin ölçüleceği en önemli mecra ise, Gazze’ye yönelik muhtemel bir İsrail saldırısı olacaktır. Direnişin meşru haklarından feragat etmeyi reddettiği bir konjonktürde soru, Gazze’ye yönelik yeni bir büyük çaplı saldırının olup olmayacağı değil, bunun ne zaman ve hangi biçimde olacağıdır. ABD yönünden ise soru İsrail’e böyle bir saldırı girişiminde destek verip vermeyeceği değil, ne ölçüde ve ne şekilde destek vereceğidir.

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Yeni Hayırsız Adacılar!

Yayınlanma:

-

“Başıboş sokak hayvanları/köpekleri” dediklerinde tartışmalarda peşinen avantaj elde edeceklerini düşünüyorlar.

Bir kere bunlar “hayvan” hatta “köpek”; o nedenle kategorik olarak kendileri üstünler! Kendilerince bütün olumsuzlukların kaynağını işaret edebilecek bir uyanıklıkla kelime seçiminde bulunuyorlar.

Sanıyorlar ki “insan” şu evrende tek başına “insan”dır, çevresel bir münasebetler ağının bir parçası değildir. Sadece biyolojik olarak “insan” olmaları onların üstünlüğü için yeterli olacaktır, diye düşünüyorlar. Aynen, herhangi bir kavimden olmanın üstün olmayı sağlayacağına inanan ırkçılar gibi!

Bu kibirli cenahın üstenciliğidir yeryüzünü ifsad eden. Dönüp hakikatle yüzleşmediklerinden bunu görebilecek kabiliyetlerinden soyunmuşlardır. Burada sokak köpeklerini katletmeye çalışanla Amazon ormanlarını, Kazdağlarını kapitalist talana açan, bu talanı onaylayan aynı zihniyettir.

Sahilleri betona boğan, zeytin ağaçlarını beş yıldızlı oteller için söken de…

Şehirleri yaşanmaz kılanla meraları şirketlere peşkeş çeken de…

Başa dönerek devam edelim. “Hayvan/köpek” diye kötü ve yoz algıya oynadılar ya, bunun önüne bir sıfat lazım olacaktır elbette: başıboş!

Çoğu hayvan kıskanılası bir hayat yaşıyor. İnsan gibi kendi kendine tuzak kurmamış. Gregor Samsa olmamış. Kuş ise mesela ulus devlet sınırlarına tâbi değil. Kurt ise, balık ise eğer tabiatın derinliklerinde bir yaşam kurar. Mahallede yaşayan bir köpek ise dört duvar zindanlara korkunç kiralar vermez: Sere serpe uzanır kaldırıma, hesap vermez kimseye!

İşte bu nedenlerle kölelik düzenine teslim olmuş kişiler hazzetmez bu durumdan. “Başıboş” der çünkü kendi başı bağlıdır! Onlardan örnek alıp özgürleşmek istemez: İllâki başında biri olacak!

“Sokak” lafı da enteresan bir çağrışıma sahiptir aynı zihniyetin bilinçaltında. Kim yaptı bu sokakları? Kötü yani… Kötü olduğunu bildiğin bir şey yaptın ve onunla ilgili olan şey de kötüdür, yabancıdır, vebalıdır!

Şunu demek istiyor: Tabiattan koptum. Kurduğum yaşam alanları, azman metropoller yabancılaşmadan başka bir şey üretmiyor. Aslında suçlu ortada ama ben faturayı hayvanlara kesmek istiyorum. Onları da tabiatlarından kopardım. Yabancılaşmayı katmerleştirdim. Evet, bunları demek istiyor; çıkarmak istediği yasayla bunu kanıtlamak istiyor.

Sıkça tekrarladığımız bir ayet var: “İnsanın karada ve denizde yaptıkları nedeniyle karada ve denizde fesat çıktı!” Rum Sûresi 41. ayet bu… Sosyolojik ve ekolojik ifsat, bundan güzel anlatılamaz. İnsanın tarihsel rolü bundan tesirli verilemez. Özellikle modern kapitalist medeniyetin sebebiyet verdiği çürüme ve yozlaşma bundan daha öz biçimde sunulamaz.

