Yazılar
Şiirden Şuura ve Medeniyete: Sezai Karakoç – Sait Alioğlu
Yayınlanma:
3 yıl önce-
“O, yedi güzel adamın görünmeyen, ama varlığı ve etkisi hissedilen sekizincisi idi.”
Öteden beri maksadı anlamak ve işi de anlaşılır kılmak açısından türküyü Türklere, masalı (çirok) büyük oranda Kürtlere, irfanı Farslara, felsefeyi (hikmet) Yunanlılara hasrettiğimiz üzere şiiri de Araplara hasrederiz.
Bu formlar, aynı zamanda bu saydığımız kavimlerin kültürlerinde az ya da çok belli bir oranda var olduğu halde, bu yargı adeta kanıksanmış ve kabul görmüştür.
Şiir, İslam öncesi Arap toplumunda, önemi reddedilmeyecek oranda kendine hatırı sayılır bir yer bulabilmiştir.
Bunun, o toplum açısından birçok dâhili, harici, sosyal, kültürel, tarihi vb. sebepleri vardır mutlaka. Bunlardan birisi ve belki en önemlisi, Arapların söz (kelam) ustası olmaları ve bu ustalıklarını, kendi kabilelerini, çevrelerini hemen her alanda savunma ihtiyacına binaen şiire sarılmaları ve onun gücüne sığınıp inanarak onunla kendi varlıklarını berdavam ettirmeleri cihetiyledir.
Her ne kadar Şuâra suresinde şiir değil, şairler (bazı sebeplerden dolay) kınanırken, Hz. Peygamber’in (s) şairi, sahabe Hasan Bin Sabit örneğinde de görüleceği gibi şiirin gücünün cahiliye döneminde olduğu üzere İslam döneminde de etkili bir yol, yöntem olduğu bilinmektedir.
Bununla birlikte başlı başına bir hidayet kitabı olan Kur’an’ın mesajının, gerek diziliş ve gerekse de inzal olduğu üzere nesir formunda değil de nazım formunda karşımıza çıkması, işi, bir noktaya indirgemeden söylersek şiirin kültürümüzde önemli bir yer kapladığı kabul görecektir.
Öyle ki, sosyoloji gibi, bizim açımızdan bir hayli yeni olan ve çetelemizi tutan disiplinlerin hayatımızda pek yer almadığı klasik dönemlerde; doğumdan ölüme kadarki süreçte şiirin -çoğunlukla destan şeklinde- başlı başına bir disiplin görevi ifa ettiği söylenebilir.
Şiirin, çoğunluğumuz itibarıyla 20. yy’da doğmuş, yaşamaya devam eden bizlerin hayatında öyle ya da böyle yer ettiğini söylememiz gerekir.
En başta resmi bayram törenlerinde bazı Türk büyüklerini anlatan, cumhuriyet gibi formları fazilet gibi algılatan şiirlerden başlamak üzere, maalesef buna rağmen, çok okuyan ve okuduğunu anlayan bir toplum olmadığımız halde şiir hepimizin hayatında şu ya da bu oranda yer tutmaktadır.
Tabii ki resmi müsamereler nedeniyle ilk okuduğumuz şiir merhum Mehmed Akif’in “İstiklal Marşı” şiiridir.
Bu şiir dahi, tek başına şiirle olan ilişkimizi belirlemeye devam etmektedir.
Bunlarla birlikte, şiiri, birer kültürel özelliği bulunan birçok formdan ziyade felsefe ile kıyasladığımızda, onun bize ne demek istediğini, ancak, şairinin kendisine has poetikasına (şairin, şiiri hakkında oluşan düşünce biçimi) vâkıf olmamızla mümkün olduğunu söylemeliyiz.
Şiir vesilesiyle Sezai Karakoç…
Sezai Karakoç’un yıllar içerisinde yazdığı siyasi portre yazıları (Yaser Arafat ve Turgut Özal) günlük siyasi fıkra yazarlığı ile hikayeciği yanında en önemli vasfının, şuura varan, onun vasıtasıyla Müslüman kişiliği vücuda getiren ve oradan da medeniyete ulaştırmaya çalışan şairliği olduğu kabul görmüştür.
Bizim de hayatımızda bir teşehhüt miktarı şiirle uğraşımız olmuştu. O da yukarıda belirtmeye çalıştığımız üzere; İstiklal Marşı üzerinden, ortaokul yıllarında, kendimizi ortaya koymak adına, anlamlı kılmaya çalıştığımız şiir çalışmaları ile…
Bazılarımızın uğraşısı kalıcı oldu, bazılarımız yarı yolda bıraktık, bir kısmımızın ise, o konuda kalem oynatmasak da ona yönelik var olan ilgimizin devamı şeklinde sürüp gitti.
Birçok şair ismi duyduk, elimize geçen şiirlerini okuduk, onlardan etkilenerek çeşitli şiirler yazmaya koyulduk; aşk şiirleri, lirik, pastoral, didaktik ve devrimci, direniş şiirleri kendi mecrasında sürüp gitti.
Bu şiir türleri ile haşır neşir olduğumuz yıllarda, en azından biz “devimci” safta bulunuyorduk. Sırasıyla; aşk, lirik, pastoral ve didaktikten devrimci, direnişçi şiirde karar kılmış; yaz(a)masak da, bu tarz şiirler bize daha anlamlı ve “kalıcı” gelmişti.
Şuura erince ise, bu saydığımız şiir formları ile birlikte Sezai Karakoç’un bir aşk şiiri şaheseri olan “Mona Roza” şiiri vasıtasıyla aşkla ve tekrardan şiirle tanışmış olduk.
Birçok insana göre, “altı üstü bir aşk şiiri” olarak kabul görüp değerlendirilse de “Mona Roza” içerik olarak, insanı zinde tutan birçok özü barındırmaktaydı.
Mona Roza
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Ulur aya karesi kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek.
Şiire ait bu ilk üç dizenin yorumunu işin ustalarına ve üstadın poetikasına, yani onun şiir düşüncesine; şiirden ne anladığına, ona yönelik kurgusuna zamanla muttali olmuş işin erbabına bırakalım.
Mona Roza şiiri ile birlikte, tarihten bugüne anlatıla gelen “Leyla ile Mecnun”un aşkı üzerine Sezai Karakoç’un konu ile ilgili bu dizeleri de, aşkın onda önemli bir yer tuttuğuna işaret ediyor:
Gün geldi, Kays’ın bu hali son ucuna vardı
İçindeki sevgi toprağı verdi ulu yemişini
O öyle yaratılmıştı sevmek ve sevgisine kendini vermek üzere
Sevgide yanmak, yok olmak ve bir daha onmamak üzere
Aşağıda ilk dizelerini aldığımız şiir, şairin Hz. Peygamber’e (s) olan hasretini ve o’na kavuşma isteğini dile getirmektedir. Gerçi, dünya bir sürgün yeri olmadığı hâlde, üstad onu, belki de çeşitli duygular içerisinde kendisi için sürgün yeri olarak değerlendirmiş. Zira Kur’an’da “O, hem ölümü, hem de hayatı yaratmıştır ki sizi sınamaya tâbi tutsun [ve böylece] davranış yönünden hanginiz daha iyidir [onu göstersin] ve yalnız O[nun] kudret sahibi ve çok bağışlayıcı [olduğuna sizi inandırsın].” (Mülk Sûresi, 2)” diye buyrulmuştur.
