Connect with us

Haberler

DTÖ’nün Açlığa Mahkûm Eden Serbest Ticaret Politikalarına Karşı Seferberlik Çağrısı

Yayınlanma:

-

13 – 15 Haziran 2022 tarihleri arasında DTÖ Bakanlar Konferansı Cenevre’de yapıldı. Küresel çiftçi örgütü La Via Campesina (Çiftçi Yolu) üyeleri konferansın yapıldığı tarihlerde bir araya gelerek DTÖ ve Serbest Ticaret Anlaşmalarına karşı Cenevre’de protesto etkinlikleri düzenlediler. La Via Campesina, DTÖ Bakanlar Konferansı öncesi, dünya çapında köylülüğü önemli ölçüde zayıflatan ve çok uluslu şirketlerin kaynakları gaspını amaçlayan neoliberal politikalara ve serbest ticaret dayatmasına karşı aşağıdaki çağrıyı yaptı.

 DTÖ Bakanlar Toplantısına Karşı Seferber Olma Çağrısı

Haziran 2022, Cenevre, İsviçre

Çeviri: İlkay ÖZ

1995 yılında DTÖ’nün kurulmasından bu yana La Via Campesina, köylülüğü yok eden ve dünya çapında yerel gıda sistemlerini istikrarsızlaştıran serbest ticaret politikalarını afişe etmektedir. Seattle’dan (1999) Cancun’a (2003), Hong Kong’dan (2005) Buenos Aires’e kadar (2017), büyük şirketlerin ve milyarderlerin çıkarlarına hizmet eden bir serbest ticaret düzeninin dayatılmasına karşı mücadele ettik. 10 Eylül 2003’te, Meksika’nın Cancun kentindeki DTÖ Bakanlar Toplantısına karşı düzenlenen bir protesto sırasında, Kore Köylüler Birliği’nden bir köylü Lee Kyung-Hae kendini bıçaklayarak hayatını feda etti. Bu trajik olay, DTÖ’nün ve ticaretin serbestleştirilmesinin dünya çapında milyonlarca köylünün yaşamı üzerindeki yıkıcı etkilerini ortaya çıkardı.

Seferberliklerimiz serbest ticaret müzakerelerinin engellenmesini mümkün kıldı. 2005 yılında Hong Kong’da gerçekleştirdiğimiz büyük seferberlikten sonra, 2001 yılında başlatılmış Doha Kalkınma Gündemi askıya alındı ve özellikle tarım alanında yeni bir büyük DTÖ anlaşması kabul edilmedi. Bununla birlikte, DTÖ ülkeleri daima pazarlarını çok uluslu şirketlere açmaya zorlayan ve köylü ekonomisi lehine olacak iddialı kamu politikalarının uygulanmasını engelleyen 1994 yılındaki Marakeş anlaşması temelinde kurulmuştu. Ayrıca ikili ve bölgesel serbest ticaret anlaşmaları çoğalmıştı.

Serbest ticaret politikaları köylülüğü yok ediyor!

Neoliberal politikalar ve serbest ticaret dayatması, dünya çapında köylülüğü önemli ölçüde zayıflattı. Bunlar ülkeleri ihracat ürünlerine öncelik vermeye ve kendi nüfuslarını beslemek için ithalata bağımlı olmaya zorlamaktadır. Köylülerin ve yerel toplulukların zararına olacak şekilde, çok uluslu şirketlerin kaynakları gaspını artırmaktadır. Bunlar monokültür işletmeleri, ormansızlaşmayı, aşırı toprak ve su kullanımını ve biyoçeşitliliğin azalmasını teşvik ederek iklim krizinin alevlenmesine katkıda bulunmaktadır.

Bugün, COVID-19 salgınıyla, küresel ısınmayla bağlantılı ekstrem olaylarla ve Ukrayna’da ve başka yerlerdeki savaşla birlikte, halkların gıda güvencesini uluslararası ticarete ve çok uluslu şirketlere bağımlı hale getirmenin suç olduğu açıktır. Buna son verilmeli. DTÖ tarımı terk etmeli. Gıda egemenliği, her ülkede ve uluslararası düzeyde tarım ve gıda politikalarının temeli olmalıdır.