Hayvanlara kıymak, canları katletmek isteyenler bu bütünle, bu toplamla baksalardı keşke hakikate! Yeryüzünde talan edilmedik tabiat parçası bırakmayanlar, altın madenleri için suyu toprağı siyanürleyenler, sermayeyi ormana dağa tepeye musallat edenler, ormanları ‘orman’ vasfından çıkarıp talana açmak için kararname üstüne kararname yayımlayanlar keşke A’raf sûresi 56. ayetteki “Düzene konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” uyarısına kulak verselerdi!

Hakikate kulak vermeyen modern kapitalist medeniyet muhipleri için börtü böcek, dağ bayır, orman mera bir şey ifade etmiyor. Dinleri ritüelden öteye geçmiyor. Kur’an’ın peşi sıra yüreğimize ve zihnimize yağan “kevnî ayet” göndermelerini görmezden geliyorlar. Yazık!

Şimdi birkaç görsel okuması yapalım. Propaganda egemenin elinde ya, sözüm ona bizi kandıracak!

Yalan ve sahte rakamların şampiyonu TÜİK’e göre son üç yılda 4 bin 269 başıboş köpek saldırısı olmuş. Maalesef 10 can kaybı yaşanmış. Veriye göre çok sayıda yaralı ve “mağdur” var.

Ölümler için üzülmemek elde değil. Son üç yılda 10 kişi hayatını kaybetmiş. Bu ölümlerin engellenebilmesinin mümkün olduğunda herkes pekâlâ hemfikir olabilir, diye düşünüyorum.

Bu görseldeki bir başka enteresan istatistik ise köpeklerin 2666 kazaya sebebiyet verdiği bilgisidir. Bu kazalarda da maalesef 37 kişi can vermiş. İşte tam burada büyük bir manipülasyonla karşılaşıyoruz: Tabiatın işleyişine keyfince müdahale etme hakkını kendinde gören “insan” bunun için mahcup olmuyor; köpeğin, kaplumbağanın, ceylanın yaşam alanlarını parçalayıp parsellediğine bakmıyor, bütün bu eylemlerin sorumlusu olarak kendini görmüyor da bir şekilde yola çıkmak durumunda kalan hayvanları suçluyor!

Burada durup düşünüyoruz ve karşımıza modern kapitalist medeniyetin tabiatla ilişkisi geliyor ister istemez. Bu ilişkiyi anlamak vicdan ve entelektüel ilgi ister ki Mustafa Kutlu’nun “Bu Böyledir” hikâyesinden çarpıcı bir bölümü işleyen okuma parçasını başlangıç olsun diye dipnota bırakalım.[1]

Egemen iradenin propaganda aygıtı TRT, görselde saldırmaya hazır bir köpek çizimi kullanmış ki herkesi korkutalım, katliam yasası için ikna imkânımız artsın, diye düşünmüş. Yazının sonundan buraya alalım soruyu: saldırgan kim?

TRT görselini tartışmaya açtıktan sonra bir başka düzeleme geçelim. İki görsel daha kullanacağım yazıda. Bunlardan biri yine egemen propaganda araçlarından Anadolu Ajansına ait:

Bu görsele göre 2023 yılındaki 1,5 milyona yakın trafik kazasında maalesef 6 bin 548 kişi ölmüş, 350 binden fazla insan da yaralanmış.

Bunca ölüm ve yaralanmanın hayvanlarla ilişkisi sıfır, tümüyle insan merkezli ve her sene katlanarak artıyor! Hayvanları hedef göstermekte öne fırlayanların binlerce ölüm için arabalara, yollara, insanlara fatura kestiğine şahit oldunuz mu? Başka bir ulaşım biçimine ve makineleşmeye, teknolojiye dâir eleştirel tartışmaların önünü istihza ile kestiklerini fark etmediniz mi? Mustafa Kutlu’nun hikâyesindeki göndermeye burun kıvıranların onun adına şaşaalı ödül törenleri düzenleyen arsızlıklarına denk gelmediniz mi?