Ey Sevgili…
Ey Sevgili
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Biz, başka bir izden hareketle yürüyüşümüze farklı bir şekilde yürüyelim…
Teneke Uygarlık Sahibi İnsanların Bilemeyeceği…
Bu şiir dahî, aşkın, teneke uygarlık sahibi insanların asla anlayamayacağı işaretler ihtiva eden ne yüce bir şey olduğu ve üstadın da bu yüceliği en içtenlikle ve belli ki çektiği ve tarifi imkânsız acılarla birlikte anlam kazanmıştır.
Anlamaya çalıştığımız kadarıyla Mona Roza’yı eğer salt bir aşk şiiri olarak kabul ettiğimizde, üstadın sadece aşk temalı şiirlere önem verdiğini düşünürüz. Ama onun insanı bir bütün olarak değerlendirdiğine inandığımız şiirlerine baktığımızda “hayat boşluk kaldırmaz” yargısına uygunluk içerisinde, insanı insan kılan değerleri şiirleştiği görülür:
Anneler ve Çocuklar
Anne ölünce çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde bir siyah çubuk
Ağzında küçük bir leke
Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne
Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne
Diriliş Şairi…
Sezai Karakoç ismi zikredildiğine her ne kadar akla “Mona Roza” gelmekte ise de, onun en önemli vasfının şiirinde diriliş nesline seslenmesi, onu yeniden inşa çabası ve izleri geçmişte kalan ama günümüzle birlikte, özlem ve yaşamak açısından geleceğe vurgu yapılarak şuur plânında şekillendirilen ve eskimeyen değerler üzerinden elde edilmeye çalışılan medeniyet tasavvurudur; bir yandan Mekke, Medine, bir yandan İstanbul, Tahran; bir yandan Bağdat, Kurtuba, Kahire, Diyarbekir, Urfa, Maraş vb.
Diriliş olgusu ve medeniyet…
Sezai Karakoç medeniyet olgusuna onun tekrardan ihyası için sürekli vurgu yapar. Medeniyete vurgu yapması, adeta onun alâmet-i farikası kabilinden değerlendirilebilir: “Günümüzde, ülkemizin yaşayan en önemli düşünür ve şairidir. Durdurulan, önü kesilen bir medeniyetin, bu durduruluşunun insanlık için hangi acı ve yıkımlara sebep olduğunu, sahne alan Batı orijinli medeniyetin, diğer tüm yerel hayat tarzlarını yok ederek, kendi hayat biçimini dayatıp sömürüsünü sürdürdüğünü, bu uğursuz çarkın kırılmasının yolunun da, durdurulan medeniyetin yeniden harekete geçirilerek insanlığı aydınlığa çıkaracağını savunur. Ve bu mücadelenin adını Diriliş olarak koyar.” (Bir Medeniyet Mimarı Sezai Karakoç, Mahmut Kaçarlar, medeniyetvakfi.org)
Dünya gözüyle görmek…
Yukarıda belirtmeye çalıştığımız üzere, şiirle ilgimiz önceleri yazmak, daha sonrasında ise ilgiyle okumak seviyesinde seyretmişti. İşe solcu şairlerle başlamıştık; en başta Nazım Hikmet, Ahmet Arif ve diğerleri.
Nazım Hikmet’in,
Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum…”
dizelerinden, Ahmet Arif’in Utuz Üç Kurşun” şiirinin ilk kıtasına kadar:
“Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van’da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı…”
Birçok İslamcı (Afganistan cihadı döneminde hayali olarak ellerinde mitralyözler ve dillerindeki inkılabî dizelerle düşmana karşı mücadele edenler) ve muhafazakâr şairler geçidi içerisinde, bana en yakın duran şairlerden biri Elbette, aynı zamanda medeniyetçi düşünceleri ile ön plânda duran şair Sezai Karakoç’tan başkası değildi.
Bu minvalde sayarsak Necip Fazıl, İsmet Özel, M. Akif İnan, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu gibi şair ve yazarlarla birlikte Sezai Karakoç’tu.
Bunların içerisinde Necip Fazıl kendine özgü “din ve hayat anlayışı” ile farklı bir yerde durmakla birlikte, İsmet Özel’i de kendine özgü şartlar açısından yine farklı bir yerde tutarsak; Nuri Pakdil, M. Akif İnan’la birlikte Sezai Karakoç bana yakın duruyordu.
Bu salt ve indirgemeci bir mantıkla ele alınmayacak kadar dar bölgeci bir anlayışın eseri olmayıp aynı coğrafyayı tarihsel, kültürel, acılar, imkânlar ve imkânsızlıklar açısından değerlendirildiğinde “kalpten kalbe bir yol vardır” inceliğine işaret ederdi.
O, bizdendi ve bizi anlatıyor, halimizi, ahvalimizi betimliyordu.
Rahmet dilekleriyle…
Yorumlayın
-
Filistin Direnişinde Edebiyatın Yeri – Sait Alioğlu
-
İklim Değişikliği, Küresel Isınma ve Çevre Felaketine Dâir – Sait Alioğlu
-
Tasavvuf-Tarikat-Felsefe: Hangi Temel, Hangi Dinamikler? – Sait Alioğlu
-
Halkın ve Devletin “Maddi ve Manevi” Dinamikleri Üzerine – Sait Alioğlu
-
Az Kaldı Bayram Ola – Sait Alioğlu
-
Talep mi, Tevdi mi? – Sait Alioğlu
Bir yılı aşkındır olanlar günbegün gözlerimizin önünde canlı canlı cereyan etmekte. Ayrıntılar herkesin malumu… Her aşamasına, her acıya, her gözyaşına şahidiz ama şahitliklerimizin gereğini yerine getirmekten aciziz. Bu acziyetin nedenlerini bulup tespit etmek ve gidermek üzerimize farzdır.
Geldiğimiz noktada zulümleri, yaşanılanları, olanları gözlerimiz görse de zihnimiz ve kalbimiz görememekte çünkü dünyalıklardan yığdıklarımız dağ gibi devasa oldu! Öyle bir oldu ki mazlumların yaşadıklarını görecek görüş açımız kayboldu, içselleştirip gereken refleksleri veremez olduk. Zahiren görüyoruz hatta canlı yayında film izler gibi anlık bakıyoruz. Bakmak, görmeyi doğurmuyor çoğu zaman. Hakikaten görebilmek için; oluşturduğumuz dağların, bizlere sahnelenen perdelerin, zihinsel prangalarımızın ardındakini görebilmek için dünyalıklardan sıyrılmak icap ediyor.