DTÖ Bakanlar Konferansı 13-15 Haziran 2022 tarihleri ​​arasında Cenevre’de gerçekleştirilecek. DTÖ, eşitsizlik, açlık, aşırı yoksulluk, savaşlar ve benzersiz bir salgınla boğuşan bir dünyada geçerliliğini yeniden kazanmaya çalışıyor.

La Via Campesina, sivil toplumu bu örgütü afişe etmek ve halkların gıda egemenliğini savunmak için seferber olmaya çağırıyor. Kırsal bölgelerin sesini bakanlar toplantısının merkezine taşıyacak bir dizi halk seferberliği organize edebilmek için bu hafta Cenevre’de olacağız.

Gıda; yalnızca parası yetenlerin yiyebileceği, kuralsızlaştırılmış piyasanın kaprislerine ve fantezilerine tâbi olamaz!

La Via Campesina ayrıca tüm üyelerini ve müttefiklerini -10 ila 15 Haziran tarihleri ​​arasında- halka açık toplantılar, konferanslar, gösteriler, fuarlar düzenlemeye, açıklama ve basın bültenleri yayınlamaya ve serbest ticaret anlaşmalarıyla DTÖ politikalarının kent ve kırdaki küçük üreticiler üzerindeki etkisini ortaya koymaya çağırıyor.

Bizler, DTÖ ve Serbest Ticaret Anlaşmalarına Karşı Uluslararası Eylem Günü’nde bizim için yani köylüler, yerli halklar, tarım işçileri, göçmenler, balıkçılar ve çobanlar için tek kalıcı çözümün ve tarihsel olarak savunduğumuz tek çözümün DTÖ ve Serbest Ticaret Anlaşmalarının tarım hakkındaki herhangi bir tartışmanın dışında kalması olduğunu yineledik. Gıda, yalnızca parası yetenlerin yiyebileceği, kuralsızlaştırılmış piyasanın kaprislerine ve fantezilerine tabi olamaz.

BM İnsan Hakları Konseyi de Haziran sonunda Cenevre’de toplanacak. Bu, bütün dünyadaki köylü hareketleri açısından alternatif seçeneğin köylü haklarına dayanması gerektiğini doğrulamak ve Köylüler ve Kırsal Alanda Çalışan Diğer Kişilerin Hakları Bildirgesi’nin (UNDROP) uygulanması için gerekli yasal işlemleri talep etmek adına bir fırsat olacaktır.

Serbest ticaret açlığa mahkûm ediyor! DTÖ, tarlalarımızdan defol!

Kaynak: karasaban.net

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Videolar

TOKAD’dan 15. Dünya Vicdan Haftası Etkinliği

Yayınlanma:

-

TOKAD (Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği) 15. Dünya Vicdan Haftası (16-22 Mart) münasebetiyle bir program düzenledi.

Programda aynı haftaya denk gelen mühim hadiseler (Rachel Corrie’nin şehadeti-16 Mart 2003, Halepçe katliamı-16 Mart 1988, Irak işgali-20 Mart 2003, Şeyh Ahmet Yasin’in şehadeti-22 Mart 2004) vesilesiyle Filistin’de İsrail işgalinin ve direnişin geldiği boyut, ABD’nin Irak işgali sonrası Ortadoğu ve küresel bir boyut kazanan Kürt meselesi Selim Sezer, İslam Özkan ve Mehmet Alkış tarafından tartışıldı.

Programdan notlar şu şekilde:

Selim Sezer: Cenin ve Nablus şu anda Filistin’in yeni direnişinin kalbi olma yolunda ilerliyor.”