Şimdi de bir başka kanayan yaramızı belgelen bir görsele gelelim:

Bu görsel İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) tarafından hazırlanmış, takip edenler zaten aşinadır. Bu ülkede her ay en az 150 emekçi iş cinayetlerinde can veriyor yani “işçiler ölüyor, sermaye büyüyor!” İSİG de bunları her ay raporlaştırıyor. Bu raporlara göre geçen yıl en az 1932 işçi kardeşimiz kapitalist çarkın cinayetlerinde katledildi ve bununla ilgili bir AA ya da TRT görseli ya da haberi yok!

Elbette ölümleri yarıştırmıyoruz. Kötülerin düzeninde hesap, “yüzü kara” hayvanlara kalıyor. İnsanın sadık dostu ve yoldaşı köpekler hedefe konuyor. Elbette sorunlar var, olacaktır ancak bu sorunların müsebbibi öncelikle fıtrata ve tabiata yabancılaşan insanın kendisidir. Uzun ve kısa vadelerde pek çok çözüm imkânı vardır. Bunlara odaklanmayan ve yeni bir “Hayırsız Ada” kötülüğüne sebebiyet verecek süreç kendi lânetine koşmaktan başka bir şey olmayacaktır.

 

 

[1] “Bu Böyledir” adlı eserde küçük bir kasabanın ortasından geçen asfalt yol üzerinden kasabanın kentleşme serüvenine şahit olmaktayız. Yol burada kasabayı bozucu bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.’’ Geleneksel bir hayatı kendi mütevazi ve mutmain şartları ile yaşayan bir küçük kasabanın ortasından geçen asfalt yol ve bu yolun getirdiği imkânlar sonucu kasabanın kentleşmesi sürecini, bu süreç içinde değişen sosyal yapıyı ve bozulan insan ilişkilerini anlatan Bu Böyledir, yol, park, lunapark gibi ögeler çerçevesinde metaforik bir okumaya imkân veren bir metin olarak öne çıkar.’’

Yolun, tabiatın bakirliğine müdahalede bulunması Kuran-ı Kerim’deki kıyamet sahnesinin anlatıldığı Tekvîr, İnfitâr, İnşikâk sureleriyle tasvir edilmektedir. Asfalt yolun tabiata müdahale etmesi kasabanın modernleşmeye başlamasının ilk basamağıdır. Yolun tabiatı yararak kasabaya bağlanması modern hayatın köye sirayet edeceğinin göstergesidir. Bu bağlamda Kutlu için yolun kasabayı ikiye bölmesi kıyametle eşdeğerdir:

“Buldozerlerin dişleri toprağa saplandığı zaman…

Motor gürültülerinin yavru kuşları yavrularından ürküttüğü zaman…

Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla delindiği, suların önü kesildiği zaman…

Bulutların kirlendiği zaman…

O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam, balıkların, su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin, kertenkelelerin, sincabın ve tarla kuşunun birlikte söylediği ilâhi ansızın kesildiği zaman…

Görüldü ki…

Ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş, kara, parlak, sıvışık bir yol açılıvermiş.’’

Kasabaya önce kâğıt üzerinde müdahale edilmiş, yol açılıp elektrik direkleri ve tellerinin gelmesiyle ova cebren ikiye bölünmüştür. Mürdüm erik ağaçlarını kasabanın mezarlığını Ahi Baba Tekkesi’ni yarıp geçmiştir. Yol medeniyettir elbette, ancak o yolun tabiatın ilâhi düzenine müdahale etmesi yalnızca kendi gelmekle kalmayıp peşinden modern imkânları da toplayıp getirmesi kasabanın geleneksel silüetinin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiştir. Yolun kasabaya gelmesiyle birlikte motor sesleri fayton seslerine galip gelmiş; cadde yapmak uğruna evler dükkânlar yerle bir edilmiştir. (“Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinde Kasaba ve İnsan İlişkisi” Yüksek Lisans Tezi – Elif Akkaya)

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sanatla Direnmek

Yayınlanma:

-

Yeni kuşakların, çocukların ve gençlerin Filistin duyarlılığı eskilere oranla düşük mü?