Dünyalık, sadece mal mülkten ibaret metalardan olmayabilir çoğu vakit. Edinilen makam ve statüler, zihinsel ve fikri dünyevileşme, gerçek âlemden kopup sanal âlemde kaybolunması, metot ve yöntemlerin rasyonelleşmesi, itikadın Rabbânîlikten uzaklaşması, ailesinin ve çocuklarının gelecek kaygısıyla debelendiği sığ bir hayat, memuriyet veya özeldeki iaşe korkuları, ümmet tasavvurundan yoksun kavme indirgenmiş bir dünya kurgusu, kişinin ve yapıların kazanımlarını muhafaza etme kaygısı vb. gibi unsurlar ve daha fazlası nedeniyle duracağımız konumu şaşırmış durumdayız gelinen noktada. Bu durduğumuz yanlış konum da ister istemez kişinin önceliklerini, imkânlarını, reflekslerini, duygularını, fiiliyatını, sözünü ve tavrını şekillendirmektedir. Burada seküler kesimden veya muhafazakâr vatandaştan bahsetmiyoruz, az çok bilinçli oluğunu addeden Müslümanlardan; bizden senden, benden, ondan bahsediyoruz. Normal ahali gibi sadece teslim olmuş müslimlerden miyiz, hakkıyla iman etmiş mü’minlerden miyiz? Bir tercihte bulunup öze dönüş serüvenimize geri dönmeliyiz.
Bu noktaya nasıl geldik, nereden geldik, ne zaman geldik; bunları irdelemek, gerçeklerle yüzleşip problemleri çözümlemek zorundayız. Acizane tespitim; zamanında duvar dibinde babasının kucağında gözlerimizin önünde kurşunlanan Muhammed’in ve daha nicelerinin hesabını zamanında göremediğimizden dolayı ümmet olarak şu an alışa alışa normalleştirdiğimiz bir zilleti yaşamaktayız. Düştüğümüz bu zilletin tek açıklaması da bütüncül bir dünyevileşmedir.
İzzet, Gazze’nin; zillet, bizimdir! Gazze işini yapıyor, İsrail de işini yapıyor. İşini yapmayan, zalimin karşısında mazlumun yanında olmayanlar olarak iki cihanda da zillet üzerimize çökmüş durumdadır. “Elimizden geleni yapıyoruz!” diye kendimizi kandırmanın âlemi yok! Elimizden gelen nedir? Yapmamız gerekenler nedir? İmkânlarımız nedir? Şahitliğimiz çerçevesinde sorumluluklarımız nedir? Kendimizi tekrar tekrar çek etmemiz elzem bir hâl almıştır.
Olağan durumlarda gösterilecek duruş ve tepkiler serdedip mutmain bir edayla hayatımızı sürdürmekteyiz. Oysaki Gazze’de olağanüstü bir süreç yaşanmaktadır. Standart süreçlerde işletilecek denklem ve dengeler düzleminde hareket edip normal bir çatışma ve savaş hakkında sarf edilen söylemler içindeyiz ki, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en ağır soykırımıyla karşı karşıyayız ve bu hâlihazırda artarak devam etmektedir. Türlü türlü savaşlar oldu/olmakta/olacak maalesef, belli bir hukuk ve oranda yaşanan benzer çatışmalar karşında uluslararası arena, devletler, halklar göstereceği tepkileri vermekteydi. Vurgulamak istediğimiz şu ki, bir yılı aşkındır yaşanan olağanüstü durum karşısında da benzer tepkiler verilmekte. Oysaki Gazze’de emperyalistler ve Siyonistlerce her manada farklı/ağır/vahşi bir soykırım yürütülmektedir. Hâlihazırda olduğu gibi, normal bir savaş karşısında yapmamız gereken basın açıklamaları, mitingler, sosyal medya çalışmaları yerine mukabiliyet esasına binaen olağanüstü tepkiler ve tavırlar verilmeliydi/verilmelidir.
Verilememesinin başat nedeni ise; Kur’an-ı Kerim’de sıkça ve şiddetle uyarıldığımız hastalık olan dünyevileşme illetine çok ağır dozda yakalanmış olmamızdır. Bu hastalık mefhumu aslında olağan bir vakıa ama geçmiş çağlardan farklı olarak derecesi arttıkça ona doğru orantılı olarak farkındalığı da azalmış vaziyettedir.
Müslümanların hatta toplumsal mücadele içinde olan mü’minlerin dahî algıları, olgulara ve kavramlara yüklediği anlamaları, zihinsel serüvenleri, metotları rasyonel ve seküler argümanlarla şekillenir oldu. İmanımız dahî dünyevileşti. Evet, imanımız dahi dünyevileşti; Kur’an ve nebevi metot referans kaynağımız olmaktan çıktı. Uluslararası dengeler ve denklemler, demokratik teamüller, rasyonel hukuk, seküler bir dil ve argümanlar imkânlarımızı, yolumuzu, yordamımızı şekillendirir oldu. Zihinsel ve fiili ahvalimiz de doğal olarak bütün bu unsurlar ışığında hayat bulabiliyor. Sonra “Gücümüz, imkânlarımız, yapabileceklerimiz ancak budur!” deyip kendimizi tatmin edebiliyoruz.
“Gazze’nin neden yanında olamadık?” sorusunun arka planındaki en güçlü nedenlerden biri de yeterli empatiyi yakalayamamamızdır. İnsan hissettiği, idrak edebildiği doğrultuda tepki verir/verebilir. Hissettiğimizi zannedip bu seviyede bir şeyler yapıyor ve bu yapılanların yeterli olduğu düşüncesine kapılıyoruz. Her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da öz benliğimiz gibi olmasa da acıları yüzde yüz hissedemesek de yine de yeteri kadar olmalıydı; oradakiler bizim kardeşlerimizdir, onlarla yekvücut olabilmeliydik. Misal; öz kardeşiniz, evladınız, bacınız aynı durumda olsa sizi hangi güç durduğunuz yerde tutabilir veya hangi güç size sınırlar çizebilir, hangi denkleme göre hareket edersiniz, günlük hayatınıza nasıl devam edebilirsiniz? Demek ki, kardeşlik basit bir iddiadan ibaretmiş!
Ferdi olarak da, sivil toplum zemininde de, devlet yönetimlerinde de fiili ve zihni çok derin esaretler içinde debelenmekteyiz. Devletlerin küresel hegemonya altında ezilip kontrol edildiği, modern çağın bir gerçeği. Bu gerçek yanında, (Türkiye özelinde) küresel odaklara gebe olan iktidar/devlet, maalesef sivil toplumu da kendine gebe kılarak, onu bu sığ çarkın bir parçası kılmıştır. STK’ların hiçbir sivilliği kalmamıştır, hatta bu kurumlar bugün devlet organı gibi düşünüp hareket eder, söylem geliştirir durumdadırlar. Maalesef bu moda o kadar derin girmişler ki, yapılacak her hamle ve söz için iktidarın ağzına bakar hale gelinmiştir. Hatta onun adına düşünüp, atılacak bir adım iktidara zarar verir mi vermez mi denklemine mahkûm etmişlerdir kendilerini.