  • Rachel Corrie, 2003 yılı Gazze’deydi, yoğun saldırıların yaşandığı bir dönemde.
  • Filistin’in içinde bulunduğu güncel saldırılar ve gelişmekte olan direniş hareketlerini ele alacağım ama tarihe dönme ihtiyacı görüyorum. Birikerek ilerleyen bir tarih… Pek çok temanın ve durumun yinelendiğini görüyoruz. Belli başlı birkaç temanın kendisini tekrar ettiğini vurgulamak gerekiyor.
  • Dönemsel farklılıklar olmakla birlikte, devamlı bir geriye gidiş süreci oldu Filistinliler için maalesef.
  • 1948’de yaşanan Nekbe süreci… 750 bin kişinin yaşadığı yerden çıkarılması ve mülklerine el konulması. Aslında bu, o zaman yaşanmış bitmiş bir süreç değil. İsrail’in aynı yöntemleri kullanmaya devam ettiğini görüyoruz. Sistematik olarak devam ediyor bu mülksüzleştirme süreci. Arap nüfusunu boşaltma süreci.
  • İsrail’in hedeflediği şey: Kudüs’ün yüzde yüz Yahudi şehrine dönüşmesi. Filistinlilerden arındırılması.
  • Şeyh Cerrah mahallesinde yaşanan süreçler… Sekiz ailenin buradan çıkarılmasının bir yolunu buldu. Direniş sebebiyle kısmen durdu.
  • Bir yerleşimci diyor ki: “Sizin evinizi biz almasak bile başkası alacak.”
  • Bu Arapsızlaştırma meselesi öyle boyutlara ulaşmış ki, mezarlıkların bile boşaltılma durumu var. İnsanların kemikleri çıkartılıyor ve boşaltılıyor. Geçmişi silmek için.
  • Filistinlilerin günden güne daha yalnızlaşması… 48’lerde daha çok devleti buluyordu yanında. 1948’de Ürdün, yardım ediyor gibi görünüyor ama alttan da İsrail’le anlaşma yapıyor. 67 savaşı zaten malum… Sonrasında, savaşmak bir yana, söylem ve fiili duruşlarıyla Arap devletlerinin İsrail yanına gittiğini görüyoruz. 2020 sonrası özellikle, normalleşme süreçlerini görüyoruz. Barış diye sunulan bu süreçler, bir dizi anlaşmayı beraberinde getiriyor.
  • Bu tarih, Filistinlilerin yalnızlaştığı bir tarih.
  • Yerel direniş unsurlarını daha öne çıkardığını görüyoruz Filistin’in bu süreçte.
  • 67-68 Filistin direnişinin yükseldiği bir tarih. Diğer Arap devletlerine bel bağlamadan. Kendi direniş dinamiklerini sürekli artırdıklarını görüyoruz.
  • İntifada’nın başlaması ve beş yıl içinde önemli gelişmeler elde etmesi…
  • Kendi başına bırakıldığı koşullarda yeniden taban örgütlenmesine gittiğini görüyoruz.
  • Gazze’yi gördük genelde ama son dönemlerde Batı Şeria’da da görmeye başladık bunu. Tabandan insanların katılmasıyla. Kim bunlar? Oslo’dan sonra dünyaya gelmiş genç insanlar.
  • Yerleşimcilerin gerçekleştirdiği saldırılar…
  • Korkunç saldırılar:
  • 48 saatte 250 zeytin ağacı kesildi. Evler, dükkânlar, arabalar yakıldı daha yeni.
  • Batı Şeria’da yaşayan insanlar işgalin nasıl bir şey olduğunu kendi gözleriyle görüyorlar yani.
  • “Biz her gün ölüyoruz, o zaman bari direniş yolunda ölelim!” anlayışı gelişti.
  • Cenin ve Nablus şu anda Filistin’in yeni direnişinin kalbi olma yolunda ilerliyor.
  • Farklı farklı Filistinli hareketlerin tabanlarındaki insanların oluşturduğu insanlar.
  • Resmi olarak 3. İntifada yaşanıyor denmiyor ama ağır çekim bir intifada süreci diyebiliriz.
  • Peki, ne bekleniyor? Ne yapılması gerekir? Devletler tarafından yalnız bırakılmış, yüz yıl boyunca kendi toprağından çok şey kaybetmiş bir halk var. Kendisine ait olanı alabilmesi iki yoldan geçiyor: içerideki direnişin büyütülmesi, ki böyle şu an. Dışarıda ise, Filistin’i destekleyen halkların, genel geçer bir dayanışmadan ziyade, doğrudan İsrail’e zarar verecek bir yaptırım sürecine girilmesi: BDS hareketi örneğinde olduğu gibi… Alışılagelmiş ürün boykotu haricinde, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi için hükümetlere baskı yapılması, İsrail’le ortaklığı bulunan markaların boykot edilmesi, İsrail’le ilişkileri meşrulaştıracak her türlü ilişkiye karşı çıkılması. Örneğin, İsrail’de gerçekleştirilecek konserlere vs katılmayın çağrıları… Kültürel etkinlikler, İsrail’in kendisini aklayacağı şeyler. Dolayısıyla bunlara karşı durmak gerek.
  • Birçoğumuz için Filistin meselesinin çok özel bir yeri var. Ama Filistin bir metafor aslında. Ezen-ezilen ilişkisinin çok saf bir şekilde tecelli ettiği bir durum. Gerçek anlamda Filistin yanında bir tutum alacaksak, bütün Filistinlilerin yanında durmamız gerekiyor. Rachel Corrie’nin dediği gibi, “zulüm bizdense ben bizden değilim.” demek gerekiyor.

