Connect with us

Yazılar

İlhamını Kur’an’dan Alan Şair M. Akif’in Mirası Neydi?

Yayınlanma:

-

Hangi Mehmet Akif?

– M. Akif birçok kesim tarafından sahiplenilen bir isim olmuştur. Bu durum bize ister istemez “Hangi M. Akif?” sorusunu sordurmaktadır.

– Resmi ideoloji İstiklal Marşı zorunluluğundan dolayı M. Akif’i tanıtmak zorunda kalmakta, bunu da onun düşünce ve hayatına dönük büyük tırpanlamalarla yapmaktadır. Cumhuriyetin kurulmasından sonra değer yargıları ve yönelimleri itibariyle M. Akif’le yeni yönetimin yolları tamamen ayrılmış, yeni rejim hiçbir şekilde onun düşüncelerine müsamaha göstermemiş, M. Akif’i memleketi terk etmek zorunda bırakmıştır.

Kur’an Şairi

– Gelenekçi çevrelerin M. Akif’i savunma ve tanıtma anlayışları problemlidir. Onu sevdiğini iddia eden bu çevrelerle M. Akif arasındaki bağlar esasen zayıftır. Çünkü M. Akif doğrudan Kur’an’a vurgu yapan bir şairdir:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.

***
Ya açar bakarız Nazm-ı Celil’in yaprağına,

Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına

***

İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin;

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.

***

Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din

Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin!

Bu anlayışa sahip bir insanın gelenekçi çevrelerle irtibatının kurulması zor, hatta imkânsızdır. Daha da ileri bir durum da M. Akif’in Muhammed Abduh ve Cemaleddin Efgânî ile olan ilişkisi, onlarla arasındaki düşünsel yakınlığıdır:

Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh,

Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le;

Der ki tilmizine Afganlı:

“Muhammed Dinle!

İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak.

Herkesin malumudur ki bu isimler gelenekçi çevreler tarafından sapık, mezhepsiz, modernist gibi yaftalamalarla anılmaktadır. M. Akif’i sevdiğini iddia eden gelenekçi çevrelerin değerlendirmeleri resmi ideolojinin ürettiği milliyetçi reflekslerden bağımsız değildir.

Bir şair olarak şiire bir Müslüman olarak da tasavvufa olan yaklaşımı da M. Akif’le gelenekçi çevreler arasındaki uçurumu gözler önüne sermektedir:

Şarap kokar bütün eslafın en temiz gazeli

***

Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı

Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıdkı dayı

Gelenekçi çevreler yıllardır M. Akif’i sadece insani özellikleriyle yüceltmişler, onun İslami kimliğini hangi çerçevede oluşturduğunu büyük bir maharetle hasır altı etmişler ve milliyetçi muhafazakâr bir refleksle sadece istiklâl şairi olarak anmaktan imtinâ etmemişlerdir.

Ümmet Şairi

– M. Akif’i sahiplenen bir diğer çevre de milliyetçi çevrelerdir. Halbuki M. Akif milliyetçi anlayışın tam karşısında duran ümmetçi bir insandır ve kavmiyeti ileri sürmenin “küfür” olacağını ifade eder:

“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatta yeri?

Küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri”

***

“Arabın Türke; Lazın Çerkeze yahut Kürde

Acemin Çinliye üstünlüğü mü varmış? Nerde!

***

Müslümanlık da “anasır” mı olurmuş ne gezer

Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor peygamber”

***

Arabın Türke; Lazın Çerkeze yahut Kürde

Acemin Çinliye üstünlüğü mü varmış? Nerde!

Akif’in düşünce dünyasının temelinde İslam birliği, ümmetin Kur’an temelli bir çalışmayla bütün olarak hareket etmesi anlayışı varken, her seferinde Müslüman milletlerin birbirleri için el-ayak olduklarını haykırdığı gerçeği karşımızdayken nasıl böyle bir iddiada bulunulabilir:

Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!

Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan?

***

Ne Araplık, ne Türklük kalacak, aç gözünü!

Dinle peygamber-i Zişan’ın ilahi sözünü

***

Türk Arapsız yaşayamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!

Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir

***

Değil mi ki cephemizin sinesinde iman bir

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir

***

Değil mi ki koşan Çerkez’in, Laz’ın, Türk’ün

Arap’la, Kürt ile bakidir ittihadı bugün

Akif’in bu değerlendirmesinden sonra onu hâlâ bir Türk ya da Arnavut milliyetçisi görmek art niyet kastından başka nasıl izah edilebilir?