Genel sivil toplumdan ziyade İslami hareket dâhilindeki yapıların özeleştiri yapmasının gerekliliği daha da elzem hâle gelmiştir. Modern manada sivil toplum bir yana, İslami hareket dâhilindeki Müslüman bir yapı, kesinkes özgür ve özgün olmalıdır. Yerel veya küresel hiçbir beşerî odağın boyunduruğunda, dümeninde, su yolunda olmamalıdır. Özellikle son 15 yıllık tecrübeyle aşikâr oldu ki İslami toplumsal oluşumlar, neredeyse tamamen özgürlüğünü yitirmiş, İslamsı bir iktidarın peşinde sürüklenir hâle gelmiştir. Doğrudan ya da dolaylı olarak kendisini esir eden bu odaktan azade özgür iradeleriyle düşünerek söylem geliştirip hareket edemez olmuşlardır.
Gazze’de ödenen bedeller bizlerin özgürlüğüne hizmet etmeyecekse asıl o vakit kaybedenlerden, ziyan edenlerden olacağız. Gazze’deki kardeşlerimizin ödediği bedeller bizleri uyandırır, durduğumuz yerin yanlışlığını fark ettirir, dayandığımız sahte odaklardan sıyrılmamızı sağlar da özgürlüğümüzü kazanmamıza vesile olursa o vakit kazananlardan olacağız inşallah!
Devlet ve STK boyutundan ziyade ferdi olarak da iktisadi ve toplumsal baskı atmosferi yanında bilinç dönüşümü yaşayan bireylerden müteşekkil bir toplumla karşı karşıyayız. Sanal âleme hapsolmuş, gerçeklikten uzaklaşmış bir hâle gelindi. Haricen dünyevileşme hastalığına eskilerden çok daha derin boyutta kapılmış, kaybedecek çok şeyi olan mahlûklar haline gelinmiştir. Ezcümle; kaybedeceklerinin esiri olmuş, gerçekliklerden uzak, fiili ve psikolojik baskılar altında yaşayan köleler hâline gelmiş durumdayız. Bu noktaların çok daha derinlemesine irdelenip tespit edilmesi gerekmektedir ama burada zaman ve satırlar yetmeyeceği için herkesin kendi takdirine bırakıyoruz.
Gazze’ye faydamız olması için zengin olmamız, güçlü olmamız, yaşıyor olmamız değil, ölmemiz gerekmekteydi. Ölümü öldürmeden, zavallı hayatlarımızdan, konfor alanlarımızdan vazgeçmeden değil mazlumlara, kendimize dahî faydamız olmaz/olamaz! Özgürce ölemiyoruz bile, kaybedecek o kadar çok şeyimiz var ki, en ufak bir adım dahî atamıyoruz! Gazze’ye bir faydamız olabilmesi için, başta özgür bireyler olarak düşünüp kendi ayaklarımız üzerinde hareket ediyor olmamız gerekmektedir.
Sorun neyse tespit edelim: Yapılanlarda mı? Yapılamayanlarda mı? Hissiyatımızda mı? Düşüncemiz de mi? Metodumuzda mı? Yolumuzda mı?
Düşünme biçimlerimiz, önceliklerimiz, tanımlamalarımız öyle değişmiş durumda ki olgular yer değiştirmiş, kavramlar karmakarışık durumdadır. İçinde bulunduğumuz iletişim çağında “malumat” değersizleşmiş, anlamsızlaşmıştır. Her türlü malumatı kolaylıkla ediniyoruz ama hakkını veremiyoruz. Sanal âlem olguları o kadar çarptırdı ki, zihinsel boyutta gerçeklikten çok uzak farklı âlemlerde takılır olduk. Kardeşlerimizin ölü bedenleri sanki bir film sahnesindenmiş gibi algılanır oldu, şehitlerimiz adeta basit birer rakamdan ibaret hâle geldi, açlıktan ölümler gerçeklikten uzak birer hikâye gibi anlatılıyor. Layıkıyla gerçekliğin farkında olsak, hissetsek, idrak etsek her şey çok daha farklı olabilirdi!
En basitinden, bir yıldır yapılan sokak eylemlerine, basın açıklamalarına, mitinglere bile kayda değer ölçüde niye iştirak edilmiyor, etmiyoruz, edemiyoruz. Avrupa’daki mitingler devasa sayılara ulaşmakta, lokal eylemler daha özgür ve etkili sahnelenmekte, ferdi tepkiler daha samimi cereyan etmekte. Niye diye sorduğumuzda hep aynı cevap karşımıza çıkmakta: dünyevileşme! “Bizler mi Avrupa’daki seküler insanlardan daha dünyeviyiz?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet, daha dünyeviyiz! Belki de onlar aştı belli çıtaları, bilemiyoruz ama sonuç olarak öyle gözüküyor. Çünkü bizler zahmet edip konfor alanlarımızı terk edemiyoruz, onurlu insanlar gibi kötülüğü engellemek için bedel ödemeyi göze alamıyoruz, kazanımlarımızı muhafaza edeceğiz derken dilimiz lâl olup ayaklarımız kötürüm kalıyor.
Gazze halkını, stratejik hesaplara kurban eden anlayışlarla karşı karşıyayız. Evet, uzun vadeli stratejik kazanımlar mühim ama makul ölçüdeki getiri-götürü dâhilinde olsa gerek, yüzbinlerce canımız gitmişken, evlatlarımızı bacılarımızı sahipsiz bırakmışken, on binlerce esirimizin akıbetini dahî bilmezken, iki milyon kardeşimizi yalnızlığa terk etmişken bu bahsi geçen kazanımların anlamı nedir, ne değildir bakmak gerekmekte. Aşağıda sıraladığımız farklı kesimlerin, kendi denklemleri dâhilinde farklı anlayış ve vurguları ısrarla belirtmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Açık konuşmak gerekirse, içine düştüğümüz zilletin acziyet duygusuyla kendimizi tatmin edip durduğumuz yeri meşrulaştırma çabalarıdır bunlar. Genel olarak kastımız duygu kasıp farklı bir açıdan topu taca atmak değildir, gerçek bu, maalesef ağır bir zillet içine düştük. Bu gerçeği hakkıyla kabullenip hızla düştüğümüz bu çukurdan çıkmamız gerektiğini vurguluyoruz ana fikir olarak.