  • İslam Özkan: Mezhepçilik fitnesinin Irak işgaliyle beraber başladığını görüyoruz.”
  • Irak işgalinden hemen önce meydana gelen 11 Eylül olaylarında, emperyalist yayılmacı bir mantık Amerika’da neşet etmeye başlamıştı. “Gerekirse güç kullanarak demokrasiyi yaymalıyız!” mantığı işgal öncesinde çıkmaya başlamıştı yani.
  • Bush’un iktidara gelmesi, farklı çevrelerin kullanmasına müsait birinin iktidara gelmesi, süreci kolaylaştırdı.
  • Öncesindeki teorik süreçler, Bush’un iktidarıyla önü açıldı, bunların istediklerini yapmalarını sağlayan 11 Eylül olayları süreci tamamladı. Arkasından da Irak ve Afganistan olayları.
  • Emperyalizm bizim acizliğimizi gizleyen bir unsur olmamalı. (Malik bin Nebi – sömürüye müsait olma durumu) Siz sömürüye müsait olduğunuz sürece, halkınızı düşünmediğiniz sürece, emperyalizm sizi her zaman rahatlıkla işgal edebilir, kullanabilir. Malik bin Nebi, bu kavramı, Cezayir’in sömürgeye direnişe çok geç başlaması bağlamında tartışır. İslam dünyasında sömürgeciliğin bazı durumlarda geç başlaması, acziyeti gösteriyor. Emperyalizm kavramı anti-emperyalist yapılar tarafından çok kullanılıyor. Ama çok sık kullanarak içini boşaltmamak gerekir. Kendi acizliğimizi örterek, suçu başkalarına atmak doğru değil.
  • (Deprem mevzusu: NATO zaten içimizde mesela. Amerika’nın gemi göndermesine gerek yok yani.)
  • Komplo teorilerle kavramlarının içini boşaltmamız yanlış.
  • Müslümanların kurum inşa etmedeki zayıflığı, halkların emperyalizme karşı durmadaki acizliği. Bunları da görmemiz gerekiyor.
  • Mezhepçiliğin ve taifeciliğin yaygınlaştığını görüyoruz. Mezhepçilik o kadar kurumsallaşmış ki, günlük hayatın parçası haline gelmiş. Ama Irak işgaliyle baktığımızda, Lübnan dediğimiz küçük bölgede, doğu halklarına örnek olamayacak işleyiş Irakla beraber gerçek olan bir şey olmaya başladı.
  • Mezhepçi düşünce, Irak üzerinden bölgeye pompalanmış oldu. Bunun Amerika tarafından bilerek yapılmış olması çok muhtemel bir şey.
  • Aslında siyasal içerikli çatışmalar, mezhepsel çatışmalar gibi gösterilmeye başlandı. Suriye meselesi… Dış dünyayla ilişkiler, nasıl yönetilecek vs gibi konularda olan bir çatışma normalde. Ama sonra, sanki Şiiler ile Sünniler arasındaki bir savaş gibi sunulmaya başlandı.
  • Bu tür mezhebi şeyler kullanmak, işlerini kolaylaştırdı.
  • Muhalefetin düşüncelerinin ancak böyle mezhebi bir yaklaşımla gerçekleştirilebileceği düşünüldü.
  • Irak işgaliyle beraber başladığını görüyoruz mezhepçilik fitnesinin.
  • İşgalden sonra, ordu dağıtılacaksa bile, Irak’taki bütün kurumları yok etti ABD.
  • Yaratıcı kaos: Sistematik olarak bir kaos yaratalım, deniz dalgalanmadan durulmaz, dediler ve bu süreçten sonra bir şey durulmadı.
  • 2008’den itibaren başlayan süreçte Irak askerleri çekildi.
  • Bağdat’taki Amerikan büyükelçiliği en büyük büyükelçilik dünyadaki. Vatikan büyüklüğünde bir yer. Sıradan diplomatların burada çalıştırıldığı yalanına inanmak zor. 5 ila 10 bin askerin bulunduğu biliniyor. 15-30 bin diplomat var.
  • Irak işgalinin sadece Irak’ı düzeltmek, bölge ülkelerine çeki düzen vermek için değil, onların itibarını vs. sistematik olarak yok etmek için araçsallaştırıldığını görüyoruz.
  • 1 Mart tezkeresi olayı, Türkiye’ye Arap dünyasında bir itibar kazandırmıştır. Dışarıda karşıymış gibi gözükse de AKP hükümeti, alttan alta Irak işgalini destekleyen bir ülke olarak ortaya çıktı.
  • Türkiye şu anda neyden şikâyet ediyorsa, o zamanki kendi aksiyonlarının sonucu olduğunu görüyoruz.