Böyle öz/eleştiriler sizin de kulağınıza çalınmıştır yahut bunu destekler çokça şahitliğiniz vardır belki de.

Direnmek yoksa eğer, bilhassa kültür edebiyat ve sanatla, yeni kuşaklardan bilinç ve hassasiyet beklemeye hakkımız olduğunu sanmıyorum.

Kültür, edebiyat ve sanatın altını bilhassa çiziyorum. Okullardan ziyade sokaklarda, yapay sahalarda değil hayatın olağan akışında yeşeriyor ve yayılıyor bilinç. Burada, bu mümbit topraklarda.

Soykırım uygulayanlar yalnızca insanları ortadan kaldırarak başarılı olamazlar. Soykırımcının asıl hedefi o toplumun uzun yıllar içinde ortaya koyduğu kültür değerlerini yok etmektir. Kültürü ortadan kaldırdığınızda artık geriye bir şey kalmamış sayılır.

25 Ağustos 1992 tarihinde Saraybosna’yı bombalayan Sırp milliyetçilerin cami ve medrese esintileriyle inşa edilen ulusal kütüphane Vijećnica‘yı yakıp yıkarak Bosna’nın kültür mirasını, hafızasını ortadan kaldırmayı hedeflemeleri boşuna değildi. Bosna direndi. Çok daha çetin bir imtihanı Gazze veriyor nicedir.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, dünyanın gözü önünde 9 aydır devam eden soykırım, Filistin’den çoktan taşmış ve evreni zehirleyen baş belası bir İsrail’e maruz kalmak, bu konu üzerinde düşünmeyi elzem hale getiriyor:

Son çare silahlı direnişten önce ve esasen sanatla direniş.

Bilinç ve hafızayı kurma ve korumada, bir halkın kimliğini oluşturma ve muhafazada sanatın rolü, potansiyel gücü hafife alınmamalı.

Çocuklarımızın, sekiz yaşındaki Yusuf ve 4 yaşındaki Dua’nın hayatından örnekler verebilirim.

7 Ekim 2023 öncesinde, işgal atındaki Filistin, soykırımcı İsrail’in olmayan insafına terk edilmiş, Türkiye dahil pek çok “komşu” ülke İsrail’le normalleşmek için kuyruğa girmişti. Biz de herkes gibi neler olacağından habersiz bir yolculuktaydık.

Arabada kendi seçtiğim şarkıları dinlerken Murat Kekilli’nin “Yıkılasın İsrail” adlı şarkısı çalmaya başladı.

Eşime dönüp, “Bu şarkının sözlerini Hamza Abi’nin yazdığını biliyor muydun?” diye sordum.

Şarkının hikayesini anlattım. Necip Fazıl Kısakürek’i Murat Kekilli ve Hamza Er ile aynı şarkıda buluşturan kader ilgi çekmez mi?

“Yıkılasın İsrail, enkazını göreyim, sana ülke diyenin, yüzüne tüküreyim!”

Bu şarkı ve sözler üzerine Yusuf bizi soru yağmuruna tuttu. Yol boyu “İsrail Sorunu”nu konuştuk. Artık o bir Filistin dostuydu, İsrail’e karşıydı ve boykota katıldı.

Çocuklarla 7 Ekim sonrası Filistin’le dayanışmak için düzenlenen eylemlere bol bol katıldık.

Artık çocuklar evde durduk yere “Katil İsrail Filistin’den defol” vb. sloganlar atıyor ve Filistin marşları mırıldanıyor.