Gazze, uluslararası arenada mazlum-zalim ayrımını net bir biçimde ortaya çıkarttı ve İsrail’in varoluşsal zulmünü âyân etti. Bu tablo içinde gayrimüslimler, mazlum Gazze halkının sabrını ve sebatını görüp bu tablonun kaynağı olan Kur’an’a yönelerek İslam’a akın akın geçmekteler/miş. Geçiyorlarsa onlar kurtuluyor, size ne ayıptır sorması, sizler hâlihazırda Müslümansanız işinizi yapınız. Bunu sürekli dillendirip tekrarlamanın ne âlemi var, bir kazanım ve zafer varsa o, Gazze halkının ve mücadele edenlerindir, size ne! Ek olarak; “Zalim İsrail ve Amerika’nın kirli yüzü ortaya çıktı, artık halkları dahî (amiyane tabirle) ne mal olduklarını anladı, bu büyük bir zaferdir!” söylemi ortalıkta cirit atmakta. Yahu, insan utanır! Tamam, bu orta ve uzun vadede güzel bir gelişme de şu aşamada size ne be kardeşim!
Bir de “Hamas askeri olarak kazanmakta, İsrail kaybetmekte…” söylemi var. Onu askeri olarak mücadele edenler dillendirip belirtsin. Sen halk olarak Gazze halkının ahvaline yoğunlaş ve gereken sivil tepkileri meydanlarda ver ki askeri olarak cehdedenlerin eli kuvvetlensin! Ki, pek de öyle gözükmüyor, askeri olarak kazanmaktalar, adamlar yapacaklarını yaptı/yapıyor. Gazze ve Allah’ın aziz yolu elbet kazanacaktır, yalnız bu kazanç somut değil soyut boyuttadır. Zahiren somut olarak Gazze de kaybetti, çoluk çocuk yüzbinlerce can katledildi! Gazze Şeridi; tarlasıyla, binasıyla, koylarıyla, bahçeleriyle yerle bir oldu. İmamlarımızı şehid ettiler, on binlerce esirimizin akıbeti hakkında bilgimiz dahî yok, Gazze aslanı Yahya Sinvar’ın mübarek naaşını alıp götürdüler, geri almaktan aciziz, neyden bahsediyorsunuz!
Halisane düşüncelerle hüsn-ü zanda bulunup inanılarak sahiplenilen iktidarın, stratejik hesaplar yaptığını ve arka planda Filistin davasına fiilen destek verip yardım ettiği düşünesi hâlâ baskın anlaşılan! Bu ne tür ve hangi ölçülerde bir destektir, nasıl bir amaç güdülmekte, neler hedeflenmektedir, inanın bilmiyoruz! Kardeşiniz olarak addediyorsanız bizimle de paylaşırsanız bahtiyar oluruz, az biraz aydınlanıp gönlümüz ferah bulur. Çünkü olanlar karşısında cahillikten, acziyetten, mahcubiyetten ne yapacağımızı şaşırdık. Tamam, bir ilişki ağına girdiniz ama bunun ümmet adına dava adına bir kazanımı olup artı değere dönüşmesi icap etmez mi? Yoksa davanızı mı unuttunuz ya da T.C. devleti adına elde edilen kazanımlar, sizin kazanımlarınız oldu da bahsettiğiniz bunlar mı? Dava uğruna orta ve uzun vadeli stratejik hangi kazanım, bu katliamlar karşısındaki tavrımızı durduruyor ya da dozajını azaltıyor ya da öteliyor? Daha ne olması gerekiyor? Ne olunca, ne yapacaksınız Allah aşkına, söyleyin! Bir gizemdir gidiyor! Yirmi iki yıldır sonraki büyük emeller (neyse onlar artık) için koşulsuz ve adanmış bir destek söz konusu! Yanlış bir yolda yanılsamalar içinde olmayasınız ya da hayali bir yolda ya da risksiz alanlarda koşturarak tatmin olup sakin, huzurlu, güzel bir yaşam nefsinize hoş geliyor olmasın? Hep beraber kendimize gelelim, özgürleşelim. Zalimin karşısında müslümanca durup mazluma el uzatalım! Yarın çok geç olacak; mazlumlar için değil, sizin için! Bu, Allah’ın bir tehdididir, kardeşlerinizin de samimi bir uyarısıdır.
7 Ekim öncesinde olduğu gibi sonrasında da mezhebi taassupla yaklaşanlar var bir de ve bunlar kahir ekseriyeti oluşturuyor maalesef. İsrail’in karşısında dimdik duran ve “direniş ekseni” diye tanımlanan İran, Hizbullah, Yemen, Irak ve Suriye’deki ağırlıklı Caferi kardeşlerimizin gösterdiği fiili duruş, bazılarını çokça zor durumda bırakmıştır. Nasıl bir aşağılık duygusuna kapılmışlarsa, yürütülen mücadeleyi, Gazze’yi hatta Filistin’i dahî adam gibi sahiplenemez konuma düştüler. Yarım ağız mevzuu edilen söylemlerinde onları nasıl ayrı tutarız, diye yırtınmaktalar. Sahiplenseler, zavallı düşünceleri doğrultusunda direniş ekseninin yanında durmuş olacaklar. Bu nasıl bir aklın, anlayışın, taassubun ürünüdür, anlamakta zorlanıyoruz. Aksâ Tûfânı, vahdeti sağlamaya hizmet edecek diye umut ederken insanların nefislerindeki çok daha derinlerdeki pislikleri dahî ortaya çıkarttı. Gazze her manada turnusol kâğıdı işlevi gördü ama acı gerçekler can acıtıyor.
Ülkemiz özelinde basit manada da “işte Türkiye şöyle, Türkiye böyle” teraneleri var bir de! Yok, özel kuvvetler Gazze içinde operasyon yapmakta; yok, bir gece ansızın gelebilirizler; yok, ağacın, odunun, fidanın stratejik artistlikleri; yok, ‘one minute’vârî boş kükremeler… Kime, ne anlatıyorsunuz; İsrail’in göstermelik izin verdiği ikişer tırdan hariç kendi iradenizle içeriye bir iğne dahî sokamadınız, yola çıkan onca yardımı da heba edip çöp ettiniz. Daha ülkedeki Siyonist askerleri bile yargılayamıyorsunuz, elçilik düzeyinde gereğini yapamıyorsunuz, Siyonizm’i beslediği aşikâr olan sayısız iş adamına dokunamıyorsunuz. BOTAŞ’ın işlettiği ve sevk ettiği petrolün İsrail’e gitmesini engelleyemiyorsunuz, alınan komisyonun getirisi için değil belki ama tazminat ödememek, iktisadi tehditler veya bazılarını kızdırmamak için irade gösteremiyorsunuz. Açık konuşalım hepsinin temel nedeni, Recep Tayyip Erdoğan’ın gebe olmasıdır. İktidardan düşürülmemek için topa girememektedir, bütün mesele budur.