 

  • Mehmet Alkış: Eğer devletler ırkçıysa bu sorun çözülmez.”
  • Halepçe’de kimyasal silahlarla saldırdılar. Elma kokusu buradan geliyor. Elma kokan silahlarla öldürmüşler.
  • Arap dediğiniz zaman akla Müslüman geliyor, Kürt, Türk, İranlı dediğiniz de de. Bu dört milletten birinin devleti yok: Kürtlerin.
  • Milli Mücadele denilen süreçte Osmanlı sistemi devam edecekti verilen karara göre, buna uyulmadı
  • Misak-ı Milli sınırlarından taviz verilmeyecek deniyor. Batı buna karşı çıkıyor.
  • Lozan kabul edilince Kürdistan dediğimiz bölge dörde bölünüyor.
  • Söze göre birlikte yaşanacaktı. Kürtler asli unsurdu. Ama batı aksini istedi ve bundan vazgeçilmiş oldu.
  • Kürtlere niye devlet vermediler? Onlar bu süreci yaşamaya mahkûm edildi. Arapların, Türklerin, İranlıların kontrolü altında yaşamaya mahkûm edildi.
  • Batı’nın gelmiş geçmiş en büyük projesi ırkçılıktır, milliyetçiliktir. İslam dünyasından önce diğer topraklarda geçerli oldu, buraya geç geldi ama geldi.
  • Fransız ihtilali sürecinden beri herkes birbirinin düşmanı, etnik ve dini unsurlar birbirinin düşmanı oldu. Durum böyle şimdi.
  • Seküler ırk teorisine göre en gelişmiş ırklar ayakta kalır, diğerleri ölür. Bu düşünceden dolayı Batı, bütün dünyayı sömürme hakkını kendinde görüyor.
  • Lozan’da Misak-ı Milli gayesi tam olarak değişiyor ve Türklerin devleti kurulmuş oluyor, Osmanlı sistemi terk ediliyor.
  • Başlangıçta Kürtlerin devlet sahibi olmasını engelleyenler İngilizler. ABD ise Kürtleri sahiplenmeye başladı. Kürtlerin kazanımlarının hepsi ABD’ye borçlu. Aynı şeyi Suriye’de yapıyorlar şimdi de. Önce onları mahkûm eden bir politika, sonra da sahiplenen bir politika. Tabii kendi çıkarları için yapıyorlar bunları.
  • Temel mesele Kürt meselesi değil. Temel mesele ırkçılık, milliyetçilik. Dünyadaki bütün toplumların kılcal damarlara kadar işlemiş bir zihin.
  • Osmanlı’da da sorunları vardı Kürtlerin tamam ama ırkçılık teorisinin yaygın hale gelmesiyle aynı problemler değildi.
  • Eğer devletler ırkçıysa, çözülmez bu sorun.
  • Müslümanlar yok bu işlerde. Kendi teorilerine uygun bir paradigmaya sahip çıkmadılar. Başkaları yönetti, emperyalistler yönetti, Müslümanlar da tabi oldu bunlara.