-M. Akif’i değerlendirebilecek tek çerçeve tevhidi çizgidir. Onun bir ömür boyunca Kur’an’a yaptığı vurgu, Kur’an meali çalışmaları bu hususta değerlendirmeler yapmak için yeterlidir:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.

***

Ya açar bakarız Nazm-ı Celil’in yaprağına,

Yü üfler geçeriz bir ölünün toprağına

***

İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin;

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.

***

Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din

Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin!

Bu ifadelerden de çok kolay bir şekilde anlaşılacağı gibi Akif’in din anlayışı Kur’an temellidir ve bu son derece açıktır. Akif, İslam dünyasının yaşadığı çürümenin Kur’an’dan uzak kalmaktan kaynaklandığını söyler.

Akif’in öncü olarak gördüğü isimler onun zaten çizgisini doğrudan belirlemektedir:

“-Şimdi Asım, edebiyatı bırak, bir tarafa;
daha ciddî işimiz var, geçelim başka lafa.

***

Galiba söylediğim yoktu? Evet hiç yoktu:

Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh,

***

Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le;

Der ki tilmizine Afganlı:

“Muhammed Dinle!

***

İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak.

Önce bizler düşüp İslam’ı da kaldırmazsak,

***

Nazariyyat ile bir şeyler olur zannetme!…

O berâhîni de artık yetişir, dinletme!

***

Çünkü muhtac-ı tezahür değil isti’dâdın…

“-Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var üstadın…

***

Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sûdan’a;

Yeni bir medrese te’sis edelim Urbana.

***

Daha üçbeş de faziletli mücahid bulalım,

Nesli tehzîb ile, i’lâ ile meşgul olalım,

***

Çıkarıp gönderelim, hâsılı, şeyhim, yer yer

Oradan alem-i İslama Cemaled-din’ler.”

“-Bu, fakat, yirmiyıl ister ki kolay görmüyorum..

Yirmi günlük işe bak sen!” “-Kulunuz ma’zurum…”

Efgânî ve Abduh’un Takipçisi

-M. Akif, İslam dünyası ve İslam düşünce tarihi için önemli bu iki isimle arasındaki düşünsel yakınlığı böyle ifade eder. Zaten çıkardığı dergilerde bu isimlerin yanı sıra Reşid Rıza’dan da çeviriler yapmaktadır. Şiirleri ve hayatındaki ümmetçi anlayışı onun İslami kimliği hakkında kendini hakikate kapatmamış kişiler için en açık kanaatleri vermektedir.

-Aslında M. Akif, Efgânî – Abduh çizgisinin bir devamı olarak ilhamını doğrudan Kur’an’dan alan, sadece ondan beslenen bir Kur’an nesli inşası bağlamında Seyyid Kutup’la birlikte anılmalı, onun öncülerinden biri olarak kabul edilmelidir.

-M. Akif, Muhammed Abduh’un uzun soluklu bir eğitim aşamasından sonra İslam öncülerini yetiştirmek tercihinden yana olmakla birlikte hayatını Cemaleddin Efgânî’nin ihtilâlci karakteriyle geçirmiştir. Yaşadığı çağın çığlığı olan Akif, tembelleşen, miskinleşen Müslümanları ağır bir şekilde eleştirir ve onları bir an önce harekete geçirmeye çalışır.

-Akif’in eleştiriye açık tercihleri de vardır elbette. Cesur eleştirilerini Osmanlı saltanatçı anlayışına dönük övgüleri nedeniyle esirger. Sanırız ki bu yaşadığı dönemin ağır şartlarından kaynaklanmaktadır. Onun İttihat Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa üyeliği de bu bağlamda değerlendirilebilir. Her an bir şeyler yapmak isteyen hareketli bir insanın tercihlerinin bazen sağlıklı olamayabileceği gerçeği karşımızda durmaktadır. Bu tercih Efgânî’nin aynı sâiklerle Mısır’da mason locasına üye olması tercihine benzerlik göstermektedir. Sanırız ki Âkif iç siyasete, ülkeye dışarıdan gelen kuşatma nedeniyle köklü tavırlar geliştirememiştir.