Buradan; Türkiye’deki bu sığ çarkın içinde debelenen Müslümanlara ve milli değerlerle hayatını şekillendiren vatandaşlara seslenmek istiyorum. İktidarınız, Amerika Birleşik Devletlerinin esiri haldedir, bu esaret AKP iktidarına has ve yeni bir şey değil ama bu denli mutlak evrelere büründüğü bir tarih yaşanmamıştır. Bunun bizim muhalifliğimizle alakası yok, artık o evreleri aşalı çok oldu; nasıllığını, nedenliğini bilemiyoruz ama maalesef gerçek budur. Art niyet mevzu bahis olmasa da gönülleri Filistin’le olsa da ortada bir şantaj mı var, inandığı başka ölçütler mi var, sonraki stratejik emellerine göre mi hareket ediyor, dengeler düzlemindeki zorunlulukları mı var, tam bilinmez. İyi niyeti veya kendi öncülleri bizi ilgilendirmez, vakıa şu ki başımızda özgür bir erk yoktur. Sonuç olarak iktidarın mahkûmiyeti doğrudan ve dolaylı olarak, zihinsel ve fiili düzlemde ülkenin de/derneklerin de/takipçilerinin de hatta bütün bir milletin mahkûmiyetini doğurmaktadır. Bu sadece Filistin konusuyla alakalı değil, ülke olarak varlık yokluk mesabesindeyiz. Arzu edenlerle bu acı gerçeği ayrıca konuşabiliriz, şu aşamada bilmemiz gereken, mahkûm olduğumuz ve tek zorunluluğumuzun özgürlüğümüzü elde etmek olduğudur. Daha sonra ülkece sorunlarımız hakkında ne yapabilir olduğumuzu konuşma aşamasına geçebiliriz, aksi takdirde zırvalıklar içinde kalan ömrünüzü tamamlayıp ahirette mazlumlarla yüzleşeceksiniz. Tercih ve takdir sizin!
Bu noktada ilgili herkes, bu acı gerçeklerle yüzleşerek kendilerini çek edip bu fani ve âdî dünyanın öncüllerine göre hareket etmekten vazgeçip özgürlük yolunda adım atmalıdır. Aksi takdirde kendilerine de ülkeye de halka da Gazze’ye de ümmete de daha derinleşmiş bir mahkûmiyet, mahcubiyet, mahrumiyetten başka hediyeleri olmayacaktır.
Yerel ve küresel enformasyon manipülasyonundan kurtulmamız en elzem noktadır. Geldiğimiz noktada en basitinden Bakü petrolünün Ceyhan’dan İsrail’e sevkiyatı ve öyle böyle devam eden ticaretin kelime oyunlarıyla çarpıtılması komik bir hâl almıştır. Neye inanıp neye inanmayacağınız sizin tercihiniz ama bilinmelidir ki güneş, balçıkla sıvanmaz. Tarih boyunca iktidarlar, kendi inandıkları gerekçe ve öncüllere göre hareket edip kitleleri türlü yollarla arkalarından sürüklediler. Muaviye’nin dişi deve kıssasından herkes alacağı mesajı almalıdır. Ya iktidarı kızdırmamak/zedelememek/üzmemek adına erkek deveye dişi deme acziyetinde bulunacaksınız ya da kralın çıplak olduğunu belirtip öz benliklerinizi özgürleştirip onurlu bir hayat süreceksiniz. Ya fil metaforunda olduğu gibi salonun ortasındaki fili görmezden gelip başımıza yığılmasını bekleyeceğiz ya da gerçeklerle yüzleşip ona göre hareket edeceğiz.
Genel olarak ise bazı arkadaşlar “Yanı başımızda zulüm varken Filistin’le ne uğraşacağız!” diyor; belli bir kısım, “Hamas yaptığı çıkışla Gazze halkını ateşe attı.” Diyor; bazıları İran’ın vekalet savaşı yürüttüğünü söyleyip “Bu, bizim savaşımız değil!” havalarında; bazı arkadaşlar ise süreçteki stratejik kazanımlara odaklanmış! Hayatında belki üç eyleme katılmış bazı arkadaşlar ise “Biz çok yaptık, faydasını görmedik!” kolaylığına kaçıyor. Olayı aşmış bazı arkadaşlar “Eylem yapmak şahsi tatminden başka bir şey değil! deyip oturuyor. Bazıları “O sonuç vermez, şu attığın kurbağayı ürkütmez, yapsan ne olacak!” diyor. Yahu, ne yapılması gerekiyor? Bir de sen yap da meydan er görsün! Başkası, “O gelirse ben gitmem, bu gelirse şu gelmesin!” triplerinde! Zaten her yapı kendisini nimetten zannedip birbirini eleştiriyor. Bazısı sürecin edebiyatını yapıyor, bazısı sosyal faaliyet malzemesi yapmış takılıyor. Ulusalcı ve milliyetçi etnik zihinler gibi ulusal sınırlara göre düşünen tiplemeleri bırakın gitsin, kayda değer değil. Solcularımız ise maalesef bizlerden daha fena bir anlayış ve hiçlik içinde durmakta!
Neler yapılması gerekirdi, yapılabilirdi, imkânlarımız neydi? Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yekvücut olamadığımız için, dünyalık hesaplardan sıyrılamadığımız için, Rabbimizin vaadine hakkıyla güvenmediğimiz için tahayyül dahî edemiyoruz! Kulaklarınıza afaki gelebilecek birkaçını ifadelendirelim:
Dünya çapından aktivist yüzbinler Mısır kapısını yıkıp Gazze’ye girse, Ürdün üzerinden Batı Şeria’ya akın edip canlı kalkan olsa İsrail ne yapabilecekti? Rachel’ın, Ayşenur’un, Aaron’un bizim kadar aklı yok muydu? Konforlu bir hayatları, sevdikleri, gelecekleri, dünya hayatına dair arzuları yok muydu? Hepimizi toplasanız o koca yürekli gençler kadar olamayız. Bu saatten sonra da onların ismini, onurlu duruşlarını ve mesajlarını ağzımıza alıp sakız etmeyelim, belki bu mesajı alıp yaşatacak güzel insanlar çıkar yarınlarda!
Bir diğer yandan herkes, ülkelerindeki elçilik yapılarını yerle yeksan edip topraklarını onlara dar etmeliydi. Yöneticilerine öyle baskılar yapmalıydı ki, (“Sahibim ne der?” diye içinden geçirmeye fırsat bile vermeden!) her türlü ambargoyu net uygulatmalıydı. Ülkelerindeki Siyonist (Yahudi değil) kişilerin her birini tecrit etmeliydi vb. İsteyip inandıktan sonra yapılacak çok şey vardı/var.
Başta bölge ülkelerinin halkları olmak üzere bütün dünyada ayaklanarak sivil olarak İsrail sınırlarına yürüyüp orada öylece durmamız bile kâfi gelebilirdi belki. Mısır, Ürdün, Suud, Irak, İran, Batı Şeria, Suriye, Lübnan, Türkiye halkları kitlesel olarak harekete kalktığı takdirde Amerika’nın kölesi olmuş yöneticileri, kitlelerin gücü karşısında tek bir laf bile edemezdi. Ki ayağa kalkmış bu halk hareketiyle Kudüs’ü Mekke’yi bile kurtarabilirdik, sonrasında bu kukla nizamları dahî yıkıp (değil Gazze’yi kurtarmak) kendilerini de özgürleştirme yoluna girebilirlerdi. Aksâ Tûfanı, özgürlük baharına dönüşebilirdi. Hamas bir yol açtı ama bizler o yoldan yürümeyi değil alıştırıldığımız fiili ve zihni prangalar altındaki zelil yaşamımızı tercih ettik.