Notlar: Melike Belkıs Örs

Devamını Okuyun

Videolar

Dilaver Demirağ: Doğadan Koptuğumuz İçin Onun Göstergelerini Okuyamıyoruz

Yayınlanma:

-

Özgür Yazarlar Birliği seminerlerinde 05 Mart 2023 pazar günü Dilaver Demirağ, “Afet, Şov ve Sürünen Devrim” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi. Programdan notlar şu şekilde:

  • Konuya sosyal teori ekseninden bakmaya çalıştım.
  • Felaket, yıkım, afet… Bize bakan yönü böyle. Ama doğa için yenileşme, gençleşme imkânı… Depremler olmasa doğadaki besin döngüsü kendini koruyamayacak. Mesela madenler, maden suları vs. depremler sayesinde ortaya çıkan şeyler.
  • Mesele kent dediğimiz şeye geldiğinde… İnsanların toplandığı mekânlar, konutlar inşa ediliyor çünkü buralarda. Betonla birlikte depremler büyük bir yıkım haline geliyor.
  • Can kaybı önceden bu kadar çok değildi, eskiden de depremler olmasına rağmen.
  • Ahşaptan yığma taşa geçince yıkıcı sonuçlar ortaya çıkmaya başlıyor depremlerde.
  • Kentlerde afet dediğimiz olguyla karşı karşıyayız.
  • Bilim, bilgide bir tekel inşa ettiği için yerel bilgiyi dışarıda bırakıyor. Örneğin, gören göz için, deneyimlerden bir şeyin yaklaşmakta olduğu anlaşılabiliyor. Yerel bilgi kaynağı, doğaya bakarak oluşturulabiliyor.
  • Biz doğadan koptuğumuz için doğanın göstergelerini okuyamıyoruz.
  • Paradigma meselesi de var. Aykırı bir şeyin kendini kabul ettirmesi zaman alıyor.
  • Gökyüzündeki varlıkların yeri, etkisi, manyetik etkiler vs. Bunlara bakmıyoruz.
  • Belli refah toplumlarında önlemlerle zarar minimuma indiriliyor. Ama bizim gibi ülkelerde bu yapılmıyor.
  • Felsefe ve ahlak boyutu…
  • Acı ile karşılaşınca sükût devreye giriyor. Sessizlik nedir? Konuşmanın bittiği yer, diye düşünürüz. Ama konuşmaya ara verilen bir dönemdir aslında. Yani konuşmanın bir parçası.
  • İmajın, sözün yerini aldığı bir çağda, sükûta katılarak insanların yaralarına eşlik ediyoruz.
  • Ama imajlarla birlikte, sözün hâkim olduğu bir yerde, tamamen seyirciye dönüştürülmeye başlandık.
  • Afet pornosu: medyanın afetleri sunuş şekli. Belli seçili görüntüler oluşturuluyor, acılı vs. müzikler ekleniyor. “Reality Show” dediğimiz şey gibi. Mahremiyet ortadan kayboluyor, kameralar çekiyor insanları enkazdan çıkarken.
  • Yani, seyirciye dönüşmeye başladığımız bu noktada, röntgenciye dönüşüyoruz, acıya eşlik etmekten ziyade.
  • Duygu durumu da nötrleşiyor bir süre sonra. Hâlbuki bir duyguyu sindirebilmek ve hesaplaşabilmek için zamana, mesafeye ihtiyaç vardır. Ama medyatik süreçte o zaman oluşmuyor.
  • Gösteri kavramı. Guy Debord… İmajların birikiminden oluşan bir olgu.
  • Yardım eden insanlar, bir örgüt misal, onun fotoğrafını yayımlıyor. Bu, imajinatif bir şey haline dönüşmesini sağlıyor. Bir tür başa kakma halini alıyor yani. Bit tür siyasi kazanca tahvil etmeye başlıyor. Gösteri haline geliyor yapılan iş. Siyasi bir şov halini alıyor.
  • Dayanışmanın hakikatini, bu gösteri, şov haline getirmeye ve araçsallaştırmaya başlıyor. Niyetiniz böyle olma bile!
  • “İyilik yap, denize at; balık bilmezse Hâlik bilir!” mantığı ortadan kaybolup siyasi örgütlerin siyasi propagandasına dönüşüyor bu yardım.
  • Dinin araçsallaşması… Muhafazakârlık anlayışı bunu üretmeye başladı. Siyasi meşruiyet aracına dönüştüğü için din, asıl hakikatini kaybetti ve siyasi araç haline geldi.