Anaokulunda öğrencilerden ülke sunumları yapmaları istenince bizim Dua, Filistin’i aldı. Filistin sembollerini kartona yapıştırdık birlikte. Filistin hakkında kısa öz bilgileri ezberledi.

Sunumda ben yoktum, öğretmeni videoya çekmiş, bizimle paylaştı.

– Dua bugün bize hangi ülkeyi anlatacaksın?

– Live Filistin!

Hem bir slogan hem bir dua hem de şarkı sözü. O kadar özdeşleştirmiş ki Filistin’le.

Bu süreçte onlarca kez duyduğu bir şarkı (Leve Palestina) ülkenin adı olsa gerekti!

Sözleri İsveççe bir şarkı Leve Palestina: “Yaşasın Filistin” anlamına geliyor.

Şöyle de tercüme edilebilir başlangıç sözleri:

Leve Palestina och krossa sionismen / Yaşasın Filistin, Kahrolsun Siyonizm

(Amin)

Karikatürist Naci el-Ali’nin karikatürleri olmasa, dünyaca ünlü Filistinli şair Mahmud Derviş olmasa, ilk kadın direniş şairi Fedva Tukan olmasa, direnişin ilk hikayelerini yazan Gassan Kanafani olmasa, intifada şairi Semih el-Kasım olmasa Filistin direnişi bu kadar etkili olabilir miydi?

100 yıldır işgal altında, 100 yıldır direniş destanı yazan bir halktan, bir ülkeden bahsediyoruz. Hiç ama hiç kolay değil.

Bugün Gazze’nin kırılamayan, teslim alınamayan iradesi akıllara durgunluk veriyor. Arkasında muazzam bir iman, bir inanç ve kararlılık var.

Sanat bu inancın, bu direnişin bahçesindeki ağaçların meyveleri. Zeytini, limonu, mandalinası, kirazı.

Filistin’in, Gazze’nin insanlığı özgürleştirdiğine inanıyorum. Hiç değilse sağlam bir özgürleşme daveti sunuyor. Öpüp başımızın üzerine koymalıyız: “Bu davet bizim!”

Öyle olmasa sokaklarımıza şu sözü yazıp mazeret sunma gereği duymazdık:

“Kusura bakma Filistin biz de işgal altındayız!”

Sanat işte, biz özgürleşirken elimizden tutan enstrümanlardan biri.

Şair Cahit Koytak’ın “Gazze Risalesi”ni okuyun derim.

Gazeteci Mehmet Akif Ersoy’un “Tünel / Gazze’de Yaşamak” kitabını okuyun derim.

Yazar Peren Birsaygılı Mut’un “Zeytin Ağaçlarının Arasında / Filistin Direniş Edebiyatından Portreler” adlı kitabını okuyun derim.

Listeyi uzatabiliriz. Uzatın lütfen. İşgal uzun sürdü. Direniş de uzun sürüyor!

 

*Kapak resmi Nabil Anani, “Eye On Jerusalem”, Tuval üzerine akrilik, 2012, 47 1/5 × 59 1/10 inç | 120×150 cm.

İlgili yazı:

Direniş Cephesinde Sanat

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bereketli Bir Eylem Günü

Yayınlanma:

-

Dün, 30 Haziran Pazar, Direniş Çadırı’nın çağrısı üzerine Adana, Bursa, Konya, İstanbul, Samsun, Eskişehir, Kütahya, Kayseri, Zonguldak, Düzce, Gümüşhane, Trabzon ve Urfa olmak üzere 13 ilden gelen Filistin Dostlarıyla Ankara’da buluştuk.

10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilin meydanlarında iki haftada bir eylemler, basın açıklamaları yapıyorduk. Nihayet sıra tanışmaya ve el birliğiyle, iktidarın kalbine yakın bir yerde eylem gerçekleştirmeye gelmişti.