Bu Dünya hayatında bizler ne için yaşarız? İnsani olarak düşünürsek onurumuz için, özelde Müslüman olarak da cenneti hak edebilmek için değil mi? Ne bu dünya hayatı için onurumuz kaldı, ne de ahir zaman için inşa etmeye gayret ettiğimiz cennetimiz!
Söylenmiş/söylenen/söylenecek her şey bir yana, Gazze’den sonra bu ağırlığı üzerimizde taşıyarak nasıl yaşayacağız onu düşünelim. Nasıl evlatlarımızı öpüp koklayacağız, nasıl rızkımızı kolayca yutkunacağız, nasıl onurlu bir yaşam süreceğiz. Bu yükün ağırlığını hissetmeyenler için dünyalıklar içinde bir âlem süregider ama onurlu her insan, şahitliğinin sorumluluğunu yerine getirene kadar yaşayan bir ölüdür artık!
Vesselam…
Yazılar
Alman Solu, Aksâ Tûfânı’nı Anlamakta Nasıl Başarısız Oldu?
Yayınlanma:
3 hafta önce-
Kasım 5, 2024Aksâ Tûfânı’ndan bir yıl sonra, İslamcı grubun nesillerdir devam eden çatışmayı nasıl yükselttiğine bakmanın, Alman solunun uluslararası politikayı anlamakta nasıl başarısız olduğunu bir kez daha göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, ülkedeki solun ve birçok anarşistin İsrail/Filistin’deki ve şimdi de Lübnan’daki savaşa nasıl makul bir yaklaşım bulamadığını görüyoruz. Bu metin Almanya’daki aktivistler için pek de sürpriz olmayacaktır. Aynı zamanda, diğer bölgelerdeki anarşistlerin ve solcuların Alman “Antideutsch”unu anlamalarının ve onu sadece bir tür politik doğruculuğun şaka versiyonu olarak değil, kendi idealleri olan politik bir hareket olarak görmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Tarih için zaman yok mu?
Almanya’nın yeniden birleşmesini eleştiren otoriter Komünist Gruplardan doğan bir hareket olan antigermanların tarihini çok derinlemesine incelemenin bir anlamı yok; antigermanlar, ideolojilerini milliyetçilik karşıtlığı ve Batı yanlısı duruşun bir karışımı olarak geliştirdiler. Antigermanlar sadece İsrail ile dayanışmayı savunmakla kalmıyor, hareketin daha radikal ve gerici kesimleri de ABD’nin dünya çapındaki emperyal projelerini çeşitli biçimlerde destekliyor. Antigerman ideolojisinin Siyonizm yanlısı kısmı, antisemitizme karşı mücadelenin bir parçası olarak görülebileceği gibi, komünist hareketin bazı kesimlerinin Filistinlilerin İsrail’den bağımsızlık mücadelesi de dahil olmak üzere ulusal kurtuluş hareketleriyle aralarına mesafe koyma çabası olarak da görülebilir.
Yıllar geçtikçe, dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinin gerilemesiyle birlikte, antigermanların ana projesi İsrail’e destek ve antisemitizme karşı mücadelenin kendi versiyonları haline geldi. İsrail devletine verilen destek, ne kadar korkunç olursa olsun İsrail hükümetinin tüm politikalarına verilen desteğe dönüştü. Kendilerini Siyonist yanlısı olarak tanımlayan pek çok antigermanla ve hatta Yahudi toplumuyla hiçbir bağlantısı olmadan kendilerine “Siyonist” diyenlerle tanıştım. Siyonizme yönelik eleştirilerin bir kısmı düpedüz antisemitik olsa da antigermanlar Yahudi cemaatinin içinden gelse bile her türlü eleştiriyi bir kenara koyacaktır. Bu tür eleştirileri anti-Semitik olarak etiketlemek, herhangi bir tartışmadan ya da kişinin kendi siyasi görüşlerini eleştirel bir şekilde inceleme ihtiyacından kaçmanın kolay bir yoludur.
Antigerman sahnesinde hevesli bir sıklıkla “müslüman” kutusuna konulan Araplara karşı ırkçılık bulabilirsiniz. Yahudi solu ve anarşistlerle ilişkiler karmaşıktır. Çoğu anti-Siyonist Yahudileri görmezden gelmeyi tercih etse de antigerman hareketinin bazı kesimleri antisemitizmle mücadele etmek amacıyla zaman zaman “yanlış” Yahudilere saldırmaktadır.
Antigerman hareketi başlangıçta otoriter komünistler arasında ortaya çıkmış olsa da ideolojisi neredeyse tüm sol ve anarşist gruplara yayılmıştır. Birkaç on yıl içinde Ortadoğu siyasetinde baskın bir konuma gelmeyi başardı. Bugün kendilerini tamamen antigerman olarak tanımlayan grupların sayısı azalmış olsa da çoğu anarşist ve sol grup antigerman bir gündemi, politikalarına entegre etmektedir. FAU’dan yerel anarşist örgütlere kadar Siyonizm yanlısı bir yaklaşım, norm olarak görülebilir.
Geçmişten geleceğe mi?
Alman solu tarafından 7 Ekim’de gerçekleştirilen saldırının ardındaki nedenlerin bütün karmaşıklığını anlamak için derin bir analiz ya da girişimde bulunulmadı. Destek, doğrudan devlete gitti. Hamas ve müttefikleri tarafından öldürülenler, durumla ilgili siyasi görüşleri ne olursa olsun, otomatik olarak “kurban” oldular. Alman solu için öldürülenlerin ailelerinden gelen gerilimi düşürme çağrılarını görmezden gelmek kolayken, İsrail solu ve liberaller Netanyahu’nun kendi çıkarları doğrultusunda şiddeti tırmandıracağından oldukça emindi. Rehinelerin aileleri, yakınlarını savaş için bir bahane olarak kullanmaya çalışan sağcı bir hükümeti protesto ederken Alman solu hevesle “Hamas”a karşı bir tırmanış arıyordu. Hamas’ın eylemlerinin kolektif sorumluluğu kolayca Gazze Şeridinde yaşayan herkesin omuzlarına yüklendi. “Hamas’a oy verdiler”, “Özgürlük istiyorlarsa Hamas’a karşı ayaklanmalılar”, “Onlar tüm Yahudileri boğmak isteyen antisemitler”; bu iddialar onların Gazze’deki İsrail saldırıları hakkında ürettikleri gerekçelerden sadece birkaçı… Sağcı siyasi hareketlerden bahsetmiyorum, kendilerini solcu ya da anarşist olarak gören pek çok insandan bahsediyorum!