  • Siyasi idealizm de, ahlaki, dini idealizm de ortadan kalkarak yapılan her şey şov halini almaya başlıyor.
  • Hakikatın erozyona uğradığı bir çağ…
  • Teknomodernizm, ölüm siyaseti… Teknomodernizm, İslami hareket içinde eski bir tartışma. Batı’nın fennini alalım, ahlakını almayalım! Ama bu böyle değil. Aracın bir ahlakı, kültürü var.
  • Muhafazakâr kesimlerde görülen bir olay… Teknolojik başarılar, bir tür siyasi meşruiyet araçlarına dönüşüyor.
  • Örneğin, mevcut iktidarın övündüğü şey: SİHA. Ölüm siyaseti. Ezen, kahreden eski devlet geleneğini baz aldığını gösterdi bize.
  • Foucault – Biyopolitika’nın zıddı gibi. Biyopolitika à Hayatın biyolojik süreçlerinin iktidarın konusu haline gelmesi. İnsanları yaşatma üzerinden kurulması iktidarın. Bizde ise bu yok. Yaşamı, yaşatmayı merkezde tutan bir politika yok. Aksine, askeri geçit törenlerinin benzeri olan, teknofestlerde gördüğümüz silah araçları var.
  • Biyopolitik bir iktidarda ölüm, iktidarın çaresizliğini gösteriyor.
  • Nekropolitika, iktidarın konusunun artık ölüm haline gelmesi. Kimin yaşayacağına ve öleceğine onun karar vermesi.
  • Askeri araçlarla övünülürken, yaşatma araçları üretmeyip onunla övünülmemesi çok ilginç.
  • Modernlik iddiası güden bir devletin kaynağı genelde şuna dayanıyor: insanların felaketlere hazırlıklı olması. Ama bizim gibi siyasi iktidarların olduğu bir toplumda böyle bir çaba yok.
  • Gösterilen acz durumu, siyasi dönüşümlerin kendini belli ettiği bir yer.
  • Kamusal araç olmaktan çıkıyor yardım kısmı. Kamusal alandan çıkması, her türlü örgütün kendine rakip olarak görülmesi, yardımın da devlet tekelinde olmasına sebep oluyor.
  • Her şeyin piyasalaştırılması, afet yönetimini de etkileyen bir olgu halini aldı.
  • Örneğin, yangınları söndürmek için yapılan seferlerden şirketler para kazandı. Kamu uçakları ortada yoktu.
  • Kalkınma mantığı: insanların yaşam alanlarının ekonomik bir unsura dönüştürülmesi. Maden kazaları, depremde olan olaylar, Kızılay’ın ticari bir mantıkla hareket ediyor olması… Bunlar kalkınma sürecinin bir parçası.
  • Hayatı ekonomikleştirdiğiniz oranda, insanları kırılgan ve her türlü olumsuzluğa açık hale getirmiş oluyorsunuz.
  • Teknomuhafazakârlıkla ilgili soru üzerine: Teknoloji ile sergilediği davranışlarda modernist, belli bir toplumsal sınıfın çıkarlarını ve kentlerin ticari bir marka haline getirilmesini esas alan bir mantık. Aynı zamanda da kültürel olarak muhafazakâr… Din de meşruiyet kaynağı.
  • Depremler de Allah’ın koyduğu kanunların neticesi. Ama Allah’ın ceza verici bir despotmuş gibi algılanması, bu devletin politikalarının sonucunda böyle oluyor.
  • Depremlerin, sellerin olması kader evet. Ama bunların felakete dönüşmesi kader değil.
  • Sürünen devrim, kökten bir dönüşüm ama patlama halinde gördüğümüz olgular.
  • Devlet dışı bir organizasyon sahası inşa etmeye başlıyor insanlar imece usulüyle. Kendi korunaklı alanlarını kendileri inşa ediyor. Burada da devletin dışarıda kaldığı bir alan inşa ediliyor. Bu bir süreç. Emekleye emekleye yapılıyor. Yavaş yavaş oluşan bir şey.
  • Devrimin gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor.
  • Bütün bu felaketler, kendi saçını kendi kesen bir halde olabileceğimizi gösteriyor. Devlet olmadan da yaşayabileceğimizi gösteriyor.
  • Çevik olan devlet değil, toplum. Toplumda emir zinciri yok. Vicdani bir yükümlülükle hareket ediyoruz.