-Çanakkale şiiri, her şeyi gerekçeleriyle değerlendiren, tartışan M. Akif için bu çerçevede değerlendirilmelidir. I. Dünya savaşına giriş nedenimiz, İttihatçıların tercihleri tartışılmalı iken bu savaşı bağlamından koparıp İslam’ın kurtuluş mücadelesi gibi değerlendirmesi doğru değildir.

-Akif, İstiklâl Marşını yazdığı ülkesi tarafından sürgüne gönderilmesi bakımından sanırız ki dünyadaki tek örnektir. Cenazesi bile kimseye duyurulmak istenmeden kaldırılmak istenmiş ancak bir üniversite öğrencisi tarafından tesadüfen öğrenilmesi sonucu kalabalık bir üniversite öğrencisi topluluğu tarafından coşkulu bir şekilde kaldırılmıştır.

-M. Akif’in mücadele ve düşünce mirası Müslümanlar tarafından lâyıkıyla değerlendirilmelidir. Tercihlerinin bugüne ulaşan taraflarından gerekli dersler çıkarılmalı, öğütler alınmalı, onun İslamcı karakterinin değerli örnekliği resmi ideolojiyle milliyetçi muhafazakâr değerlendirmelerin inisiyatifine terk edilmemelidir.

-Metin Önal Mengüşoğlu, İhsan Eliaçık, D. Mehmet Doğan, Sezai Karakoç, Dücane Cündioğlu gibi isimlerin Mehmet Âkif’le ilgili kitapları incelenebilir.

Mehmet Akif’in Mirası Neydi?

– Mehmet Akif’in düşünce ve inanç temelini Kur’an oluşturur. Akif, İslam ümmetinin yaşadığı çöküş ve yozlaşmanın temelinde Kur’an’dan ayrı kalmak olduğunu söyler. Kur’an’dan kalkarak İslam’ın asrın idrakine söylenmesi gerektiğini, Yüce Kitab’ın mezarlıklarda okunmak için değil hayata müdahale için geldiğini savunur.

– Mehmet Akif, Cemaleddin Efgani ve onun talebesi Muhammed Abduh’u takdir eder ve kendisinin düşünce öncüleri olarak görür. Efgani ve Abduh’tan bazı makaleleri aralıklarla kendi gazetesinde yayımlayan Akif, Cemaleddin Efgani gibi fiili mücadelenin içinde bir hayat sürse de aynı zamanda Abduh gibi uzun bir süreye yayılacak eğitim çalışmalarıyla önder kuşakların yetişmesini ister.

– Akif, yaşadığı netameli yıllar nedeniyle son derece aktif, hareketli bir insandır. İslam halklarının batılı emperyalist güçlerce boyunduruk altına alınması onun yüreğini paralar. Bu durum bir feryat halinde şiirine yansımıştır.

– Osmanlının parçalanma sürecinde İttihat Terakki içerisinde yer alması eleştirilen Akif’in bu tavrı dönemsel koşullarla açıklanabilecek bir durum olarak da değerlendirilmektedir. Zamanla Akifle İttihat Terakki arasında özellikle ırkçılık politikalarından dolayı köklü ayrışmalar yaşanmıştır.

– Türkiye’de geleneksel dindar çevrelerden milliyetçi kesimlere, resmi ideolojiden siyasal İslamcı cenaha kadar farklı gerekçelerle sahiplenilen bir Mehmet Akif portresi vardır. Bu, haklı olarak “Hangi Mehmet Akif?” sorusunu ortaya çıkaran bir durumdur.

– Mahmet Akif, Kur’an’a dönüşü savunan, milliyetçi ve ırkçı düşüncelerin karşısında yer alan bir inanca sahiptir. Kavmiyetçiliği İslam’ın kabul etmeyeceğini, kendisinin de bir Arnavut olarak özellikle Arnavutluk’ta yaşanan kalkışma süreciyle alakalı bahiste milliyetçi ayrımcılıkların ümmet yapısını parçaladığını söyler. Yalnız bu bahiste milletlerin İslam inancı içindeki durumuyla alakalı olarak farklı tartışmalara kapı aralanmaktadır.

– Akif’in modernistliği iddiaları genişçe tartışılması gereken bir mevzudur. İslamcılık ideolojisinin önde gelen bir ismi olması hasebiyle Akif bu tartışmaların merkezinde oturmaktadır. Bu çerçevede batının ahlakının reddedilip ilminin alınması meselesi de bugün bütün boyutları ile tartışılmaktadır.