Birbirini büyük oranda ismen tanıyan, yediden yetmiş yediye, yüz elli kadar insan, yüz yüze görüştük, yemek yedik, çay içtik, muhabbet ettik, söyleşileri dinledik; düşünce, duygu ve tecrübelerimizi paylaştık.

Omuz veren pek çok oluşum ve destekçinin ısrarlı gayretleri neticesi Türkiye’nin soykırımcı terör devleti İsrail’le arasındaki kanlı ticaret önce kısıtlanmış, ardından yasaklanmıştı.

Türkiye’yi emperyalist bloktan çıkmaya haykıra haykıra çağırmaya uzun süre devam etmemiz gerektiği ortada.

Limanlar siyonist vahşete kapatılsa da ticaretin dolambaçlı yollardan devam ettiğine dair emareler yok değil.

Yine de kesin olan şu ki Türkiye üzerinden İsrail’e petrol sevkiyatı halen olanca hızıyla devam ediyor. İşgalci İsrail rejimi, Filistin’de 9 aydır resmen ve alenen yoğunlaştırılmış bir soykırım gerçekleştirirken ölüm makinelerine yakıt sevk etmek, dehşet verici bir utanç ve vebalden öte “soykırım suçuna ortaklık” anlamına geliyor.

“Neden BOTAŞ (Boru Hatları İle Petrol Taşıma A.Ş.) Önüne Gittiğimizi” kamuoyuna günler öncesinden şu sözlerle izah etmiştik:

“İsrail’in ihtiyaç duyduğu ham petrolün yüzde kırkı Azerbaycan tarafından temin ediliyor. Azeri petrolü, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı aracılığıyla Adana’nın Ceyhan ilçesine kadar ulaştırılıyor. Ceyhan’da yer alan BOTAŞ tesislerinde tankerlere yüklenerek işgal rejimine naklediliyor. BOTAŞ, hem İsrail’e yollanan petrolün tankerlere yüklendiği tesisin sahibi, hem de Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın ortaklarından biri.

İsrail, bu petrolü rafinerilerinde işliyor. Rafinerilerde üretilen yakıt, hem sivil hem de askeri amaçlarla kullanılıyor. Yani bugün Filistin halkının üzerine bomba yağdıran tank ve uçakların yakıtları İsrail’e BOTAŞ ve Türkiye aracılığıyla naklediliyor.

Açık çağrımızı yineliyoruz: Siyonistlere ulaşacak her damla petrol Gazze’ye ölüm olarak yağıyor. Vanaları kapatın, suça ortak olmayın!”

Ve eylem saati geldi çattı!

Bilenler bilir, bilmeyenler de hayatlarında en azından bir düzine tecrübe etsinler, derim. Eylem günü, öncesi ve sonrasıyla, Avrupa Kupası grup maçlarından daha heyecanlı ve kesinlikle öğreticidir!

Eylem alanına girerken sayımız 250’yi bulmuştu.

Bir Türkiye klasiği, ucu yerli iktidarlara dokunan bir eylem olunca, polis olabildiğince uzakta, çok uzakta bir yerde “takılıp” kısa sürede dağılmanızı bekler. Mümkünse kimseler gelmesin, muhataplar görmesin, duymasın, gündem olmasın, ne olacaksa sessiz sedasız, şipşak olsun bitsin!

Polisler, BOTAŞ’ın önüne gitmemize müsaade etmemek üzere önceden yolu çevik kuvvetten bir barikatla kesmişti.

Üç arkadaş, emniyet amiri ile müzakere ettik. Sonuç alamadık.

Yasal haklarımızı kullanmamız keyfi yorumlar neticesi fiilen engelleniyordu. Bir başka Türkiye klasiği. Anayasal haklarımızı, ifade özgürlüğümüzü kullanmamıza yığınla polis zoruyla engel olunuyordu. Avukat olarak açıklama yapmam da sonucu değiştirmiyordu. Talimat duvarları yüksekti ve ses gelmiyordu!