Tiktok’ta canlı yayınlanan IDF tarafından işlenen savaş suçları çoğunlukla görmezden gelindi ya da insanların ‘endişe’ duymasına neden oldu ancak İsrail devletini destekleme yönündeki genel eğilim devam etti. Alman solu içinde Filistinlilere yönelik tutum düşmanca olmaya devam ederken Ortadoğu’da yaşananların gerçekliği ile Almanya’daki uydurma siyaset dünyası arasındaki uçurum daha da büyüdü. Bu noktada, Netanyahu hükümetinin her şüpheli eylemini İsrail sağının meşru müdafaa gerekçesiyle meşrulaştırmak Alman solu için oldukça yaygındır. Savaş suçları, İsrail kötü adamla -Avrupa ve Ortadoğu’nun Yahudi karşıtı geçmişinden ve bugününden şu ya da bu şekilde sorumlu olan Araplarla- savaştığı sürece iyi kabul ediliyor.
İlginçtir ki sol hareket içinde İsrail’e ilişkin pek çok siyasi pozisyon, Alman devletinin bu konudaki ideolojisiyle uyumludur. İktidardaki siyasi partiler değişiyor ancak bunların neredeyse hiçbiri Ortadoğu’daki durumu herhangi bir şekilde etkileyecek kadar eleştirel değil. Antigerman hareketin talepleri ve değerleri birçok yönden belirli etkinlikleri yasaklayan, boykot kampanyasını destekleyenlerden fonlarını çeken ya da “istenmeyen” aktivistlerin ülkeye girişine izin vermeyen devlet politikalarına dönüşüyor. Bu durum, eğitim çalışmaları için de geçerlidir. İsrail’le ilgili Alman sol projelerinin Alman devleti tarafından finanse edilmesi oldukça yaygındır. Açıkçası bu eğitim etkinlikleri genellikle İsrail devlet politikasına verilen siyasi desteğin sol ve anarşist çevreleri etkileyen bir uzantısıdır.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Alman solunun bugünlerde bu konuda söyleyecek sözü olan İsrail veya Filistinli solcuları, anarşistleri ve hatta liberalleri görmezden gelmeyi ve bazen proaktif bir şekilde izole etmeyi tercih etmesi mantıklıdır. Bu tür aktivistlerin etkinlikleri sabote ediliyor ya da onlar konuşacak yer bulmakta zorlanıyorlar[1] (solun devasa altyapısına rağmen). Alman devleti tarafından Filistinlilerle dayanışma amacıyla ya da Netanyahu rejiminin politikalarını protesto etmek için örgütlenen aktivistlere yönelik baskılar genellikle görmezden geliniyor ve yerel sol hareket, Yahudi ve Filistin diasporası üzerinde oluşan büyük baskıyı görmezden gelmeyi tercih ettiği için yabancı aktivistler kendi hâllerine bırakılıyor. Yerel antifaşistleri, Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde ezilen halklarla herhangi bir şekilde dayanışma gösterirken görmektense, Filistinli veya Siyonizm karşıtı Yahudi gösterilerinde İsrail bayraklarıyla protesto ederken görmek daha yaygındır.
Alman solunun Netanyahu ve savaş makinesine karşı mücadelede İsrail ya da Filistin’de destekleyeceği müttefikleri olsaydı durum farklı olabilirdi. Ancak yıllarca süren antigerman politikalar, Ortadoğu’daki durum hakkındaki cehaletle birleşince Alman solunu siyasi izolasyona itti: Siyonist sağın onlara gerçekten ihtiyacı yok ancak İsrail veya Filistin’den herhangi bir ilericiye de yakınlaşmak istemiyorlar. Antigerman ideolojinin kuşaklar boyu gelişmesi, İsrailli Yahudiler ya da Filistinlilerle işbirliğini daha da zorlaştırıyor: Bugün solcu ve anarşist hareket çoğunlukla antigerman söylemleri takip eden gençleri kabul ediyor ve bunları sorgulayabilecek olanları, Ortadoğu’daki duruma ideolojik yaklaşımları Mao’nun ölümünden bu yana değişmeyen otoriter komünistlerin ellerine itiyor. Sonuç olarak, önümüzdeki yıllarda durumun gerçekten makul bir yönde gelişmesi için çok az şans var.
Şiddet ve ölümle geçen bir yılın ardından, Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak gördüğümüz hataların hemen hemen aynısını görüyoruz. İdeoloji gerçekliğe galip gelirken çok az kişi durumu anlamak ve ona ciddi bir yaklaşım geliştirmek için çaba sarf ediyor. Savaşın ve seferberliğin şoku çok çabuk geçiyor; sol ve anarşist çevrelerdeki çoğu insan, siyasi hareketlere katıldıklarında var olan ideolojik dogmalara geri dönüyor. Böyle bir atmosferde hem sol hem de anarşist hareket, hataları tekrarlamaya ve aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeye mahkûmdur; eğer krizi anlamak için çaba göstermeye ve siyasi değerlerimize göre cevaplar geliştirmeye karar vermezsek tabii. Aksi takdirde, geleceğin yaklaşan fırtınalarında, dünyayı siyasi güç elde etmek için şiddet ve yıkım kullanmaktan çekinmeyen gerici güçlere teslim etme riskiyle karşı karşıya kalırız.
Bu kriz sayesinde Alman solu ile kriz bölgelerindeki olası yoldaşları arasında büyüyen uçurumu da görebiliyoruz. Savaşlar ve protestolar daha fazla dayanışma ve çaba gerektirirken pek çok kişinin eleştirel siyaseti terk ederek sözde “birinci dünya”nın giderek daha gerici hâle gelen hükümetlerinin sunduğu konforu tercih ettiğine tanık oluyoruz.
Ama ben aslında antigerman geçmişten kopmaya çalışanlara odaklanarak bitirmek istiyorum. Ülkenin dört bir yanında farklı Yahudi ve Filistinli çevrelerle eğitim, dayanışma ve iş birliği üzerine çalışan gruplar var. Zamanlarını işgal altındaki bölgelere seyahat ederek yerel halkı ve onların devlet şiddetine karşı mücadelelerini tanımaya harcıyorlar. Bu insanlar, sol ve anarşist çevrelerde çok küçük olmalarına rağmen radikal ve devrimci siyasetin Almanya’da bile canlı olduğuna dair umut veriyorlar.
Kaynak: black-stork.writeas.com
[1] Yahudi anarşist Uri Gordon’un birkaç yıl önce Leipzig’de düzenlediği bir konferans, hiçbir sol organizasyonun konferans vermesine yer tahsis etmemesi nedeniyle özel bir odada gerçekleşti.
Köşe Yazıları
Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve
Yayınlanma:
1 ay önce-
Ekim 24, 2024“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.
İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.
Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.
İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.
Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.
İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.
Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!
Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.
İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.
Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.
İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.
Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.
Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.
Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.
İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.
Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.