– Dönemi içerisindeki tercihleri bakımından değerlendirilmesi gereken Akif özellikle yanlış kader ve tevekkül anlayışına yüklenmiş, Mutezili bir çizgide aklı Kur’an’ın istediği işlevsellikte öne çıkarmış, doğrudan tasavvuf mistisizmine eleştirel bir tavırla yaklaşmıştır.

– Vaazları ve koşturmacalarıyla desteklediği sürecin nihai muktedirleri Cumhuriyetin kuruluşundan sonra batılı değer yargılarını ülkeye egemen kılınca Mehmet Akif memleketi terk etmiştir. Mücadele yerine terk edişi seçen Akif’in bu tutumu da eleştirilmiştir. Bu vesile ile İstiklal Marşı şairini sürgüne gönderen bir ülke olarak Türkiye de yaşadığı çelişkiyi göstermiştir.

– Mehmet Akif’in yaşadığı fırtınalı dönem İslam ümmeti açısından tam bir yıkım ve felaket tablosunu yansıtıyordu. Bu çöküş dönemi ile bugün arasında kuvvetli paralellikler vardır. Esaslı bir entelektüel İslami zemin imkânı yoktur. Fiili alanlarda da Müslümanlar egemen siyasi yerel ve küresel güçler tarafından muhasara edilmiştir. Dolayısıyla bir feryat, bir çığlık olarak oradan seslenen Akif’in mirası bugün için tartışılarak masaya yatırılmalıdır.

* Ahmet Örs’ün 2010 ve 2011 yıllarında TOKAD’ın Tokat merkez dernek salonunda ve Niksar İlçe Temsilciliğinde yaptığı konuşmalardan YeniPencere tarafından derlenmiştir.

Kaynak: tokad.org 

 

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

Yazılar

Saraçhane Notları – İsa Ensar

Yayınlanma:

-

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.

– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.

– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.

– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.

– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?

Birkaç çıkarım:

– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.

– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.

– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.

– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…

– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.

Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.

– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.

– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.

-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.

-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Devamını Okuyun

Yazılar

Neden? – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonun, diploma sahteciliğinden ve iktidarın yolsuzlukla mücadele hassasiyetinden kaynaklanmadığını fark etmek zor değil. Zira öyle olsa Ak Partili belediyelerle veya bazı bakanlarla ilgili vahim iddialar da soruşturulurdu. Bülent Arınç gibi bir ismin Melih Gökçek’le ilgili, “Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel sattı!” sözleri hiçbir savcıyı harekete geçirmeye yetmedi mesela. Diğer yandan kendi bakanlığına, kendi firmasından dezenfektan aldığını itiraf eden bakan hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Bütün bunları bırakalım, bizzat Erdoğan’ın “dolandırıcı” imasında bulunduğu Mehmet Şimşek’i devletin hazinesinin başına oturtması neyle ve nasıl izah edilebilir?

“Operasyon”un İmamoğlu’nun önünü kesmek veya aslında İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığını ileri sürenler var. İkincisini savunan yorumculara göre Erdoğan, nasıl göstermelik bir dava ile tutuklanıp “mağdur” edilerek parlatıldı ve “kahraman” yapıldıysa benzer bir senaryo İmamoğlu için de sahneye konuldu.

İmamoğlu’nun Erdoğan’ın yedeği olarak tutulduğu fikrine katılıyorum. Zira iki isim de küresel müesses nizamla uyumlu siyasetçiler. Bunu kabul etmekle birlikte, küresel müesses nizamın Erdoğan’la çalışmaktan vazgeçtiğinden pek emin değilim ve son operasyonun Ekrem İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığı iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum çünkü parti olarak CHP’nin ve İmamoğlu’nun yükselişi, paralel biçimde Ak Parti’nin kan kaybettiği ortada. İmamoğlu ise zaten uzun süredir oldukça popüler bir siyasi figür.