17.30’da eylem alanına giden bir yol ağzında, ağaçların arasında, sokak lambalarının, (aydınlatmanın) olmadığı bir alanda barikat karşısındaydık. Çok değil, 20 dakika sonra, istişare sonucu mecburen B planını devreye soktuk ve oturma eylemine geçtik.

Hava 20.30 gibi karardığında tüm müzakere girişimleri artık sonuçsuz kalmıştı.

Bu arada marşlar, konuşmalar, sloganlar eşliğinde protestomuzu coşkulu şekilde sürdürüyorduk. Elinde gitarıyla ve dua eder gibi ezgilerle eylem alanına durmaksızın müzikli, sımsıcak, dipdiri bir direniş taşıyan arkadaşı Allah özellikle göndermiş olmalıydı.

Farklı ilden gelen pek çok temsilci söz aldı, mikrofonu eline aldı, nezaket sınırları içinde, hakkı ve hukuku, zulmü ve hukuksuzluğu dile getirdi, farklı tonlarda, yer yer coşkulu, öfkeli, yer yer ironik konuşmalar yaptı.

Sayıları giderek artan, nöbeti devralan çevik kuvvet polislerini idare eden sivil giyimli 4-5 emniyet mensubu öne çıkıyordu. İlginç bir görüntüydü. Eylemciler engeli aşmak için sosyal medya araçlarını kullanmak üzere telefonlarına sarılmışken sivil polisler de -muhtemelen whatsapp üzerinden- sürekli bir yerlerle yazışma halindeydiler harıl harıl.

Eylem gününün en güzel anlarından birincisi bana göre hep birlikte eda edilen akşam namazıydı. O namazı orada olan kimse kolay kolay unutamaz. Havada direnmenin onuru ve haklı olmanın huzuru, harika bir rayiha. Hakkı haykırmak, zulme karşı sesimizi yükseltmek için hazırladığımız bez pankartlar ayaklarımızın altına seccade olup serilmiş, mutlu mesut.

Ayetler, polislere yanlış yerde durduklarını, durmaya icbar edildiklerini hatırlatıyor olsa gerek ki mahcubiyetle aralanmış saygılı bakışları yere düşüyor. Daha fazla günaha ortak olmamak adına, hiç değilse biz secde edeceğiz diye önümüzden çekiliyor, bir kısım barikatı açıyorlar.

Günün rengi değişirken atmosfer de değişiyor. Polisler çoğunlukla şehir dışından, uzak diyarlardan, kadınlar ve çocuklarla birlikte tedarik ettiğimiz direnci karanlığa doğru püskürtmek için “pusu”da bekliyorlar.

Gecenin sonuna doğru yolculuğa nerde, nasıl çıkmalı?

Pek çok değişken var, sıcak gelişmeler üzerine istişare ediyoruz. Derken bir haber geliyor:

BOTAŞ Genel Müdürlüğü, pazar akşamüstü kapısının önünde hakkın sözüne barikat kuran o kurumlu kurum, en iyi savunma saldırıdır, baskın basanındır, der gibi kısa bir basın açıklaması metni yayınlıyor resmî sitesinden.

Yalandan kim ölmüş!

 

Kararımızı veriyoruz: Her türlü engellemeye rağmen basın açıklamamızı okuyacağız.

Cep telefonları ışığının aydınlattığı alanda gür bir sesle beyan ediyoruz, yine ve yeniden geleceğimizi, BOTAŞ’ın karşısına dikilmek üzere dört bir yandan harekete geçeceğimizi!

İnşallah daha güçlü haykıracağız ve başaracağız.

En kısa sürede işgalciye, soykırımcıya akan petrolün vanalarını kapatacağız.

Vanaları kapatacağız, gemileri bağlayacağız. İşgalci, katil İsrail’i yapayalnızlığa ve yaptıklarının hesabını vermeye mecbur bırakacağız.

Çünkü tüm dünya halklarının Filistin’e borcu var. En başta da biz komşu halkların.

Devamını Okuyun

GÜNDEM