Notlar: Melike Belkıs Örs

Devamını Okuyun

Haberler

Yerlilik ve Millilik: Maturidilik’ten Neo-Kemalizm’e

Yayınlanma:

-

Abdurrahman Arslan, Birikim dergisinde “Millilik-yerlilik: Tarihi toplumun afyonu yapmak” başlıklı bir yazı yayımladı.

Son 20 yıllık iktidar sürecinde öne çıkarılıp işlenen “yerlilik-millilik” kavramlarının yeni bir “Maturidilik” yorumundan hareket ederek Almanlara ait strateji anlayışını ifade eden “Lebensraum” kavramı ile birlikte “Ortadoğu için Westfalya’ya doğru” biçiminde dile getirilebilecek bir çerçevede entelektüel ve siyasal düzlemlerde harmanlanarak temellendirildiğini, bunun da Neo-Kemalizm olarak düzenin yeniden üretilmesi olduğu fikri etrafında ilerliyor yazı.

Abdurrahman Arslan bu makalede hem strateji vurgusuna özel önem gösteren bir akademisyen, hem de bir siyasetçi olarak Ahmet Davutoğlu ile yine bu meyanda akademisyen ve teorisyen olarak boy gösteren İhsan Fazlıoğlu’nun düşüncelerine odaklanıyor, her iki ismi de yerlilik-millilik kavramları bağlamında açık bir ırkçı din anlayışı üretimindeki başat aktörler olarak kritik ediyor; tezin batılı filozoflardan mülhem yaklaşımlarını masaya yatırıyor.

İslamcılığın, üretilen bu tez tarafından güçlü bir rakip olarak kabul edilip “kökü dışarıdalık”la eleştirilmesini de yer veren makale Birikim dergisinin Aralık 2022 tarihli 404. sayısında yer alıyor.

Haber: YeniPencere

Devamını Okuyun

GÜNDEM