Erdoğan’ın erken seçim için toplumsal araziyi uygun hale getirmek istediği ihtimali daha güçlü görünüyor. Son dönemde muhalif siyasetçiler ve gazetecilere yönelik artan soruşturmalar, gözaltılar, en yakın siyasi rakibi olan CHP’li belediyelerin iyiden iyiye kıskaca alınması, bir parti genel başkanının tutuklanmasına kadar varan işleri izledikçe aklıma bu ihtimal geliyor. CHP’ye kayyım atanması ihtimalinin bile ciddi şekilde gündeme gelmesi bu ihtimali daha da güçlendiriyor. “Atatürk’ün partisini, Atatürk istismarcılarından kurtardık!” diyeceklerdi!

Türkiye’nin en büyük partisinin devlet kontrolüne geçmesi demek bir yerde Azerbaycan tipi bir idare anlayışına geçiş, demektir ki orada da muhalefet partileri var ama iktidarın değişmesi hiç kolay değil. Ülkenin en büyük partisi bile kendini kurtaramazsa diğer partilerin fazla bir hükmü olmayacaktır. Genel Başkanı tutuklu bulunan Zafer Partisi mensuplarının tepkilerini ancak CHP’nin öncülük ettiği son eylemler içinde gösterebildiklerini izliyoruz.

Her seçim öncesi sağcı, milliyetçi-muhafazakâr, dindar oyları arkasında saf tutmaya mecbur edecek, “onlar ve bizler” ayrımını keskinleştirecek bir şeyler mutlaka olur. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiri Ak Parti açısından bunun ilk örneğiydi. Bu muhtıra, askerin siyasete müdahalesinden bıkmış kitlelerde Ak Parti’ye dönük bir sahiplenme duygusu uyandırdı. Cumhuriyet Mitingleri de benzer bir işlev gördü.

Gezi olaylarının da sağcı, dindar kesimlerde Erdoğan’ı desteklemeye dönük bir gereklilik hissi uyandırdığını da hatırlayalım. Ak Parti’nin tek başına iktidar olacak oyu alamadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından bir anda ortalığın karıştığını, 1 Kasım’da seçimlerin tekrar edildiğini hatırlayalım, ki o seçimde Ak Parti yeniden tek başına iktidar olmuştu. Ahmet Davutoğlu partiden ayrıldıktan sonra o dönem meydana gelen olaylarla ilgili çok şeyler bildiğini söyledi ama açıklamadı.

Erdoğan’ın son eylemlerin büyümeyeceğini ve birkaç günü geçmeyeceğini düşünerek yanıldığı doğru değil. Neredeyse 1950’lerin Vatan Cephesi tecrübesine doğru ilerleyen uygulamaların, Muhalefetin CB adayı olması kesinleşmiş bir ismi saf dışı bırakmaya çalışmanın yol açabileceği tepkileri tahmin etmediğini sanmıyorum.

Yargıya güvenin oldukça sarsıldığı bir vasatta muhalefetin böyle bir hücum karşısında evinde oturup mahkeme kararını beklemeyeceği açıktır. Sokak gösterileri devam ederken Şehzadebaşı Camii’ne saldırı haberi geldi ki, doğru olup olmaması bir yana kendileri açısından oldukça ‘işe yarar’ bir haber ve ama yalan ama doğru, bu tip haberleri görmeye devam edeceğiz gibi çünkü bu tarz şeyleri seve seve yapmaya hazır seviyede İslam düşmanı bazı yapıların az da olsa eylemlerin içinde var olduğunu biliyoruz. Olmasa da senarist çok: “Din düşmanı darbeci solcular sokaklarda terör estiriyor! O hâlde biz de elimiz mahkum Erdoğan’a destek verelim!”

Tepkiler yükseliyor. Hükümetin ayağını gazdan çekmek istemediği de ortada. Ben bu yazıyı hazırlarken Mansur Yavaş’a yönelik soruşturma açılmış, Beyoğlu Belediye Başkanı ifadeye çağrılmıştı.

Erdoğan’ın kendine de halka da bölgeye de zarar verecek girişimlerden uzak durmasını dileriz ama pek özeleştiri yapacak gibi görünmüyor.

Denizler durulmaz, dalgalanmadan! Duamız elbette en az hasarla durulması.

Olup bitenin daha derin anlamlarını, küresel müesses nizamın önümüzdeki dönemde kimle devam etmek isteyeceğini gelişmeler ilerledikçe çok daha iyi anlayabileceğiz.

İsmet Özel’in yıllar önce başka bir bağlamda söylediği bir cümleyi hatırladım: “Çünkü sonunda Ankara’yı bombalamak için Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.”

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x